Cevaplar.Org

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

Ders: Muhakemat Dersleri (8.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime’nin devamı İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir.”(Muhakemat, s. 17)


Serkan Çakır

serkancakir82@hotmail.com

2020-09-23 09:27:39

Ders: Muhakemat Dersleri (8.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime'nin devamı

İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

*"Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir."(Muhakemat, s. 17)

Bu bir kaidedir; hayatın her safhasında da bu kaidenin geçerliği vardır. Cenab-ı Hak insana istidat ve kabiliyet vermiş. Bu kabiliyeti bir noktaya teksif ettiğimizde, o istidadın çapı nispetinde insan ilgilendiği konuda, sahada, tetebbuatta ve fikirde derinleşir. Melekeleri inkişaf eder. Sanatkârlığı, kalemi, fikri, anlayışı, bakışı derinleşir. Bu bir kaidedir, zihninizi ne kadar verirseniz, zamanınızı ne kadar o noktaya teksif ederseniz, istidatlar açılır ve inkişaf eder. Ama teveccüh ettiği hakikata insan zihnini, aklını, kalbini tam kaptırınca, alaküllihal diğer konulara karşı bir derece müstağni oluyor, bu da bir kaidedir.

Aklın, kalbin, ruhun ve bütün latifelerin(duyguların) bir mananın etrafında dönünce, işte, gecen de, gündüzün de, rüyan da hep onun etrafında dönüyor. Ona tam konsantre olduğun zaman, diğer meselelere karşı aynı duyarlılık, aynı hassasiyet, aynı derinlik gösteremiyorsun. Bu da insan fıtratında olan bir durum. Neye meylediyorsa insan meylettiği şeyde büyüyor, inkişaf ediyor. Hangi şeyin içerisine fazla girerse, girdiği o mesele âleminde netleşiyor, berraklaşıyor. Ama bunun dışında diğer meseleler kıyıda kalıyor ve bir derece gabileşiyor. Her fıtrat için geçerli bir kaidedir bu.

Osmanlı döneminde hattatlar sadece Cuma günleri vaaza gidiyor. Cuma namazına iştirak ediyor ve Müslümanlarla görüşüyorlar. Hattatlar Cuma günü yazı yazmıyorlar, kalemi bırakıyor. Cumartesi günü hatta başladığı zaman, bir günde eli gabileşiyor. Gün geçtikçe eli açılıyor. Perşembe gecesi en güzel hatları çıkarmışlar. Cuma günü kalemi bırakınca gene parmakları gabileşmiş. Onun için, Osmanlı dönemindeki hattatlar parmaklarının terazisi bozulamasın diye fazla yük taşımamışlar. Bir gün kalemi bırakınca eller maharetini kaybediyor. Bu hat sanatında böyle. Aynı kanun diğer sahalar için de geçerli… Aynen öyle de insan kalben, fikren teveccüh etmese, ciddi bir meyil ve iştigal olmazsa bu sahalarda da gabileşiyor.

Bir adamın aklı, fikri, dünyası, varlığı, devleti, serveti hep madde. Hissiyat-ı insaniyesi madde üzerinde dönüyor. Açılımı madde. Maddi meselelerde meşgul olduğu zaman o insan maneviyatta gabileşir. Bu da bir kaide ve herkes için geçerlidir. Maddiyatla tevaggul edince maneviyat geride kalıyor. Maneviyatta da tam dalarsa, o zaman maddi meseleler âleminde üçüncü, beşinci, onuncu dereceye düşüyor.

Üç aylar bunun çok güzel bir misalidir. Üç aylarda insan manevi bir iklime giriyor. Recep, Şaban Ramazan, oruç tutulması, iftar edilmesi, son on günün derinleşmesi, kadir gecesi, teravih, teheccüt, zikir, fikir.. Bakıyorsunuz ki, hakikat- ı Ramazan içerisinde insanın kalbinde, ruhunda hissedilir derecede bir inşiraha ve inbisata vesile oluyor. Ama üç aylardan sonra insan gittikçe gabileşiyor.

Bütün yüksek ehl-i hakikat, kamil insanların hayatlarında bir inziva vardır. İmam-ı Gazali, Üstad gibi bütün evliyaların hayatında var. Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam risaletten önce Hira dağına çıkmış.

Uzlet ve inzivanın esprisi nedir; afaktan kopup, vahdete teveccüh etmek, Allah'a yönelmek. İnsan dağda yaşıyor; hava temiz, günah yok, siyasi meseleler yok, televizyon belası yok, sokak, çarşı, cadde yok, gıybet yok. Pazar yok, parti patırtı yok. İnsan hissiyatı dağda ne kadar inbisat ediyor. Fatih devri dersiamlarından meşhur Hayali (ö. 875/1470 [?]) Uludağ'a çekilip "âşiye ʿalâ Şeri Tecrîdi'l-ʿaāʾid" adıyla Teftazani'nin Şerh-i Akaid'ine bir haşiye yazıyor. Sonra kışın medreseye döndüğünde kendi yazmış olduğu haşiyeyi okuyor ve anlayamıyor. Hatta bu mana üzerine

"Hayâlî'nin hayâlini hayâl etmez müderrisler,

Hayâli de hayâl etmez, Hayâlî'nin hayâlini." 

diye devam eden bir beyit dahi yazılmış.

Yayla, temiz hava, günah yok. Günah gözüne ilişmiyor, gıybet kulağına girmiyor, afaki, boş konuşma yok. İnsan konsantre oluyor. Bir de zikir ile, tefekkürle bütün bunlar kuvvetlerin bileşkesi noktasından insan fıtratındaki safiyet, fıtratındaki berraklığı günahlardan arınmış olan yerlerde buluyor. Ama dünyanın içerisine girdikçe, dünya meşakkati, patırtı ve gürültüsü, afakileşmek, maddileşmek, siyasileşmek, üçü de birbiri üzerinde inzimam edince, insanda maneviyata karşı gabileşmeye başlıyor.

Hz. Üstadın hayatında çok calib-i dikkat bir şey var. Hz. Üstad, Çam dağına çıkıyor dağda kilim serip, ezkarını evradını okuyabilirdi. Bakınız nereye çıkmış? Katran ağacına. Niye peki? Şöyle bir sır var ki, insanın ayağı manen kirlidir. Hele ahirzamanda insanlar daha kirlidir. İnsanlar mücrimdir, müflistir, günahkârdır. Şimdi düşünelim, şu içindeki mekânımız mermerden beyaz bir yer olsa. Şurada da belediye asfalt yapıyor, belediyedeki eleman ayaklarında çizme, asfalt içerisinde battı, çıktı. Gelse mermerin üzerinde gezse, ne oldu, kirlendi. Beşerin ayağının değdiği yer kirlidir. Hz. Üstad Çam dağında, çam ağacının üstüne çıkıyor. Belki Hz. Âdem'den o güne kadar kimse oraya çıkmamış. Orası feyze makes ve ayna, tabi nuraniyete medar. Oraya çıkıyor ki, mazhariyet artsın ve ziyadeleşsin.

Allah rahmet etsin, Said Özdemir ağabey anlatmıştı; "Üstad hazretleri bir gün masayı getirdi. Masanın üzerine bir masa daha koydu, üzerine çıktı, orada namaz kıldı." Şimdi burası müşevveş olsa, kirli olsa, halıyı seccadeyi serdiğin zaman altı hep pis. Ama masanın dört tane ayağı var, o kirden o ayak kadar hisse alıyor. İkinci masa bu masanın üstünde. Demek feyze makes olma noktasından, işte tecerrüdün, işte inzivanın, işte hayat-ı içtimaiyedeki patırtı ve gürültü ve günahlardan sıyrılmanın bir uygulaması. Safi, berrak, temiz mekanlar; orada feyzin açılımı vardır.

Şimdi bir adam zihnini akşama kadar ticaretle, parayla, varlıkla, servetle, malayaniyat ve boş şeylerle, gıybet ve günahla doldurmuş ise, onun manevi filtreleri tıkanıyor.

Fizikte bir kaide var; inikas ve yansıma kanunu vardır. Güneşin ışığının yansıması için aynanın temiz berrak ve şeffaf olması lazım. Ayna siyah, kirli olursa, ışığı yansıtamaz. Bu sırra mebni, mesela bir insan maddiyata girer girer, bir de günahlar varsa, ruhta lakaytlık ve laubaililik varsa, bir de kendini kollama ve teyakkuz noktasında müteyakkız değilse, o zaman kalp aynası küçük günahlarla buharlaşıyor. Büyük günahlar ise kalb aynasının üzerindeki lekeler gibi. Bunlar arta arta, feyze medar mazhariyeti kesip bitiriyor. Onun için her günah içerisinde küfre gidecek bir yol vardır. Demek maddiyatta tevaggul edenin, istidat ve kabiliyetleri maneviyat noktasından gabileşiyor, o safveti, o samimiyeti, o şeffafiyeti, o berraklılığı derecesine göre kaybediyor.

İtalya'da meşhur bir müzisyen varmış, yolda giderken bir taksi şoförü arkadan buna çarpıyor ve oradan kaçıyor. Adam çok meşhur, hem polis hem savcı ifadesini alıyorlar. Soruyorlar; "size hangi araba vurdu gördünüz mü" ?

-Görmedim"

-Plakasını okudunuz mu?"

-Hayır okumadım.

-Arabanın rengine baktınız mı?

 -Hayır bakmadım..

 Arabayı görmemiş, şoförü tanımıyor, plakayı okumamış, rengini bilmiyor. Adam müzisyen ya, yolda giderken güvercinler kanatlarını çırparken, o bu sesleri notaya uyarlıyor, o kadar hassaslaşmış. Ölüme giderken demiş ki "hiçbir şey görmedim, ama arabanın egzozundan "si do la" diye bir ses geliyordu."

"Men talebe vecedde vecede" Kim bir şeyi ciddi talep ederse, o ona verilir. Demek istidatlarını verdin mi, hem maddiyatta açılıyor, hem maneviyatta. Ama birisinde açıldığı zaman galiben öbüründe gabileşiyor.

Yâkût-i Arşî (El-Habeşî)diye Mısır'da yaşamış bir veli var.(v. Miladi: 1307) Eskiden telefonlar çıktığı zaman bir tabir vardı, "kapsama alanı dışında" tabiri; Telefon çekmiyor ya. Şimdi kapsamı alanı açıldı, inkişaf etti. Yâkût-i Arşî arş-ı âlâdaki meleklerin sesini işitiyor, kapsama alanına bakınız. İnsan imanla, marifetle, ubudiyetle inbisat ederse nasıl açılıyor. Arşı alâdaki meleklerin zikrini işitiyor.

Üstad diyor ki; "Gayet nadir olarak Levh-i Ezelî'ye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor."(Lem'alar, s.104) İnsanın istidat ve kabiliyetinin koordinatlarının açılımına bakınız. Ama bu asırda sadece maddiyat değil, süfliyat ve arkasında malayaniyat, boş şeyler, caiz şeyler; caizin de karnı geniş, idrakimiz, kalbimiz, gönlümüze ne kadar boş şeyler varsa doluyor, maneviyatımızı perişan ediyor.

Gabileşmek noktasında mesela bir insan diyelim ki sabahtan akşama kadar gitti, ticarettir, çifttir, çubuktur alaküllihal ahir zaman içerisinde gözünü haramlardan muhafaza edemedi. Yalan konuştu, yanlışlar yaptı. Gıybet, iftira v.s… Bir de boş, lüzumsuz malayanı şeylerle meşgul oldu. O dünya içerisinde yüklü yüklü akşam eve geldi. Gözler yorgun, idrakler yorgun, kalpler perişan, hissiyat müşevveş… Sen şimdi bu adamı al derse, sohbete götür. Bu adam hakikate daha hazır değil, o yoğunluktan çıktı, geldi. Ne yapar, ya uyur ya da o bulanık haliyle hakikat ve marifete yeterli ölçüde muhatap olamaz.

Malum. Ağır sıklet boks, güreş sporları var ya, şampiyonlar sahaya çıkmadan önce ne yapıyorlar, ısınma hareketleri.. Isınma hareketleri beden eğitiminde çok önemli. Vücudu hareketlendirip fikren de konsantre oluyor. Sağı, solu 15-20 dakika konsantre oluyor, sonra ringe çıkıyor. Maneviyat ta da öyledir ve önemlidir. Akşama kadar yoruldun, uykusuzlukla derse gelince, beş dakika sonra gözler düşüyor, makam-ı tasdik'a geçiyor; "üstadım, senin sözlerin benim başımın üstünde" Arkasından makam-ı hor hor.. Mesaiden geldin, bir abdest al, biraz Kur'an-ı Kerim oku, Risale-i Nur ile meşgul ol ve gaflet tabakasını uzaklaştır. Öyle oradan pat diye gelince, marifet sofrasından feyizleri tam alamıyor. "Ya bu ders hiç hoşuma gitmedi, hiç anlayamadım" diyor. Evet, Feyz-i İlahide kusur yoktur, kusur nefislerdedir. Kusur sende, sen kendini hakikate tam makes ve ayna tutmadın.

"Evet, bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal eder ise; akrabasına ta'ziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nuranî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet, her şeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez... Muhakemat (s: 18 )

Cümlenin siyak ve sibakı noktasından bakalım, bir adam feylesof, fizikte, astronomide, felsefede ileride. Ama bunun sahası marifet değil ki. Adam maddiyatta sabahtan akşama kadar laboratuvarda zihnini ona teksif etmiş, bunun dinle, Kur'an-ı Kerim'le, mukaddesatla, uzaktan yakından pek fazla haberi yok. Maddiyatta zirvede dahi olsa, onun sözü maneviyatta beş kuruş etmez ve itibar da edilmez.

Allah rahmet eylesin Mehmed Kırkıncı hocamın bir hatırası var. Birkaç mühendis Kırkıncı hocamızın kaldığı Kümbet' medresesine gelmişler. Bir mühendis merak saikasıyla daha önceden Einstein'ı okumuş, izafiyet teorisi hakkında bilgi sahibi olmuş. Ona söz düşünce o da Einstein'in ilme katkısını anlatmış. Einstein şöyle demiş, böyle demiş diye methetmiş. Sonra demiş ki; "hocam, Einstein astronomiyi, semadaki yıldızları incelerken, şu yıldızlardaki nizamın mükemmelliğine bakmış, öyle mükemmel intizam var ki, demiş ki "bu mizan, bu intizam tesadüf olamaz, elbette bu kâinatın bir sahibi vardır."

Kırkıncı Hocam mühendisin yüzüne bakıp demiş ki "Einstein o semadaki yıldızlardaki intizamı keşfedip, bu sözü söylediğinde kaç yaşındaymış?" O mühendis, "hocam, ömrünün son zamanlarına yakın bir dönemde" demiş. Kırkıncı hocam ise "O bizim bir çocuğumuza yetişemez, biz evladımıza yedi yaşına gelince "la ilahe illallah, Muhammeden Rasulullah" hakikatını talim ettiriyoruz. Yer ve göklerin sahib ve maliki Yüce Allah'tır" hakikatını öğretiyoruz, Yedi yaşındaki çocuğumuz Allah'ı biliyor, Rabb'ını tanıyor.

Heyhat! Einstein çok gerilerde kalmış! Einstein'ın gözüne yıldızlar ilişmeseydi, belki gabi gidecekti, nasıl gittiği de meçhul" cevabını vermiş…

Bu asırda bizde "iyi bir şey olsa onu muhakkak söyleyen feylosof ve gavur olması lazım" diye bir mülahaza var ne yazık ki. Bunu milli eğitimde pompalayarak verdiler. Halbuki adamın din ile mukaddesatla hiç alakası yoksa onun sözü dinde, Kur'an'da, İslam'da ölçü olamaz. Üstad ne diyor Şah-ı Geylani için; "Acaba yerde iken arş-ı a'zamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh-i Geylanî (K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri, tevhidî ve kudsî ve manevî mes'elelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz'î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?(Şualar, s: 102 )

Biz Kur'an'a, Sünnet'e bakarız, bir de bütün ömrünü imana, Kur'an'a tahsis etmiş müçtehidler, müceddidler ve ulema, kâmil insanların sözlerini esas alırız. Yoksa maddiyatta fevkalade dolmuş, dinden mukaddesattan hiç haberi olmayan şuursuz belki imansız, belki izansız, belki din namına hiçbir ameli olmayan bir feylesofun bu sahada sözü hüccet olamaz ve beş kuruş dahi etmez.

Mühendisin sahası ayrı, doktorun sahası ayrı. Proje çizdirmiyorsun ki. Hasta kime gidecek, doktora gidecek, plan yapacaksan mimara, mühendise gideceksin.

*Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nuranî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet, her şeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez... Muhakemat (s: 18 )

Sırf hakikat, sırf maneviyat Kuran hakikatlarını, meselelerini tefekkür ve tezekkür etmekte ulemayı, âlimleri, müçtehidleri bırakıp, o maddiyatla tevaggul eden insanlara danışmak letaifin, kalbin ölümüdür. Böyle yapan bir kimse, nurani bir cevher aklı da sekerata sokmuş olur; hakikat aleminden uzaklaşır gider.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

Eymen Akça, 2020-09-28 14:57:24

Gayet güzel. Devam edin.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DİĞER YAZILAR

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

“Nasıl ki zaman-ı saadette ve selef-i sâlihîn zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve ak

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime(devam) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Hem de istibdad

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu Mukaddimenin çok h

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Yedinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu mukaddimede d

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

Ders: Muhakemat, 6. Mukaddime, İşaret’ten devam İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Bu mukaddeme

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

Ders: Muhakemat Birinci Makale, Altıncı Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Tefsirde mez

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Beşinci Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek “Mecaz, ilmi

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

Ders: Muhakemat Dersleri (10.Ders), Birinci Makale, Dördüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener D

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

Ders: Muhakemat Dersleri (9.Ders), Birinci Makale, Üçüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dil

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

Ders: Muhakemat Dersleri (8.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime’nin devamı İzah: Prof. Dr.

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

Ders: Muhakemat Dersleri (7.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

De ki: "Herkes kendi yapısına uygun işler görür. Rabbiniz, en doğru yolda olanı daha iyi bilir."

İsra, 84

GÜNÜN HADİSİ

Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmaz.

Tirmizi, Savm 82, (807); İbnu Mace, Sıyam 45, (1746)

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 2002) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 2002) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI