MEHMED AKİF ERSOY - 2. BÖLÜM


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2005-12-15 21:05:48

MeÅŸrutiyet ve Akif

Mehmed Akif, İkinci Meşrutiyetin ilan edildiği 23 Temmuz 1908'de İstanbul'da Umur-i Baytariye dairesi müdür muavini olarak bulunuyordu. Gerçi Hürriyetin ilanından memnundu ama bizde her şeyin olduğu gibi fikir hürriyetinin de içinin boşaltılıp, slogana indirileceğinden korkuyordu. Korktuğu da kısa zamanda başına geldi. Süleymaniye Kürsüsünde adlı şiirinde merhum Abdürreşid İbrahim'i konuştururken bu hastalığımıza şöyle temas eder:

"Bir de İstanbul'a geldim ki: bütün çarşı, Pazar
Nâradan çalkalanıyor! Öyle ya... Hürriyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... Doğru:
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru

...Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük
Dinliyor, kaplamış etrafını yüzlerce hödük.
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak...
-Yaşasın!
-Kim yaşasın?
-Ömrü olan.
-Şak! Şak! Şak!" 


Başka bir yerde de Hürriyetin lafla olmayacağını şu şekilde anlatıyor:

"Bu cehalet yürümez; asra bakın: Asr-ı ulum!
Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum.
Sade hürriyeti ilan ile bir şey çıkmaz;
Fikr-i hürriyeti hazm ettiriniz halka biraz." 


Meşrutiyetle beraber İttihad ve Terakki cemiyetinin de yıldızı parlamıştı. İstikbali bu cemiyete üye olmakta gören her kesimden insan, bir zamanların gizli cemiyetine akın ediyordu. Eşref Edip beyin dediği gibi, politika Akif'in hiç hazmetmediği bir şeydi. Onun için kendisine İttihad ve Terakki'den gelen teklifleri hep geri çevirdi. Daha sonra, yakın arkadaşı Fatin Hoca'nın da ısrarıyla cemiyetin eğitim faaliyetlerine destek olmak üzere, cemiyete girmeyi kabul etti.

Ama bu sırada bir pürüz baş gösterdi. Cemiyete üye olunurken edilen yeminde: "Cemiyetin bütün emirlerine bilakaydu şart itaat edilmesi" hükmü vardı.* Akif: "Ben Cemiyetin emr-i marufuna biat ederim. Mutlak söz veremem" diyerek üyelikten vazgeçtiyse de, Cemiyetin Akif için bu prensipten vazgeçmesi üzerine Meşrutiyetin 10. gününde Akif ve bir grup arkadaşı, eski bir İttihatçı olan Fatin Gökmen Hoca tarafından cemiyete üye kaydolundu.

Bundan sonra İTC'nin Şehzedebaşı kulübünde Arapça dersleri vermeye başladı. Burada uyguladığı tercüme usulü çok beğenildi ve bu dersler ilgiyle takip edilir oldu. Bu dersin müdavimlerinden merhum âlim Ahmed Hamdi Akseki: "Her derste hemen iki yüzden fazla talebe bulunuyordu" demektedir.

Yine bu sıralar çıkan Sırat-ı Müstakim Mecmuasının da başyazarlığına getirilen Akif, hem şiirlerini, hem tercemelerini, hem de birbirinden enfes makalelerini bu dergide yayınlamaya başladı.

24 Kasım 1908'de Dar-ül Fünun Edebiyat Şubesinde "Edebiyat-ı Osmaniye" muallimliğine tayin edildi.

31 Mart Vakıası

Hürriyetin yanlış tefsiri, halka hazmettirilememesi, dine aykırı şeklinde yorumlanması ve bunun İttihad Ve Terakki Cemiyetince dizginleri tek başına almak için iyi bir zemin olarak görülmesi ve onların da gizli desteği ile çıkan 31 Mart vakıası Akif'e göre: "Sureten dini, hakikatte ise siyasi ve irticai olan hadise-i haile" dir. 

Akif bu hadisenin müsebbiplerinden görünen ve sivri çıkışları ile dikkat çeken Volkan gazetesi sahibi ve başyazarı Vahdeti'yi şiddetle tenkit etmiştir. Safahatta da şöyle der:

"Vahdeti muhlisiniz, elde asa çıktı herif,
Bir alay zabiti kestirdi. Sebep: "Şer-i şerif" 


Şunu da unutmamalı, o günlerde gazete dilinde irtica kelimesi şu anda kullanılan şekliyle değil, geriye yani istibdat dönemine dönmek olarak kullanılırdı. Yani –şimdiki gibi-dindarları tezyif için değil, istibdat dönemi idaresini arzulayanları hedef alan bir kelime idi. Bu kelime de bazılarınca özellikle rakiplerini küçük düşürmek maksadıyla bir damga gibi önüne gelen tarafından kullanılmaya başladı:

"Kimse söyletmiyor artık bizi bak sen derde;
"Mürteci!" damgası var şimdi bütün ellerde.
Bir fenalık görerek, yapma, desen alnına ta,
İniyor hatt-ı celisiyle Hamidî tuğra

İşte böyle her şeyi çığırından çıkarmakta maşallah üstümüze kimsenin olmayacağı bir milletiz. Tarih tekerrür etmiyor, hatalarımız tekerrür ediyor. Zaten "ibret alınsaydı hiç tekerrür eder miydi?"

Balkan Faciası
Memleketin dizginlerini eline alan İttihad Ve Terakki kadrosu gitgide, fedailerinin de yardımıyla zorbalığı ile Abdülhamit devrini arata dursun, diğer yandan ülkenin her yanında, hatta İslami unsurlarda dahi bir kıpırdanma, bir istiklal sevdası baş göstermiş, ırkçılığı körükleyen Türk Ocakları, Kürt Teali Cemiyeti, Arap Kulübü, vs gibi kalplerin tefrikasına sebep bir sürü kulüpler ayrık otu gibi baş göstermeye başlamıştı.

Siyasete bulaşmış ordu içinde komutanlar, çeşitli siyasi fraksiyonlar sebebiyle birbirinin kuyusunu kazmaya çalışıyordu. Tam bu zamanda Balkan harbi patlak verdi.(8 Ekim 1912)

Bu savaş, millete 1877 Rus harbinden sonra ikinci büyük felaketi yaşattı. Beş yüz senedir Rumeli'ye yerleşmiş Anadolu çocukları(Evlad-ı Fatihan) eşine az rastlanır tarihi bir katliama maruz kaldılar. Sırp Çetnikleri, Bulgar kopilleri, Yunan sürüleri tarafından hunharca boğazlanan masum Müslüman halk, büyük bir sefalet içinde Anadolu'ya muhacerete başladı.

Mehmed Akif gözyaşları içinde yazdığı şiirlerinde bu acıklı hali en güzel şekilde tasvir eden edibimiz olmuştur:

"Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar;
Dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!
Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler.
Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler.
Medeniyet denilen vahÅŸete lanetler eder,
Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler.
Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden
Nice başlar, nice kollar ki, cüda cisminden!
Beşiğinden alınıp, parçalanan mahlukat;
Sonra namusuna kurban edilen bunca hayat!
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler!
Teki binlerce kesik gövdeye ait kümeler.
Saç, kulak, el, çene, parmak...bütün enkaz-ı beşer!
Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,
Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can.
İşte bunlar o felaketzedeler ki, düşün.
Kurumuş ot gibi doğrandı bütün." 


1912 yılında Bağımsızlık hülyaları ile Arnavut başkımcıları(isyancılara verilen ad) yüzünden Osmanlı'dan kopan Arnavutluk topraklarının Sırp ve Hırvat çizmesi altında inim inim inlemesi de dertli şairi şöyle söyletecekti:

"Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk,
Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk.
Diriler koşmadı imdadına sen bari yetiş...
Arnavutluk yanıyor...Hem bu sefer pek müthiş!
Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu;
Ki, hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.
O ne yangın ki; ocak kaldırmadı söndürmediği!
O ne tufan ki;Yakıp gitti bütün vadiyi!
Aşina çehre arandım..O, meğer hiç yokmuş.
Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sorsan; Hamûş!
Aşina çehre de yok. Hiçbirinin yâdı da yok;
Yakılan bunca hayatın, hani, ecsâdı da yok!
Yoklasan külleri, altından eminim, ancak,
Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak!" 


Daha sonra, başlarındaki Başkımcı liderlere uyup devlete isyan eden kendi hemşehrilerine, yani Arnavutlara şöyle hitap eder:

"Ä°ÅŸte ey unsur-i Ä°syan bu elim izmihlal,
Seni tahrik eden üç beş alığın marifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezil akibeti.
Hani milliyetin Ä°slam idi... Kavmiyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine
"Arnavutluk" ne demek var mı şeriatta yeri?
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın, Türke; Lazın Çerkese, yahud Kürde;
Acemin Çinliye rüçhanı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta anasır(ırklar) mı olurmuş ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti telin ediyor Peygamber!
En büyük düşmanıdır ruh-u Nebi tefrika'nın
Adı batsın onu İslam'a sokan kaltabanın!" 


Mehmed Akif'in Balkan Harbi faciasını işlediği şiirleri Safahat'ta Üçüncü kitabı teşkil eder. Merhum Hasan Basri Çantay bu eserle ilgili şöyle demektedir: "Diyebilirim ki, Üstad Akif'in halk arasında en çok okunan eseri Hakkın Sesleridir. Onu Kur'an gibi ezberlediler. İhtiraslara, tefrikalara, gafletlere kurban olan Rumeli'nin acıklı destanını bu eserde okuyacaksınız." 

Harb-i Umumi

Birinci Dünya Savaşının o sıradaki ismiydi bu. Akif bu savaş sırasında devlet tarafından vazifeli olarak Almanya'ya gönderilmişti. Berlin'e gelmesinin maksadı; İngiliz ve Fransız ordusunun Müslüman askerlerini(yani sömürgelerden getirilen askerleri) etkilemek ve onların Halife tarafına geçmesi için beyannameler hazırlamaktı. Akif tarafından Arapça hazırlanan beyannameler Alman uçakları tarafından, ülkelerinden zorla veya kandırılarak getirilmiş bu zavallı askerlerin olduğu yerlere atılıyordu. 

Akif bu görevi sırasında Almanya'yı da inceleme imkânı bulmuş hatta şu sözleri ile 20 sene sonra çıkacak Nazi tehlikesini de haber vermişti:"Berlin'de karşıma hep Yahudiler çıktı. Banka, borsa, kitap, musiki her şey Yahudilerin elinde. Vesikasız ekmek, tereyağı, da öyle. Korkarım bu memleket bir gün onlardan hesap soracak!" 

Berlin'de bulunduğu sırada Çanakkale savaşını da yakından takip ediyor ve dilgir oluyordu. O sıralar yüzbaşı olan Ömer Lütfi Bey bu durumu şöyle anlatıyor: "Berlin'de merhumun en büyük endişesi Çanakkale idi. Gece gündüz Çanakkale cephesini düşünürdü. Her sabah tekrar ederdi:
-Ömer bey, bu Çanakkale ne olacak?"
-Allah bilir ama vaziyet tehlikelidir. Askerlik noktasından düşünülünce ümit yok. Ancak fen kaidelerinin haricinde fevkalbeşer bir şey olmalı ki dayanabilsin."

Ben böyle dedikçe: "Eyvah, son istinatgâhımız da yıkılırsa ne olur?" diyerek çocuk gibi gözlerinden yaşlar dökülmeye başlardı. Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu." 

Akif daha sonra, bu gözyaşlarından Çanakkale destanını çıkarmıştır. Ancak hep zannedilenin aksine, Çanakkale destanı Çanakkale savaşı sırasında yazılmamıştır. İlk neşri 10 Temmuz 1924 tarihidir.

Son devir ulemasından Kamil Miras Hocaefendi, Tecrid-i Sarih Şerhi'nin 12. cildinde bir haşiyede bu şaheser hakkında şunları söylüyor; "Türkçe edebiyatımızda mürekkep teşbihin en beliğ bir örneği şair Mehmed Akif'in Çanakkale şairleri için yazdığı Makber manzumesidir. Bu derece cemiyetli ve kuvvetli bir mürekkep teşbih bilmiyoruz. Akif merhum kendisi de bu zâde-i tabiatını çok beğenirdi. Çanakkale'ye dikilecek abideye yazılacak manzume için şairlerden birer numune göndermeleri istenildiğinde Akif, merhuma "sen ne gönderdin" diye sorduğumda bu manzumesini gönderdiğini söylemişti. Bu manzumenin sonunda şairin özendiği Makber'i yapamadığını iddia ederek;

"Ey Åžehid oÄŸlu ÅŸehid, isteme benden Makber,

Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber

diye şehid ruhunu Peygamberin mübarek sinesine göndermesi şaheser bir beytidir."

Mehmed Akif yine devlet tarafından vazifeli olarak 1915 yılında Teşkilat-ı Mahsusa başkanı Eşref Sencer (Kuşçubaşı) bey riyasetinde bir heyetle Arabistan'a gitti. Şerif Hüseyin'in İngilizlerle gizlice anlaşıp Osmanlı devletine başkaldıracağının haber alınması üzerine, Necid Meliki İbn-i Reşid'e gidilecek ve devlete bağlılığı kuvvetlendirilecekti. Burada şu hususu da hatırlatalım: M. Akif bu görevleri ittihatçılık kaygusu ile değil, vatan sevgisi ve hamiyet duygusu ile yapıyordu. Teşkilat-ı Mahsusa da siyasi bir teşkilat değil, doğrudan orduya bağlı, milli bir kuruluştu. 

Mütareke yıllarında Safahat'ın yeni şiirlerini yazan ve yayınlayan Akif, bir yandan da Sebilürreşad'daki(Sırat-ı Müstakim dergisinin yeni adı) görevine devam ediyordu. Öte yandan 12 Ağustos 1918'de açılan Dar-ül Hikmet-i İslamiye adlı müesseseye başkâtip sonra da aza tayin edildi. Bu teşkilat, zamanın tanınmış İslam âlimlerinin toplandığı yüksek seviyede bir dini akademi niteliğinde idi. 

1919 yılı diğer Müslümanlar gibi onun da ızdırap senesi oldu. Batı Anadolu ve yurdun diğer parçalarını düşman çizmesi altına girmesi herkeste derin bir şok ve ümitsizlik meydana getirmişti:

Hâlbuki Akif 1912 yılından beri dua dua şöyle yalvarıyordu:

"Müslüman mülkünü her yerde felaket vurdu...
Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu!
Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer-i mübin.
Hâk-sar eyleme ya Rab, onu olsun... Âmin." 


O sırada Sebilürreşad bütün yazıları ile Anadolu halkına sabır ve moral aşılama görevini üstlendi. Şöyle diyordu dertli şair:
"Batmazdı bu devlet, batacaktır, demeyeydik.
Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır.
Tek sen uluyan ye'si gebert, azmi uyandır."

Milli Mücadele Yılları

1919'un 15 Mayısında Yunanlıların İzmir'i işgali Anadolu'da ilk kıvılcımların çakmasını tetiklemişti ve yerel olarak Kuva-i Milliye hareketleri baş göstermeye başlamıştı. 1920 senesi başından itibaren Sebilürreşad idarehanesi Anadolu'daki milli mücadele ile İstanbul arasında gizli bir haberleşme merkezi oldu.

Akif 1920 Ocak ayında yanında Sebilürreşad sahibi, yakın dostu Serez'li Hafız Eşref Edip bey olduğu halde Balıkesir'e geldi ve Zağnos Paşa camiinde Cuma vaazı verdi. Bu vaazında halkı milli mücadeleye katılmaya çağırdı.

İşgal altında İstanbul'da daha fazla bir şey yapılamayacağını gören İslam şairi, mücadeleye daha aktif fayda sağlamak için, Şeyhül İslam Dürrizade'nin Anadolu kıyamı aleyhinde fetva verdiği, yani işgal güçlerince vermeye zorlandığı gün İstanbul'dan gizlice ayrıldı(10 Nisan 1920) Bilindiği gibi Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920'de açılmıştı. Akif bir gün sonra Ankara'ya geldi.

Ankara'ya gelir gelmez Hacı Bayram Camiinden başlayarak halka hitap etmiş, ikna olunması gereken kimselerle konuşmalar yapmış, çeşitli şehirlerde çok ateşli hitabeler ve vaazlar vermiştir. Bunlar arasında Kastamonu Nasrullah camiindeki hitabesi dillere destandır.

Damadı Ömer Rıza Doğrul bu vaazla ilgili şunları yazmaktadır: "Onun bu mevizası ayrıca bir risale halinde basılarak memleketin her tarafında, bütün camilerinde ve bütün toplanma yerlerinde okundu ve bir taraftan dâhili nifaklara son vermeye diğer taraftan Türk milletini kalkındırmaya yardım etti. Bu meviza ve hitabe tam manasıyla tarihi bir vesikadır." 

Doğrul, bu vaazlarla ilgili başka bir yerde şöyle demektedir. "Onun bu sırada irad ettiği mevizalar bütün Türk milleti tarafından dikkatle dinlendi. Ve onun sesini işitenler arasında milli savaşa inanmayanlar inandılar, milli savaşa karşı gelmek isteyenler uyandılar ve milli savaşı körletmek isteyenler milli savaşa yar-ı can oldular. Mehmed Akif'in bu milli mucizede bir hissesi vardır ve bu hissesi bir hayli büyüktür. Bu yüzden ona milli savaşın kahramanı deniyor." 

Kastamonu'dan Ankara'ya dönüşlerinde Eşref beyle birlikte Mustafa Kemal Paşa tarafından davet edilmişler ve konuşma sırasında paşa şöyle demiştir: "Sevr muahedesinin memleket için ne kadar feci bir idam hükmü olduğunu Sebilürreşad kadar hiçbir gazete neşredemedi. Manevi cephemizin kuvvetlenmesine Sebilürreşad'ın büyük hizmeti oldu. Her ikinize de bilhassa teşekkür ederim." 

Erkan-ı Harbiye'nin isteği üzerine Maarif Vekâleti 7 Kasım 1920'de gazetelere verdiği bir ilanla bir "İstiklal Marşı" müsabakası açıldığını, mükâfat için de 500 lira konulduğunu yazıyordu. Bu o güne göre çok yüklü bir meblağ idi. O sıralar Ankara'da bir çiftlik almak 150 lira idi. Yarışmaya 700'den fazla şiir geldiyse de, içlerinde istenen vasfa haiz şiir yoktu. Bunun üzerine Maarif vekili Hamdullah Suphi Bey ve arkadaşları Mehmed Akif'e başvurdular. O ise "Para için şiir yazmam" diyerek müracaatları red ediyordu. Sonunda kendisine:"kazansa da para verilmeyeceği" va'ad olununca, şiirini yazdı.

Mehmed Akif ölüm döşeğinde iken kendisine sorulan bir soru üzerine şöyle demişti:
"İstiklal marşı... O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir milletin o günkü heyecanının ifadesidir. Bin bir fecai karşısında bunalan ruhların, ızdıraplar içinde halas dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur." 

İstiklal Marşı birinciliği kazandı ve TBMM'de 1 Mart 1921'de okunup alkışlarla kabul edildi. "Çıkışı alınmıştır, bizden alınız da, ne yaparsanız yapınız" demeleri üzerine muhasebeden bu parayı almaya mecbur olan Akif, bu parayı Dar-ül Mesai adlı hayır kurumuna bağışlamıştır. Bu sırada Akif'in paltosu olmadığını, arkadaşından aldığı ödünç palto ile gezdiğini de hatırlayalım. İşte bu insan böyle göz yaşartıcı bir insan-ı kâmildi. 

İlk mecliste Burdur Mebusu olan Akif, yıllardır bu milletin çektiği sıkıntıların Ankara'da oluşan vahdet havası içinde söneceğine inanmıştı. Her türlü değişik fikir, düşmana karşı tek bir vücut halini almıştı ve bu da Akif'i umutlandırıyordu. O yıllarda yazdığı Leyla şiirinde İslamiyet'e hitaben şöyle seslenmişti:

"Cemaatler kölendir, Kâbe'ler haclen... Gel ey Leyla,
Gel ey candan yakın canan ki, gaiplerdesin hala!
Bu nazın elverir Leyla, in artık, in ki bâlâdan,
Müebbed bir bahar insin şu yanmış yurda, Mevla'dan" 


Sakarya harbi öncesi Yunan birliklerinin Ankara yakınlarına sokulması üzerine Meclis'in Kayseri'ye nakli fikri ortaya atılmış, Akif bu fikre şiddetle karşı koymuş ve kalınması hususunda tesirli olmuştur. Ailesini Kayseri'ye gönderen şair, oğlu Emin'i 

" Benim öldüğüm yerde oğlum da ölsün" diyerek yanında alıkoymuştu.

1-16 Ağustos 1922'de Ali Fuat Paşa başkanlığındaki bir mebuslar heyeti ile Büyük Taarruz öncesi cepheyi gezmiş, askerlere moral verecek konuşmalar yapmıştır. Büyük Taarruz'un zaferle neticelendiği gün ise heyecanından daha fazla duramamış ve oğlu Emin'i de yanına alarak barut kokusunun hala tüttüğü cepheleri dolaşmış, Bilecik'e kadar gitmişti.

*Burada önemli bir hususa dikkat çekeyim. Çok kıymet verdiğim bir zatın enteresan bir hatası ile karşılaştım. Kendisi, bir yerde bu yemin meselesine atıfla, merhum Akif'in, arkadaşı Ömer Ferid Kam tarafından Mason derneğine kaydettirilmek istendiği, Akif'in Masonluğun gizlilik ve kesin itaat ilkesine karşı böyle cevap verip, reddettiğini söylüyor ve kaynak olarak da M.Ertuğrul Düzdağ beyi veriyordu. Düzdağ hocamıza bu meseleyi sordum. Kesinlikle, Ne Akif, ne de Ferid bey için böyle bir şey mevzubahis olmadığını söyledi. Bu zuhulü de buraya almak ihtiyacı duydum.
-Devam edecek-

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

ATTÄ°LA, 2006-12-02 13:09:31

az daha ayrıntı olabilirse iyi olur

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

Fazıl Gökçek, 2006-06-22 22:39:16

Mehmet Akif'in şiirindeki bir yanlış yazımı düzeltmek için yazıyorum. Şu kıtada son mısradaki "Hamid-i tuğra" nın doğrusu "Hamidî tuğra"dır. Bilgilerinize... “Kimse söyletmiyor artık bizi bak sen derde; “Mürteci!” damgası var şimdi bütün ellerde. Bir fenalık görerek, yapma, desen alnına ta, İniyor hatt-ı celisiyle Hamid-i Tuğra!”

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

Nâhl Suresi;128

Şüphesiz ki, Allah, takvaya sarılanlarla, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlarla beraberdir.

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

İslam hakkında.

"İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduguna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kabe'ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak" Buhari-İman:1

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI