MEVLANA ŞİBLİ NUMANİ(1857–1914)-1. Bölüm
Dünyaca ünlü Siyer otoritesi Mevlana Şibli Numani'nin hayatı..
Takdim
“Evet, hocam Şibli Numani pek çok âlim gibi hayatının fazla bir bölümünü nafile ibadetlerle geçiren bir âlim değildi, farzlarla iktifa ederdi. Fakat İslam’a olan aşkı, İslam’a ilmi hizmetler yapma muhabbeti, azmi, benzeri âlemde bulunamayacak derecede üstün idi.” Seyyid Süleyman Nedvi
“İslam, bereketli yağmurlar yağdıran yoğun bir buluttu ve yeryüzünün pek çok bölgesine bu buluttan yağmurlar yağdı, sular döküldü. Fakat feyiz ve bereketi, toprağın verim gücüne göre oldu. Verim yeteneği fazla olan topraklar, yeteneği ölçüsünde bol bol ürün verdi. Arabistan, İran, Afganistan, Hindistan, Türkistan, Mısır, Suriye, Anadolu, Endülüs hepsi İslam çemberi içine girdi. Ama etkileşimin hepsi aynı seviyede olmadı.”
Böyle diyor merhum Şibli Numani bir yazısında..
Bu etkileşimin mühim bir sebebi olarak kavimlerin fıtri özellikleri rol oynayabileceği gibi, bulundukları coğrafyanın geçirdiği hadiseler de önemlidir diye düşünebiliriz. Netice itibarı ile İslam yağmuru her zaman ve zeminde tadı, kokusu, güzelliği birbirinden farklı çok değişik meyveler verdi. Biz, bunlar arasında bizi en çok hayrete sevk edenlerden birinden, allame Şibli Numani’den bahsetmek istiyoruz.
Daha önce Eşref Ali Tehanevi’yi anlatırken, Hind diyarında İngiliz baskısının Hind Müslümanlarını nasıl tetiklediğini bahsetmiştik. Onun için burada, Sayın Suat Yıldırım Beyin bir teşhisi ile iktifa edelim; “Hindistan Müslümanları da maruz kaldıkları İngiliz emperyalizminin kendileri uyarmasıyla Oryantalizm karşısında tavır alma ihtiyacını diğer birçok Müslüman ülkeden önce hissetmişlerdir.”
Çünkü onlar hiçbir Müslüman toplumun maruz kalmadığı bir ölüm kalım mücadelesinin içinde bulmuşlardı kendilerini. Bu şiddetli ihtiyaç, Hind diyarında birçok cins kafanın ortaya çıkmasını ve bütün İslam âlemini şaşkına çevirmesini netice verdi. Bunların arasında Şeyh Rahmetullah el Keyrevani, Mevlana Şibli, Mevlana Eşref Ali Tehanavi, Muhammed İkbal, Ebul Kelam Azad, Seyyid Süleyman en Nedvi, Ebul Hasan en Nedvi, Mevdudi, Abdülbari en Nedevi, Abdülmacid ed Deryabadi, Mahmud Hasan et Tevengi, Muhammed Hamidullah ilk anda aklımıza gelenler..
Bu durumu Ebul Hasan en Nedevi şöyle ifade ediyor; “Derin, ciddi ve orijinal araştırmaya dayanan, bilgi zenginliği ve ilmi değeri büyük olan çalışmalar bu dilde(Urduca), İslam dünyasının diğer bütün dillerinden daha fazla bulunmaktadır.”
Biz bu çalışmamızda, Hind diyarından tulû edip, cihanı aydınlatan İslam ilim güneşi Mevlana Şibli Numani hazretlerini tanıtmaya gayret ettik. İnternet ortamında, dilimizde bir ilk olmuş oluyor. Onun gibi, asırların nadir yetiştireceği bir tahkik ehlini bağrından çıkaran Hind Müslümanları ne kadar sevinseler azdır. Nur içinde yatsın..
Doğum tarihi ve Yeri
Şibli Numani, Hindistan’ın Kuzey Eyaleti (Uttar Pradesh)nin Azamgarh kasabasında 1857’de dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Muhammed’dir. Ailesi, 300 sene kadar evvel ihtida etmiş ve Rajput kabilesinden gelen bir Hindu aile idi.
Babası Şeyh Habibullah, Azamgarh’ta varlıklı bir avukattı ve dindar bir kişilikti.
İlim Tahsiline Başlaması
Küçük Muhammed ilk bilgilerini bizzat babasından aldıktan sonra, Mevlana Şükrüllah Hocadan Arapça ve Farsça’yı büyük bir maharetle öğrenmeye başladı.
Daha sonra Medrese-i Çeşme-i Rahmet'te Mevlevi Muhammed Faruk Çiryakuti’den ki-kendisi bölgede baş müderris olarak kabul edilirdi-Edebiyat, Felsefe ve Farsça okudu. Muhammed Faruk Efendi, ilmi otoritesi sebebiyle çevre âlimlerce “Aslan” lakabıyla anılıyordu. Çiryakuti’nin bu fevkalade zeki talebesine de “Aslan yavrusu” anlamına gelen “Şibli” denmeye başladı ve bu lakap zamanla neredeyse ilk ismini unutturacak kadar onunla özleşti.
İlim tahsili için şehirleri gezen ve büyük hocaların dizinin dibine çöken Şibli, Rampur’da Mevlevi İrşad Hüseyin’in yanında Fıkıh ilmini okudu. 1872 senesinde Lahor’a giderek, Arapça mütehassısı Feyz al Hasan’dan Arap Edebiyatı dersleri aldı. Lahor dönüşünde, Saharenpurlu Mevlevi Ahmed Ali’nin yanında hadis eğitimi gördü. Ardından Deobend’de altı ay içinde Feraiz ilmini öğrendi.
1876’da kutsal topraklara olan aşk ve iştiyakına daha fazla hâkim olamadı ve Hac yoluna revan oldu. Yolculuk sırasında kaleme aldığı,
Peygamber(ASM)’a karşı duyduğu derin sevgiyi dile getiren şiiri, onun Urdu dili nazım edebiyatında hala zevkle okunan bir yadigârıdır.
Hac dönüşü, daha yirmi yaşındayken, Haremeyn-i Şerifeyne hükmeden Vehhabilere reddiye mahiyetinde İskât el-Mutedi adlı eserini Arapça olarak kaleme aldı. Bu eser, o zamanlar İslam dünyasında ün yapmıştı.
Avukatlık
Şibli hac dönüşü avukatlık stajını bitirdi. 1880’de avukatlık imtihanını başarıyla verdi ve kısa bir müddet Azamgarh ve Basti’de avukatlık yaptı. Ama baba mesleği onun mizacına pek uygun değildi. Onun için bir süre sonra avukatlığı bırakıp tamamen ilmi çalışmalara yöneldi.
Aligarh Müslim’de Hocalık
1 Şubat 1882’de Aligarh Müslim Üniversitesinde okuyan kardeşini ziyareti hayatında bir inkılâp yaptı. Onun yüksek ilmi kariyerini fark eden akademi idarecileri kendisine Arapça ve Farsça okutmanlığı teklifinde bulundular. Böylece 25 yaşında hocalığa başladı.
Aligarh Müslim akademisi, Medreset-ül Ulum adıyla 1857 senesinde Aligarh’da kurulmuş ve 1921’de üniversiteye dönüşmüştü. Söz konusu müessese Hind yarımadasının her tarafından zeki ve çalışkan gençleri kendisine çekiyordu.
Burası hakkında Yusuf Karaca Hocamız şu bilgileri vermektedir; “Burasını Seyyid Ahmed Han(1817–1898) kurmuştur. Bu zat, çok enteresan bir adamdır. Müslümanların bilgi bakımından çok geri planda kaldıklarını, bu yüzden hezimete uğradıklarını derinden hissetmiştir. Bunu telafi etmek için tamamen İngilizlerin sisteminde bir üniversite kurup, teknik bilgiler verdirip, Müslümanların dünya ile ilgili bilgi eksikliklerini tamamlamaya çalışmış…
Bu büyük bir gayret..Hâlâ bugün bir çok İslam alimi de bu yönden onun bu gayretlerini takdir ederler. Ve bu camiadan bugün Pakistan’ın ilk idarecileri ve daha sonraki 30- 40 sene içerisinde Pakistan’ın yönetimini elinde bulunduran insanların hemen hemen yüzde ellisi bu üniversiteden mezun olmuşlardır.”
Ünlü Mahatma Gandi, Seyyid Ahmed Han için “Sir Seyyid, eğitimin Peygamberiydi” der. Muhammed İkbal ise onun için “Bu insanın gerçek değeri İslam’ın yeni bir tebliğ tarzına ihtiyaç hisseden ilk Hintli Müslüman olmasıydı, bunun için çalıştı ve onun nazik tabiatı modern çağa ilk cevap veren oldu” demektedir. Ebu’l Hasan en Nedvi’nin dediği gibi “ güçlü ve etkili bir şahsiyet olan” Ahmed Han “ modern batı ilimlerinin öğrenilmesine ve batı medeniyetin olduğu gibi alınmasına çağıranların en önde gelenlerindendi.”
Tabii, bu eğitim faaliyetlerinin devamı mütegallibe ve mütehakkime bir millet olan İngiliz müstebidlerine verilen tavizlerle mümkündü. Bu da Ahmed Han’ı bir süre sonra modernist bir uzlaşmacı yapıp çıkardı.
Genç yaşta Aligarh Müslim’de Profesör olan Şibli, burada ünlü doğu bilimcisi Prof. Thomas Walker Arnold ile tanışmış ve dost olmuşlardır. Öyle ki Thomas Arnold ona Fransızca, Şibli de bu profesöre Arapça öğretmiştir. Arnold, Şibli’den o kadar fazla etkilenmişti ki, yazdığı en meşhur eseri İslam’ın İntişarı Tarihi’ni Şibli’ye borçlu olduğu söylenir. Arnold, adı geçen eserinin önsözünde teşekkür ettiği zevat arasında Şibli'yi de sayarken şu ifadeleri kullanır: "İlk dönem İslam tarihiyle ilgili engin bilgisiyle, cömertçe desteğini gördüğüm Şems-ül Ulema Mevlevi Muhammed Şibli Numani"
Eserler Vermeye Başlaması
Şibli, üniversitede okuyan gençlere, İslam mazisinden ilham almalarını sağlamak ve ümid aşılamak için 1884 senesinde Ümid Sabahının Yıldızı adlı mesnevisini, ardından da “Müslümanların Önceki Dönemlerdeki Kültür Faaliyetleri” isimli şaheserini yazdı ve ne büyük bir tarih otoritesi olduğunu herkese gösterdi. Seneler boyu bu iki eser Aligarh Müslim Üniversitesinde özel bir eğitim çerçevesinde okutuldu. O sırada üstad henüz 28 yaşındaydı.
Bu eserlere gösterilen büyük ilgi Şibli’yi, İslam tarihinin önemli hareketlerini ve ilmi hizmetler veren kişilerini tanıtmaya yönelik eserler vermeye itti. Bunun mühim bir sebebini de merhum Ebul Hasan en Nedvi şöyle açıklıyor; “19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında Avrupa’nın İslam ülkelerini istila etmesinden sonra, İslam, İslam medeniyeti, idare nizamı ve muamelatıyla ilgili hükümleri hakkında sömürgeleri altında bulunan Müslümanların gönlünde geniş çapta şüphe uyandırmak için tarih ilmi bir kapı olarak kullanıldı. Bu yüzden gerçek tarihi sunmaya, ortaya atılan şüpheleri çürütmeye ve iftiraları ortadan kaldırmaya önem vermek gerekiyordu.”
Bu amaçla 1887’de El Memun adlı eserini kaleme aldı. Ardından, hayranı olduğu ve kendisi ile birçok benzerlikleri olduğunu düşündüğümüz İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri hakkında Siret el-Numan’ı yazdı(1891) Bunları Hz. Ömer’in hayatını işlediği eşsiz şaheseri dünyaca ünlü “El Faruk”(1899) Mevlana'yı anlattığı “Sevanih-i Mevlana Rum”(1902) ve “El Gazali”(1903) adlı şaheserler izledi. Tarih ve tahlilli inceleme dalında yazılmış olan bu eserler, Mevlana Şibli’nin büyük şahsiyetlerin biyografilerini yazmada bir önder olmasını ispatlamakla kalmadı, aynı zamanda batı kültürünün ve Avrupa fikir emperyalizminin kökleştirdiği aşağılık kompleksini giderip, müslümanların ruhen kendini toparlamasında ve kendilerine olan güveni tazelemesinde çok büyük rol oynadı.
Özellikle Hz. Ömer’in hayatını ve şahsiyetini anlattığı ve Türkçemize Sayın Prof. Talip Yaşar Alp Bey tarafından çevrilen(Hikmet Yayınları–1986) “El Faruk” ölmez edebi eserlerden kabul edilmektedir. Eser, batı kültürüyle yetişmiş birçok Müslüman aydın gencin gönlüne İslam’ın sevgisini ve imanın tohumlarını ekmiş ve batının fikri ve kültürel hücumlarına karşı koymak için itici bir güç kaynağı olmuştur.
Hatta bu eseri okuyarak Hz. Ömer’i tanıyan Gandi, “Hz. Ömer’in bütün dünya devlet adamlarının örnek alacağı bir kişi olduğunu öğrendiğini” dile getirmiştir. Hatta Muhammed Şefi Deobendi'nin nakline göre Gandi şöyle demiştir: "Dünyada siyaset denen bir şey varsa o da ancak Sıddık ve Faruk'un siyasetleridir."
Mehmed Akif'de bu eserle alakalı 1926'da Mahir İz Bey'e yazdığı bir mektupta şunları demektedir: "Şimdi de Hz. Ömer diye bir yeni eser basıyorlar ki, elime geçen dört formasından mükemmel bir eser olacağını istidlal ettim."
Bu biyografilerin dışında, İslam tarihi etrafında şüphe uyandırılmak istenen konulara eğildi ve derinliğine tenkitli incelemeleri ile İslam medeniyetine iftira atmaya çalışanların yüzlerini kızarttı, seslerini kesti. El-Cizye, Hukuku’z Zimmiyyin, ve Müslümanların İskenderiye kütüphanesini yaktıklarına dair yalana bir şamar olan Kütüphane-i İskenderiye bu şaheserlerdendir.
Anadolu, Suriye ve Mısır Seyahati
Mevlana Şibli bahsettiğimiz eserleri kaleme alırken önemli belge eserlere ihtiyaç hissediyor, bunun içinde bazen Lucknow’a, bazen Allahabad’a, bazen de Bhopal şehrine gidiyor ve kütüphaneleri geziyordu. Sonuçta bu eserlere daha çok İstanbul’da ve Mısır’da ulaşabileceğine kanaat getirerek selefleri gibi, ilim için seyahate karar verdi.
26 Nisan 1892’de, mübarek Ramazan ayında, o sırada İngiltere’ye giden Prof. Thomas Arnold ile birlikte Aligarh’tan yola çıktı. 1 Mayıs 1892’de gemiyle Hindistan’dan ayrıldı. Süveyş Boğazı üzerinden Akdeniz’e geldi. Kıbrıs’a uğrayan gemi, Rodos’a sonra İzmir’e geldi ve İzmir’de iki gün kaldı.
Bu sırada şehri gezen Şibli, Hisar camiinde bir Cuma namazında gördüğü bazı bidatlere şöyle değinmekte; “Bu memlekette namazda ve hutbelerde bir takım yenilikler görülmektedir. Ama bunların ne dinde yeri vardır, ne de uygulanışları bakımından tam yerine oturmaktadır. Hatip hutbede ortalarda durmakta, o sırada birkaç kişi koro halinde, yüksek sesle bazı şeyler okumaktalar. Onlar susunca hatip tekrar hutbe okumaya başlamaktadır. Ve böylece birkaç kere bu tekrarlanmaktadır. Namazda da genellikle Fatiha’dan sonra çok kısa, bir ayetten fazla olmayan sureleri okumaktadırlar. Hâlbuki bütün dünyada Cuma namazı kılınırken uzun sureler okunması bir prensiptir.”
13 Mayıs 1892’de İstanbul’a teşrif eden Mevlana Şibli hazretleri, o zamanın İstanbul’u için; “Denilir ki, dünyada hiçbir şehir İstanbul kadar güzel görünümlü, hoş manzaralı değildir. Gerçek şu ki, tabiat manzarası açısından dünyada buradan daha güzel, daha hoş bir şehrin olduğu hayal bile edilemez” demektedir.
Şehre gelir gelmez bir ev tutup yerleşen Şibli Numani şehrin kütüphanelerini taramaya başlamış ve şöyle demiştir; “Bütün İslam dünyasında İstanbul, Arapça yazılmış eserlerin en büyük merkezidir.”
“Uzun süreden beridir Abdülkahir Cürcani’nin Esrarü’l Belağa” kitabını aramaktaydım. Hindistan’da sadece tek nüshanın bulunduğu anlaşıldı. Gittim, inceledim. Ama o son derece bozuk, yazıları yanlıştı ve güvenilir değildi. İstanbul’da o kitabın çeşitli nüshalarını gördüm. Hepsi son derece sağlam, eksiksiz ve çok eskiden yazılmıştı.”
İstanbul’da önemli okulları, askeri ve sivil eğitim kuruluşları tam bir uzman gözü ile incelemiş ve Hindistan’a dönüşünde Müslümanlara Osmanlının modern eğitim tarzını benimsemelerini ısrarla anlatmış, bunda bir ölçüde muvaffak da olmuştur.
İkinci Abdülhamid han’ın gerçekleştirdiği eğitim reformu hakkında şu tespitleri ilginçtir: “Şu andaki Padişah 2. Abdülhamid döneminde eğitimin çok ilerlediği ve her geçen gün gelişip yaygınlaştığı herkes tarafından itirazsız kabul edilen bir gerçektir. Sultan tahta geçtiği sırada Rüşdiye okulları 96 taneydi. Şimdi onların sayısı 2000’e ulaşmıştır. Bununla birlikte okullarda ve fakültelerde öğrencilerin sayısı o kadar hızla artmaktadır ki tahmin edilemez. Prof. Wambery’nin bundan birkaç sene önce Türklerin genel ilerleme ve genişlemesi üzerine verdiği konferansta Hukuk Fakültesinin öğrenci sayısını 300 olarak açıklamıştır. Fakat benim İstanbul’da bulunduğum sıralarda bu fakültede 1200 öğrenci öğretim görüyordu. Mısır’da bulunduğum sıralarda, Kahire’de yayınlanan ünlü el-Müeyyed gazetesinde şöyle bir haber okumuştum: Sultan 2. Abdülhamit, devlet idaresini eline aldığında senelik eğitim masrafları 300 bin paund tutuyordu. Ama şimdi 800 bin paund tutmaktadır.”
Zamanla Şibli, Osmanlı idaresinin bir sınıfı tarafından tanınmaya ve değeri binmeye başlamışır. Bunların arasında Ahmed Cevdet Paşa ile Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’yı sayabiliriz. Gazi Osman Paşa ile aralarında büyük bir dostluk oluşmuş ve paşanın aracılığı ile Abdülhamit han tarafından kendisine “Mecidi Nişanı” verilmiştir.
Zaten Şibli’nin Payitahta gelmesinin tek sebebi kültürel değildi. En yakın talebesi merhum Süleyman Nedvi buna şöyle değinir: “Her ne kadar Şibli’nin seyahatı ilmi ve kültürel bir görüntü altına gizlenmiş ise de, aslında bu seyahatın amacı Hind Müslümanları ile halife-i Müslimin Sultan Abdülhamid’in arasında bir bağ meydana getirmekti. Bu gerçekleşmiş ve Şibli, Hind Müslümanlarının ilk elçisi olmuştur. İngilizler bu seyahatın arkasından meydana gelebilecek etkilerden çok kuşkulanmış, özellikle Şibli’nin kurduğu eğitim müesseselerindeki Müslüman öğrencilerde meydana getireceği heyecandan korkmuşlardır.”
İngilizlerin korkusu öyle bir raddedeydi ki, Şibli’nin bu nişanı takmasına izin vermediler ve “kıyamete kadar soyumdan gelenlere bırakacağım şeref ve gurur hatıram olacak” dediği bu hatırayı casusları aracılığı ile çaldırıp, ortadan kaldırmışlardır. Bu hadiseyi Süleyman Nedvi “Şibli’nin Hayatı” adlı eserinde şöyle anlatır: “Üstadımızın peşine İngilizler casuslar ve gizli polisler takmışlardı. Sultan Abdülhamid’in verdiği Mecidi nişanı adlı dördüncü dereceden ve özellikle büyük eğitimcilere verilen madalya evinden çalınmıştı. Bu hırsızlık siyasi bir hırsızlık mıydı, yoksa adi bir hırsızlık mıydı, öğrenilemedi. Ama bir iki gramlık gümüşten ibaret bir madalyanın maddi değeri için çalınmayacağını herkes bilir.”
Ayrıca İngilizler, Abdülhamid’in verdiği bu nişanın etkisini unutturmak için 1894’de, Seyyid Ahmed Han’ın tavsiyesi ile Pencap Üniversitesi eliyle Şibli’ye “Şems-ül Ulema”(Âlimlerin Güneşi) ünvan ve payesini vermişlerdir.
Şibli Numani “bu seyahattan elde ettiklerimi binlerce kitap okumakla elde edemezdim” demektedir. O bu gezisinde Müslümanların ahvaline de derinden vakıf olmuştu. İslam âleminde gördüğü çarpıklıklardan dördünü sıralayalım:
1-Medreselerin çökmesi: O da her basiret sahibi İslam aydını gibi
medreselerdeki inhitatı yakından görmüştü. Bununla alakalı
seyahatnamesinde şöyle diyor: “bazı hocalarla oturup görüşmelerim oldu. Onlar öyle basit ve genel halk seviyesindeki meseleler üzerinde konuşmalar yapıyorlardı ki bunları dinledikçe hem hayret ediyordum, hem de derinden üzüntü duyuyordum.”
O sıradaki Ezher’in durumu da Şibli’ye göre içler acısıdır; “Uğruna bir ömür harcanan İslam hukukunun ve Arapça dilbilgisinin eğitimi de araştırıcı, derinliklerine ulaştırıcı ve üstün yetenekli kimseler yetiştirici tarzda değil. Normal bir dilbilgisi kitabı olan Kafiye ve benzerlerinin şerhleri, şerhlerinin şerhleri ve onların da daha geniş şerhleri okutulup ezberletiliyor. Şeyh Taban diye ünlü bir bilgin varmış. Yakın zamana kadar yaşamış. Onun yaptığı şerhe o kadar değer verilmektedir ki, bunun da şerhleri, hatta şerhlerinin kenar notları ders kitabına girmektedir. Bunların hepsinin sırası ile ezberlenmesi büyük bir başarı ve ilimde, kültürde, dilde yüksek noktaya ulaşma olarak kabul edilmektedir. Ben kendim Ezher’de (misafir olarak) kaldığım için genellikle öğrencilerle görüşür, sohbet ederdim. Onların son derece basit, böyle önemsiz küçük işlerle meşgul olduklarını gördükçe çok üzüldüm. Böyle lüzumsuz, faydasız eğitimin etkisi iledir ki; maalesef uzun bir süreden beri Ezher, yetenekli, değerli bir âlim ve yazar yetiştirememiştir.”
2-Müslümanların ahlakının İslam ahlakı olmaması: Son birkaç asırdır küfür sıfatlarıyla(tembellik, pislik, birbirine düşmanlık, yalan, nifak, kâinat kitabını okuyamama, tefekkürsüzlük, ümitsizlik vs.) muttasıf olan ehl-i İslam, Müslüman vasıflarıyla muttasıf olan (Doğruluk, dayanışma, iş bölümü, mesai tanzimi, evreni okuyabilme, akletme) küfür dünyası karşısında iki büklümdür. Hani meşhurdur ya. Birinci Dünya savaşında Berlin’e giden Mehmed Akif’e “oraları nasıl buldun?” diyen dostlarına İslam Şairi şu mükemmel cevabı vermiştir: “Dinleri işimiz gibi, işleri dinimiz gibi.”
İstanbul’un Müslümanların çoğunlukta olan yerleri ile Hıristiyanların çoğunlukta olduğu yerleri gören Şibli’de içler acısı duruma şöyle bir misal vermektedir: “Galata (Karaköy) bölgesine bakarsınız, Avrupa’dan bir parça sanırsınız. Yüksek ve gösterişli dükkânlar, geniş ve düz yollar. Çamur ve pisliğin eseri bile yok. Bunun aksine daha çok Müslümanların yaşadığı İstanbul merkezinde çoğunlukla yollar temiz değil, hatta bazı yerler o kadar engebeli ki, üzerinde yürümek bile zordur.”
3-Tekkelerin bir miskinler yuvasına dönmesi: Ehliyetsiz kişiler elinde “bu dergâhlar ve zaviyeler de artık birer tembellik, bedavadan geçinme, dilencilik, miskinlik yuvaları haline geldiler. Bu yüzden de İslam ümmetinin hayatına çok zarar vermeye başladılar.”
4- Hurafelerin halkın içine alabildiğine yerleşmesi: Mesela bunlardan Mısır’da şahit olduğu mezarperestliği şöyle anlatmaktadır: “Mısırlılar haftanın günlerinden belirli günleri özelleştirerek onları belirli türbeleri ziyaret günü olarak belirlemişlerdi. Bu zavallıların inancına göre, Hz. Zeynep’in, İmam-ı Şafii’nin ve diğerlerinin ruhları, bunları her biri için belirledikleri o günde göklerden inerek mezarlarına gelirler. Böyle özel günlere Hazret(ruhun hazır oluş günü) diyorlar. Hangisinin hazret günü oluyorsa, o gün onun mezarı başında büyük bir kalabalık toplanıyor. Pek çok insan ziyarete geliyor, kabri öperek dileklerini söylüyorlar, ihtiyaçlarını istiyorlar. Böyle durumlarda öyle bir takım haller ve görüntüler ortaya çıkıyor ki bunların putperestlikten ve Allah’a şirk koşmaktan bir farkı varsa bu, benim gibi dış görüntülere bakanların göremeyeceği kadar çok ince olmalıdır. Ben Hindistan’daki mezarlara, türbelere tapınmalara bakıp Müslümanların haline ağlarken, Mısır’dakilere rastlayınca neredeyse daha beterini gördüm.”
-Devam edecek-
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
Serdar, 2007-12-26 12:27:42
Allah razi olsun, baska nediyelim. Ceske bu yazilar daha fazla olsa, alimlerimizi bile taniyamaz hale geldik.
Bu yoruma katılıyor musunuz ?
klm, 2007-05-28 12:48:52
güzel
Bu yoruma katılıyor musunuz ?
Oğuz Ünal, 2007-01-15 21:59:25
Hayatını İslami müdaceleye vakfetmiş bir insanın örnek alınacak yaşamı... Bilhassa İngiliz'lerin Türkler'le Hind Müslümanları'nın aralarını açmak, kurulacak bağları engellemek için verdikleri mücadele ve oyunlar bütün müslümanlara ibret olmalı... Bugün de aynı oyunlar tekrarlanmıyor mu?...
Bu yoruma katılıyor musunuz ?
Yusuf, 2007-01-07 23:36:45
Şibli Hazretlerini dilimize çevrilmiş bir kaç kitabının dışında tanımıyorduk. Daha doğrusu İslam bahçesinin meyvelerinden toplarken hep bir tekrarı yaşadığımızı gördüm. Ne kadarda yabancı ve kapalı imişiz bu kametlere... Sizin bu güzel ve örnek çalışmanızın bir öncü olması dileği ile bu zatların eserlerinin dilimize kazandırılması ve milletimiz ile buluşturulmasını temenni ediyorum. Ellerinize sağlık, Allah arzı olsun.
Bu yoruma katılıyor musunuz ?
DİĞER YAZILAR
O halde sabret. Sonunda kazanacak olanlar, elbette Allah'tan korkup sakınanlardır.
Hûd, 49
GÜNÜN HADİSİ
"Allah katında, duadan daha kıymetli bir ibadet yoktur."
Tirmizî
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...