ŞABAN AKDAĞ
Şaban ağabey Isparta’nın Bozanönü Köyünden. 1958 senesinde Üstad Hazretlerinin hizmetindeki ağabeyler Ankara’da hapishaneye girince Şaban ağabey Isparta’da bulunan Üstadımıza bir müddet hizmet etmiş. Daha evvelden de Hüsrev ağ
Şaban ağabey Isparta’nın Bozanönü Köyünden. 1958 senesinde Üstad Hazretlerinin hizmetindeki ağabeyler Ankara’da hapishaneye girince Şaban ağabey Isparta’da bulunan Üstadımıza bir müddet hizmet etmiş. Daha evvelden de Hüsrev ağabeyin hizmetinde bulunuyormuş. “Vahşî Şaban” ağabey en çok hatıralarını dinlediğimiz ağabeylerin başlarında gelir. Bir hitabet ve belâgat ustası olan bu mübarek ağabeyimizin kendine has nükteli, mizahî bir üslûbu vardır. Dinleyenleri güldürerek düşündürme kabiliyetine sahiptir. Üslûbunu yazı ile canlandırmak mümkün olamadı. O, şehir şehir dolaşarak aziz Üstadımızla yaşadıklarını binlerce insana anlattı olduğu gibi. Benim gibi, O’nu dinleyen herkesin Üstadımıza bağlılığının ve hayranlığının arttığını düşünüyorum. “Vahşi” adını Üstadın nasıl verdiğini hikâyesiyle beraber anlatıyor. 2005’te Mevla’nın Rahmetine kavuştu.
İZMİR 13 ARALIK 1992
Üstad: “Gel burada hizmet et”
Hüsrev ağabeyin hizmetlerini görüyorum. Bir gün yine hizmet için Üstadın yanına geldim 1958’de. Üstad sordu “Şaban senin işin vardır?” “Ben Hüsrev ağabeyin işlerini yapıyorum Üstadım” dedim. “Git sen Hüsreve söyle, burada kimse kalmadı, gel sen burada hizmet et” dedi. “Olur Üstadım” dedim, gittim Hüsrev ağabeye “ağabey Üstadın yanında kimse kalmamış, gel sen burada hizmet et” diyor Üstad dedim. “Git git, kimse kalmamış” dedi. Üstadın bir kendisi var, bir de şoförü Mahmut (Çalışkan) var yanında. Diğer bütün ağabeyler Ankara’da hapishanede. Sene 1958
“Şaban, sen kulunç kırmasını bilir misin?”
Geldim, şoförle beraber odasına beraber girdik. “Şaban, sen kulunç kırmasını bilir misin?” dedi. “Bilirim Üstadım” dedim. Ben de zannediyorum ki, şöyle odun gibi bir şey kırılacak. Kulunç nedir bilmiyorum, daha askerden yeni gelmişim, hani sert bir şeyse kuvvetliyim ya kırarım dedim. “Peki, Şaban kalsın, sen git” dedi şoföre. “Kardeşim Şaban benim kulunçlarım ağrıyor, sen onları sık” dedi. Cenâb-ı Hakk lûtuf ve ihsanı ile beni mahçup etmedi. Elimi bir soktum urgan gibi elime geliverdi. Herhâlde bunlardır galiba diye düşündüm. Bunlar mı? diye de soramıyorum. Bir tarafı sıktım, “bu tarafı da sık” dedi, orayı da sıktım, “tamaam! git” dedi. Ertesi gün geldim, yine aynı vazife, iki gün üç. Derken artık tapusunu aldık, öğrendik.
Üstad öyle dakikti ki.. Sidre’den su doldurma hâdisesi
Bir kuşluk vakti zil çaldı vardım, “Şaban sen Sidre’yi biliyor musun?” dedi. “Biliyorum üstadım”, “bana su getiriverir misin oradan?”, “getiriveririm Üstadım” dedim. Sidre, suyu meşhûr bir dağ, Üstadın suyu oradan gelirdi. Bir tane kiloluk termosu, bir de testisi var, aldım onları yürüdüm. Orası yokuş olduğundan terledim tabi, dedim “gelmişken biraz su içeyim, şuraya uzanayım biraz”. Oraya oturdum, içtim, yattım... Bilmiyorum ki Bediüzzaman’a hizmet nasıl olur, ben köyden gelmişim. Yavaş yavaş toplandım yola koyuldum. Bir saat yirmi dakika olmuş, Bayram kardeş bir saatte gelirmiş. Döndüm, geldim baktım. Üstad merdivenin başına dinelmiş bekliyor. Kapıyı açtım “Nerde kaldın keçeli sen? Kimle konuştun orada? Çobanlarla mı konuştun, kadınlarla mı konuştun, Bayram bir saatte gider gelirdi, bir saat yirmi dakikayı geçiyor, anlaşıldı sen bu işi yapamayacaksın” dedi. Baktım dosya dolmuş, tam yanına vardım, “niye geç kaldın?” dedi. “Üstadım, terledim, biraz orada oturdum ondan geç kaldım” dedim. “Anlaşılan sen bu işi yapamayacaksın” dedi. “Peki” dedim. Pek gönlüm de yok ya, o zaman bilmiyoruz ki hikmetini.
Ama o zaman “Abdurrahman Çelebiyiz” koyunun olmadığı yerde. Hiç kimse yok, bir şoförü var (Mahmut Çalışkan) “ıhıh!!” deyiversen uçacak, zayıf bir şey, nasıl direksiyonu çeviriyordu o taksinin bilmiyorum. Ali ağabeyle Ezener var ikisi de ihtiyar, biz varız bir tek genç, onlara su getiriver diyemeyecek.
Üstad, ertesi gün “Şaban benim suyum bitmiş” dedi. “Doldurayım geleyim Üstadım” dedim. Artık fırçayı yedik ya, biraz da akıl fakirliği var, artık dere tepe düz gidiyoruz, virajlar dümdüz asfaltlar oldu... Neyse vardım geldim, beni görünce hemen saate baktı, “fesubhânallah daha on dakika var” dedi. Ben giderken yine saate bakmış, öyle dakikti ki, birinin yanında eğlenirsen, zehir bile atabilir, azamî tedbir içinde diyor ya. “Hiç eğlenmedim Üstadım” dedim. “Taamm!!, Şabanımdan başkasına doldurtmam gayrı” dedi. Adam kıtlığında adam yerine geçtik. Gün aşırı gidiyordum suya.
Üstad en ağır vaziyetlerde bile lâtife edebiliyor
Yine bir gün sudan geldim, kapıyı açtım, “fesubhânallah!” dedi. –Bu kelimeyi çok kullanırdı Üstad— “Fesubhanallah! Ben seni köyüne kaçmıştır diyordum Şaban” dedi. “Neden Üstadım?” dedim. “Senin haberin yok?” “Ben sudan geliyorum üstadım” dedim. “Bu edebsiz herifler taharri ettiler, kitaplarımızı aldılar” dedi. “Eğer benim Şaban duyduysa kaçmıştır dedim ben” dedi. “Üstadım kaçar mıyım, kaçmam” dedim. “Kaçmaaaz, kaçmaaz, kahramandır bu kaçmaz” dedi. Lâtife ediyor tabi. “Sana dokunmuyor mu? Bu edebsiz herifler?” dedi. Üç tane polis bekliyor, bir de jip. Biri gelip kapının düğmesine dokunuverdi mi, “gel bakalım karakola deyip” itirazsız götürüyorlar. Üstad bunu bildiği için soruyor; “sana dokunmuyor mu? Bu edebsiz herifler?” Dedim “Üstadım ben o tomofilin girip çıktığı yer var ya, oradan girip çıkıyorum” Üstad otomobile tomofil derdi. “Dîvâne herifler mâsumların canını yakıyorlar. Gidip seni şikâyet edeceğim, en çok bana hizmet eden bu diyeceğim” dedi. Üstad lâtife ediyor.
Günde üç sefer beş sefer çıktığım oluyordu, bir sefer bile bana kimsin, necisin diyen olmadı. Akıl fakirliğinden mi nedir, bunlar beni alıp götürecekler diye, aklıma bile gelmiyordu, daha jetonum yeni düşüyor vallahi inayet altındaymışız. Bir sefer bile sormadılar bana, hani ortada başka ev olsa derler, o eve giriyor.
Her iki ayak başparmakları yanındakilerle bitişikti, yapışıktı
Akşamdan sonra devamlı beni çağırıyordu, Zübeyir ağabey yapıyormuş benim yaptıklarımı. (Zübeyir ağabeyler o sırada Ankara hapishanesinde.) Üstad erkenden kalkar, abdestini alır en son suyunu “senin nasibin” der atardı üstümüze. Kolu ağrıdı mı şöyle kolunu uzatıyordu, masaj anında bile devamlı okurdu, hiç boş durmazdı. Eğer öbür eli ağrırsa şöyle dönüyor o elini omzuma koyuyordu. Meselâ dizi ağrıyorsa dizini omzuma koyuyordu orayı masaj yapıyordum. Üstadın her iki ayak başparmakları yanındakilerle bitişikti, yapışıktı.
Üstad, “yedi görünmek için yiyordu”
Bir gün “Şaban sen yemek yapmasını bilir misin?” dedi. Bilmiyorum diyemiyorum. “Bilirim Üstadım” dedim, ben de odaya gidececiğim de, orada pişireceğim zannediyorum. Meğer gözünün önünde pişirttiriyormuş. Neyse sefertası var, içine biraz su kattım, Üstad elinde kitap okuyor. “Yağ şu kadar yeter mi Üstadım?” dedim, bir çay kaşığı kadar. “Yeter” mânâsında bakmadan başını salladı. “Tuz ne kadar katacağız Üstadım?” dedim, “git!! Keçeli sen beni konuşturuyorsun” diye bağırdı. Eh bıraktım gittim. Şoför Mahmut’a (Çalışkan) “Mahmut Üstad beni kovdu” dedim. “Neden?” “Yağı şu kadar mı katayım?” dedim, kafasıyla “tamam” dedi, “tuzu ne kadar katacağım” dedim, “git! keçeli sen beni konuşturuyorsun” dedi. Yâni Allah bize merhamet etsin, yağı şu kadar kat, tuzu şu kadar kat onun için malâyâni imiş ki, tek kelime konuşmuyor, Allah bize merhamet etsin. Ya okuyacak, ya dinleyecek, ya uyuyacak üçünün biri dahası yok, dahası yok. Bir şahsın arkasından, önünden konuşmak, gıybet etmek, tek kelime yok.
Mahmut: “Git Üstadı konuşturma, şu elin tuttuğu kadar tuz koyacaksın, bir tane yumurta kıracaksın, iki kaşık yoğurt katacaksın, ekmeği doğrayacaksın.” “Ne olacak o?” dedim. “İşte Üstadın yediği o” dedi. Zil çalmadan üstadın yanına varmak mümkün değil. Mahmut: “Senin vazifen var, seslenmez Üstad” dedi. Artık küsüz, aynı onun dediği gibi yaptım, pencerenin önündeki tahtaya koydum, bıraktım gittim, o zaman buzdolabı yok. Beş dakika geçmeden zili çaldı, gittim. Dedi “yemeği koy” işâret ediyor o kadar. Koydum önüne, bu yemeği üç öğün yedi, üç öğünden sonra, akşam biz hemen yemeğe otururken zili çaldı, vardım, o sefertasıyla kapının arkasına dinelmiş, “bu bana çok geldi, size teberrük ediyorum, fakat kabı lâzım” dedi. İçimden kabını da mı yiyeceğiz” dedim. Aldım götürdüm, Ali ağabey vardı, dedim “Ali ağabey Üstad bunu teberrû etti fakat kabı lâzımmış” dedim. “Getir getir” dedi. Bir açtım, neredeyse pişirdiğim gibi duruyor. Okkalıca üç kaşık alsan hepsi o kadar işte. Şu kadarcık şehriye çorbası ne olur, yâhu “hıh” diye koklasam gider, çorbasından ne olur onun.
Yâni yemedi demesinler diye veya yedi görünmek için, sanki ikinci hayat tabakasında yaşamış Üstad. Pişirdiğimi ben biliyorum, inanır mısınız, bir haftada yediğini, ben bir öğünde yesem doymam. Mübâlâğa değil haa, şu kadar francala alıyorduk ki (yarım işâreti) onun bütününü ben bir öğünde yiyordum, o bir hafta devam ediyordu, buna yeme denmez ki .. Bir gün eline bir fincan tereyağı almış “fesuphanallah bu sefer ben çok obur oldum, bu bir haftada bitiyor” dedi. Hâlbuki ben koklasam bir haftada bitiririm onu. Ben de karşısında oturuyorum “sana kaç hafta yeter Şâban?” dedi. “Bilmiyorum Üstadım kaç hafta yeter” dedim. “Bana: “Benim Vahşim çok çalıştığı için çok yemesi lâzım, ben tembelim de” diyordu.
Üstad Bana neden Vahşî dedi
Ben Üstadın kulunçlarını kırıyorum ya, bir gün vardım yanına hiç işâret etmiyor, evrad okuyor, ben de ayakta dineliyorum. Durdu durdu elindeki evradı koydu. “Benim bir Vahşî Şâbanım olacak nerede?” “Buradayım Üstadım” dedim. “Sen mi vahşî? Ben mi vahşî, Şâban?” dedi. “Ben vahşiyim üstadım” dedim. “Eski Said daha vahşiydi” dedi. Neyse vazifemizi yapıp çıktık. “Ali ağabey Üstad bana vahşî dedi, neden dedi acaba?” dedim. “Lâtife etmiştir seninle” dedi.
Fakat ilk defa Hüsrev ağabeyi gördüm ya, ona inanıyorum. Bir hizmet vesîlesiyle Hüsrev ağabeyin yanına gittim, dedim. “Ağabey, Üstad bana vahşî dedi acaba neden dedi?”, “Yok mühim değil, vahşî, bedevî diye Üstad lâtife eder” dedi. Orada da Sav’lı birisi varmış, gitmiş Sav’a demiş “Üstad, Şâbana “Vahşî Şâban” dedi” demiş. Artık oradan Alaşehir, Alaca derken tâ Almanya’ya kadar uzanmış bu iş. Tâ oradan adam mektup yazıyor. “Vahşî Şâban - Bozanönü Köyü” diye, mektup geldi, akrabalardan muhtarın eline geçmiş geldi, “dayı bir mektup var ama soyadı değişik, Vahşî Şâban yazıyor” dedi. “Getir, getir benim o” dedim. İşte Vahşî demesi böyle oldu.
Kabul ettiğimiz hediyeleri bize yediriyordu, amma nasıl?
Üstad âzâmî iktisat, âzâmî fedakârlık diyor ya, tek bir kimsenin tek bir minnetini almamış. Fakat buna rağmen ben “bugün bir üzüm getireyim bakalım” dedim. Ufak bir sepet üzüm getirdim bağdan, kapıyı açtım, “ne o?” dedi, “üzüm Üstadım” dedim. “Bağınızdan mı getiriyorsun?” “Bağımızdan getiriyorum Üstadım” dedim. “Bir sefere mahsus Şaban’dan olduğu için reddedemem” dedi. Bizim koltuklara karpuz sığmıyor artık, hediyemizi aldı ya, koydu şöyle, Ceylan’ı çağırdı “kaç kilo gelir bu üzüm?” “Üç kilo gelir Üstadım” “Çarşıda kaç para?”, “işte 15–20 kuruş eder üstadım” dedi. Üstad tuttu bana bir lira verdi. Dedim “Üstadım ben satmak için getirmedim.” Yook! Keçeli benim düsturumu bozamazsın” dedi. Koltuklara şimdi kâğıt sığmıyordu artık. Öyle mahcup oldum, o sepeti kafama vursa ondan iyiydi. Aldık lirayı çıktık dışarıya, dedim. “Ceylan Kardeş ben buraya üzüm satmaya mı geldim yahu?” “Ne oldu kardeşim, böyle peşin müşteriyi buldun daha ne istiyorsun” diye lâtife etti.
Üstad üzümleri birer birer ipe dizdiriyor, üzümler kuruyor, çürüyor ondan sonra da ders baklavası diye bize veriyordu. Onu da gözünün önünde yedirtiyordu, zehir gibi de oluyordu. Karpuz, kavun çürür verir, yedirirdi. Rahmetli Tâhirî ağabey biraz kart ya, Üstad başka yere baktığı zaman koynuna koyuveriyormuş. “Niye bize söylemedin ağabey?” dedim. “Niye söyleyeyim, her şeyi biliyon da, onu bilemedin mi?” dedi. Artık bende koynuma koyuveriyordum. Hikmetini de bilmiyoruz ha, kabul ettiğimiz hediyeleri böyle yedirerek bize ders veriyordu.
Hizmette minnet altına girmemek
İlk sefer gelip te Üstadın yanına oturduğun zaman mutlaka Risale-i Nurun okunmasını ve imanının kurtulmasını tavsiye ederdi, en evvel sözü budur. “Ben ilk geldiğimde hâlin vaktin nasıl Şaban?” diye sormuştu. “Çiftçiyim Üstadım” dedim. “Yeteri kadar mülkünüz vardır?” “Yetiyor Üstadım” dedim. “Tam elhamdülillah.” Yani hizmette minnet altına girmemek, Allah için yapmak.
HÜSREV AĞABEYDEN BİR HATIRA
Şaban ağabey, Hüsrev ağabeyden dinlediği bir hâtıra anlattı:
“Afyon Mahkemesinde beni elli altmış kişilik canilerin koğuşuna verdiler, burada öldürsünler diye. İçeri girdim, selâm verdim selâmımı alan olmadı. Üç gün betonun üzerinde yattım. Yemekleri koğuşun bir deliği vardı oradan veriyorlardı. Yoksa dışarı çıkarsalar mutlaka bir cinayet çıkarıyorlarmış.
Üç günden sonra 150 yıl hüküm yemiş koğuşun kralı geldi, sertçe “hoca mısın sen?” “e işte namaz kılarım” “peki bir sual sorsam bilir misin” “bildiğim bir şeyse söylerim” dedim. Söyle bakalım: “Ben şu kadar adam kestim, şu kadar adam yaktım, şu kadar ırza namusa musallat oldum.. Ben cennete mi gideceğim? Cehenneme mi?” Ben dedim: “Kardeşim sen şuraya oturursan ben sana cevap veririm.” “Nerelisin sen?” “Karadenizliyim”, “Karadeniz’e bir damla su damlatılsa çoğaldığı belli olur mu?” “hayır” “peki, o denizden bir damla su alınsa eksilir mi?” “yok”, “kardeşim! Eğer sen sıdk ve sadakatle, bir daha yapmamak niyetiyle tövbe etsen, beş vakit namazını kılsan, Cenâb-ı Hakkın öyle rahmet ve umman denizleri var ki senin istemiş olduğun bir damla bile gelmez ona. Cenab-ı Hakkın affetmediği hiç bir şey yok, Cenab-ı Haktan ümit kesmek şirktir. Tövbe edersen, namazını kılarsan Cennetin ortasına gidersin.”
“Haaa demek bana Cennet var mı hocam? Kalkın lan deyyuslar, bana Cennet olduktan sonra size haydi haydi vardır” diye herkesi topladı.
Hemen bir battaniye geldi, çevirdiler. “Herkes gusül abdesti alsın” dedi, istersen alma. Herkes gusülünü abdestini alıyor, “hocam, sen hocasın biz cemaatiz” dedi.
Neyse öğleni kıldık, ikindiyi, akşamı, yatsıyı kıldık. “Kalkın len şu yatakların hepsini yığın bakalım şuraya,. “Ne olacak o yataklar?” “Hocam sen üç gün o betonun üstünde yattın ya, şimdi üç gün biz betonun üstünde yatalım da sen yatakta yat.” İman nuru içeri girince nasıl inkişaf ediyor fıtratlar gördün mü Şaban? Çoğu da mecburen namaz kılıyor ha. Ben bunlar sıkılmasınlar diye “El Fatiha” diyorum, evradları sonra okuyorum. Geldi bir gün “hocam bir şeyler mırıldanıyon yahu, iyi bir şeylerse biz de edelim” “Yapabilir misiniz?” dedim. “Yazıver şunu” dediler. Artık okuma yazma bilmeyen kara cahiller bile bir bağırıyor ki “Yâ Cemil’i Yâ Allah’... Ya Karîb-i Ya Allah!” diye koğuşu yıkıyorlar. Müdür duymuş bunları, hemen gardiyana “gel, isyan var galiba o koğuşta bak gel” diyor. Bakmışlar kimi yeleğini, kimi çarşafını sermiş namaz kılıyor. Müdür: “Neymiş o?” “Müdürüm o hocanın arkasında namaz kılıyorlar” demiş. “Yapma yâhu, orayı da mı zehirledi bu adam” demiş. Bak Şaban zehiri görüyor musun? Bir tekinin bile hakkından gelemeyenler, namaza başlayınca zehir almış oluyorlar.
Müdür “derhâl o hocayı oradan alın başka yere verin” diyor. Gardiyan geldi fakat içeri girmesi mümkün değil, zaten, korkuyor adam. O delikten bağırdı, “hocam lütfen buraya gelir misin” “Ne olacak?” “Hocayı başka koğuşa alacağız.” “hadi gir bakalım aç kapıyı al hocayı..” “Hocam hiç korkma hiç kimse seni alamaz, burası hükümet yeri, fakat hocam bu hapisten kurtulursam, yayan senin ziyaretine varacağım.” “Yok, lüzum yok kardeşim, sen imanını kurtar, yeter” dedim.
Bir af çıkmış bunlar dışarı çıkmışlar, yayan Isparta’ya kadar geldi, “hocam köyüme gitmeden senin yanına geldim.” “Kardeşim senin anan baban vardır, niye buraya geldin sen?” “Ne diyorsun sen hocam Amerika’ya gitsen yine oraya gelecektim ziyaretine. Hapishanede öyle bir sıkıntım vardı ki, bir bıçak bulsaydım karnıma saplayıverecektim, bir ip bulamıyordum ki boynumdan asayım bu hayattan kurtulayım, ne diyon hocam, senden gördüm her şeyi. Bazen hoca gönderiyorlardı oraya, sorardık: “Hocam bir soru sorsam bilir misin? “Söyle bakalım.” “İşte ben böyle ettim, şöyle ettim. Ben Cennetlik miyim, Cehennemlik miyim?” “Senin cennetlik yerin kalmamış” diyordu. “Allah senden razı olsun hocam.”
Konyalı Mehmed Vehbi Efendi
Allah rahmet etsin Konyalı Mehmed Vehbi, 16 ciltlik tefsir sahibi. Göstermişler ona “senin tefsirine uyuyor mu, bakıver?” demişler. İtiraz etmiş Risale-i Nur’a.
Hacılar Köyünden koyun çobanı geliyor Üstada “Üstadım eğer müsaade edersen 21. Lem’ayı (İhlâs hakkında) Mehmed-i Vehbi’ye okutacağım” diyor. “Peki” diyor Üstad. Bu çekiyor çarıkları, o zaman çarık mercedes, varıyor Konyaya. Halıcı Sabri’nin dükkânına gidiyor. “Oo ayağı çarıklı, başı sarıklı, üstü abalı hoş geldin, ne bu vaziyet?” diyor, Sabri ağabey. “Ağabey ben Mehmed Vehbi Efendi’nin yanına gideceğim, bir müşkülüm var onu halledeceğim.” Diyor. “Bu vaziyette çarıkla, sarıkla onun yanına gidilmez”. “Ben çobanım, ben gideceğim oraya.” Meğer Mehmed Vehbi dükkânda oturuyormuş, alıp götürüyor çobanı evine. “Nedir müşkülün oğlum?” diyor. “Hocam! Bir Bediüzzaman geldi Isparta’ya üç cumaya gitmeyen kâfir olur diyor” demiş çoban. Böyle bir şey yok da kitabı ona okutturmak için öyle diyor. “Eserlerinden birini oku da bana bir yol göster” demiş. “Peki” diyor ve 21. Lem’ayı hem okuyor, hem ağlıyor, hem okuyor hem ağlıyor, yemin ediyor, “kardeşim, Mehmed Vehbi’nin imdadına Bediüzzaman yetişti, eğer bu eserlerin yazıldığını görseydim, bütün eserlerimi yakardım ben” diyor. “Değil elini ayaklarının altını öp, beni de talebeliğine kabul etsin, selâm söyle” diyor.
Döndükten sonra Üstad cümle kapısının önüne çıkıyor: “Keçeli! Sahra dolusu kırmızı koyunu tasadduk ettin” diyerek iltifat ediyor. Çoban da: “sayenizde Üstadım” diyor.Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
DİĞER YAZILAR
YUSUF ÜNLÜ(1936 -)
Cübbeli Ahmed Ünlü hocaefendinin babası Yusuf Ünlü 1936’da Giresun’un Göreli İlçesinde
YILMAZ DUMAN(1938 -)
Denizlili Emekli Lise Öğretmeni Yılmaz Duman, 1951’de Türkiye’de ilk açılan yedi İmam Hat
ÜMMÜHAN ERGÜN(1913 – 1976)
Nur Fabrikası sahibi, Denizli şehidi, İslamköylü Hafız Ali Ergün’ün akıl sınırlarını
ÛLVİYE SÜMER (1895 – 1974)
Ûlviye Sümer, Risale-i Nur’un Kastamonulu hanım kahramanlardandır… “Âsiye, Ulviye, Lütfi
TACEDDİN TOPAL(1927-2020)
Taceddin Topal ağabeyimiz Isparta/Yalvaçlıdır. Yalvaçlılar O’na Taci Dede diye biliyor ve ö
ŞÜKRÜ ALTUĞ(1914 – 1984)
Isparta’nın Sav köyü bin kalemle Risale-i Nur eserlerini yazarak çoğaltan, Hz. Üstadın ifad
ŞEVKET AKIN(1923 -2021)
Batmanlı Şevket Akın, Bediüzzaman hazretlerini 1952 yılında Isparta’da ziyaret ediyor. Aynı
ŞAHABEDDİN ÜNLÜ (1945 -2021)
Bolvadinli Emekli Edebiyat öğretmeni Şahabeddin Ünlü ile Ankara’da halef selef oluyoruz. Biz
ŞAHABEDDİN GARGILI(1924 – 2017)
Molla Şahabeddin Gargılı, 1924 yılında Bingöl’ün Kığı ilçesinde doğmuştur. Erzurumlu
SÜLEYMAN ÇAĞAN(1930 - )
Malatya/Doğanşehirli Süleyman Çağan ağabeyimiz üç arkadaşıyla beraber Hz. Üstad’ı Ispa
SAİD NUR ÇELEBİ (1948 -)
Risale-i Nur hizmetkârlarından iki bahtiyar hanedanın silsilesi Said Nur Çelebi’de buluşuyor.
- ÖMER HALICI(1919 – 1954)
- OSMAN NURİ TOL(1885 – 1955)
- OSMAN AKSOY(1940 - )
- NEVİN HALICI(1939 -)
- NECATİ AKKOYUN(1934 -)
- MÜBAREK SÜLEYMAN (KÖSE)(1898 - 1963)
- MUSTAFA CENGİZ (1929 -2021)
- MUHAMMED ALİ ÖZTÜRK (1930 -)
- MUAMMER ŞENEL (1909 – 2000)
- MEVLÜD GÖNEN (1934 -)
- MEHMED KÜÇÜKAĞA (1924 – 1976)
- MEHMED KERVANCI(1940 - )
- MEHMET GÜLEŞÇİ
- MEHMED FIRINCI (GÜLEÇ) (1928 - 2020 )
- İBRAHİM GÜL (1892 – 1956)
- HÜSEYİN BİÇER (1923 -2018)
- HÜSEYİN AKÇAY
- HATİCE SOYLU (ALTUĞ)(1930 - 2013)
- HASAN HALICI(1940 -)
- HASAN BASRİ SARIÇAM
- HAMDİ SAĞLAMER
- HAFIZ MUSTAFA ERTÜRK (1906 – 1950)
- FİKRİ MERİÇ(1935 -2021)
- EŞREF EDİP FERGAN(1882-1971)
- AV. İBRAHİM ÜNLÜ(1942 - )
- ÂSİYE MÜLÂZIMOĞLU(1881-1981)
- ALİ YILMAZ(1936 - )
- ALİ SERT(1929 – 2017)
- ALİ RIZA MUHLİS(1927 - 2016)
Şüphesiz Kur'an, mü'minler için gerçekten bir hidâyet rehberi ve rahmettir.
Neml, 77
GÜNÜN HADİSİ
Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse ateşten çıkacaktır.
Tirmizi, Sıfatu Cehennem 10, (2601)
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...