ASR-I SAADETTEKİ İHTİLAFLAR VE YAHUDİ ROLÜ DOSYAMIZ

Sadr-ı Ä°slam’daki ihtilaflar hakkındaki dosyamız, deÄŸerli âlimlerimizden Mehmed Kırkıncı Hocaefendiye ait. Hocaefendi’nin Alevilik Nedir? adlı çalışması bu konu hakkındaki sis bulutlarını tarumar ettiÄŸi için, kendisinden eserinin bu


Mehmed Kırkıncı

.

2008-02-27 02:39:52

Sadr-ı İslam’daki ihtilaflar hakkındaki dosyamız, değerli âlimlerimizden Mehmed Kırkıncı Hocaefendiye ait. Hocaefendi’nin Alevilik Nedir? adlı çalışması bu konu hakkındaki sis bulutlarını tarumar ettiği için, kendisinden eserinin bu bölümünü bir dosya şeklinde takdim için izin aldık. Müellif-i muhtereme çok teşekkür eder, faydalı olmasını temenni ederiz. Ara başlıklar bizim tarafımızdan konulmuştur. Cevaplar.org

İslam’ın Getirdiği Hidayet Nuru

En büyük hidayet meş'alesi olan Kur'ân-ı Azîmüşşân'ın nazil olmasıyla bütün insanlık âleminde yepyeni bir devir başlamıştı. İnsanlar kalb ve ruhlarının fıtrî ihtiyacı olan Hak Dine kavuşma sevinci içinde idiler. Şirkten tevhide, zulmetten nura, hurafelerden hakikata, cehaletten marifete kavuşmuşlardı.

Kur'an'ın hayatdar prensipleri onları her an maddî ve manevî kemalâta doğru götürüyordu. Dünün bedevî insanları, artık âleme medeniyet dersi verecek hale gelmişlerdi. Müslümanlar göz kamaştıracak bir gayret ve himmetle, bütün insanlık âlemine iman ve irfan nurlarını neşrediyorlardı. Yapılan bütün zulüm ve işkencelere, hile ve ihanetlere, oynanan bütün oyunlara rağmen, bu hidayet nurunun altına giren insanlar, günbegün artıyor ve kuvvetleniyorlardı.

Artık Hak Din büyük bir şa'şaa ile parlıyor, terakki ve teali ediyordu. İslâmiyet gönüllerde taht kura kura yayılıyor; imanın küfre, Hakk'ın bâtıla, tevhidin şirke ve adaletin zulme galib geleceğinin emareleri ufukta görünüyordu.

Nitekim öyle de oldu. Resul-i Ekrem Efendimizin devr-i saadetlerinde İslâmiyet; Mekke, Medine, Hicaz ve civar bölgelerde mutlak hâkimiyetini kurdu. Artık cehalet ve zulmet devri, yerini saadet ve nûr devrine bırakmıştı.

Hz. Ebûbekir ve Ömer (R.A) devirlerinde kısa zaman içerisinde yapılan emsalsiz fütuhatlarla Suriye, Mısır, Irak ve İran'ın fethine muvaffak olundu.

Yahudi Hasedi

Bu harikulade inkişaf, İslâm düşmanlarının, bilhassa Yahudilerin(1) hased ve kinlerini kabarttı.

Yahudiler, tarih boyunca nifak ve ihtilâf çıkarmada ve ehl-i hakkı bölüp parçalamada meharet kesbetmiş dessas bir millettir. İlâhî iradeye her devirde karşı çıkmış, kendi peygamberlerini katletmekten çekinmemişlerdir. Bunlar her çeşit ihtilâli tezgâhlayan ve bütün ifsat komitelerini sevk ve idare eden, beşerin huzur, ahlâk ve itikadını bozmayı baş gaye edinen muzır bir millettir. Münafıklık, riyakârlıkta hiçbir kavim bunlara ulaşamamıştır. Bunlara, "insanlık âleminin nefs-i emmâresi" denilse yeridir. Kur'an'ın ifadesiyle, Yahudiler, kıyamete kadar üzerlerinden silip atamayacakları bir zillet ve meskenet damgasını yemişlerdir.

Yahudiler, İslâmiyetin kısa zamanda gösterdiği büyük inkişaf karşısında dehşete kapılıyor ve beyinleri çatlayacak gibi oluyordu. Üstelik birçok Yahudi cemaatlerinin İslâm'a girişi de onları büsbütün çıldırtıyordu. İslâmiyetin bu hızlı ve parlak yayılışı mutlaka durdurulmalıydı. Bu gidişle İslâmiyet bütün dünyaya yayılacak ve Yahudilik yeryüzünden silinip gidecekti. Birkaç bin senelik Yahudi varlığı artık son bulmuş olacaktı. Yahudiler vaktiyle, yani İslâmiyet’ten 6,5 asır önce de Hıristiyanlığın zuhuru ile böyle bir yok oluş tehlikesi geçirmişlerdi. Önce, Hıristiyanlığı ortadan kaldırmak için büyük gayret göstermişler, daha sonra bu yeni dinin mensuplarını kuvvetle mağlûb edemeyeceklerini anlayınca hile ve desise yoluna başvurmuşlardı. Şöyle ki:

Hıristiyanlığın esas temellerini yıkarak onun yerine kendi uydurma hurafelerini ikame etmek üzere âlim ve feylesof bir Yahudi olan Saul'u sahneye çıkardılar. Bu zeki Yahudi beyi, güya Hıristiyanlığı kabul ederek Pavlos ismini aldı ve kiliseye çekilerek uzun müddet inziva hayatı yaşadı. Hıristiyan dininin icablarını harfiyyen yerine getiriyor ve gitgide halkın itimadını kazanıyordu. Sonunda Hıristiyanların hüsnü zannına o derece rnazhar oldu ki, kendisine bir havari gibi hürmet etmeye başladılar. Pavlos, bu hüsn-i zannı, Hıristiyanlığı bozmakta çok dessas bir şekilde kullanmasını bildi. Hz. İsa (A.S) ile görüştüğüne ve O'ndan talimat aldığına halkı inandırmayı başardı. Kesif ve plânlı gayretleri sonunda, Hıristiyanların hem itikad, hem de ibadetlerini hakikatten saptırmaya ve birtakım bâtıl mezheb ve fırkaları ortaya çıkarmaya muvaffak oldu.(2)

Artık tevhid'in yerini teslis almış, yani Hıristiyanlar bir tek Ma'bûd'a bedel, Hz. İsa ve Hz. Meryem'e de ulûhiyet isnad etmeye başlamışlardı. Fakat Yahudilerin İslâmiyetin hızla yayılışı karşısında maruz kaldıkları tehlike, eskisinden çok daha büyüktü. Yahudilerin bu yeni dine mukavemetleri imkânsızdı. Çünkü İslâmiyetin gelişme istidadı fevkalâde idi. Zira, İslâm dini akla, mantığa muvafık olduğundan kalblere te'sir ediyor; sadece Yemen Yahudilerinin değil, bütün İsrâil oğullarının, doğup yükselmekte olan bu İslâm güneşi karşısında eriyecekleri muhakkak görünüyordu. Öyle ise, ne pahasına olursa olsun buna mani olunmalıydı.

Ä°bn-i Sebe

Vaktiyle, Hıristiyanlara karşı tezgâhlanan oyunun, şimdi Müslümanlara karşı oynanması lâzımdı. Uzun müzakerelerde bulundular ve sonunda Medine'de İbn-i Sebe'yi(3) sahneye çıkardılar.

İbn-i Sebe, tahribat programını başlıca iki esas üzerine bina etti. İlk olarak, Müslümanlar arasında ihtilâf çıkarmakla, İslâm'ın inkişafına mani olacak; ikinci safhada İslâmî inanç ve itikada hurafeler katarak, onlar arasına, kıyamete kadar sürecek bir fikir ayrılığı sokacaktı. Bu iki hedefin tahakkuku için komiteler kuracak ve onlar vasıtasıyla Müslümanlar arasındaki birlik ruhunu, muhabbet, uhuvvet gibi manevî rabıtaları zayıflatarak ortadan kaldırmak üzere yoğun faaliyet gösterecekti. Her bir ifsat merhalesinin arkasından hemen durum değerlendirmesi yapılacak, plânlanan hedeflerle alman neticeler kontrol edilecek, değişen ve gelişen şartlar altında yeni hedeflerin tahakkuku için yeni plânlar yapılacak ve tatbik sahasına sokulacaktı.

Gizli Komite İş Başında

İbn-i Sebe ve arkadaşları halkın üzerinde te'sir icra edebilmek için hâlis bir Müslüman, müttakî bir mü'min kılığına girme kararı aldılar. Bu safhada, İbn-i Sebe, rolünü emsalsiz bir biçimde oynamayı başardı. Sabah namazlarında herkesten önce mescide gidiyor, yatsıda herkesten sonra mescidi terk ediyordu. Çokça namaz kılıyor, ekseri günler oruç tutuyor ve daima zikirle meşgul oluyordu. Gittiği her yerde çekici ve câzib konuşmalar yapıyor ve kendisini İslâm'ın en hâlis ve sâdık bir fedaisi gibi gösteriyordu. Sahabelerle, bilhassa Hz. Ali ile bol bol sohbet ediyor, onlara itimad telkin ediyordu. Bir taraftan fazilet ve takvasını halka gösterirken, diğer taraftan da etrafıyla uyum te'min edemeyen gayr-i memnun kimseleri buluyor ve onlarla gizliden gizliye diyalog kuruyordu. Bu tiplerin bir kısmını makam ve mevki hırsından, bir kısmını şahsî garazdan, bir diğer kısmını da soy-sop üstünlüğü damarından yakalayıp kendine bağlıyor ve onları birer problem insan haline getiriyordu.

Daha sonra, faaliyetlerini Medine dışına taşırmaya ve daha önce buralara göndermiş olduğu adamlarıyla temaslar kurup halkı hilâfet aleyhinde kışkırtmaya karar verdi. O günkü içtimaî bünye de, maalesef, bu yıkıcı fikirlerin yayılmasına oldukça muvafık idi. Devlet aleyhinde istismar edilebilecek hususlar vardı. Bunlardan birisi Haşimilik - Emevilik rekabetiydi. Devlet adamlarının ekserisinin Emevîlerden olması, Haşimîler için bir huzursuzluk kaynağı, dolayısıyla da önemli bir tahrik unsuruydu. İstismar edilebilecek bir diğer husus da; devlet işlerinde Ensâr'dan çok, Muhacirlerin vazife almış olmasıydı.

Kışkırtma

İbn-i Sebe, bu ve benzeri bütün fırsatları değerlendirmek üzere seyahate çıktı. Önce Basra'ya gitti. Burada daha önce yerleştirdiği komitacıları vasıtasıyla devletten memnun olmayan kişilerle temaslar kurdu. Yaptığı faaliyetler, Vali Abdullah bin Amr'ın dikkatini çekince Küfe'ye geçti. Burada da bir kısım halkın idare aleyhinde olması, İbn-i Sebe'nin işini daha da kolaylaştırdı ve kısa zamanda komitacılarını gerekli biçimde organize ederek Şam yolunu tuttu. Şam'da aradığını bulamadı. Zira devlet işleri yolundaydı ve istismar edebileceği fazla bir mevzu yoktu. Buradan Mısır'a gitti. Aradığı şartları maalesef burada fazlasıyla buldu. Çünkü muhtelif sebeplerle devlet idarecileri aleyhinde bulunan çeşitli gruplar, burada toplanmışlardı. İbn-i Sebe dağınık halde bulunan bu grubları büyük gayretler sonunda bir çatı altında toplayarak, onları Hz. Osman'a (R.A) karşı harekete hazır hale getirdi.

Bu merhaleden sonra, Hz. Osman (R.A) aleyhinde tanzim ettiği bir dizi iftira listesini diğer İslâm vilâyetlerindeki adamlarına göndererek Halife'ye karşı bir kıyam hareketi başlatmak üzere yeni ve yoğun bir faaliyetin içine girdi ve adamlarına şu talimatı verdi: "İşe, bütün devlet erkânını kötülemekle başlayın. Kendinizi de 'emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-mün-ker' ile meşgul gösterin. Halkın hürmet ve muhabbetini kazanın."

Yalan Mektuplar

Kendisi de çeşitli vilâyetlere ve bilhassa Basra ve Küfe'ye sürekli olarak mektuplar gönderiyordu. Bu mektuplarda idarî ve siyasî mes'eleler, yalan ve iftiralarla abartılıyor, Hz. Osman ve valilerinin halka zulüm ve gadrettiği ve bütün vilâyetlerin müthiş bir kargaşa içinde bulunduğu imajı veriliyordu. Maksat, Medine dışındaki diğer bölgelerin İslâmî çizgiden gittikçe uzaklaştığı, anarşinin bütün İslâm beldelerinde yaygınlık kazandığı kanaatini halka telkin etmek, halifenin bu meselelere karşı lâkayd ve âciz kaldığını zihinlere yerleştirmekti.

Fitne ve fesat haberleri Medine'ye ulaşınca Hz. Osman (R.A), Hz. Ali'nin de yardımıyla, durumun tedkiki için çeşitli vilâyetlere güvenilir ve itibarlı hey'etler gönderdi. Bu hey'etler, durumun propaganda edildiği gibi olmadığını, aksine bütün ülkede huzur ve sükûnun hâkim olduğunu müşahede ederek raporlarında belirttiler. Hz. Osman (R.A), hey'etlerin bu raporları ile de iktifa etmedi ve bütün valileri istişare için Medine'ye çağırdı. Onlarla müşaverede bulundu. Gerçekten ortada önemli bir problem yoktu. Yine de tedbir olarak valileri, halka iyi muamele etmeleri yolunda ikaz etti. Ancak fitne durmuyordu. Çünkü düşman gizli ve sinsi idi ve çok plânlı çalışıyordu. Ortada, üzerine yürünülebilecek açık bir cephe mevcut değildi. Halk, her gün biraz daha fitnenin içine itiliyordu.

Sebeiyye; İlk Zakkum Çekirdeği

İbn-i Sebe, bu çalkantılar sırasında, Şiîliğin ilk çekirdeği olan Sebeiyye mezhebini kurdu.(4) Böylece, tasarladığı hainâne plânını gerçekleştirmede büyük bir adım atmış oluyordu. Bu mezheb, istikbalde İslâm'ı parçalayacak fırkaların temelini teşkil edecekti.

İbn-i Sebe, Mısır'da kurmuş olduğu bu mezhebine yeterince taraftar buldu ve onları Hz. Osman (R.A) aleyhine tam manasıyla şartlandırdı. Şimdi sıra yeni bir halife adayı tesbit ederek Hz. Osman'ı (R.A) katletmeye gelmişti. Bu noktada şöyle bir plânla işe başladı: "Hz. Osman kusurlu ve hatalı bir insandı. O'nun yerine gelecek kimse de hatalı bir insan olursa problemlere çözüm getirilemez; zulmün, haksızlığın önü alınamazdı. O halde en mühim mes'ele, O'nun yerine gelecek kişinin hatadan salim, masum bir insan olmaşıydı. Bu masum insan ise, çocukluğundan heri Hz. Peygamber'in (S.A.V.) murakabesi altında yetişen, O'nun terbiyesiyle olgunlaşan ve O'nun ilmine ve kemaline vâris olan Hz. Ali'den başkası olamazdı. Her peygamberin bir veziri olduğu gibi, Hz. Ali de Hz. Peygamber'in veziriydi. Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman, O'nun bu veraset hakkını gasbetmişlerdi..."

İbn-i Sebe bu davasını kuvvetlendirmek için, Hz. Ali'yi (R.A.) eski masal kahramanları gibi gösteriyor, birtakım hurafe ve hikâyelerle O'nun, insanüstü bir varlık olduğunu telkin ederek etrafındaki insanları gitgide birer Hz. Ali meczubu haline getiriyordu.

Merhale Merhale Ä°cra Edilen Plan

İbn-i Sebe, plânlarını merhale merhale icra sahasına koymaktaydı. Şimdi sıra güya Hz. Ali'nin (R.A) hakkını almaya gelmişti. Bunun için de şu telkin metodunu uyguladı: “Her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Peygamber (S.A.V), Hz. Ali'yi (R.A) vasi tayin etmiştir. Hz. Peygamber'in hu vasiyetini yerine getirmemek kadar büyük bir cinayet olamaz. Hem Hz. Peygamber (S.A.V), Hz. İsa gibi tekrar yeryüzüne geri gelecek ve 'niçin vasiyetimi yerine getirmediniz' diye bizden hesap soracaktır. O zaman hepimiz mahcup olacak ve hüsrana uğrayacağız...(5)

Bu gibi telkinlerle, çevresindeki insanların his ve heyecanlarını, arzu ettiği noktaya getirince Medine'yi basıp Hz. Osman'ı (R.A) öldürmeye karar verdi. İbn-i Sebe, hacca gidiyormuş gibi yaparak harekete geçirdiği adamlarını Medine yakınındaki Merve'de topladı. İlk fırsatta Medine'ye girecekler ve Hz. Osman'ı öldürmek için çareler arayacaklardı.

Katlin, Haşimîler tarafından yapıldığı intibaını vermek için de Mısırlılar Hz. Ali'nin (R.A) etrafında toplanacaklar ve güya Hz. Ali'nin (R.A) hakkını müdafaa edeceklerdi. Tâ ki, Emevîlerle Haşimîler karşı karşıya gelsinler ve böylece dahilî harbler başlasındı.

Fitne Medine Yolunda

İbn-i Sebe, daha önce Basra, Mısır ve Küfe gibi merkezlerdeki adamlarına Hz. Âişe, Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in (R.A) imzalarıyla uydurma mektuplar göndermiş ve onlardan güya Hz. Osman'ın hilâfetten uzaklaştırılmasını istemişti. İbn-i Sebe'nin komitecileri bu mektuplarla birçok insanları ifsat ettiler. Böylece kuvvetlendiler ve yola çıkarak İbn-i Sebe'nin grubuna Medine yakınlarında iltihak ettiler. Bu yeni kuvvetlerle İbn-i Sebe'nin eşkıyaları üç bin civarına erişmiş oluyordu.

Mısırlılar Hz. Ali'ye, Basralılar Hz. Talha'ya ve Kûfeliler de Hz. Zübeyr'e başvurarak:"Mektuplarınızı okuduk; Osman'ı hal' edip ümmeti salâha çıkarmak ve sizi devletin başına getirmek istiyoruz," dediler. Onlar da, kendileri tarafından böyle bir mektubun yazılmadığını, işin içinde bir nifak olduğunu söyleyerek hemen memleketlerine dönmelerini tavsiye ettiler.

İsyancılar bu defa Hz. Osman'ın yanına gittiler. Bunun üzerine, Hz. Osman, Hz. Ali'nin de yardımıyla, asileri ve bütün Medinelileri mescidde topladı. Herkesin şikâyetini dinledi. Onlara: "Şikâyetlerinizi nazara alacağız, hatâ telâkki ettiğiniz mes'eleleri tashihe gayret edeceğiz. Müsterih olun..." dedi. Bu arada asiler, Mısır valisinin azlini istediler. Hz. Osman(R.A.) "vali olarak kimi istediklerini" sordu. Onlar da: "Ebûbekir'in oğlu Muhammedi isteriz" diye karşılık verdiklerinde, Hz Osman teklifi kabul etti ve hemen tayin emrini Muhammed'e verdi. Neticede bütün taraflar mutmain olarak geri dönmeye başladılar.

Åžeytani Bir Plan

İbn-i Sebe, bu durumdan fazlasıyla rahatsız oldu. Geri dönmekte olan Mısır kafilelerini tekrar Medine’ye döndürmek ve mütecaviz bir hale getirmek için şeytanî bir plân hazırladı. Mısır valisine hitaben, Hz. Osman (R.A.) adına bir mektup yazdı. Mektuba, Hz. Osman namına sahte bir mühür basıp, fedailerinden birine vererek kafile arkasından yola çıkardı. O da devesiyle kafileye yetişerek, plân gereği şüpheli hareketlerle nazar-ı dikkati kendisine çekti. Neticede kafiledekiler bu adamdan şüphelenerek onu yakaladılar ve mektubu ele geçirdiler. Zaten onun istediği de bu idi.

Mektupta Mısır valisine hitaben, "Bu asiler geldiği zaman elebaşlarını öldür ve gerisini de hapset," diye emredilmişti. Bu mektubu dinleyen mütecavizler birden şoke oldular ve yeniden galeyana gelerek tekrar Medine'yi bastılar. Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha'nın hâdiseyi yatıştırma gayretlerine rağmen sonunda Hz. Osman'ın evini bastılar ve kendisini Kur'an okurken şehid ettiler.

Fitne’nin Yayılması

Hz. Osman'ın katili Yemenli bir Yahudi olan el-Gafikî idi. Hz. Osman'ın şehadetiyle İbn-i Sebe, davasında büyük bir merhale kat'etmiş oluyordu. Artık nifak tohumları meyvelerini vermeye başlamıştı. Bu elîm hâdise Müslümanların İslâm dinini başka ülkelere ulaştırmalarına engel oldu. İslâm'ın fütuhat ve tebliğ devri kapandı, bir tevakkuf ve keşmekeş devri başladı.

Bu merhaleden sonra İbn-i Sebe, Haşimîlerle Emevîleri karşı karşıya getirmek için yeni bir plân hazırladı. Hz. Osman (R.A.) Emevî, Hz. Ali(R.A.) ise Haşimî olduğu için, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’nin öldürdüğünü ve O'nun yerine geçmek istediğini etrafa gizlice yayarak Emevileri tahrik etti. İbn-i Sebe, bir yandan Hz. Ali'ye bu çirkin iftirayı yaparken, diğer taraftan O'nun halife olması için açıkça gayret gösteriyor, böylece halkın bu iftiraya kanmasını sağlamaya çalışıyordu.

Bu maksatla, Mısır'dan gelen kafileden, Yahudi asıllı İbn-i Meymun riyasetinde bir hey'et seçerek Hz. Ali'nin (R.A.) huzuruna gönderdi. Hey'et Hz. Ali'ye: "Malûmunuz olduğu üzere, bu ümmet başsız kalmıştır. Halifeliğe de en lâyık sizsiniz. Sizden bu vazifeyi deruhte etmenizi istiyoruz," dediler. Hz. Ali (R.A.) bu teklifi reddederek, onları evinden kovdu.

Hz. Ali'den (R.A.) böyle bir cevap alınması üzerine Kûfelilerden bir hey'eti Hz. Zübeyr'e ve Basralılardan bir hey'eti de Hz. Talha'ya gönderdi.. Hz. Zübeyr ve Hz. Talha da, Hz. Ali gibi bunların hilâfet tekliflerini reddederek, huzurlarından kovdular.

İbn-i Sebe, onlardan da istediğini elde edemeyince bu defa mütecavizleri sevk ve idare eden Yahudi Gafikî'ye şu talimatı verdi: "Medinelileri mescide toplayınız ve onlara hemen kendilerine bir halife seçmelerini söyleyiniz. Aksi takdirde hepsini kılıçla tehdit ediniz..."

Gafikî başkanlığındaki âsiler, bu emir mucibince Medinelileri mescide toplayarak onlara: "En kısa zamanda kendinize bir reis seçiniz. Şayet siz bugün bu vazifeyi yapmazsanız, Ali, Zübeyr ve Talha da dahil olmak üzere hepinizi kılıçtan geçireceğiz" dediler.

Hz. Ali’nin Başa Gelmesi

Bu tehdidi dinleyen Medine halkı, Hz. Ali'nin (R.A.) huzuruna çıkarak, O'ndan halifeliği kabul etmesini istirham ettiler. Hz. Ali de bu karışık durumu göz önünde bulundurarak vazifeyi, hiç istemediği halde, kabule mecbur oldu.

Az zaman sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (R.A.) Hz. Ali'ye (R.A.) giderek, O'ndan, kitabın hükmünü icra etmesini ve Hz. Osman'ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali onlara hitaben: "Haklısınız; fakat devlet henüz âsileri tam manasıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin hâdiselere hâkim olmasını beklemek gerekir" dedi.

İçtihad Farkı

Hz. Ali(R.A.), suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptırılmalarını istiyordu. Hz. Âişe, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (R.A.) ise, şu fikirdeydiler: "Fitne büyümüş, devleti hedef almış ve halife şehid edilmiştir. Mes'ele sadece Hz. Osman'ın katilinin bulunması değildir. Bu fitne hareketine katılanların çoğunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble, âsiler hemen cezalandırılmalıdır."

Hz. Ali (R.A.), Kur’an’ın nassından hareket ile "Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı" görüşünü ileri sürerek, onların bu fikrine iştirak etmedi

Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (R.A.), Hz. Ali'nin içtihadını öğrendikten sonra, Hz. Âişe (R.A.) ile Mekke'de görüştüler ve asilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra'ya gitmeye karar verdiler.

Hz. Âli de (R.A.), Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in (R.A.) Basra'ya gittiklerini haber alınca devletin bütünlüğünde bir parçalanma, bölünme olmaması için ordusuyla Basra'ya hareket etti ve Zikar mevkiinde konakladı.

Tarafların Anlaşması

Hz. Ali (R.A.) mes'elenin sulh yoluyla halledilmesi için Ka'ka isminde bir elçisini Hz. Âişe, Hz, Talha ve Hz. Zübeyr'e (R.A.) göndererek onlara, tefrikanın fenalığını, birlik ve beraberliğin ehemmiyetini, her şeyin sulh yoluyla daha iyi hallolacağını anlatmasını istedi. O da bu emir mucibince, Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr'in yanına giderek onlara Hz. Ali'nin (R.A.) görüşlerini, bu yaranın ilâcının sükûnet olduğunu, sükûnet teessüs ettikten sonra her tedbirin alınabileceğini, aksi halde fitne ve fesat çıkacağını, bunun da İslâm'a ve Müslümanlara getireceği sıkıntının büyük olacağını izah etti. Onlar: "Eğer Ali bu fikirde ise, aramızda bir görüş ayrılığı kalmamıştır" dediler.

Bu neticeden her iki tarafın mensupları da memnun oldular. Böylece bir istikrar, bir sükûn hali hâsıl oldu. Herkes kendisini emniyet ve huzur içerisinde görerek çadırlarına çekildiler.

Yeni Bir Şeytanlık

Bu sulhdan, ziyade rahatsız olan münafık İbn-i Sebe, taraftarlarını toplayarak onlara:"Ne yapıp yapıp harbi kızıştırmanız ve Müslümanları birbirine düşürüp kırdırmanız lâzım. Şayet bir netice alamazsak, bütün gayretimiz boşa gider; hedefe varamamış oluruz" dedi. Ve savaşı başlatmak üzere yeni bir plân hazırladılar. Sabaha yakın saatlerde tatbike koyulacak bu yeni plân gereği, İbn-i Sebe kendi adamlarını Hz. Ali (R.A.) ile Hz. Zübeyr ve Hz. Talha'nın (R.A.) çadırlarının etrafında yerleştirdi. Bunlar daha sonra her iki tarafın çadırlarına baskında bulundular. Gürültü üzerine uyanan Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (R.A.) "Ne var, ne oluyor?" diye sorduklarında, İbn-i Sebe'nin adamları,"Ali'nin adamları (Küfeliler) bize gece baskını yaptı," dediler.

Bu haber üzerine Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (R.A.): "Anlaşıldı, Ali, harbi kesmekte samimî değilmiş," dediler.

Öte yandan gürültüyü işiten Hz. Ali (R.A.): "Ne oluyor?" diye sordu. Yine İbn-i Sebe'nin adamları: "Karşı taraf bize gece baskını yaptı. Biz de püskürttük" dediler. Hz. Ali de: "Anlaşıldı. Talha ve Zübeyr bizimle sulh mes'elesinde mutabık değilmişler," dedi. Böylece on bin kişinin hayatına mâl olan Cemel Vak'ası meydana geldi, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr de bu harbde şehit düştüler.

İbn-i Sebe, böylece Hz. Osman'ın (R.A.) katlinden sonra maksadına doğru mühim bir merhale daha kat'etmiş oluyordu.

Hz. Ali (R.A.) Cemel Vak'ası'ndan sonra bir müddet Basra'da kaldı. Daha sonra oradan Kûfe'ye geldi. Müslümanların büyük bir kısmı, Fas'tan ta Çin hududuna kadar Hz. Ali'ye (R.A.) bîat etmişlerdi. Bîat etmeyen, sadece Suriyeli Müslümanlar kalmıştı.

Sıffin Vakıası

Hz. Ali (R.A.) Şam Valisi Muâviye'nin ve dolayısıyla Suriye'nin biatini te'min etmek için, her zaman olduğu gibi sulh yolunu tercih ederek kendisine Cerir ismindeki bir adamını elçi olarak gönderdi.

İbn-i Sebe, Hz. Ali'nin (R.A.) mes'eleyi sulh yoluyla halletme teşebbüsü üzerine, her zamanki gibi sulh yolunu tıkamak için, yine harekete geçti. Çünkü şayet sulh olursa, Hz. Ali (R.A.) bundan sonra ilk iş olarak İbn-i Sebe taraftarlarını ele alacak, suçlular tesbit edilince de akıbetleri çok kötü olacaktı. Şu halde, iki taraf da bir esas üzere barışacak olurlarsa âsilerin hezimete uğrayacakları şüphesizdi. Onun için, mutlaka bu sulha mani olunmalı' ve taraflar karşı karşıya getirilmeliydi. İbn-i Sebe ve arkadaşları hâdiseleri kendi lehlerine çevirecek bir hâlin doğmasını bekliyorlardı. Nitekim, hâdiselerin seyri lehlerine cereyan etti. Çünkü, Muâviye, Hz. Ali'nin (R.A.) bu teklifini kabul etmemişti. Neticede her iki taraf da harb hazırlıklarını tamamlayıp Muharrem ayında Sıffîn'de karşı karşıya geldiler.

Bununla beraber Hz. Ali (R.A.) ile Hz. Muâviye (R.A.) bu ayda harb etmemek için bir aylık bir mütareke yaptılar. Hz. Ali (R.A.) bu mütarekeyi fırsat bilerek, Hz. Muâviye'ye sulh için yeniden hey'etler yolladı.

İbn-i Sebe, harbe mani olmak için giden hey'etler içine adamlarını soktu. Bu adamlar Hz. Muâviye'yi mütecaviz bir lisanla tehdit etmişler ve O'na karşı, "Siz de Cemel Vak'ası'nda hezimete uğrayanlardan daha perişan olacaksınız" gibi tahrik edici sözler sarf ederek muhtemel bir sulha mani olmuşlardı.

İbn-i Sebe ve adamları, bir taraftan da Hz. Ali'nin ordusunu bir an evvel harbe girmeye teşvik ediyor ve onlara, "Şamlıların da Cemel

Vak'ası'ndakiler gibi hezimete uğrayacaklarını" telkin ediyorlardı. Neticede taraflar yine karşı karşıya geldiler ve Sıffîn Muharebesi vuku buldu.

İbn-i Sebe, bu dahilî harblerle esas maksadına yaklaşmış oluyordu. Çünkü, onun asıl maksadı, İslâm itikadına hurafeler sokarak onu aslî safiyetinden çıkarmaktı.

İnançta Çözülme

Bugün kavga eden mü'minler yarın barışabilir ve tekrar bir araya gelerek İslâm birliğini yeniden te'sis edebilirlerdi. Müslümanlar arasında tâ kıyamete kadar devam edebilecek bir ihtilâf çıkararak onları inanç yönünden parçalamak, hiziplere ayırmak icab ediyordu. Şimdi yapılacak en önemli iş, itikadları aslî çizgisinden saptırmak için dine hurafeler sokmak idi.

İbn-i Sebe bu işe, Ehl-i Beyt muhabbetini istismar etmekle başladı. Ehl-i Beyt'in en ateşli bir taraftarı olarak sahneye çıktı. Hilâfetin baştan beri Hz. Ali'nin hakkı olduğunu ve O'ndan haksız olarak gasbedildiğini etrafa yaydı. Hz. Ali ve evlâtlarını, ilâhlar Hanedanı haline getirerek İslâm Dinini Hıristiyanlıkta olduğu gibi tevhid esasından saptırmaya tevessül etti. Sonunda İbn-i Sebe başkanlığındaki bir grub, Hz. Ali'nin (R.A.), huzuruna çıkarak O'na: "Sen Rabbimizsin, İlâhımızsın," dediler. Hz. Ali, bu müşriklerin bir kısmını yaktırdı.(6) İbn-i Sebe'yi ise, ordu içinde taraftarlarının çokluğu sebebiyle, fitne ve zaafa yol açacağı endişesinden, yaktırmaktan vazgeçti. İran'ın eski hükümet merkezi olan Medayin'e sürdürdü.

Ne yazık ki, Medayin, İbn-i Sebe'nin sapık fikirlerinin üretilmesine çok müsaid bir zemin idi. İbn-i Sebe burada, vaktiyle Hz. Ali'den kaçan Haricîlerle görüştü ve reisleri Evfa oğlunu buldu. Evfa oğlunun Hz. Ali'ye karşı bir harekette bulunmak istediğini anlayınca, ona: "Böyle bir hareketle Ali'yi mağlûb edemezsiniz, ancak siz mağlûb olursunuz," dedi. Evfa oğlu, İbn-i Sebe'ye fikrini sorunca, o da: "Üç fedai ile bu işi hallederiz" dedi.

Bu konuşmadan sonra, Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnü'l-Âs'ın öldürülmesinde mutabık kaldılar. Bu maksatla üç suikastçıyı yola çıkardılar. Üç sahâbî, Ramazan'ın 17'nci günü sabah namazını kıldıracakları sırada öldürüleceklerdi. Takdir-i İlâhî ile Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnü'l-Âs bu suikastten kurtuldular. Fakat İbn-i Mülcem isimli suikastçı Hz. Ali'yi, şehadetine sebeb olan zehirli bir kılıç ile yaralamaya muvaffak oldu.

İbn-i Sebe, İbn-i Mülcem'i Hz. Ali'yi öldürtmek üzere yola çıkardıktan sonra Meymun oğlunu birkaç adamıyla Kûfe'ye göndermişti. Meymun oğlu orada: "Ali ölmedi, uruç etti, semâya çıktı. Şimdi o, bulutların üzerindedir. Çok geçmeden geri dönecek ve kılıcıyla bütün dünyaya adalet dağıtacaktır" gibi hurafeler yayacaktı.

İbn-i Sebe, yakın mesai arkadaşları ile beraber İran'da yapacakları ihanet faaliyetlerinin plânlarını hazırladılar ve çalışmaya koyuldular. O günkü içtimaî durum da onların bu plânlarını tatbike son derece elverişli idi. Şöyle ki:

İslâmiyet çok kısa bir zamanda geniş bir sahaya yayılmıştı. Bu derece geniş ve yaygın bir coğrafya üzerinde İslâm'ın bütün mânâ ve inceliklerini, hikmet ve hakikatlarını, yeni Müslümanlığı kabul etmiş milletlere, intikal ettirmek, mizaçları farklı kavimleri İslâmî potada eritmek ve yoğurmak, henüz yeni kurulmuş bir İslâm Devleti için fevkalâde zor bir işti. İslâm'ın ulaştığı her yerde, İslâm'a kitleler halinde katılmalar oluyordu. Gerçi bu durum, Müslümanları sevindiriyordu. Fakat manevî hamur gerekli şekilde yoğrulamıyor, ideal mânâda Müslümanlar pek yetişemiyor, dolayısıyla da ideal duyuş ve yaşayış açısından Müslümanlar arzu edilen kıvamda bü-tünleşemiyordu. Halk tabakaları, işlenmemiş ham toprak gibiydiler. Bu durum, bilhassa kendini İran'da açık bir şekilde gösteriyordu.

Yeni Müslüman olmuş kimseler, eski yanlış inançlarından bütün bütün kurtulmuş değillerdi. Asırlardan beri süre gelmiş hurafe ve bâtıl inançların te'sirinde kalarak ruhları, akılları, kalbleri boyanmış bu insanlara İslâm'ın vehim ve hayâlâttan, düzmece ve hurâfattan uzak olan berrak, net, safi hakikatlarım olduğu gibi kabul etmek hayli zor geliyordu. İslâmiyet bu mutaassıp insanlarca hakkıyla hazmedilemiyor ve hak din, kalblere ve hislere tam manâsıyla yerleştirilemiyordu.

Psikolojik olarak istiyorlardı ki eski inançlarını, örf ve an'anelerini de İslâmiyetle birlikte devam ettirsinler. Diğer taraftan, hilâfet makamı da, bu ülkede ikaz ve irşad hezimetini gereken seviyede yapamıyordu. O beldelerdeki insanlara, İslâm'ı bütün müesseseleriyle yerleştirme ve onların şüphe ve tereddütlerini izale etme hizmeti, büyük ölçüde aksıyordu. Zira, İslâmiyet gayet geniş bir sahaya yayılmış, sahabelerin büyük bir kısmı iç fitnelerde vefat etmiş, diğer bir kısmı uzlet hayatını tercih etmiş, bir kısmı da içtimaî hayata müdahale edemeyecek kadar yaşlanmıştı.

Bu mühim vazifenin ihmal edilmesi neticesinde, bu yeni beldeler uzun süre hamisiz ve sahipsiz kaldı. Fetih zamanında aldıkları ilk feyiz ve ilimle Kur'ân'a ve imana ait hâkikatları tamamıyla ihata edememişlerdi. Bu sebeble henüz hak ve bâtılı, hurafe ve hakikati temyiz edecek duruma gelmemişlerdi. İşte, Yahudi gibi dessas bir kavim, bu içtimaî durumdan istifade etmeyi başardı.

İbn-i Sebe'nin, İran'da menfî fikirlerini yerleştirmesinde mühim bir faktör de halkın psikolojik yapısıydı. Onların iç dünyasında, akıldan ziyade his hükmediyordu. Gönülleri hakikatten ziyade efsane ve hurafelere açıktı. Hâdiseleri mantık ve muhakeme uyumu içinde tahlil edemiyor, fikir süzgecinden hakkıyla geçiremiyorlardı.

Diğer taraftan asırlarca süren saltanatlarının ve millî gururlarının, vaktiyle köle addettikleri Araplar tarafından söndürülmesini de bir türlü hazmedemiyor, akıl plânında olmasa bile, his plânında İslâmiyete karşı bir hazımsızlık gösteriyorlardı.

İbn-i Sebe, bütün bu faktörleri değerlendirmesini bildi. Arkadaşlarını toplayarak onlara, "Biz asıl harbe yeni başladık. Bilmiş olun ki, bu, Müslümanlar arasında kıyamete kadar devam edecek bir harbtir. Şimdi, biz Ali'yi takdis edeceğiz ve ettireceğiz. O'na, yerine göre 'ulûhiyet' izafe edeceğiz, yerine göre 'peygamberdir' diyeceğiz, yerine göre de 'hilâfetin, Ali'nin hakkı olduğunu, fakat Ebubekir, Ömer ve Osman'ın O'nun bu hakkını gasbettiklerini' anlatacağız. "

İbn-i Sebe ve arkadaşları, bu kararı aldıktan sonra etraflarındaki adamlarını, bu fikirleri yaymak üzere vazifelendirdiler.

Bunlar, "Hilâfet Ali'nin hakkı idi. Hilâfete lâyık Ali ve evlâtlarıdır. Bu hak, onlardan gasbedildi. Üç halife, bilhassa Ömer, bu hakkı gasbetmekle Allah'ın iradesine karşı geldiler... Allah'ın iradesine itaat için Ali'den yana çıkmak lâzımdır..." diye telkinlere başladılar. Bu telkinler, halk tarafından kabul görünce, daha da ileri giderek insanlara ilâhlık isnad eden Hulul Akidesini İslâm inancına sokmak için gayret gösterdiler. İslâm inancını aslî çizgisinden saptırarak, tevhid akidesine taban tabana zıt bir itikadı yaymaya başladılar.

Dipnotlar:

(1) M.S. 70 yıllarında Romalıların Yahudileri Filistin'den uzaklaştırmasından sonra Yahudiler, kabile kabile Arabistan, Hicaz ve Yemen'e yerleşmişler ve buraları ikinci "Arz-ı Mev'ud" saymışlardı. Kısa zamanda buraların servet, müik ve arazilerini ellerine geçirmişler, bir taraftan Musevîliği yaymaya çalışırken, diğer taraftan da halkı alabildiğine sömürmüşlerdi. Bir ara Yemen Hükümdarı Musevîliği kabul edince, Yahudiler Yemen'de ağırlıklarını hissettirmeye başlamışlardı. Fakat İslâmiyetin doğuşu ve hızla yayılması onları endişeye sevk etmişti. Nitekim Hicaz ve civarında İslâmiyetin yayılmasıyla mağlûb ve makhur olarak oralardan sökülüp atılmışlardı. Mekke ve Medine'deki Yahudilerin Müslümanlar karşısında uğradıkları bu mağlûbiyet, Yemen Yahudilerini son derece rencide etmişti.

(2)Ziyaeddin Gümüşhanevî, Netaic-i i'tikadiye, s. 86

(3)Abdullah İbn-i Sebe hahambaşıydı ve büyük bir komiteciydi. Hz. Osman (R.A) zamanında Yemen'den Medine-i Münevvere'ye gelerek zahiren Müslüman olmuştu, ilk nifak ve ihtilâf "tohumlarını burada atmaya başladı, islâmiyeti içinden yıkmak için büyük gayret gösterdi. Bu Yahudi dönmesinin maksadı, Pavlos'un Hıristiyanlığa yaptığı gibi, islâm akaidini ifsad ederek Müslümanlığı çığırından çıkarmak ve Müslümanları birer hurâfeci ve hayalperest haline getirmekti. Şunu hemen ifâde edelim ki, Yahudilerin islâm dinine düşmanlıkları Peygamberimizin (S.A.V) doğumu ile başlamıştı. Onlar, Tevrat'tan mülhem olarak Âhirzaman Peygamberi'nin gelişini bekliyorlar, lâkin O'nun, kendi milletlerinden olacağını zannediyorlardı. Zanlarının hilâfına, Âhirzaman Peygamberi Kureyş'ten gelince, bu hâl onların kin ve hasedini galeyana getirdi. Bütün gayretlerine rağmen, gerek Resûlüllah Efendimizin hayatında, gerekse Hz. Ebûbekir (R.A) ve Hz. Ömer (R.A) devirlerinde Müslümanlar arasında en ufak bir fitne sokmaya muvaffak olamadılar. Hz. Osman (R.A) devrinin sonlarına doğru ellerine bazı fırsatlar geçti. İbn-i Sebe de bu fırsatları en iyi bir şekilde değerlendirmeyi başardı.

(4)Prof. Muhammed Ebû Zehra, Mezhebler Tarihi, s. 39.

(5)İbn-i Sebe Hıristiyanlıktaki ric'at fikrini taraftarlarına kabul ettirerek onları galeyana getirmeyi başarmıştı. İbn-i Sebe, halka, "Hz. İsa'nın geri döneceğine inandığınız halde, neden Hz. Peygamber'in tekrar geri döneceğine inanmıyorsunuz? Halbuki, şu âyet-i kerîme Hz. Peygamber'in tekrar geri döneceğini bize bildirmektedir: "Herhalde O Kur'ân'ı senin üzerine farz kılan (Allah), seni (tekrar) dönülecek yere döndürecektir." İbn-i Sebe, yukarıdaki âyeti kendi fikrine delil getiriyor ve Hz. Peygamber'in geri gelmeye Hz. İsa'dan daha fazla hak sahibi olduğunu telkin ederek halkı ifsat ediyordu. Halbuki, bu âyet-i kerîmenin mânâsı İbn-i Sebe'nin iddia ettiği gibi değildir. Bu âyet-i kerîme Hicret sırasında nazil olmuştu. Resulullah Mekke'den hicretinde, el-Cuhfe denilen yere geldiği zaman, doğup büyüdüğü Mekke'den ayrılışın ızdırabını duyarak kederlenmiş ve Cenâb-ı Hak, Resûl-i Edîb'ini (S.A.V.) teskin ve teselli için bu âyeti inzal buyurmuş ve O'nun tekrar Mekke'ye döneceğini haber vermişti.

(6)Abdurrahman İbn-i Ahmed, Şerh-i Mevakıf, s. 624, H. 1286, İst. Fahreddin Razî, Muhassilu Kelâm, s. 177, H. 1323, Mısır. Hz. Ali (R.A.) bir gün evinden çıkarken bu sapık güruhtan birkaç kişinin kendisine secde ettiklerini görmüş, onlara ne yaptıklarını sormuş. Onların kendisine "Sen, O'sun" dediklerini duyunca, hayretle: "Ben kimim?" demişti. Onlar da (hâşâ): "Sen O'ndan gayrı bir mabûd olmayan Allah'sın" demeleri üzerine celallenerek: "Bu söz küfürdür. Bundan tevbe ediniz. Yoksa sizi mahvederim" cevabını vermiş, onlara 3 gün süre tanımıştı. Verilen mühlet içinde tevbeye yanaşmadıkları için, Hz. Ali, bu sapık adamların yakılmasını emretmişti...

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.

Yasin, 77

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, hayır söylesin veya sükut etsin.

Riyazü's Salihin, 1/307

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI