ABDULLAH YEĞİN(1924 - 2016)

ABDULLAH YEĞİN Ağabey, 1924 yılında Kastamonu’nun Araç ilçesinin Kıyan köyünde doğdu. Kastamonu’da orta mektepte okurken daha çocuk sayılacak yaşta, Bediüzzaman Said Nursi’yi tanıdı ve hemen ziyaretine gitti.


Ömer Özcan

ozcannurs@hotmail.com

2008-03-15 07:14:25

AB­DUL­LAH YE­ĞİN Ağa­bey, 1924 yılında Kas­ta­mo­nu'nun Araç il­çe­sin­in Kıyan köyünde doğdu. Kas­ta­mo­nu'da or­ta mek­tep­te okur­ken daha çocuk sa­yı­la­cak yaş­ta, Bediüzzaman Said Nursi'yi ta­nı­dı ve hemen ziyaretine gitti. Meyve Risalesi'nin Al­tın­cı Me­se­le'sinde ge­çen "Mu­allim­le­ri­miz Al­lah'tan bah­set­mi­yor­lar. Bi­ze Ha­lı­kı­mı­zı ta­nıt­tır" sualinin sa­hi­bi­dir.

Abdullah Ağabey daha sonra Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesine (DTCF) kaydolur. Fakültede tercüme edebilecek kadar Arapça ve Farsça öğrenir, Almanca imtihanını da başarıyla verir. 1951 senesinde DTCF'sinin son sınıfında iken gemileri yakar ve bir daha geri dönmemek üzere yollara düşer, sevgili Üstadına vasıl olur. Niyeti bellidir, ûlvidir… Üstad'ının yanında kalıp insanların imanına, Allah'ın birliğine, O'nun Kur'anına ve Peygamberinin hakkaniyetine Risale-i Nur yoluyla hizmet etmektir niyeti. Yeğin Ağabey bu çileli ve meşakkatli yola; yokluğu, açlığı, karanlık hapishane zindanlarını bilerek, iradesiyle talip olmuştur. Hz. Üstad bu arzusunu kabul eder. Fakat Urfa'da bir dersane-i nûriye açılmış ve oraya bir nur talebesinin gitmesi lazımdır. Urfa çok önemli bir hizmet merkezidir. Bediüzzaman Hazretleri Abdullah Yeğin'i gönderir oraya. Askerliğe Urfa'dan gider, Manisa'da yapar Abdullah ağabey. Sonra tekrar Urfa'ya döner ve Hz. Üs­tad'ın em­riy­le se­kiz se­ne kadar Ur­fa ders­ha­ne-i Nu­ri­ye­sin­de kal­mış olur. Abdullah Ağabey, Üs­tad haz­ret­le­ri­nin son yol­cu­lu­ğun­da Urfa'daydı, 1960'ın Mart ayında Ur­fa'da kar­şı­la­dı Bediüzzaman'ı.

He­pi­mi­zin is­ti­fa­de et­ti­ği "Ye­ni Lü­gat" isim­li kıy­met­li ese­ri­ni Üs­tad'ın şi­fa­hî em­riy­le ha­zır­la­dı­ğı, ha­tı­ra­la­rın­dan an­la­şı­lı­yor.

Ab­dul­lah Yeğin Ağa­bey, Nur da­va­sın­dan de­fa­lar­ca mah­ke­me­ye ve­ril­di ve ha­pis yat­tı. Üs­tad'ın iki va­si­ye­tin­de adı "Ab­dul­lah" ola­rak geç­mek­te olup, bir­çok lâ­hi­ka mek­tu­bun­da da yi­ne "Abdul­lah" ve­ya "Araç­lı Ab­dul­lah" ola­rak adı­nı oku­mak­ta­yız. Abdullah Yeğin ağabeyden çok miktarda ses ve görüntülü kayıtlarım var. Bazılarını bu kitaba alıyorum.

Abdullah Yeğin Ağabey uzun ve bereketli bir hizmet hayatından sonra, 7 Temmuz 2016 tarihinde mübarek Ramazan Bayram'ının üçüncü gününde rahmet-i Rahman'a kavuştu. Bir gün sonra Fatih Camii'nde ikindi namazına müteakiben kılınan cenaze namazından sonra, Eyüp Sultan Kabristanı'na defnedildi. Rahmet dualarımızla anıyoruz...

Rİ­SA­LE-İ NUR'DA AB­DUL­LAH YE­ĞİN

"… Bu va­si­yet­na­me ben­den son­ra ba­ki ka­lan ta­yı­nat için­de de ko­nul­sun; tâ ki ba­zı insaf­sız in­san­lar, 'Bu Said gün­de beş-on ku­ruş­la ya­şa­dı­ğı ve kim­se­den pa­ra al­ma­dı­ğı hal­de şimdi­ki mi­ra­sı yü­zer li­ra gö­rü­nü­yor, ne­re­den bul­du?' de­me­mek için bu ha­ki­ka­ti iz­har et­mek müna­sip olur.

"Şim­di ma­ne­vî ev­lât­la­rım, fe­da­kâr hiz­met­kâr­la­rım olan Zü­be­yir, Cey­lan, Sun­gur, Bayram, Hüsnü, Ab­dul­lah, Mus­ta­fa gi­bi has ve ha­lis Nur'un kah­ra­man­la­rı olan Hüs­rev ve Na­zif, Ta­hi­ri, Mus­ta­fa Gül gi­bi zat­la­rın ne­za­re­tin­de o düs­tu­ru­mun mu­ha­fa­za edil­me­si­ni va­si­yet ediyo­rum. Said Nur­sî" (Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı-II, 217)

"An­ka­ra Dâ­rül­fü­nu­nun­da Nur'a ehem­mi­yet­li hiz­met eden ve Kas­ta­mo­nu'da mek­tep genç­le­rin­den en ev­vel Nur­la­ra gi­ren ve An­ka­ra'da­ki Ab­dur­rah­man'ın oğ­lu Vah­det'i hi­ma­ye ve mu­ha­fa­za­ya ça­lı­şan Araç­lı Ab­dul­lah'ın mek­tu­bun­da tam iman­lı ve din­da­ra­ne ve müj­de­kâ­ra­ne yaz­ma­sı..." (Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı, 271)

SU­RE­Tİ­NİN VE Sİ­RE­Tİ­NİN GÜ­ZEL­Lİ­Ğİ­NE HAY­RAN KAL­MIŞ­TIM

Se­ne 1972... An­ka­ra'da üni­ver­si­te ta­le­be­siy­iz, Emek Ma­hal­le­si'nde bir ders­ha­ne­de ka­lıyo­ruz. Bir gün Ab­dul­lah Ye­ğin, Mus­ta­fa Türk­me­noğ­lu, Meh­met Ar­mut­çu­oğ­lu ağa­bey­ler bera­ber­ce ders­ha­ne­mi­ze gel­di­ler. Ab­dul­lah Ye­ğin ağa­be­yi ilk de­fa gö­rü­yor­um.

Al­tın­cı Me­se­le'de ge­çen, "Kas­ta­mo­nu'da li­se ta­le­be­le­rin­den bir kıs­mı ya­nı­ma gel­di­ler. 'Bi­ze Ha­lı­kı­mı­zı ta­nıt­tır, mu­al­lim­le­ri­miz Al­lah'tan bah­set­mi­yor­lar' de­di­ler. Ben de­dim: 'Si­zin oku­du­ğu­nuz fen­ler­den her fen, ken­di li­san-ı mah­su­suy­la mü­te­ma­di­yen Al­lah'tan bah­se­dip Ha­lı­kı ta­nıt­tı­rı­yor­lar; mu­al­lim­le­ri de­ğil, on­la­rı din­le­yi­niz'" ri­ca­sı­nı Ab­dul­lah ağa­be­yin yap­tığı­nı du­y­muş­tum ve ken­di­si­ni hep me­rak edi­yor­dum. Su­re­ti­nin ve si­re­ti­nin gü­zel­li­ği­ne hay­ran kal­mış­tım; içim ısın­mış, hu­zur bul­muş­tum yan­la­rın­da… Bir ders okun­duk­tan son­ra Ab­dul­lah Ağa­bey, me­rak et­ti­ği­miz ha­tı­ra­la­rın­dan şöyle bah­set­ti:

BU­RA­YA BİR HO­CA GEL­MİŞ, Zİ­YA­RE­Tİ­NE Gİ­DE­LİM

"1940'ta Kas­ta­mo­nu Li­se­si'nde ta­le­be iken be­nim gi­bi 'Rıfat' adın­da din­dar bir ar­ka­daşım var­dı. Bir gün ba­na, 'Bu­ra­ya bir ho­ca gel­miş, zi­ya­re­ti­ne gi­de­lim' de­di. Ben de, 'Pe­ki gi­delim' de­dim. Var­dı­ğı­mız­da Üs­tad ya­ta­ğa ya­rı uzan­mış, ya­ni bir ye­re da­yan­mış, be­lin­den yu­karı­sı dik. Saç­la­rı ku­lak­la­rı­na ka­dar uzun, gö­zün­de­ki göz­lük ha­fif öne düş­müş hal­de elin­de bir ki­tap var­dı.

"Biz se­lâm ve­rip eli­ni öp­tük. Bi­ze göz­lü­ğün üze­rin­den ha­fif ba­ka­rak 'Ma­şa­al­lah, ma­şa­al­lah!' di­ye­rek bir-iki il­ti­fat et­ti ve iman-ahi­ret ders­le­ri ver­di..."

BEN ES­Kİ AB­DUL­LAH'IMI KAY­BET­Mİ­ŞİM!

"Baş­ka bir gün, 'Mu­al­lim­le­ri­miz Al­lah'tan bah­set­mi­yor­lar, bi­ze Ha­lı­kı­mı­zı ta­nıt­tır' demiş­tim. Üs­tad uzun izah­lar­da bu­lu­na­rak ce­vap­lar ver­di. Daha son­ra 'Al­tın­cı Me­se­le' ola­rak ya­zıl­dı.

"Biz git­ti­ği­miz­de ek­se­ri­yet­le Meh­met Fey­zi Efen­di bi­ze ri­sa­le­ler­den okur, biz de ye­ni yazıy­la ken­di def­te­ri­mi­ze ya­zar­dık.

"Ben o za­man­lar­da Üs­tad'ı tam ta­nı­ya­ma­mış­tım. Bir za­man son­ra Üs­tad'ı İs­tan­bul'da zi­ya­ret et­ti­ğim­de, daha sa­y­gı­lı ve daha hür­met­kâr idim. Üs­tad o za­man ba­na, 'Ben es­ki Ab­dullah'ımı kay­bet­mi­şim!' de­miş­ti.

HALK PAR­Tİ­Lİ­LE­RİN DÜKKÂNLARININ ÖNÜN­DEN GE­ÇER­Dİ

"Üs­tad'ımız hem çok te­va­zu sa­hi­biy­di, hem de kim­se­yi gü­cen­dir­mez­di. Kim olur­sa olsun Üs­tad'ımı­zı bir de­fa zi­ya­ret eden, bir de­fa gö­rü­şen he­men dost olur­du. Emir­dağ'da bulun­du­ğu­muz ye­rin ya­nı ba­şın­da Halk Par­ti­si'ne men­sup kim­se­le­rin dükkânları var­dı.

Üs­tad'ımı­zın yo­lu ora­ya düş­mez­ken hu­su­sî ara­ba­yı o ta­ra­fa çe­virt­ti­rir, on­la­ra se­lâm ve­rir­di; on­lar da 'Üs­tad bi­zi se­vi­yor' der­ler, se­vi­nir­ler­di.

SEN PAR­TİN­DE KAL, Bİ­Zİ MÜ­DA­FAA ET

"Emir­dağ'da 'Sü­ley­man' is­min­de bi­ri­si Mil­let Par­ti­si'ne il­ti­hak et­miş idi. Bu şa­hıs Üs­tad'ımı­zın De­mo­krat Par­ti'ye rey ver­di­ği­ni bil­di­ği için, 'Üs­tad'ım! Ben de DP'ye ge­çe­ce­ğim' de­di. Üs­tad'ımız, 'Yok, ol­maz! Sen Mil­let Par­ti­si için­de kal, bi­zim aley­hi­miz­de ko­nu­şan olur­sa bi­zi mü­da­faa eder­sin' de­di, mü­sa­a­de et­me­di."

ÜS­TAD'IN AB­DUL­LAH AĞA­BE­YE İL­Tİ­FA­TI

Sun­gur Ağa­bey an­lat­mış­tı:

"Üs­tad'ımız, Ab­dul­lah ağa­be­ye de­di ki: 'Ab­dul­lah! Bu ye­ni hu­ruf­la tab'ı se­nin ha­tı­rın için mü­sa­a­de et­tim, bü­tün Kül­li­yat se­nin ha­tı­rın için ye­ni harfle ta­be­dil­di…' İş­te Üs­tad, Abdul­lah ağa­be­ye böy­le il­ti­fat et­miş­ti...

ABDULLAH YEĞİN'İN URFA HAYATI

Urfa Harran Üniversitesi'nin kurucu rektörü 1939 Urfa doğumlu Prof. Dr. Servet Armağan, Abdullah Yeğin ağabeyin mahrumiyetler içinde geçen –daha sonra Yeğin Ağabeye teyid ettirdiğim- Urfa hayatını şöyle anlatıyor:

Ortaokul son sınıfta ve lise çağlarımda namaza başladım ve ilk defa kendi ayağımla Abdullah Yeğin Ağabey'in yanına gittim. Abdullah Ağabey, Balıklıgöl kenarında bulunan Rıdvaniye Camii'nde kalıyordu. "Ne yapıyorsunuz, ne ediyorsunuz?" diye yanına oturdum.

Tabii ben daha önceden Bediüzzaman ismini duymuştum, orada Risale-i Nur okunduğunu da biliyordum. Daha geriye gidersek, ortaokul çağlarımda Süleyman Cengiz isminde Urfalı bir okul arkadaşım bana Eşref Edip'in, Bediüzzaman'ın küçük Tarihçe-i Hayat'ını vermişti.

Daha sonra Risaleleri elde etmem bu şekilde Abdullah Ağabey'den oldu. Kendim gittim. Orada bana daktilo ile yazılmış Risale-i Nur'dan birkaç parça vermişti Abdullah Ağabey. "Bunu oku, sonra getir" dedi. Gittim şehrin dışında Bamya Suyu denilen yerde okudum ve birkaç gün sonra geri götürdüm. Abdullah Ağabey bana biraz daha ders okudu.

Abdullah Ağabey'in kaldığı bu Rıdvaniye Camii, Urfa'nın bir sembolüdür. Urfa'yı tanıtan TV programlarında mutlaka bu cami görüntülenir. O zaman terk edilmiş, yıkık ve bakımsız hücreleri vardı. Camide namaz kılınıyor ama eskiden yapılma hücreleri hem boş, hem de bakımsızdı. Abdullah Ağabey'in oraya yerleşmesi, idarece hem önemli değildi, hem de çok rutubetli ve bakımsız olduğu için kimsenin oturmadığı, ilgilenmediği yerlerdi. Oraya, Abdullah Ağabey'in yanına, bir günde bir kişi ya geliyor ya da gelmiyordu.

O kadar tenha ki tek başına orada kalıyordu. Cami olduğu için yatsı namazından sonra kapatıyorlar, orada hapis gibi kalıyordu. Bir taraf göl, diğer taraf kapı... Diyelim hücresi burası, tuvaleti yüz metre ileride, caminin bir köşesine yapmışlar. Çok zahmetli, rutubetli bir yerdi. Sobası yok, yakacak bir şey de yoktu. O gençlik yıllarında orada kaldı Abdullah Ağabey.

Bir müddet sonra, bu camide yazın, akşam-yatsı arası ders yapmaya başladı Abdullah Ağabey. Dersten sonra yatsı namazını kılar, biz dağılırdık. Cami kapısı kapanır, ağabey içeride kalırdı.

İşte bu derslerin benim çocukluk-gençlik ruhumda müspet tohumlar ektiğini sonraları fark ettim. Urfa'da Abdullah Ağabey'in yanı sıra Hüsnü Bayram Ağabey ve Zübeyir Ağabey de bulunmuştur. Zübeyir Ağabey telgraf memuru olarak tayinini Urfa'ya yaptırmıştı.(1)

Rıdvaniye Camii seneler sonra, 1990'ların başlarında, Şanlıurfa Harran Üniversitesi'nde rektörlük yaptığım dönemlerde restore edildi. Hücrelere kapılar takıldı. Daha güzel oldu. Gariptir, hem çok gariptir, seneler evvel ilk Risale dersini aldığım Rıd­va­ni­ye Camii'nin 25 kadar hücresinden birini, restorasyondan sonra, Rektörlük misafirleriyle görüşme odası olarak aldım. Hem de en büyük odasını... Valilik izniyle bana tahsis edildi. Bu geniş odada öğretim üyeleri, bakan ve yabancı misafirleri ağırlıyordum. Ve dahası, vaktiyle Abdullah Ağabey'in oturduğu ve benim ilk risale dersini aldığım odayı da tefriş ettirdim. Halen burada her gün dersler yapılıyor.

***

30 Ha­zi­ran 2001'de Ab­dul­lah Yeğin ve Üs­tad'ımız­la gö­rüş­müş ağa­bey­ler­imizden Kâ­mil Acar'la be­ra­ber, İz­mir Ke­mal­pa­şa da­ğın­da çam or­ma­nı için­de­ki ders­ha­ne­ye be­ra­ber git­tik. Bir gün son­ra ya­pı­la­cak Çam­lık der­sine gel­miş­ler­di. Bin­ler­ce ağus­tos bö­ce­ği­nin ceh­rî zi­kirle­ri al­tın­da ya­pı­lan gü­zel ders­ler­den son­ra Ab­dul­lah Ağa­bey bu­ra­da da ha­tı­ra­la­rı­nı bi­zim­le pay­laş­tı:

SI­LA-İ RA­HİM, MEK­TUP­LA DA OLUR

"Ur­fa'da ders­ha­ne­de ka­lı­yor­dum; dört se­ne ka­dar ol­muş, ay­rı­la­ma­mış­tım. Üs­tad'a bir mek­tup gel­miş; ya be­nim ağa­be­yim yaz­mış o mek­tu­bu ve­ya an­nem bi­ri­ne yaz­dır­mış... An­nem mek­tup­ta de­miş ki: 'Ben has­ta­yım, eğer bir-iki ay izin alıp gel­mez­se ben hak­kı­mı he­lâl et­miyo­rum!'

"Üs­tad'a böy­le bir mek­tup gel­miş. Be­nim ha­be­rim yok... Mek­tu­bu Üs­tad'a oku­muş­lar. Gü­ya Üs­tad de­miş: 'Bir-iki ay izin yok, bir-iki gün var.' Bu­nu da söy­le­yen Ze­ke­ri­ya Ki­tap­çı, şim­di Kon­ya'da pro­fe­sör... O ba­na iki sa­tır mek­tup yaz­mış: 'Üs­tad'ımı­za böy­le bir mek­tup gel­di, an­nen has­tay­mış, Üs­tad bir-iki gün izin ver­di' di­ye…

"Ben Ze­ke­ri­ya'nın mek­tu­bu­nu alın­ca, 'Epey­dir Üs­tad'a gi­de­me­miş­tim, bir-iki gün izin­le Üs­tad'a da uğ­ra­rım' di­ye doğ­ru Is­par­ta'ya git­tim. Üs­tad Emir­dağ'a git­miş, ben de Emir­dağ'a geç­tim. Tren­le gi­der­ken Nu­ri is­min­de Hay­ma­na­lı bi­ri­ne rast­la­dım. O da Üs­tad'a gi­di­yor­muş. Ta­nış­tık, Üs­tad'a be­ra­ber git­tik. İki­miz oda­ya ay­nı an­da be­ra­ber gir­dik. Üs­tad be­nim­le hiç ko­nuş­mu­yor, Nu­ri'yle ko­nu­şu­yor­du hep.

"Ney­se onu gön­der­di, ba­na: 'Sen ni­ye gel­din?' de­di. Ben de de­dim: 'An­nem­den böy­le bir mek­tup gel­miş, siz de­miş­si­niz ki: Bir-iki ay izin yok, bir-iki gün var.' Üs­tad, 'Be­nim ha­be­rim yok!' de­di. Ora­da Cey­lan Ağa­bey var­dı. 'Efen­dim! Bu, Ze­ke­ri­ya'nın dol­mu­şu­na bin­miş…' de­di. (Ab­dul­lah Ye­ğin Ağa­bey bun­la­rı an­la­tırk­en hem kendisi gü­lü­yor, hem de bi­zi de gül­dü­rü­yordu.) 'Pe­ki, bu­gün bu­ra­da kal' de­di.

"Üs­tad er­te­si gün, 'Ora­sı yal­nız ol­maz, ge­ri­ye dön. Sen mek­tup yaz­mı­yor­sun, sı­la-i rahim mek­tup­la da olur, sı­la-i ra­him yap­mı­yor­sun. Se­nin ora­yı terk et­men ol­maz, eğer se­ni gör­mek is­te­yen var­sa on­lar gel­sin' de­di. Mü­sa­a­de et­me­di ya­ni be­ni tek­rar Ur­fa'ya gön­der­di. O za­man ders­ha­ne­de Ab­dül­ka­dir Ba­dıl­lı yal­nız kal­mış­tı.

 HU­KU­KUL­LAH, HU­KUK-U RE­SU­LUL­LAH, HU­KUK-U ÜS­TAD…

"Az ev­vel an­lat­tı­ğım ha­di­se­den baş­ka bir za­man da Üs­tad'la şöy­le bir ha­tı­ra­mız geç­ti, ta­ri­hi­ni tam ha­tır­la­ya­mı­yo­rum. (Ab­dul­lah Ağa­bey bu ha­tı­ra­yı Üs­tad'ımız­dan ay­nen gör­dü­ğü gi­bi sağ eli­ni aça­rak, tek tek par­mak­la­rı­nı sırasıyla ka­pa­ta­rak an­lat­tı.)

"Üs­tad eli­ni aç­tı. Baş­par­ma­ğı gös­te­re­rek, 'Şu hu­ku­kul­la­hı gös­te­rir (baş­par­ma­ğı ka­pa­dı), şu hu­kuk-u Re­su­lul­lah (işa­ret par­ma­ğı­nı ka­pa­dı), şu hu­kuk-u Üs­tad (or­ta par­ma­ğı ka­pa­dı), şu hu­kuk-u va­li­de (yü­zük par­ma­ğı­nı ka­pa­dı), şu hu­kuk-u pe­der (ser­çe par­ma­ğı­nı ka­pa­dı)…' Son­ra eli­ni tam ka­pa­ta­rak, ya­ni yum­ruk ya­pa­rak, 'Bak bu baş­par­mak hep­si­ni kar­şı­lı­yor mu? İş­te bun­lar hu­ku­kul­laha ay­kı­rı hiç­bir şey em­re­de­mez­ler, (kü­çük par­mak­lar) em­ret­se­ler de din­len­mez' de­di Üs­ta­dı­mız.

ME­MU­Rİ­YE­TİN ŞART­LA­RI NE­LER­DİR?

"Bir gün Üs­tad de­di: 'Me­mu­ri­ye­te mü­sa­a­dem yok, sa­de­ce üç şart­la mü­sa­a­dem var:

1. Me­mu­ri­ye­ti, Ri­sa­le-i Nur'u di­ne, ima­na hiz­me­te ve­si­le ya­pacak.

2. Me­mu­ri­ye­ti dü­rüst ya­pacak, al­dığı ma­a­şı he­lâl et­ti­re­cek, doğ­­­ru­­luk­tan ay­rıl­ma­ya­cak.

3. Al­dığı ma­a­şı ik­ti­sat­la sarf ede­cek, za­ru­rî mas­raf­la­rı­na sarf ede­cek.

"Bu üç şar­tı ye­ri­ne ge­ti­ren­le­re me­mu­ri­ye­ti mü­sa­a­de edi­yo­rum.'

"Daha çok öğ­ret­men­li­ğe teş­vik eder­di.

ÜS­TAD'I UR­FA'YA DA­VET ET­MİŞ­TİM

"Cey­lan ba­na tel­graf çek­miş­ti, 'Üs­tad yal­nız' di­ye... Ur­fa'dan Is­par­ta'ya git­tim, ya­nın­da 'Vah­şi Şa­ban, Kü­çük Ali Efen­di' var­dı. Ba­na: 'Ben yal­nı­zım di­ye se­ni ça­ğır­mış­lar, ben yal­nız de­ği­lim, sen ora­yı yal­nız bı­rak­ma, tek­rar Ur­fa'ya git' de­di.

"Git­miş­ken Üs­tad'ı Ur­fa'ya da­vet et­tim. Ba­na de­di: 'Ora­da Ri­sa­le-i Nur yok mu? Ri­sa­le-i Nur var­sa ba­na ih­ti­yaç yo­ktur, Ri­sa­le-i Nur olan yer­de Ri­sa­le-i Nur be­nim va­zi­fe­mi ya­par.' Tek­rar sor­dum: 'Üs­tad'ım, gel­me­ye­cek mi­si­niz?' Hiç ses çı­kar­ma­dı, ne 'ge­le­ce­ğim' de­di, ne de 'gel­me­ye­ce­ğim' de­di sükût et­ti. Üs­tad 'ge­le­ce­ğim' de­di mi ge­lir, çün­kü Üs­tad ya­lan söy­le­mez. Ay­rıl­dık, bir ay son­ra has­ta ola­rak gel­di Ur­fa'ya...

ÜS­TAD Nİ­ÇİN HÜN­GÜR HÜN­GÜR AĞ­LA­DI?

"Üs­tad'ımız­la be­ra­ber Çamlıca'ya git­miş­tik. Oto­mo­bil­de Üs­tad, ben ve şo­för var­dı. De­ni­ze ba­ka ba­ka ge­li­yor­duk. Üs­tad'ımız bir ka­dın­la er­ke­ğin bir­bi­ri­ne sa­rıl­mış va­zi­yet­le­ri­ni gö­rün­ce bir­den hız­la ba­şı­nı öte­ki ta­ra­fa çe­vir­di ve baş­la­dı hün­gür hün­gür ağ­la­ma­ya… Kim bi­lir bu­günle­ri mi gör­müş­tü?

"Sa­de­ce çar­şı­da pa­zar­da bir­kaç ders­ha­ney­le ol­maz. Her ev ders­ha­ne-i Nu­ri­ye ol­ma­lı. Siz he­men ya­rım sa­at ders ya­pa­yım di­ye baş­la­ma­yın evi­niz­de. İl­kin iki da­ki­ka, üç da­ki­ka der­ken ya­rım sa­ate va­ra­cak­sı­nız… Alış­tı­ra alış­tı­ra ol­ma­lı. Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı-II'de Üs­tad'ımı­zın ev ders­le­ri­ne tav­si­ye­si var. Çocuk­la­rı sa­de­ce Kur'an kur­su­na gön­der­mek­le ol­maz, tah­ki­kî iman ders­le­ri için Ri­sa­le-i Nur­la­rı oku­ma­lı­lar.

"Evet Üs­tad'ımız, 'On­lar ara­ma­lı, on­lar yal­var­ma­lı' di­yor, ama ben kaç ke­re gö­züm­le gör­düm, Üs­tad ve­si­le ol­mak için ça­lı­şı­yor­du. Gö­zü­ne kes­tir­di­ği­ni he­men ya­nı­na ça­ğı­rır­dı. Mustafa Türk­me­noğ­lu bu şe­kil­de ta­le­be ol­muş­tur…

 ÜS­TAD'A GE­LEN İH­TAR VE SUN­GUR AĞA­BE­YİN BA­BA­SI…

"Üs­tad'ımız Emir­dağ'da iken ben de ora­da idim. Ra­ma­zan bay­ra­mı na­ma­zı­na git­tik. Na­maz­dan çı­kar­ken Üs­tad'ımız bu­yur­du ki: 'Bir Meh­met hak­kın­da ih­tar var.'

"Bi­ze en ya­kın, Meh­met Ça­lış­kan'dı o za­man. Üs­tad'ın dış iş­le­ri­ni gö­rü­yor­du, mek­tup ad­res­le­ri fa­lan Ça­lış­kan Ağa­be­ye ait­ti. 'Onu ça­ğır, hak­kın­da ih­tar var, ma­son­lar al­da­tı­yor­lar!' de­di. Ben de git­tim ça­ğır­dım. Bay­ram sa­ba­hı, er­ken­den dükkânı aç­mış, dükkânda bek­li­yormuş. Üs­tad'ımız ona ya­rım sa­at na­si­hat et­ti. 'Bi­ze en ya­kın Meh­met sen­sin, ol­sa ol­sa bu Meh­met sen ol­ma­lı­sın; dik­kat et kim­se­ye ka­pıl­ma, kim­se­ye al­dan­ma!' di­ye. Son­ra Ça­lış­kan Ağa­bey çok mü­te­es­sir ol­du, 'Ben ne yap­tım aca­ba? Ben kö­tü bir şey yap­ma­dım' di­ye...

"Bir-iki sa­at son­ra Üs­tad ba­na: 'Git ba­ka­lım şöy­le bir do­laş ba­ka­lım ne var ne yok' de­di. Ben Ça­lış­kan Ağa­be­yin dükkânına git­tim. Bi­ri­si gel­se za­ten onun dükkânına ge­lir­di ön­ce, mek­tup gel­se onun ad­re­si­ne ge­lir­di; onun ad­re­si, Üs­tad'ın ad­re­siy­di. O gün bir­kaç ta­ne mektup gel­miş, mek­tup­la­rı Üs­tad'a ge­tir­dim. Üs­tad hep­si­ni bi­rer bi­rer oku­du.

"Bir Meh­met'ten mek­tup ge­li­yor. Mek­tup res­mî, sa­rı bir zar­fa ya­zıl­mış. Ya­zan, Sun­gur ağa­be­yin ba­ba­sı Mehmet Efendi, De­niz­li ta­ra­fın­da ho­cay­mış. Oğ­lu­nu şi­kâ­yet edi­yor. 'Se­nin ta­le­ben böy­le mi olur? Ço­lu­ğu­na ço­cu­ğu­na bak­mı­yor, ge­li­yor se­nin ya­nı­na; işi gü­cü sa­na hiz­met et­mek' vs. di­ye uzun bir şi­kâ­yet mek­tu­bu. He­men Üs­tad: 'Ta­mam, ih­tar bel­li ol­du. Meh­met Ça­lış­kan'ı ça­ğır, onu te­sel­li ede­lim' de­di. Ça­lış­kan ağa­be­yi ça­ğır­dım. Üs­tad: 'Bak bu mek­tup­ta ne ya­zıyor. Her şe­yi­ni fe­da et­miş, ge­ce gün­düz Ri­sa­le-i Nur'la hiz­met ede­ce­ğim di­yen oğ­lu­nu şi­kâ­yet edi­yor. Ma­son­lar böy­le in­san­la­rı al­da­tı­yor!' de­di.

"On­dan son­ra Sun­gur ağa­be­yin ba­ba­sı­na mek­tup ya­zı­lı­yor. Ben yoktum, Üs­tad'ı zi­ya­rete ge­li­yor; ar­tık Üs­tad'ımız ona ne­ler söy­le­di­y­se tam ir­şat ve ik­na ol­muş. On­dan son­ra ben bir ke­re gör­düm; 'Ben Sun­gur'a ye­ti­şe­mi­yo­rum, Sun­gur hiz­met­te be­ni geç­ti' di­yor­du. Son­ra Sungur ağa­be­yi Üs­tad'ın em­ri­ne vak­fet­miş. 'Üs­tad'ım! Be­nim bun­da hiç hak­kım yo­ktur! Se­nin em­rin­de­dir!' de­miş.

"De­mek ih­tar na­sıl ge­li­yor? De­mek ki is­miy­le bi­le ih­tar bel­li. Kim­den ne­re­den bir teh­like var­sa onu Ce­nab-ı Hak bel­li edi­yor. İs­ter rü­ya şek­lin­de olur, is­ter il­ham şek­lin­de olur; onu ar­tık ih­ta­rı alan bi­lir, biz o ka­dar bi­le­me­yiz."

DERS­HA­NE ADA­BIY­LA ALA­KA­LI TAV­Sİ­YE­LER

Ab­dul­lah Ye­ğin Ağa­be­yin ders­ha­ne ada­bıy­la il­gi­li tav­si­ye­le­ri­nin yer al­dığı bir mek­tu­bu bu­ra­ya al­mak­ta fay­da mü­la­ha­za edi­yo­ruz:

"Had­dim ol­ma­ya­rak kar­deş­le­rim din­ler­ler­se on­lar­dan ri­ca­la­rım var. Ders­ha­ne­ler­de duran kar­deş­le­ri­me ri­ca ve is­tir­ha­mı­mı, dik­kat edi­le­cek hu­sus­la­rı bil­di­ğim ka­dar ya­za­ca­ğım:

1. Ri­sa­le-i Nur'a ta­le­be olan, on­da­ki ha­ki­kat­le­ri öğ­re­nir ve elin­den gel­se tat­bi­ke ça­lı­şır. Bi­rin­ci de­re­ce­de onun ala­ka­dar ol­du­ğu, ima­na kuv­vet ve­ren ha­ki­kat­ler­dir.

2. Ken­di­ni be­ğen­dir­me­ye, in­san­lar için­de nü­fuz sa­hi­bi ol­ma­ya ça­lış­maz.

3. Nur ta­le­be­le­ri­nin hep­si­ni ken­di­sin­den üs­tün ve te­miz bi­lir, ri­ya­kâr­lık eden­le­ri bil­se bi­le on­la­rın ha­ta­la­rı­nı teş­hir et­mez.

4. Ri­sa­le-i Nur'da bah­si geç­me­yen şey­ler­le uğ­raş­maz, baş­ka mev­zu­lar­la ala­ka pey­da edip on­la­ra vak­ti­ni sarf et­mez. İlk ta­nı­dık­la­rı­na ima­nî ba­his­ler oku­ya­bi­lir.

5. Kim­se­ye ta­hak­küm­va­ri ha­re­ket ede­rek ken­di­si­ni mer­ci yap­ma­ya ça­lış­maz.

6. Zah­met­li iş­le­re gö­ğüs ge­rer, ken­di­si yap­mak is­ter; yar­dım eden olur­sa ken­di men­faati­ne de­ğil, umu­mun men­fa­ati­ne ait ise ka­bul ede­bi­lir.

7. Hod­fu­ruş­luk, ken­di­ni be­ğen­miş­lik, ge­len­le­re kar­şı üs­tün­lük tav­rı­nı ve bil­giç­lik tav­rı­nı ta­kın­maz, böy­le ya­pan­lar­dan da hoş­lan­maz; sa­de­ce Al­lah rı­za­sı­nı dü­şü­ne­rek, kim­se­nin ameli­ni be­ğen­me­si­ni de­ğil, Al­lah'ın be­ğen­me­si­ni esas tu­tar.

8. Be­ra­ber kal­dı­ğı kim­se­le­re dai­ma yar­dım­cı, her hu­sus­ta on­la­rın dert or­ta­ğı ol­ma­ya çalı­şır. Şa­hıs­la­rı de­ğil, Nur'da­ki düs­tur­la­rı öğ­ret­me­ye gay­ret eder.

9. Sö­zü dö­nüp do­laş­tı­rıp iman ha­ki­kat­le­ri­ne ge­ti­rir. Yüz­de 80 in­san­lar afa­kî ha­di­sat­la uğ­raş­tı­ğın­dan, gaf­le­ti ar­tı­ran mev­zu­la­rı ke­se­rek, işi tat­lı­lık­la iman ha­ki­kat­le­ri­ne ge­ti­rir. Daima dün­ya­nın ahi­re­te ba­kan veç­he­si­ni esas tu­tar.

10. Be­ra­ber kal­dı­ğı kim­se­ler­den ay­rı­lır­ken ne­re­ye git­ti­ği­ni bil­di­rir.

11. Ku­sur gör­se onu ta­hak­küm­le de­ğil, lü­tuf­la ıs­la­hı­na ça­lı­şır. Ge­len mi­sa­fir ta­le­be ve­sair kar­deş­ler dai­ma gü­ler yüz ve hüsnü istikballe kar­şı­la­nır. So­rul­ma­yan dün­yevî iş­ler­den bah­se­dil­mez, bah­se­den­ler olur­sa ha­tır kır­ma­dan din­le­ne­rek kim­se gü­cen­di­ril­me­den ağır­la­nır. Men­fî şey­ler­den bah­se­den ol­sa ki­bar­lıkla, gü­cen­dir­me­den sus­tu­ru­lur ve­ya ders okun­ma­ya baş­la­nır. Daha iyi oku­yan var­sa din­le­mek ter­cih edi­lir."

Dipnot

(1)Urfa hizmetleriyle alakalı ilk gelişmeler şöyle: 1951 senesinde, Abdullah Yeğin Ağabey, o sırada okuduğu Ankara Dil Tarih'i terk ederek, Üstad Hazretleri'nin hizmetine girmek üzere yanına gider. Üstad onu, daha önceleri altı aylığına göndermiş olduğu Ceylan Çalışkan'ın yerine, Urfa'ya gönderir. Bu arada Üstad, İslâhiye'de telgraf memuru olarak çalışan Zübeyir Ağabey'e, tayinini Urfa'ya yaptırması için haber gönderir. Zübeyir Ağabey de tayinini Urfa'ya aldırır. Daha sonra, Hüsnü Bayram Ağabey de Üstad Hazretleri tarafından yanlarına, Urfa'ya gönderilir. Böylece bu üç kahraman talebe Urfa'da bir buçuk sene kadar kalırlar.

1953 başlarında Urfa'da, Nurculuk yapmak ve çocuk okutmaktan dolayı tevkif edilirler ve Isparta'ya götürülürler. Isparta'da iki ay kadar hapis yattıktan sonra tutuksuz olarak yargılanmak üzere serbest bırakılırlar. Üstad, Zübeyir Ağabey'i hizmet için kendi yanında alıkoyar. Abdullah Yeğin ile Hüsnü Bayram Ağabeyleri ise 1953 yılı yaz aylarında tekrar Urfa'ya gönderir. Hüsnü Ağabey bir müddet sonra tekrar Üstad'ın yanına avdet eder. İşte Servet Armağan hocamızın Abdullah Ağabey'le olan irtibatı bu tarihten sonra başlar.

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

YUSUF ÜNLÜ(1936 -)

YUSUF ÜNLÜ(1936 -)

Cübbeli Ahmed Ünlü hocaefendinin babası Yusuf Ünlü 1936’da Giresun’un Göreli İlçesinde

YILMAZ DUMAN(1938 -)

YILMAZ DUMAN(1938 -)

Denizlili Emekli Lise Öğretmeni Yılmaz Duman, 1951’de Türkiye’de ilk açılan yedi İmam Hat

ÜMMÜHAN ERGÜN(1913 – 1976)

ÜMMÜHAN ERGÜN(1913 – 1976)

Nur Fabrikası sahibi, Denizli şehidi, İslamköylü Hafız Ali Ergün’ün akıl sınırlarını

ÛLVİYE SÜMER (1895 – 1974)

ÛLVİYE SÜMER (1895 – 1974)

Ûlviye Sümer, Risale-i Nur’un Kastamonulu hanım kahramanlardandır… “Âsiye, Ulviye, Lütfi

TACEDDÄ°N TOPAL(1927-2020)

TACEDDÄ°N TOPAL(1927-2020)

Taceddin Topal ağabeyimiz Isparta/Yalvaçlıdır. Yalvaçlılar O’na Taci Dede diye biliyor ve ö

ŞÜKRÜ ALTUĞ(1914 – 1984)

ŞÜKRÜ ALTUĞ(1914 – 1984)

Isparta’nın Sav köyü bin kalemle Risale-i Nur eserlerini yazarak çoğaltan, Hz. Üstadın ifad

ÅžEVKET AKIN(1923 -2021)

ÅžEVKET AKIN(1923 -2021)

Batmanlı Şevket Akın, Bediüzzaman hazretlerini 1952 yılında Isparta’da ziyaret ediyor. Aynı

ŞAHABEDDİN ÜNLÜ (1945 -2021)

ŞAHABEDDİN ÜNLÜ (1945 -2021)

Bolvadinli Emekli Edebiyat öğretmeni Şahabeddin Ünlü ile Ankara’da halef selef oluyoruz. Biz

ŞAHABEDDİN GARGILI(1924 – 2017)

ŞAHABEDDİN GARGILI(1924 – 2017)

Molla Şahabeddin Gargılı, 1924 yılında Bingöl’ün Kığı ilçesinde doğmuştur. Erzurumlu

SÜLEYMAN ÇAĞAN(1930 - )

SÜLEYMAN ÇAĞAN(1930 - )

Malatya/Doğanşehirli Süleyman Çağan ağabeyimiz üç arkadaşıyla beraber Hz. Üstad’ı Ispa

SAİD NUR ÇELEBİ (1948 -)

SAİD NUR ÇELEBİ (1948 -)

Risale-i Nur hizmetkârlarından iki bahtiyar hanedanın silsilesi Said Nur Çelebi’de buluşuyor.

O gün ne mal fayda verir, ne de evlat. Ancak Allah'a selim bir kalb ile gelenler (fayda görürler.)

Åžuara, 88-89

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Resulullah (sav) buyurdu ki: "Kim "üç kız" veya "üç kızkardeş" veya "iki kızkardeş" veya "iki kız" yetiştirir, terbiye ve te'diblerini eksik etmez, onlara iyi davranır ve evlendirirse cenneti hak etmiştir."

Ebu Davud, Edeb 130, (5147); Tirmizi, Birr, 13 (1913)

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI