SÜNNET VE TEŞRİDEKİ YERİ DOSYAMIZ
Takdim Geçen günlerde Konya’dan muhterem Salih Ekinci Hocaefendi arayarak Sünnet’in hüccet oluşuna dair kaleme aldığı bir yazıyı sitemizde yayınlamak üzere göndermek istediklerini söyledi. Çok sevindiğimi belirtip, teşekkür ettim
Takdim
Geçen günlerde Konya’dan muhterem Salih Ekinci Hocaefendi arayarak Sünnet’in hüccet oluşuna dair kaleme aldığı bir yazıyı sitemizde yayınlamak üzere göndermek istediklerini söyledi. Çok sevindiğimi belirtip, teşekkür ettim.
Büyük bir ehl-i tahkik olan hocamızın bu yazısı Sünnet Dosyamızı oluşturdu. Allahu Teala kendisinden razı olsun ve ümmete nice böyle ışık tutucu yazılar ve eserler neşretmesini nasip etsin. Salih Okur
Sünnet Kelimesinin Lügat ve Istılah Anlamı
Sünnet kelimesi, lügat ve ıstılah bakımından farklı anlamlara geldiği gibi, değişik ilim dallarında âlimler tarafından ona yüklenilen terimsel anlama ve kullanıldığı makama göre de mana farklılığı arz eder.
Sünnetin Lügat Anlamı
Sünnet kelimesi lügatte "yol", “öncekilerin belirleyip de sonrakiler için yaşam tarzı haline gelmiş yol” ve “övülen olsun, yerilen olsun yaşam tarzı” anlamına gelir. (Bkz. Lisanu’l-Arap, Muhtaru’s-Sihah, “senne” maddesi.)
Kur’an ve Nebevî Sünnette, “sünnet” kelimesi bu anlamıyla, yani lügat anlamıyla kullanılmıştır. Çünkü Kur’an ve sünnette kullanılan kelimeler, anlamını tayin eden şer’i bir örf olmadığında, lügatteki anlamını ifade eder. Bu kelimeye ilişkin de şer’î bir örf bulunmamaktadır. Nitekim Yüce Allah: “Bu, senden önce gönderdiğimiz resullerin sünnetidir (yoludur).” diye buyururken, Nebisi (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem): “Kim İslam’da iyi bir sünnet (yol) açarsa, kendisine bu yolu açma sevabı olduğu gibi, onun ardından o yola uyanların sevabı da, hiç eksilmeksizin vardır. Ve kim kötü bir sünnet (yol) açarsa, ona bu yolu açma günahı olduğu gibi, onun ardından bu yola uyanların günahı da hiç eksilmeksizin vardır. Ayet ve hadiste belirtildiği üzere sünnet kelimesi lugat manası ile kullanılmıştır.
Ne var ki, “sünnet” kelimesi izafe (tamlama) şeklinde ve elif lâm takısıyla belirtili olarak değil de, tek başına kullanıldığında bu anlamı ifade eder.
Sünnetî (benim sünnettim) şeklinde “ya-i mütekellime” izafe edildiğinde veya es-Sünnetu biçiminde “elif lam-ı ta’rif ” ile belirlendiğinde –ki hadislerde umumiyetle böyle kullanılır- “Nebi ve Resul olma vasfıyla Peygamber Efendimizin getirdiği ve dinde tâbi olunması gerekli olan şeriat ve yol” anlamını taşır. Bu anlama göre “sünnet”; Kur’an’ın ve Nebi’nin (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem) âhâd veya mütevâtir senetlerle aktarılmış sözleri, fiilleri ve takrirlerinin delalet ettiği; itikadî ve amelî vacipleri, nafileleri, şer’î adapları, hülasa bütün dini hükümleri kapsar. Bu ـanlamıyla “sünnet”, “bid’at” kavramının karşıtı olarak kullanılır.
Nitekim delil getirme ve sünnete tutunmanın önemini vurgulama makamlarında sahabe, tabiin ve diğer selef âlimleri tarafından “sünnet” kelimesi, bu anlamıyla kullanılmış ve bu kullanım onların arasında yaygınlık kazanmıştır.
Bu nedenledir ki âlimler, sahabî veya tabiinin “mine’s-sünneti keza: şu husus sünnettendir” sözünden kastedilen mananın “bu husus, Nebi’nin (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem) sözlerini, fiillerini ve takrirlerini kapsayan sünnetindendir” şeklinde olduğunu beyan etmiş ve bu sözü içeren rivayetleri “hükmen merfu ” kabul etmiştir.
Sünnet kelimesini içeren rivayetlere şu örnekleri verebiliriz:
*Enes b. Malik(radiyallahü anhü), Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir.”
*Ebu Said el-Hudrî (radiyallahü anhü), şöyle rivayet etmiştir: “İki adam beraber bir seyahate çıkmıştı. Yolda namaz vakti girmiş ve yanlarında su bulunmadığı için temiz bir toprakla teyemmüm alıp namaz kılmışlardı. Daha sonra henüz vakit çıkmadan su bulmuşlar ve biri abdest alıp namazını iade ederken diğeri ne abdest almış ne de namazını iade etmişti. Döndüklerinde Resulullah’a (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem ) gelip durumu anlattılar. Bunun üzerine Resulullah (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem) namazı iade etmeyene “esabte’s-sünnete: sünnete isabet ettin”; diğerine de “sana da iki ecir var” dedi.”
Peygamber Efendimizin “sünnete isabet ettin” sözünün anlamı, “benim getirdiğim şer’î yola(hükme) isabet ettin” şeklindedir. Evet, sahabî, tabiîn ve onlardan sonraki selef alimleri, şer’î hükümlere kaynak teşkil etme makamında umumiyetle “sünnet” kelimesini, Kur’an’a mukabil kullanmış ve bu kullanımla şer’î delillerin bu iki kısmı arasında ayırım yapmayı kastetmiştir. Öyle ki bu kullanım onların arasında yayılmış ve “ şer’î kaynakları belirtme” makamında bu ayırımı ifade etmek üzere kavramlaşmıştır. Ama elbette ki bu kullanımla, Peygamber Efendimizin hadislerinde geçen “sünnet” kelimesinin, Kur’an’ın delalet ettiği hükümlerin dışındaki hükümlere mahsus olmasını ve mutlak olarak sünnet’in yalnızca bu anlama gelmesini kastetmemiştir.
Bütün mesele şundan ibarettir: Onların şer’i delillerin bu iki kaynağı arasında ayırım yapma isteği, onları “kaynakları belirtme” makamında “sünneti” bu delillerin bir bölümüne tahsis edip onu Kur’an’a mukabil kullanmaya sevk etmiştir. Sünnete verdikleri bu anlamın alameti de sünnetin bu makamda Kur’an’a mukabil kullanılmasıdır.
Ama sünnete tâbi olmaya, ona tutunmaya teşvik ve bid’atten sakındırma makamlarında, hem selef ve hem de halef alimleri sünnet kelimesini, âmm (genel) olan anlamında; yani yukarda zikrettiğimiz “Nebi ve Resul olma vasfıyla Peygamber Efendimizin getirdiği, gerek Kur’an ve gerekse Nebi’nin (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem) fiil, kavil ve takrirleriyle ispatlanan ve tâbi olunması gerekli olan şeriat ve yol” anlamında kullanmıştır. Bu makamda hiç kimse onu, Kur’an’a mukabil olma anlamına tahsis etmemiştir.
Usulcülere Göre Sünnet
Usulcülerin yanında sünnet, “Bi’setten (gönderildikten) sonra Nebi’den (sallallahü Teala aleyhi alihi ve sellem) sadır olan fiil, söz ve takrirler” anlamındadır. Onlar sünneti, Kur’an dışında Nebi’nin söz, fiil ve takrirlerine özgü kılıp Resulullah’ın ahlakî hasletlerini, fiziki özelliklerini ve bi’setten önceki söz ve fiillerini bu kavramın dışında tutarlar. Bunun nedeni, usul ilminin konusunu “delil getirme ve şer’î delillerin (kaynakların) kısımlarını belirleme”nin oluşturmasıdır. Nitekim onların, şer’i delillerin kısımlarını ayırma gayeleri, onları Kur’an ve sünnet arasında ayırım yapmaya ve sünneti, Kur’an’ın dışındaki delillere tahsis etmeye götürdüğü gibi onların araştırma konularının “istidlal” oluşu da onları; sünneti, şer’î hükümlere delil olan Resulullah’ın söz, fiil ve takrirlerine özgü kılıp, O’nun ahlakî hasletlerini, fiziki özelliklerini ve nübüvvetten önce O’ndan sadır olan söz ve fiilleri sünnetin anlam alanının dışında bırakmaya sevk etmiştir.
Muhaddislere Göre Sünnet
Hadisçilerin ıstılahında sünnet, “Nebi’nin (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem ) gerek gönderildikten sonra ve gerekse gönderilmeden önce aktarılan hem söz, fiil, takrirleri; hem ahlakî hasletleri ve fizikî özellikleri ve hem de sireti hakkındaki rivayetlerin bütünüdür.” Muhaddislerin ekserine göre “sünnet”, “hadis” kelimesinin müradifidir (eşanlamlısıdır).
Muhaddislerin bu kavramı böylesine ta’mim etmesinin(genellemesinin) nedeni, teşri ile alakası olsun olmasın Resulullah’la ilgili her rivayeti nakletmenin, onlar tarafından birinci dereceden önem atfedilen konu telakki edilmesi ve uğraş alanı olarak belirlenmesidir.
Fakihlere Göre Sünnet
Fakihlere göre sünnet, “Resulullah’ın yaptığı sabit olup farz ve vacip olmayan şer’î hükümler” demektir. Onlar sünneti, farzın ve vacibin karşıtı olarak kullanmıştır. Bu ıstılah, hicri ikinci asır ve sonrasında, tabiin döneminden sonra çıkmış ve yaygınlık kazanmıştır.
Burada dikkatleri önemli bir hususa çekmek istiyorum, bazı mezhep fakihleri, Peygamber Efendimizin, sahabi ve tabiinlerin kelamında varit olan ve yukarda da değindiğimiz gibi “dinde tâbi olunması gereken şer'i yol ve Nebi'nin hanif menheci” anlamında olan sünnet kelimesini, fıkıh ıstılahındaki anlamıyla anlayıp bu iki manayı birbirine karıştırmış ve onların sözünde geçen “sünnet” kelimesini bir amelin –fıkhî anlamda- sünnet olmasına delil kılmışlardır.
Bu, dikkat edilmesi gereken bir hatadır. Çünkü defaatle belirttiğimiz gibi, Nebevî hadislerde ve sahabe ve tabiinin sözlerinde varit olan “sünnet” kelimesi, yukarda zikrettiğimiz ikinci anlama geldiği için hem itikat, hem ibadet, hem muamelat ve hem de ahlak, âdâp ve bunların dışındaki hususları kapsar. Dolayısıyla bu anlamıyla “sünnet”; farzları, vacipleri ve teşvik edilip müstehap olan söz ve amellerin tamamını içerir.
Fakihlerin kelamında ve fıkıh kitaplarında geçen “sünnet” ise farz, vacip ve mubahın karşıtı olmakla hudutlandırılan fıkha özgü bir terimdir. Bu her iki anlam ve kullanım arasındaki fark açıktır. Bir amelin sünnet oluşunu, yani vacip olmayışını, Peygamber Efendimizin, sahabe ve tabiinin kelamında varit olan “sünnet” kelimesi ile ispata kalkmak, apaçık bir hatadır.
Sünnetin hüccet olmasını inkâr edenlerin hükmü nedir?
Bu soruya cevap vermeden önce, sünnetin Kur’an’ı Kerim gibi şer’i hükümlerde delil kaynağı olabileceği öyle ki şer`i hükümlere delil getirme konusunda aralarında herhangi bir farkın olmadığını ispatlamamız gerekir.
Sünnetin hüccet olabileceğini inkâr edenler şu dört grupta yer alır:
Birinci grup: Mütevatir ve haber-ul âhad olmak üzere sünnetin tamamının hüccet olmasını inkâr ederler.
İkinci grup: Sünnetin haber-ul âhad kısmını inkâr ederler.
Üçüncü grup: Haber-ul âhad`da yer tutmuş büyük bir bölümü inkar ederler. Bu inkar haber’ul âhad yeterince tenkit edilmedi, şayet gereğince tenkit edilseydi muhaddislerin sahih diye hükmettikleri bir çok hadisin zayıf olduğundan şer`i hükümlere delil getirilemez olduğu ortaya çıkardı iddialarıyla oluşan şüphenin neticesidir.
Dördüncü grup: Sünnetin başlı başına ahkâm koyabilirliğini inkâr etmekle; sünnetin, Kur`an’ı yalnızca destekleyici ve açıklayıcı olmak üzere geldiğini iddia eder.
Biz de bunlara karşın sünnet ve delil olduğu konusundaki yazımıza dört bölümde yer veriyoruz:
•Birinci bölüm: Gerek mütevatir gerekse haber`ül âhad olsun; sünnetin genel bir kavramla hüccet olduğu konusunda.
•İkinci bölüm: Haber`ül âhad’ın hüccet olduğuna dair ispatlar hakkında.
•Üçüncü bölüm: Sünnetin haber’ül âhad kısmı gereğince tenkit edilmiş olduğunun izahı hakkında.
•Dördüncü bölüm: Sünnetin başlı başına şer`i hükümler koyabilirliğinin îzahı hakkında.
BİRİNCİ BÖLÜM
Mütevatir Olsun, Ahad Olsun Sünnetin tamamı hüccettir
Mütevatir olsun âhad olsun sünnetin bir bütün olarak hüccet olması, Allah (celle celalühü)’ın kitabı ve Resulü’nün (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem) sünneti, sahebe ve tabiinin söz ve amelleri ile sabit olduğu gibi dinin kesin delillerinden olan icmâ ile de sabittir.
1- SÜNNETİN HÜCCET OLDUĞUNA DAİR KUR’AN-I KERİM’DEN DELİLLER:
Allah(celle celalühü) Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde resulü Muhammed (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem)’in sünnetinin hüccet olup her Müslüman’ın uyması gerektiğini açıklamıştır. Kur’an-ı Kerim’in Allah(celle celalühü)’ın kelamı olduğuna iman edeni; sünnetin de şer`i hükümlerde hüccet olduğuna iman etmesi gerekir ki bunu inkâr eden Allah(celle celalühü)’ın kelamını inkâr etmiş olur. Kur`an-ı Kerim’i incelediğimizde Allah(celle celalühü)’ın Muhammed(sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem)’i elçilik misyonuyla bağdaşan bir takım özellik ve meziyetlerle donattığı kanısına varırız.
a)Bu özelliklerden biri Allah(celle celalühü)’ın indirmiş olduğu kitap için resulünü bir açıklayıcı kılmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “ Biz zikri (Kur`an’ı) sana indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni beyan edesin (açıklayasın) ”(Nahl, 44). Beyan, Kur’an’da mücmel bir ifadeyi (genel kavram), ilgili hükümlerle açmakla düşünülebilir. Namaz, oruç, zekat, haç gibi hükümlerin; şekil, vakit, sayı, miktar, şart, âdab ve diğer olması gereken maddelerin beyanı gibi. Bu ayet, mücmeli tafsil eden ve müşkilleri izah eden sünnetlerin hüccet oluşunu –ki bunlar sünnettin büyük çoğunluğunu oluşturur- ispatlar.
b)Peygambere bahşedilen bir diğer özellik; Allah(celle celalühü)’ın kendisine yapılan itaat gibi peygamberinde itaat edilmesini vacip kılmasıdır. Allah(celle celalühü) kendisine yapılan itaat ile Peygambere yapılan itaati ayırıp bunları başlı başına iki farklı itaat kılmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“ Hiçbir Peygamberi Allah’ın izniyle itaat edilmesi dışında bir sebeple göndermedik ” (Nisa, 164).
“ Ey! İman edenler Allah’a ve resulüne itaat ediniz ”(Enfal, 20).
“ Kim Peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur ”(Nisa, 80).
“ Ey! İman edenler Allah’a itaat edin, Resul’üne itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de… Şayet herhangi bir şeyde tartışmaya (nizaa) düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah'a ve Resul’üne havale ediniz. Bu daha hayırlı ve akıbet itibariyle daha güzeldir. ”(Nisa, 59)
“ Hayır! Rabbine ant olsun ki onlar aralarında vuku bulan anlaşmazlıklarda seni hakem kılmadıkça sonra da vereceğin hükmü gönül huzuruyla kabul edip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. ”(Nisa, 65)
Bu ayetler Peygamber’in beraberinde getirip emrettiği bütün şeylerde itaat edilmesinin vacip olduğunu kanıtlar. Ve yine kanıtlar ki, birbirinden ayrı iki itaat vardır: Allah’ın kitabında emrettiklerine itaat ve Allah’ın emretmeyip, resulünün emrettiklerine itaat. Aynı zamanda son iki ayet insanların Allah’ı ve Resulünü çekiştikleri ve aralarında karışıklığa uğramış her şeyden hakem kılıp verilen hükme rıza göstermedikleri sürece iman etmiş olmayacaklarını kanıtlar. İki önemli vurgu: Allah ve Resulünü çekişme konusunda hakem tayin etme; Peygamberin verdiği hükme rıza gösterme.
Malumdur ki, insanlar arasında vuku bulan anlaşmazlıkların büyük kısmı için Kur’an-ı Kerim'de uzlaştırma hükmü belirtilmemiştir. Ve Kur'an, yukarıda zikrettiğimiz her iki ayetle insanlara, düştükleri bütün anlaşmazlıklar da Allah ve Resulünün hükmüne müracaat etmeyi emretmektedir. Demek ki hükmü, Kur'an da zikredilmeyen diğer anlaşmazlıklar için Kur'an, bizi Resulullah'ın sünnetine yönlendirmektedir. Şayet sünnet, Kur'an-ı Kerim gibi hakem kılınıp itaat edilmesi vacip olmamış olsaydı, Allah (celle celalühü) bütün Müslümanlara tüm anlaşmazlık ve davranışlarında kendisini ve Resulünü hakem tayin etmelerini emretmezdi.
c) Peygambere bahşedilen bir diğer özellik, onun bütün Müslümanlar için uyulması zorunlu olan örnek insan olmasıdır. “ Sizler için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman kimseler için Allah resulünde güzel örnek vardır. ”(Ahzap, 21).
Yüce Allah, peygamberin kayıtsız şartsız bir şekilde güzel örnek olduğunu belirtmiştir. Bu, Müslümanların söz, fiil ve davranışlardan oluşan bütün işlerde peygamberi örnek edinmek ve ona uymakla emredildiklerini gösterir. Aynı zamanda bu, sünnetin bütün kısımlarıyla hüccet olduğunun bir delilidir. Sünnetin hüccet olduğuna dair Kur`an-ı Kerim’deki delillerden bu kadarıyla yetiniyoruz. Çünkü makale bunlardan fazlasına yer vermez.
2.SÜNNETİN HÜCCET OLDUĞUNA DAİR SÜNNETTEN DELİLLER:
Bu makalemiz uzamasın diye bu konuya yalnız iki hadis getirmekle yetineceğiz:
a-Ebu Hureyre (radiyallahü anhü) Allah Resulü’nün şöyle buyurduğunu nakleder: “Sizi kendi halinizle baş başa bıraktığım sürece beni bırakın. Zira sizden öncekileri çokça soru sormaları ve Peygamberlerine muhalefet etmeleri helaka uğrattı. Sizi bir şeyden sakındırdığımda ondan kaçının. Size bir şeyi emrettiğimde, gücünüz oranında onu yerine getirin. ”(Buharî, Müslim, Tirmizi ).
b-Ebu Hureyre (radiyallahü anhü) Allah Resulü’nün şöyle buyurduğunu nakleder: “Cennete girmemekle direnen hariç ümmetimin tümü cennete girecektir.’ Cennete girmemekle kim direnir? diye sorulduğunda: ‘bana itaat eden cennete girer, bana itaat etmeyen cennete girmek istemeyendir’ şeklinde cevap verir.”(Buharî).
Sünnetin hüccet oluşu, sünnet ile şu şekilde ispatlanır: Resulullah'ın nübüvvetini ispatlayan deliller, aynı zamanda O'nun tebliğ makamında Allah'tan aktardığı haberlerde de masum (yalan ve hatadan beri) olduğunu ispatlar. Allah Resulü, Kur`an-ı Kerim’in Allah’ın kelamı olduğunu haber verdiği gibi emirlerine riayet ve nehiylerinden sakınma suretiyle O'na uymanın ve itaat etmenin vacipliğini de ifade etmiştir. Yani Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın kelamı olduğunu ispatlayan Peygamberimizin sünneti, aynı zamanda Resulullah'a itaat etmeyi de yani sünnetlere itaat etmeyi ispatlayıp vacip kılmıştır.
3.SÜNNETİN HÜCCET OLDUĞNA DAİR AKLÎ DELİLLER:
a.Şayet sünnet kabul görüp amel edilmesi gerekli bir hüccet olmasaydı İslam dinine ait hiçbir şey ispatlanmış olmazdı ve Kur’an’ı Kerim’in de Allah (celle celalühü) kitabı olduğu ispatlanmamış olurdu. İslam’ın Allah (celle celalühü) katından indirilmiş bir din ve Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın kelamı olması Muhammed (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem)’in peygamberliğinin ispatlanmasına bağlıdır. Çünkü Muhammed (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem)’in peygamberliği, mucizeyle teyit edilen nübüvvet iddiasıyla sabittir.
Peygamberlik sadece olağanüstü bir hal sergilemekle yeterli kalmaz; zira bu olağanüstü hal peygamber olmayanda da görülebilir. O halde Muhammed (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem)'in Peygamberliğini iddia etmesi, sözlerinden bir söz olup nübüvvetin sübutu ve Kur’an-ı Kerim’in Allah (celle celalühü) kelamı olduğunun sabit olması kendisine dayanılan sünnetlerden bir sünnettir. Eğer bu iddia olmasaydı bu söylediklerimizden hiçbir şey sabit olmazdı.
b.Kur’an-ı Kerim’in hak ve Allah (celle celalühü)’ın kelamı olması, peygamber(sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem)’in “Kur’an-ı Kerim Allah’ın kelamıdır” sözüne tevakkuf eder. Bu söz ise onun sözlerinden bir söz, sünnetlerden bir sünnettir. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in hüccetliği, sünnetin hüccet olmasına dayanır.
c.Sünneti devre dışı bırakarak Kur’an-ı Kerim ile amel etmek mümkün olamaz. Zira Kur’an-ı Kerim hükümlerinin birçoğu mücmel (genel kavram) içerikli hükümlerdir. Onda ayrıntılı olarak zikredilen hükümler çok azdır.
Bu mücmel (genel kavram) yüklü hükümlerin tafsilat ve açılımlarında Allah (celle celalühü) şu ayetiyle peygamberini merci göstermektedir: “ Biz zikri (Kur`an-ı Kerim’i) sana indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni beyan edesin (açıklayasın) ”(Nahl, 44). Şayet peygamberin bu hükümleri açıkladığı doğrultuda amel etmek vacip olmasaydı, mücmel olarak ifade edilmiş hükümlerle amel etmek mümkün olmazdı.
Buna örnek vermek gerekirse Allah’ın “namazı ikame (dosdoğru) kılın” emrini düşünebiliriz. Namazı ikame (dosdoğru) kılmak namazın şekil, sayı, miktar ve vakitlerini bilmeye dayanır (ki bunlar Kur’an-ı Kerim’de yer almamaktadır). Hakeza bunları zekât, oruç, hac ve saire amelle ilgili şeri ahkâmlar ibadetleri içinde söyleriz. Durum böyleyken Allah Müslümanlara alışveriş, miras, nikâh ve cinayet gibi konularla ilgili aralarındaki bütün çekişme ve karışıklıktan ötürü Allah (celle celalühü)’ı ve resulünü hakem seçmeyi emreder. Hiç şüphe yoktur ki Kur`an-ı Kerim bu karışıklıkların bir hayli az kısmına cevap sağlamıştır. Hatta bu az kısmı bile ekserisi mücmel olup tafsile ihtiyaç duyar. Eğer ki şer’i hükümlerin ispatı Kur’an-ı Kerim’deki hükümler veya ispatı ve delalet etmesi kati (kesin) hükümlerle sınırlı kalsaydı sadece Kur’an-ı Kerim’le amel edilmez ve amel edilmediği içinde Kur’an-ı Kerim’in hükümleri fayda sağlamayıp terk edilirdi. Allah kelamı bu olumsuz vasıflarla vasıflanmaktan ve akl-ı selim sahibi insanların aklına muhalif bir durum ihtiva etmekten münezzeh ve yücedir.
Bu delil sünnetin genel bir açıyla hüccet olduğuna delalet ettiği gibi sünnetin haber’ül vahid kısmının da hüccet olduğuna delalet etmektedir. Zira Kur`an-ı Kerim’i açıklayan sünnetin büyük bir kısmı haber’ül âhad’dan oluşmaktadır. Şayet haber’ül âhad’ın amel edilmesi gerekli bir hüccet olmasaydı, Allah (celle celalühü)’ın kitabıyla amel edilmesi mümkün olmazdı.
HABER’ÜL ÂHAD’IN HÜCCET OLDUĞUNA DAİR İSPAT:
İKİNCİ BÖLÜM
Genel bir bakışla sünnetin hüccet olduğunu inkâr etmeyip mütevatir dışında kalan haber-ul ahâdı inkâr eden kesim mevcut. Sebep: Haber-ul ahâdin kesin bilgi kaynağı olmadığını düşünmeleri. Ve iddia ederler ki Allah’ın dininde amel edilmesi gereken "zan" değil, yakin (kesin bilgidir). Çünkü zan, hakikati kesin ifade etmediğinden sebep, hakikatin hiçbir şekilde yerini almaz. Bu kesime cevaben diyorum: Birçok delil vardır ki Allah’ın dininde zanla veya zanna dayalı haber-ul ahâd ile amel edilmesinin vacip olduğunu gösterir.
Birinci delil: Zan ile amel etmek, dünyevi bir zorunluluk olduğu gibi dini bir zorunluluk olduğu da kesindir. Gerçek olan şu ki, dünyevi işlerimizin nerdeyse tamamı zan üzerine kaimdir, bir insan sadece ilerde oturacağım ümidiyle bir ev inşa eder, bir öğrenci yalnızca bitirip mesleğimi alırım umuduyla okula başlar ve hâlbuki bunlar sadece zandır.
Hatta iyi düşünüldüğünde zanla amel etmenin rahmet olduğu anlaşılır. Eğer insanoğlu yapacağı herhangi bir işi neticesini kesin bilerek yapacak olsaydı, yani neticesini kesin bilmediği bir şeyi yapmayacak olsaydı, o takdirde hiçbir kimse neticesini kesin bilmediği hiçbir işe başlamayacak, binaenaleyh dünyanın çarkı duracak ve yaşam insanoğlu için çekilmez bir azap haline dönüşecekti. Çünkü insanoğlu yaptığı işi hiçbir zaman neticesini (sonucunu) kesin (yakini) olarak bildiği halde yapmaz, hep zan üzerine bina ederek yapar.
Binaenaleyh zan üzerine bina edilerek yapılan işler hep azimle gayretle yapıldığı için dünya çarkı hiç durmaz ve yaşam zanla (ümitle) devam eder. Kur’an ve mütevâtir sünnetle amel etmenin ancak ahad haberlerle amel etmekle mümkün olabileceğini daha önce belirttik. Kur’an-ı Kerim amel edilsin diye indirildiğine göre bunun yolu sünnetin haber-ul ahâd kısmına amel etmekten geçer.
İkinci delil: Yüce Allah der ki: “Şayet bir fasık size bir haber ulaştırdığında (o haberi) araştırın.” (Hucurat,6) Bu ayetten anlaşılan, adil kişinin verdiği haberin araştırılmasının vacip olmaması ve zan ifade eden haberi vahid ile amel etmenin caiz olduğunu gösterir.
Üçüncü delil: Allah Resulü’nün (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem) dini hükümleri tebliğ ve helal-haramı bildirmek için bir takım elçiler görevlendirdiği mütevâtir rivayetlerle sabittir. Kimi zaman bu elçiler, beraberlerinde yazılı belgeler taşıdılar. Bu duruma krallara gönderilen elçileri örnek verebiliriz. Allah Resulü'nün (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem) emirlerini taşımaları ahâd yolu üzeriydi. Bununla beraber elçiler masum olmayıp taşıdıkları haber zan çemberine dâhildi. Şayet haber-ul ahâd hüccet olmamış olsaydı, tebliğ görevi ifâ edilmiş olmazdı.
Dördüncü delil: Sahabiler (radiyallahü anhü) sınırlanmayacak kadar çok vakıalarda adil kişinin bildirdiği haber ile amel edilmesinin vacip olduğuna icmâ ettiler. Bu vakıalar tek tek mütevâtir derecesine ulaşmasalar da bir bütün olarak mütevatirdir. Sabit vakıaların tümünü ele almaya kalkarsak buna nefesler yetmez; kâğıtlar ise yazmakla tükenir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
AHAD HABERLERİN YETERİNCE TENKİT EDİLDİĞİNE DAİR AÇIKLAMA
Muhaddislerin Peygamber sünnetine yönelik çalışmalarındaki gayretkeşliğe aşina olan kimse, uzman muhaddislerin sünnete yapılması gereken en büyük hizmeti yaptıkları kanaatine varır. Tarih boyunca da sünnete en büyük ve emsalsiz hizmeti muhaddisler yapmıştır. Nebevî hadise hizmet etmek için ömürlerini harcayan onlardır. Onlar ki bu yol uğruna canını ve cananını ortaya koyarlardı. İnsan aklının daha doğrusunu kavrayamayacağı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak ve tenkit edilmesi gereken haberleri tenkit etmek için öyle ölçüler belirlediler ki onlarla usul ve kaideler oluşturdular. Sonra hadisleri, oluşturdukları bu doğru kaidelere sunmakla sened ve metin tenkidi yaptılar. Böylesi çalışmalarla akıllara dehşet saçan mükemmel neticeler sergilediler.
Muhaddislerin yeteri kadar metin ve sened tenkidi yapmak için ilme dayalı esas ve formül saptadıklarını birçok insan itiraf etmekte, ancak bu ilme dayalı esas ve formüllerin sened tenkidinde gereği veya gereğine yakın uygulandığını; metin tenkidinde ise gereğince uygulanmadığından sahih diye bilinen birçok hadis metninin tenkit edilmesi gerektiğini iddia ederler. Bu düşüncedeki kesim genel bir bakışla haber-ul ahâd olan hadislere sahih olacağı yönde kuşkuya kapılıp haber-ul ahâdın tümünün güvenirliğini düşürmeye kalkıştılar.
Bu Kuşkuya Ben Cevap Olarak Derim ki:
Metin tenkidine gelince, aslında bu, muhaddislerin ifâ edecekleri bir vazife değildir. Aksine bu, muhaddis fakihlerin yani müctehidlerin üstlendiği bir görevdir.
Binaenaleyh–senet bakımından hadisin sıhhatini tespitten sonra- müctehidin görevi hadis metinlerini inceleyip karşılaştırmak, hadisler arasında tercihte bulunmak ve kendi içtihadına uygun olarak bir hükme varabilmek için hadislerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmektir. İşte asıl metin tenkidi de budur.
Asıl görevleri bu olmamakla beraber muhaddisler, büyük bir ölçüde metin tenkidi faaliyetinde bulunmuşlardır. Bunun en açık şahidi muhaddislerin meşhur, zayıf ve mevzu hadisler konusunda yazdıkları çok sayıdaki muazzam eserlerdir. Zira bu kitaplarda hadislerin zayıf veya mevzu oluşuyla ilgili verilen hükümlerin çoğu metin tenkiti esasına dayanır. Özellikle burada büyük muhaddislerin ilelu’l-hadis konusunda yazdıkları eserleri anmakta fayda vardır. Bunun diğer bir tanığı da müçtehitlerin kendi mezhep ve görüşlerini beyan etmek için kaleme aldıkları devasa eserlerle daha sonra gelenlerin telif ettiği ilmi hilaf (ilmu’l-hilâfil-alî)’a –günümüzdeki adıyla mukayeseli fıkha- dair yazdıkları kitaplardır. Muhakkik hadisçilerin muhtelifu’l-hadis ve müşkilu’l hadis alanında yazdıkları eserler de bu gerçeğin bir başka şahididir. Zira bu ilimler, metinlerin incelenmesi ve değerlendirmesine dayanır.
Muhaddislerin geniş anlamda metin tenkiti yapmamış görünmelerinin bir sebebi daha vardır, o da konunun mahiyeti gereği metin tenkidinin senet tenkidine göre daha dar bir alana sahip olmasıdır. Yani tenkide konu edilebilecek hadislerin çoğu birinci kısma (senet bakımından tenkit edilen hadisler) dâhil olan hadislerdir.
Müçtehit ve Fakihlere gelince bunlar metin tenkidini geniş ve kapsamlı bir biçimde uygulamışlardır. Aksi takdirde içtihatları makbul olmazdı. Çünkü içtihat, hükme varmak için olanca çabayı göstermek anlamına gelir bu çaba da ancak hadis metinlerini inceleyip karşılaştırmak, hadisler arasında tercihte bulunmak ve hadislerin bir kısmını kabul edip tenkidi gerektiren durumlardan dolayı diğer bir kısmını da reddetmekle gerçekleşebilir.
Evet, ister muhaddis olsun, ister fakih olsun bu âlimler yaptıkları çalışmalarla ilahi ecir kazanmış müçtehitlerdir. Ama hatadan masum değillerdir. Bu nedenle aralarında bazı hadislerin tenkidi, kabulü, ya da reddi konusunda bir takım görüş ayrılıkları olmuştur. Onlardan bir kısmı bazı hadisleri tenkit veya kabulünde hata etmiş olabilirler. Keza, tenkite muhtaç bazı hadisleri tenkit etmemiş olabilir. Binaen aleyh içtihat için gerekli donanıma sahip muhaddis âlimlerden biri çıkar da temelsiz arzu ve eğilimlerden uzak olarak, bozuk ortamların etkisinde kalmadan ilmi bir yöntemle ehli tarafından tenkit edilmeyen falanca hadisi tenkit edilmesi gerektiğini ispat ederse kendisini şükran ve takdirle karşılar, Cenabı Hakkın kendisini bu tür salih amellerden daha fazlasına muvaffak etmesi için duada bulunuruz.
İkinci Bir Cevap Olarak Derim ki
Haber’ul ahad olan hadislerde insanları şüpheye düşüren bu fırka sünnetin büyük bir kısmının yeterince tenkit edilmediği, eğer ki bu kısım yeterince tenkit edilmiş olsaydı ” sahih” derecesinden “zayıf” ve ya “mevzu” (uydurma) derecesine düşeceğini iddia ederler. Bu iddia İslam dinini yıkmayı ve sünneti güvensiz kılmayı gerektirecek kadar kritik ve tehlike arz eder. Allah (celle celalühü)’ın göndermiş olduğu dini (İslam’ı), geçmiş dinler gibi muharriflerin tahrifatına uğramış hakla batıl arasında karma karışıklığa terk etmiş olduğunu da gerektirecek kadar tehlikelidir. Allah (celle celalühü) geçmiş din sahiplerinin yaptıkları bu hataları şöyle bildirir: “ Ey Ehl-i Kitap! Neden hakla batılı birbirine karıştırıyorsunuz ?”. İslam dinini ise bu karışıklıktan tenzih ettiğini şöyle bildirir: “ Şüphesiz ki, zikri (Kur’anı) biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz.” Burada Kur’an-ı Kerim’i korumaktan maksadın kitap ve sünnet olmakla İslam’ın tümünü korumak olduğu açıktır. Yok, eğer değilse Kur`an-ı Kerim’deki bir takım mutlak ifadeyi bir kayda bağlayan, müphemi (belirsizliği) açıklayan ve mücmeli (genel kavramı) birbirinden ayıran sünneti korumaksızın sade Kur’an-ı Kerim’i korumanın ne tür bir faydası olabilir ki? Büyük imam Abdullah b. El-Mubarek’e “bu mevzu (uydurma) hadisler hakkında ne demeli ?” diye sorulduğunda “onların tesbiti için uzmanlar yaşayacaktır” diyerek şu ayeti sünnetin korunuyor olduğuna delil gösterir: “Şüphesiz ki zikri biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz.” Tüm noksanlıklardan münezzeh ve yüce olan Allah en iyi bilendir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SÜNNETİN BAĞIMSIZ OLARAK HÜKÜM KOYABİLECEĞİNE DAİR AÇIKLAMA
Muhalefetine itibar edilmeyenler hariç ümmet âlimlerinin tümü sünnetin Kur’an-ı Kerim’i tekit ve açıklayıcı olduğuna ittifak ettikleri gibi sünnetin, bağımsız olarak hüküm koymakla üçüncü bir kısmının varlığı ve bu kısmın hüccet olduğundan sımsıkı sarılmak ve gereğini yerine getirmekle yüce Allah’a hakkıyla ibadet edebileceğimiz konusunda da müttefiktirler. Bunu ispatlayacak bir çok susturucu ve karşı konulmaz delil vardır. Bu delillerin bir kısmını zikretmekle yetiniyor, kalanını (Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından SÜNNET) adlı kitabımıza havale ediyoruz.
Birinci delil: Resulullah'ın (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem) "ben Allah'ın elçisiyim" deyip bunu mucize ile teyit etmesi, daha önce de zikrettiğimiz gibi nübüvvetini ve İslam'ın bütün hükümlerini ispat eden müstakil nebevi bir sünnettir.
İkinci delil: Peygamber (sallallahü teala aleyhi ve alihi ve sellem)’in Kur’an-ı Kerim için “O, yüce Allah’ın kelamıdır” demesidir ki bu söz, Kur`an-ı Kerim’in Allah (celle celalühü)’in kelamı olup, sorumluluk gerektiren bir hüküm olduğundan iman edilmesinin vacip olduğunu ispatlar. Peygamberin bu iki sözü, başlı başına hüküm bildirmiş ve Kur'an-ı Kerim dâhil bütün İslami hükümleri ispatlamıştır.
Üçüncü delil: İslam ümmetinin, sünnetin hükmetmekle müstakil olan kısmının hüccet olup amel edilmesinin vacip olduğuna icmâ etmeleri. Çünkü Müslümanlar sünnetin bu üçüncü kısmı dışında bir dayanağı olmayan bazı fer’i hükümlerin varlığına icmâ ettiler. Bu icmâları, sünnetin üçüncü kısmının bu hükümlere hüccet olduğuna dair icmâ etmelerini gerektirmiştir. Bu hükümlerden bazıları şunlardır:
1.Anneanne veya babaannenin varis olup südüs (altıda bir) pay alması.
2.Şufa hakkı (eski ortağın yeni ortağa karşın öncelik hakkı)
3.Musakat (bahçe sulama işi karşılığında bahçeden elde edilen üründen verilecek pay üzerine yapılan antlaşma).
4.Kırad (mal sahibiyle malı işleten işçi arasındaki kâr ortaklığı).
5.Bir kadınla halasını beraber nikah altına almanın haram oluşu.
6.Ayakları yıkama yerine mest üzerine mesh yapılabileceği.
7.Güneş ve ay tutulmasında kılınacak namaz.
8.Yağmur duasında kılınacak namaz.
Bu hükümlerin Kur’an-ı Kerim’de yer almadığı, ancak dayanağının sünnet olduğu ümmet icmâ’ının düğüm noktasıdır.
Bu kadarıyla sünnet kısımlarının hüccet olduğunu açıkladık ve insanları şüpheye düşürenlerin şüphelerini giderdik.
Ve şimdi “Sünnetin hüccet olduğunu inkâr edenlerin hükmü nedir?” sorusuna dönüp, cevap olarak derim ki: genel bir kavramla sünnetin veya sadece sünnetin haber’ül âhad kısmının hüccet olduğunu inkâr edene “kâfir”dir hükmü verilir.
Ancak, haber’ül âhad yeterince tenkit edilmemiş kuşkusunda bulunana veya sünnetin başlı başına hüküm koyduğunu inkâr edene “kafir” diye hüküm verilmeyip hata ve bidate sapmış hükmü verilir.
Bir makale ile böylesine çok yönlü ve derin bir konuya hak ettiği beyan, tahlil ve tahkikin verilemeyeceği eminim ki hepinizin malumudur. Bu yüzden bu meseleleri her yönüyle ve derinlemesine ele alan, Rağbet Yayınları tarafından basılan “Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet” isimli kitabımıza müracaat edilmesinde fayda mülahaza ediyorum. Yüce Allah en iyi bilendir.
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
ümit aksoy, 2009-05-12 15:41:46
öncelikle dinde teşri hususu hakkında yazar hep zanni olmuştur biraz kur'an eksenli olalım lütfen yunus 40 kehf 26 ya kaf 45 e şura 21 e ali imran 79 a bakalım zira din Allahındır zümer 3 e bakalım velevki sünnet ku^r'an dır derseniz bende size furkan suresi 5 e bakın derim imam şafi gibi sünneti kur'an harici tşri hakkını elinde bulundurur derseniz size necm suresi 3 ve 4 e bakmanızı önerebilirim ben sünneti reddiye etmiyorum maksadım kur'an a uyumlu sünnetleri anlamaya çalışıyorum islam taklidi iman değil tahkiki imandır.her gördüğümüzü sünnet dediğimizde sünnetin kur'an uyumuna atıfa bulunmuş olursunuz ve kur'an dan nay alamadığınızda Allaha iftira atmış olursunuz arkadaşlar dikkatli olalım ittiba ederek dinimizi öğrenelim selam ve saygılarımla
Bu yoruma katılıyor musunuz ?
DİĞER YAZILAR
Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.
Ankebut, 57
GÜNÜN HADİSİ
Bir kimseye şer olarak bir müslüman kardeşine hakaret etmesi kafidir.
Riyazü's Salihin, 3/1605
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...