MAHMUD TOPTAÅž HOCAMIZLA TEBLÄ°Äž VE USULÃœ HAKKINDA–1

Nükte ile hikmeti cem ederek, halk lisanını kullanarak, anlattıklarını şefkat ile yoğurarak, samimiyetle pişirerek, güler yüzle takdim eden âlimlerimizden Mahmud Toptaş Hocamızla 19. 08. 2008 tarihinde tebliğ vazifemiz çerçevesinde bir


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2008-09-28 04:27:04

Yeryüzünde irşad, tebliğ, cihad ve dine hizmetten daha büyük bir vazife yoktur; olmuş olsaydı, Allah, seçip gönderdiği peygamberlerine o vazifeyi yüklerdi der bir büyüğümüz. Bu vazifeyi yaparken, bizden daha önce turnikeye girenlerin, büyüklerimizin tecrübelerinden istifade etmek, üslubumuzu ayarlama açısından son derece önemi haiz.

Nükte ile hikmeti cem ederek, halk lisanını kullanarak, anlattıklarını şefkat ile yoğurarak, samimiyetle pişirerek, güler yüzle takdim eden âlimlerimizden Mahmud Toptaş Hocamızla 19. 08. 2008 tarihinde tebliğ vazifemiz çerçevesinde bir mülakat yaptık.

Gerek yazıları ve gerekse sohbetleri ile ufuk açıcı, geniş görüşlü, yapıcı düşünceli, nevi şahsına münhasır bu müstesna zatı gıyaben çok seviyor ve şifahi görüşmeyi çok arzu ediyordum. Bu imkânı hazırlayan kapı komşusu Sinan Baba beyefendiye teşekkürü borç bilirim. Salih Okur-cevaplar.org

-Efendim, tebliğ ve davet vazifemizi ifâ ederken nelere dikkat etmeliyiz, bizi bu konuda aydınlatabilir misiniz?

-Tabii ki tebliğ yapabilmek için tebliğ yapacağın şeyi bilmek gerekiyor. Yani, önce neyi tebliğ edeceğiz onu bilmemiz gerekiyor. Günümüzde ben birçok insan tanıdım ki, dinimi çok seviyor, peygamberimi çok seviyor, Rabbimizi çok seviyor. Ama hacca gittiğinde " Ya Rabbi, Peygamberini Medine'ye gömmüşsün sen burada yalnız yatıyon" diye gözyaşı döküyor.

Yani Rab anlayışı, Allah anlayışı o adamın. Ve bak, yürekten bir bağlılığı var. Gözyaşı döküyor ve bir de para döküyor, hacca gelmekle. Ama bu kişi zahmet buyurup, Cenab-ı Hak kendi zat ve sıfatları ile ilgili, esmasıyla ilgili neler diyor, Kur'an'ında kendisini nasıl tanıtıyor deyip kafa yormuyor.

Hâlbuki kafamıza göre olmaz. Zira Budist'in tanrı anlayışı ayrı. Hıristiyan'ın tanrı anlayışı ayrı. Yahudi'nin ki ayrı. Onun için Kur'an-ı Kerim'de Rabbim "onlar Allah'ın isimlerinde sapıtıyorlar" der. (Bak; A'raf süresi ayet 180) Yani, altı milyar insan Allah'a inanır, ama herkes Allah'ın sınırını kafasında kendisi çizer. Allah'ı bir yere oturtur, oradan kaldırmaz onu.

Günümüzde bazı insanlar "Ben Allah'a inanırım, ama işime karıştırmam" diyor. Ne demektir bu? "Kalbimi çalıştır, kanımı çalıştır, gözümün yağını da sen ver, beynimi de sen takviye et. Ama benim günlük hayatıma karışma Allahım" demektir.

Aslında bu bir sınır çizmedir. Biz Allah'a sınır çizemeyiz. Allah (celle celaluhu) bize sınır çizer.

Onun için birçok ayette "tilke hududullah" der. "İşte Allah'ın çizdiği sınırlar." Bu sınırları Rabbin senin için çizmiştir, bu sınırlar içerisinde hareket et diyor. Biz bunun tersini yapıyoruz. Allah(CC) için sınır çizmeye kalkıyoruz. Bunu yapmamamız lazım. Yani Rabbimiz kendisini bize nasıl tanıtıyorsa Rab odur. Yoksa benim kafama göre Rab çizecek olsam, herkesin tanrısı ayrı ayrı olur.

Biz, Allah'a iman ediyoruz. O da Sevgili Peygamberimizin çizdiği sınırlarladır ki "Kendini sen nasıl övüyorsan biz de seni öyle överiz ya Rab"(Nevevi, el Ezkar 1/136, Müslim'den naklen) diyor.

Dedem Korkut da "Yücelerden yücesin, kimse bilmez nicesin"

diyerek bu hadisi terceme edivermiÅŸ.

Biz evvela neleri nasıl bilmemiz gerektiğini iyice öğrenip tebliğe öyle başlayacağız. İnsan bilmediği bir şeyi anlatamaz. Ancak şöyle der; "Senin dediğin gibi değil." Başka bir şey diyemez. "Doğrusu nasıl öyleyse" desen "valla ben de bilmiyorum" der. Hani, Niğbolu meydan muharebesinde, bir yeniçeri elinde bıçağı bir düşman askerinin üzerine çullanmış; "şehadet getir bre kâfir" demiş. Adam "öğret de getireyim" deyince "Valla ben de bilmem "demiş.

Tebliğci bu durumda olacak olursa tebliğ olur mu? Demek önce iyi bir bilgi sahibi olması lazım.

Sonra, o bildiği dininin sevgisi içinde o kadar artmalı ki, onun kurtarıcılığına o kadar inanmalı ki, "yahu, ben bu kurtarıcı aleti içimde tutmayayım. Altı milyar insan bununla kurtulacakmış" demeli..

Hani Efendimiz diyor ya; "La ilahe illallah diyen(Muhammeden Resulullah zımnında vardır onun) cennete girecektir."

Öyleyse bu denli değerli, cehenneme kalkan olan bu inancı altı milyar insana nasıl ulaştırabiliriz diye koşturmamız lazım. Tebliğ işte bu..

Bunun usulü şöyle değildir; Gazete dağıtıcıları vardır. Dükkânın altından şöyle atıverir. Müşterinin okuyup okumadığı ile ilgilenmez. "ben vazifemi yapıyorum, ister okur, ister okumaz" der. Tebliğci böyle olamaz. Onun görevi "Abi, ben sana söylüyorum. İster yap, ister yapma" demek değildir.

Yürekten kendisi bu işin önemine inanmalı önce. "Bu dünyanın en değerli şeyi bende var. Ben bunu bütün insanlara vermem lazım. Almayınca yalvarmam lazım. Almadı, ağlamam lazım. Çünkü adam cehenneme gidiyor" diye düşünmeli.

Evet, cehenneme doğru giden adamın önüne geçeceksin. "Dur, olmaz, yanacan" diyeceksin. "Hadi lan, git yanarsan yan" demek olmaz.

Bu yürekle varacak olursan, inanmasa inanmayabilir. Çünkü iman apayrı bir iş. Gönül işidir o. Ama adam sana inanmasa bile "bu adam benim için çalışıyor" der, senin samimiyetine inanır.

Yanan bir yürekle anlatmamız lazım. Hani Ney vardır ya. Ney'i çalacak olanlar iyi ses çıksın, yanık ses çıksın diye o kamışı ateşin üzerinde biraz tutarlar. O esnada kamış kızınca rutubeti gider, yanınca ses daha yanık gelir.

Eğer ben içimdeki o inanç sistemiyle yanmıyorsam muhataplarıma tesir edemem. Islak kamıştan Ney olmaz. Seç çıkar o ayrı. Düdük sesi çıkar ondan, Ney sesi çıkmaz.

Yanan bir yürekle insanlara gitmemiz lazım. "Bu karşımdaki Hz. Adem'in çocuğu, Peygamber çocuğu ya. Bu peygamber çocuğu yanmamalı" şuuru içimizde devamlı yanmalı. "Altı milyar insan, ister siyah renkli, ister beyaz renkli, ister Kızılderili olsun, bunların yanmaması gerekir" diye koşturacağız.

Tıpkı itfaiye eri gibi. Mesela bir adam üzerine benzini dökmüş üzerine, çakmağı çakacak. Polisin ona yalvarması vardır değil mi, itfaiye erinin bekleyişi vardır. Hepimizin o itfaiye erinden daha fazla, o polisten daha fazla, daha yürekten koşturmamız lazım. Bu insanların yanmaması için, İslam'ın inanç sisteminin gönüllerine girmesi, amel sisteminin de dış hayatını kaplaması için, Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim'i ve sevgili Peygamberimizin örnek hayatını o insanlara sunmak için yoğun bir gayret içinde olmamız lazım.

-Efendim, bir de tebliğde sıralama çok önemli değil mi, bazıları anlatacağım derken sonra söylemesi gerekeni önce söyledikleri, yaraya göre merhem sunamadıkları için kayıplar da oluyor.

-İşte Kur'an-ı Kerim'i iyi bilirsek bu sıkıntılarımız da düzelir. Kur'an-ı Kerim ilk nazil olan ayet-i kerimesi "oku" diyor, "namaz kılın" demiyor.

Onun için ulemamız " ilim mi daha önce gelir, iman mı" diye tartışırken ilim öne gelir demişler. Çünkü "Fa'lem ennehu la ilahe illallah "iyi bil ki Allah'tan başka ilah yoktur" diyor. (Bak Muhammed süresi ayet 19) "İyi bil ki" diye başlıyor. Bu ise ilimdir. Onun için ilim daha önce gelir demişler. En evvel de Allah'a iman. Muhataba ilk sunulacak hususlar iman esasları olmalıdır.

Siz sorarken aklıma geldi, bazı arkadaşlarımız diyorlar ki; "ya bir adam var. Tebliğ için gidiyorsun. Ağzımızdan Allah, Peygamber, Kur'an çıktı mı adam yüzünü çeviriyor" diyor. Çevirebilir. Bu şuna benzer. Gıdasızlıktan bir adam hastalanır. Bu arada soğuk da onu üşütür. En gıdalı yemekleri bile önüne getirecek olsan yüzünü çevirir. Gıdasızlıktan hastalanan adama yağlı yemek veremezsiniz. Verirseniz, içi dışına gelir, kusar. Bu adam yemeğe kusuyor, ama asıl gıdası o. Bunu hastaneye kaldırdığımızda doktor ne yapıyor? Ona gıdalı, yağlı yeme yedirmiyor. Evvela serum veriyor. Damardan giriyor. Ondan sonra da mutfağa diyor ki "buna yağsız çorba, hafif gıdalar verin."

Güçlü gıdalar kime lazım? Güçlü adama lazım. Onun için tebliğci, gittiği kimseyi daha önce tanıyorsa ona göre gider, ona göre konuşur. Ama önceden tanımıyorsa, kapasiteye göre konuşur. İnsan kullandığı kelimelerden kapasitesini belli eder. Tebliğci bu meselede de çok dikkatli davranır.

Efendimizden seneden zayıf bir rivayetle gelen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur; "Ümirtü en ühatıbennase… "İnsanlara akılları oranında konuşmakla emrolundum." (Keşf-ül hafa 1/224) Senedinde zayıflık olan bu hadisi Buhari'nin Sahihinde İlim kitabında 127 numarayla rivayet edilen ve Hz. Ali'ye ait olan "Kellimünnase ala kadri ukulihim/ İnsanlara akılların oranında konuşun" mevkuf hadisi teyit eder.

Yani, üniversiteye gittiğimizde bir profesörle konuşacaksanız, konuşacağınız kelimeler, örnekler ayrıdır, dağdaki bir çobanla konuşacağınız ayrıdır. Meselenin özü aynı olsa da sunum tarzı değişiktir

Onun için, insanlara seviyeleri oranında davranmak sevgili Peygamberimizin bize bir tavsiyesidir. Burada yaptığımız şey ayrımcılık değildir. Ziyaretine gelen iki misafirden biri bir yemekten hoşlanıyordur, ona ondan ikram edersiniz. Diğeri başka bir yemekten haz duyuyordur, ona da ondan verirsiniz. İşte sunum keyfiyetleri de böyle farklı farklı olur.

Bir de şu hususu arz edeyim, tebliğ ile ilgili yazılmış kitapların hemen hemen hepsine göz attım. Bir şeyi eksik bıraktıklarını gördüm. En güzel davet olan Ezanı almamışlar kitaplara. Oysa Ezan duasında ne deriz; Allahümme Rabbi hazihi'd-dâ'veti't-tammeti.."Ey şu mükemmel, eksiksiz, tam olan davetin sahibi olan Rabbim." Böyle başlarız.

Günde beş defa müezzinlerimiz şehrin en yüksek yerinden insanlara tebliğde bulunurlar. Türkiye'de en düzenli ve devamlı tebliğci kimdir derseniz müezzinlerdir derim. Sabahleyin millet daha yatağında sağına soluna dönerken, müezzin "Allahüekber Allahüekber" der. Yani, sana uykuyu veren de O. Büyük olan O. Seni uyandıran da O. Uykuyu vermedi mi sabahlara kadar dönüveriyor, inim inim inliyor insanlar. "Doktor bey, uykum gelmiyor, uyuyamıyorum" diyor, milyonlar harcıyorlar..

Öğlen vakti gelince yine müezzin efendi çıkıyor. Bu arda İstanbul zenginlerinden biri koltuğuna yaslanmış, soruyor;

- Bu şehirde en büyük kim?

-Filan.

-Ama ben ondan daha büyüğüm. Beni şu kadar milyon dolarım var. Onunki şu kadar milyon dolar. En büyük benim.

O sırada müezzin bağırıyor; "Allahüekber Allahüekber" "Oğlum, bu memleketten Karun gitti, Allah kaldı. Firavun gitti, Allah kaldı. Nemrut gitti, Allah kaldı. Büyük olan O. Ölenler ve ölecek olanlar büyük değildir" demek istiyor. Müezzinler bu tebliğe günde beş defa devam ediyorlar.

Kısaca, insanların durumuna göre hareket edeceğiz. Mesela hitapta bulunurken hiçbir zaman insanlarda kötü iz bırakan kelimelere yer vermeyeceğiz. Bu tür sözleri hayatımıza alamayacağız. Hatırımızda kalmış olabilir ama şu dilden akmamasına dikkat edeceğiz, kuduz kelime kullanmayacağız.

Sevgili Peygamberimizin elimizde zannediyorum yüz binin üzerinde hadis-i şerifi mevcut. Bunları incelediğimizde Ebu Cehil'in şahsını rencide edecek tek bir kelime yoktur.

Günümüzde en sağlam Müslüman bile birisinden bahsederken "boş ver canım onun hanımı şöyledir, böyledir" der. Onun hanımı beni ne ilgilendirir? Sonra, onun hanımı da benim tebliğ hedefimdir, o bir insandır. Mesele bir yanlış yapmıştır, tövbe kapısı açıktır. Sonra kötü bir şey yaptığını da bilmiyoruz, zanla hüküm veriyoruz.

Maalesef çoğu zaman tebliğci İslam'ın kurullarını unutarak hareket eder. Burada şunu unutuyoruz; Dört şahidin görmediği bir şeyi söyleyemezsin. O dört kişinin de adaletli kişiler, doğru kişiler olması şartı var. Yoksa yalana alışmış, yalancı şahitliğiyle meşhur olmuş on tane adam bir kişi hakkında kötü kelime kullansalar geçersizdir o.

Biz bunu düşünmeden insanlarımızı karalayıverme tarafına gidiyoruz. Ve ondan sonra da "valla anlattım, vaaz ettim kabul etmedi" diyoruz.

Niye kabul etsin seni? Sen adamın namusuyla oynamışsın, şahsiyetiyle oynamışsın, çocuğunun şahsiyetiyle oynamışsın. Niye sana kulak versin.

Biz, ayıpları kusurları gördüğümüzde görmezden geleceğiz. Görmezden geleceğiz derken yaymayacağız demek istiyorum. Ama o kişinin kulağına bu işin yanlış olduğunu fısıldamak suretiyle ikazımızı yapacağız. "Bu iş yanlıştır. Dünya için de yanlıştır, ahiret için de yanlıştır. Kimsenin duymasını istemiyorum. Onun için kulağına söylüyorum. Bu yanlıştan dönersen iyi olur. Bir ben biliyorum. Bir de sen biliyorsun. Başka kimse bilmeyecek" demeli. Bu garantiyi vermek lazım.

Hata işleyen bir kimseyi gördüğün zaman diyeceksin ki; "Bak, bu benden çıkmaz. Ama bu bir yanlış." Böyle dersek o insan ömür boyu bize muhabbet duyar.

Ona bir gün doğruları öğretmek için gittiğinizde açık bir kapı bırakmış olusunuz. Aslında öğretmek de değil, içindeki var olanı uyandırmak, közün üzerindeki külü üflemek diyelim.

Zira bizim ülkemizde ki insanların "ben ateistim" diyenlerin bile hayatının yüzde kırkı İslam'cadır. Anasının babasının ve çevresinin vurduğu bir damga var. Onun için bu memlekette "ben inanmıyorum" diyen insanımız bile yüzde kırk İslam'ca yaşar. Onun için biz zaten insanların içlerindeki bu fıtri duyguyu uyandırmak için onların kapsına gideceğiz.

Bir de bu iş yapılıyor memleketimizde çok şükür. Ben hemen hemen elli yılı biliyorum. Elli yıl içinde nelerin yapıldığını bilirim. Çok büyük gelişmeler var. Allah bu milletten razı olsun..

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

nermin seker, 2009-09-01 15:10:13

Mahmud TOPTAS hocamizdan ALLAH razi olsun.cok acik bir sekilde anlatmis.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

Murat Akbulut, 2008-10-06 13:05:49

Tebliğ çok güzel anlatılmış.Bizim anlayacağımız şekilde ve akıcı olarak hocamız ifade etmiş.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ı tesbih etmektedir. O, üstündür, hikmet sahibidir.

HAÅžR, 1

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Her insan hata yapar. Hata edenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir."

Tirmizi

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI