HİDAYET VE DALALET

(Hidayet: Doğru yola girmek, Müslüman olmak; Dalâlet: Eğri yola sapmak, iman ve İslam’dan ayrılmak demektir.) Bir insanın doğru yola girmesi veya ondan sapması


İsmail Hakkı Zeyrek

ekremyilmaz08@gmail.com

2009-12-07 07:53:17

(Hidayet: Doğru yola girmek, Müslüman olmak; Dalâlet: Eğri yola sapmak, iman ve İslam’dan ayrılmak demektir.)

Bir insanın doğru yola girmesi veya ondan sapması Allah’ın elindedir. Kur’an-ı Kerim buyuruyor:

“Artık (Allah’ın ilim ve takdirinde) üzerine azab vacip olmuş o ateşteki kimseyi, sen mi kurtaracaksın?” (16)

“(Ey Resûlüm!) Doğrusu sen her sevdiğine hidayet veremezsin (onu İslâm’a sokamazsın, ancak tebliğ yaparsın). Fakat Allah dilediği kimseye hidayet verir. Ve hidayete kavuşacak olanları, o, daha iyi bilir.” (17)

Evet; hidayet ve dalâlet vermek Allah’ın elindedir. Bunları veren Allah, hak kazanan ise kuldur. Allah, kulun hak ettiğini veriyor. Bunun da birtakım sebepleri olduğunu Kur’an-ı Kerim’in beyanlarından öğreniyoruz:

“Allah zalim kavme hidayet vermez, Hak yoluna eriştirmez.” (18)

“Allah, yalancı olan, kâfir olan kimseyi, doğru yola çıkarmaz.” (19)

“Allah, her mütekebbir zorbanın kalbini böyle mühürler.” (20)

“Onlar Haktan sapınca, Allah da kalplerini hidayetten çevirdi.” (21)

“Allah (onunla ancak) fasıkları şaşırtır.” (22)

“Allah zalimleri şaşırtır.” (23)

İşte bu bahsedilenler, doğru yola lâyık değildirler. Onlar Allah’ın rahmetinden uzak kalmaya hak kazanmışlardır. Onun için onlar delâlettedirler ve bunu da kendileri hazırlamışlardır. Hidayete hak kazananlar ise, iyilikleriyle bunu hak etmişlerdir.

“Kim Allah’a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet verir.” (24)

“De ki: Allah dilediği kimseyi şaşırtır ve kendisine kalbiyle yönelenleri hidayete erdirir.” (25)

“Allah, rızasına uyanları o nur ile selâmet yollarına iletir ve onları izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp, doğru yola (İslâm’a) götürür.” (26)

İnsanın Dilemesi Allah’ın Meşîetine (Dilemesine) Bağlıdır:

Allah kâinatın yaratıcısıdır. Ezelî kudreti her şeyi vasıtasız icad etmeye kâfidir. Ancak Cenab-ı Hak hikmetinin gereği olarak kullarını bir kısım hüküm ve vazifelerle mükellef tuttuğundan ilâhî adaletinin bir gereği olarak onlara bir irade ve kudret vermiştir. Her insan bu iradesiyle mümkün olan şeylerden birisini ötekilere tercih ederek yapabilir. Ve bu tercih yaptığı işin üzerinde tesir de gösterebilir. Sahip olduğu bu iradesini dilerse hayra ve dilerse şerre kullanabilir.

Bir kimse kendi iradesini bir işe doğru yönelttiği zaman, derhal Cenab-ı Hak o işi yaratır. Çünkü; insanda yaratıcılık vasfı ve kudreti yoktur. Kâinatı yaratan Allah, yaratıcılık sıfatında başkalarının kendisine ortak olmasını kabul etmez (27). Böylece iş Allah’ın kudretiyle meydana gelmiş olur. Kulun kudreti de onda tesirini göstermiş, o işin iyi veya kötü gibi bir vasıf kazanmasına sebep olmuştur. İşte buna (Kesb) veya (Kisb) denir. Cenab-ı Hak kullarının kendi iradeleriyle yaptıkları işleri, bu iradelerine uygun olarak yaratır. Hayır dileyenlere hayrı, şer dileyenlere de şerri yaratır. Ve herkesin işlerinde kendi iradesi asıl olduğundan, bu işlerin sonunda meydana gelen sevap veya azaba hak kazanmış olurlar. Allah’ın yarattığı şeyler – hikmeti icabı – daima belli bir kanun halinde devam etmektedir.

Allah her şeyde neticeleri sebeplere bağlamıştır. Neticeleri de, sebepleri de yaratan Allah’tır. Kul, bu sebeplere başvurunca, Allah da neticeleri meydana getirir. Bunun için bir şeye: “Allah’tandır…” dediğimiz zaman, yaratma ve takdir etme yönüyle Allah’a aittir. “Bizdendir…” dediğimiz zaman kesb ve ihtiyar yönüyle bize aittir, demek olur. şu halde takdir şey, iki ayrı yönden, iki kudretin altına girmiş oluyor:

“Ve her şeyden ona bir sebep verdik.” (28)

“İşte bu, ellerinle kazandığın şeylerin cezasıdır.” (29) âyetleri bu gerçeği bildirmektedir.

 

Sebep kanunları zarurî değil, âdî olduğundan, her çalışmanın mutlaka bizim isteğimize göre sonuçlanması şart değildir.

Neticelerin zarurî olmaması, bizim her şeyi bir kenara atmamızı gerektirmez. Çünkü; meydana gelecek olan şeylerin; sebep kanunu neticesini, yoksa sebepler üstü mü meydana geleceği bizce belli değildir. Biz ilâhî emirlere uymak mecburiyetindeyiz, netice Allah’a aittir.

Hayatta irade, sebep, tevekkül, teşebbüs, sorumluluk, imtihan v.s. gibi, ilâhî kanunlar vardır. Bu kanunlara uymamak Allah’a isyan demektir.

Esasen sebeplere başvurmak, tehlikelerden korunmak, varlıkların yaratılışlarında bulunmaktadır. Elimiz bir pireye uzanırken sıçrayıp kaçtığını, tutmak istediğimiz bir sineğin hemen uçtuğunu görürüz. Hastalandığımızda doktorlara koştuğumuzu, ilaçlara başvurduğumuzu, yangın ve deprem gibi felâketler karşısında hemen sokağa fırladığımızı, meydanlara döküldüğümüzü hep hatırlarız. Bütün bunlar sebep kanununun yaratılıştan gelen bir mecburiyet ve hayatî bir hakikat olduğunu göstermektedir. Fakat sebepler zarûrî değil, âdîdir. Sebep, bir kanundur, yalnız onun tasdiki kanunu koyan Allah’ın dilemesine bağlıdır. Sebepler bizzat değil, Allah’ın izin ve emriyle tes’ir eder. Allah’ın emir ve iradesi olmadıkça hiçbir şey meydana gelemez. Her şeyin varlığı (kün = ol) emrine ve fermanına muhtaçtır.

İsteklerimizin mutlaka yaratılması da şart değildir. Kader programındaki umumî hayat idaresine ait olan ilâhî iradeye uygun düşmesine bağlıdır. Kullar kendi iradelerini kullanmakla beraber, Allah’ın dilediğini yaparlar. Cenab-ı Hak, bu noktayı şöyle açıklıyor:

“Allah dilemeyince, siz (hayır ve şerri) dileyemezsiniz. (Yani; sizin dileğiniz, ilâhî dileğe uygun düşmedikçe, bir kıymet ifade etmez.)” (30)

Bu âyet, cebir ve kader meselesinde pek çok fikirlerin çarpışma sahası haline gelmiş ise de, burada kullara da meşîet (dileme) ispat edilmiştir. Ve bu da mutlak değildir. Bunun Allah’ın dilemesine uygun olması şartına bağlı bulunmasında şüpheye yer yoktur. Bundan dolayıdır ki, sorumluluk kulun, hüküm Allah’ındır. Ve yine bunun içindir ki, kul mukadderatını (alın yazısını) keyfine göre çizemez. Allah’ın dilemesi dairesinde sorumludur. Allah-ü Teâlâ ise, hiçbir şeye ve hiçbir şarta bağlı olmayarak dilediğini yapar. Bundan dolayı da:

“O dilediğini rahmeti içerisine kor, zalimlere ise acıklı bir azap hazırlamıştır.” (31) diye biri rahmetine, biri de azabına giden iki yol göstermiştir. İnsan, gösterilen bu iki yol arasından imtihan vermek üzere yaratılmıştır. Demek kullar kendi irade ve ihtiyarlarıyla hareket ederler ama, ancak Allah’ın dilediğini yaparlar.

Kur’an-ı Kerim’de bu manayı te’yid eden başka âyetler de vardır. Mesela:

“Rabbin neyi dilerse yaratır ve seçer, onlar için (hakikî bir) seçme yoktur.” (32)

“De ki: Bize Allah’ın yazdığından başka hiçbir şey ulaşmaz.” (33)

“Eğer Allah, sana bir belâ (sıkıntı) verirse, ondan başka (onu) açacak yoktur. Sana bir hayır verirse, ona mani olacak kimse yoktur. O her şeye kadirdir. O, kullarının üstünde galiptir. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.” (34)

Ecel ve Rızk Meselesi:

Cenab-ı Hakkın yaratması, kaza ve kaderi, bizim ihtiyarımız veya ihtiyarımızın dışında yaptığımız bütün işlerimizle ilgili olduğu gibi, rızıklarımızla, ecellerimizle de ilgisi vardır. Her canlının hayatını devam ettirebilmesi için, gereken rızkı Allah tarafından takdir edilmiştir. Bütün canlıların rızıklarını veren Allah’tır:

“Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı ancak Allah’a aittir.” (35) âyeti bu gerçeği bildirir. Cenab-ı Hak, bir canlı hakkında ne kadar rızk takdir etmiş ise, o canlı ancak o kadarına sahip olur. Ve başkası buna karışamaz. Yani; rızık artmaz ve eksilmez, kimse kimsenin rızkını yiyemez.

Bir insan helâl ile beslendiği gibi, haram ile de beslenebilir. Fakat Allah’ın haram ile gıda almaya rızası yoktur. Allah Teâlâ Hazretleri rızık vasıtalarını kullarının eline bırakmıştır.

Onlara meşru’ yollardan rızıklarını aramayı emretmiştir. Onun için helâl yolları bırakıp da, haramda rızık elde etmeğe çalışanlar mes’ul olacaklardır:

“Ey iman edenler! Size verdiğim rızıkların temizinden ve helâlinde yiyin ve Allah’a şükredin, eğer siz hakikaten O’na ibâdet ve kulluk yapıyorsanız.” (36) âyeti bunu haber vermektedir.

Her canlının Allah tarafından takdir edilmiş bir eceli vardır. Belli bir müddet yaşadıktan sonra ölür. Hiçbir canlının eceli ne bir an geri kalır, ne de öne geçer:

“Müddetleri gelince, bir an geri kalmazlar ve öne de geçmezler.” (37)

Öldürülen bir insan da, Allah tarafından takdir edilmiş olan eceli ile ölmüştür; ölümüne sebep olan katil, onun ömrünü eksiltmiş olmaz. Çünkü; Kur’an-ı Kerim’de:

“Kendisine ömür verilenin, ömrünün uzatılması, ömründen eksiltilmesi muhakkak bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da veya Allah’ın ilminde) yazılıdır.” (38)

Ancak katil, Allah’ın takdirinin ne şekilde tecelli edeceğini önceden bilmediği halde, yasak edilmiş olan o işe, kendi iradesiyle giriştiğinden mes’ul olur. Katilin öldürmeye kalktığı anda ölümü yaratmak, Allah’ın değişmez bir kanunudur:

“Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimseye ölmek yoktur. Ölüm zamanı Allah’ın ilminde kararlaştırılmış bir yazıdır.” (39) âyeti ömrün belli bir sınır içinde olduğunu gösterir:

“Her nerede olursanız, ölüm size erişir. Tahkim edilmiş yüksek kalelerde bulunsanız da…” (40) âyeti ölümün kaçınılmaz olduğunu haber vermektedir.

Bütün bu âyetler hayatın olaylarını en doğru şekilde vasıflandırmaktadır. Ölüm, öldürülemiyor. Takdir edilmiş olan saati gelince, buna kimse engel olamıyor. Bazen hastalığı olmayan bir insan, bir an içinde hayata gözlerini yumuyor… Ölüm, mü’minler için dünya vazifelerinden ve imtihanından bir paydostur. Bir yer değiştirme ve muvakkat bir ayrılmadır.

Kur’an-ı Kerim’de, kaza ve kaderle ilgili 130’a yakın Âyet-i Kerime vardır. Biz bunlardan ancak birkaçının üzerinde durarak, Kur’an-ı Kerim âyetlerine göre kaza ve kaderi tespit etmeye çalıştık. Şimdi kaza ve kaderle ilgili hadislerle de birkaç örnek verelim.

Dipnotlar

16-Zümer: 19.

17-Kasas: 56.

18-Mâide: 51.

19-Zümer: 3.

20-Gâfir: 35.

21-Saff: 5.

22-Bakara: 26.

23-İbrahim: 27.

24-Teğabün: 11.

25-Ra’d: 27.

26-Mâide: 16.

27-Allah’tan başka hiç kimse hakkında kullanamayacağımız bu (yaratma sıfatı) zamanımıza çok yaygın olarak insanlar hakkında da kullanılmaktadır. Mesela: “Bu olay benim üzerimde büyük tesir yarattı.” gibi lafları her zaman duymamız mümkündür. Hâlbuki bu sıfat ancak Allah’a mahsustur. İnsanlar hakkında kullanılamaz. İlk kaderiyeciler bile, bu yaratma sıfatını doğrudan doğruya insanlara vermekten çekinmişler ve bu kadar rahatça kullanmamışlardır.

28-Kehf: 84.

29-Hacc: 10.

30-Dehr: 30.

31-Dehr: 31.

32-Kasas: 68.

33-Tevbe: 51.

34-En’âm: 17-18.

35-Hûd: 6.

36-Bakara: 172.

37-A’raf: 34.

38-Fatır: 11.

39-Âl-i İmran: 145.

40-Nisâ: 78.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Görmedikleri halde, Rablerinden korkanlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükafat vardır.

Mülk, 12

GÜNÜN HADİSİ

Gece içinde öyle bir saat vardır ki, müslüman olan herhangi bir kimse, dünya ve ahiret hususlarında Allah'dan bir hayır isterken duasını ona denk düşürürse, Allah; muhakkak istediğini kendisine verir.

Müslim, Ravi[Cabir (r.a.)]

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI