MEHMED PAKSU HOCAMIZLA Ä°BADET HAYATIMIZ ETRAFINDA

Ülkemizin sevilen isimlerinden Mehmed Paksu hocamızla, Kurban bayramının hemen öncesinde, Nesil Yayınları binasındaki odasında bir röportaj yapmıştık. Hocamızın hemen akabinde Hacc için kutsal topraklara gitmesi dolayısıyla tashihi gecikti ve a


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2009-12-22 02:41:09

Ülkemizin sevilen isimlerinden Mehmed Paksu hocamızla, Kurban bayramının hemen öncesinde, Nesil Yayınları binasındaki odasında bir röportaj yapmıştık. Hocamızın hemen akabinde Hacc için kutsal topraklara gitmesi dolayısıyla tashihi gecikti ve ancak bugün istifadenize arz ediliyor.

 

Hocamız özellikle Moral FM'de 90'lı yıllardan itibaren yaptığı soru cevaplı sohbetleri ile maşeri vicdanda tanındı ve sevildi.

 

Sizden gelen sorulardan oluşturduğumuz bir demetle hocamızın kapısını çaldık ve büyük bir içtenlikle sorularımıza cevap bulduk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Salih Okur, cevaplar.org

 

Mehmed Paksu Kimdir?

 

1953 Haziran'ında, bir Ramazan gününde Gaziantep'te doğdu. Temel dinî eğitimini ilk hocası olan babasından aldı. İlkokuldan sonra üç yıl kadar Gaziantep Ahmet Çelebi Kur'ân Kursunda Mehmet Gaye Hocadan ve iki yıl kadar da özel hocalardan Arapça dersler aldı. Eğitimini Gaziantep İmam Hatip Lisesi'nde sürdürdü (1970-1977). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezun oldu (1981).
Yayın hayatına, 1980'de Yeni Asya Yayınlarında başladı. Can Kardeş çocuk dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı (1981-1982). Yeni Asya Yayınlarında editör olarak 400 kadar kitabı yayına hazırladı (1983-2000). Hâlen ulusal yayın yapan Moral FM radyosunda Moral Kuşağı adında günlük programlar yapıyor. Yazar, evli ve üç çocuk babasıdır.

 

-Hocam, üniversiteyi Çorum'da kazanmış bir kız, oraya yalnız başına gidebilir mi? Seferi mesafeye yalnız başına gidemeyeceklerine dair Peygamber Efendimiz'in bir hadis-i şerifi var.

 

- Üç hadis var; bir günlük yol deniyor, başka bir hadiste iki günlük yol diyor, başka bir hadiste üç günlük yol diyor. "Allah ve Resûlü'ne inanan bir kadın, yanında mahremi olmadan, bir günlük, iki günlük veya üç günlük bir yola gitmesin" diyor. Fıkıh ulemasının bu husustaki kaynağı bu hadisler. Ancak şartlar değişmiş, seyahatler artmış.

 

Eski zamanlardaki seyahatlerde bir kadın tek başına evinden çıkıp da bir sefer müddeti olan 90-100 km.lik yola gidemiyor. Yol emniyeti yok, can emniyeti yok, diğer pek çok güvenlik sorunları var. Ama şimdi özellikle uçak seyahatlerinin artması dolayısıyla, 2 saatte Türkiye'nin her tarafına varılabiliyor. Bu birincisi.

 

İkincisi; zaruretler söz konusu. Öyle ki, sadece bu öğrencinin gidip de okulda okuması değil. Diyelim ki eşi çalışıyor, hanımın acil bir yere gitmesi lazım; babası, annesi, yakınları vefat etmiş veya hasta olmuş ve gitmesi gerekiyor. Bunlar bir zaruret. Bir eğitim zarureti de söz konusu. Bu eğitim zarureti ve diğer zaruretler, inşaallah diyelim, tedbir alınıp ona göre hareket edilirse, niyeti de halis ise olabilir. Niyetinin hâlisiyetine ölçü ise, zaruretlerin oluşması, en azından yalnız gitmemesi, mümkünse yanında başka bir bayan arkadaşının olması veya sürekli telefonla haber verilmesi düşünülebilir. Böylece bu zaruretler miktarınca, zaruretleri aşmamak kaydıyla yapılırsa inşaallah Cenab-ı Hakk affeder diyelim.

 

-Kurban bayramında, kesilecek kurbanda, vefat eden babaya hisse ayrılması doğru mudur?

 

-Vefat eden bir insana kurban kesilmez. Kurban, hayatta olan insan içindir. Hayatta olan insanın malî durumu yerindeyse, şartları kurban kesme şartlarını taşıyorsa kurban kesilir. Ama bu bir sadaka kurbanıdır. Yani ölmüş bir insan için sadaka verebilirsiniz, dua edebilirsiniz, istiğfar okuyabilirsiniz, Kur'an-ı Kerim okuyabilirsiniz veya onun için bir hayır-hasenat yapabilirsiniz. Bu da onun için hayır-hasenat sınıfına girer.

 

Burada bir vasiyet olmadığı için çocuklarına para verip "Her sene benim adıma kurban kesin" şeklinde bir vasiyet olmadığı için, bu nafile bir ibadet, nafile bir sadakadır. Sevabı vardır, hayırlı bir ameldir. Yoksa öyle bir zaruret, mecburiyet söz konusu değil.

 

-Onun nafile olması, diğerlerinin vacipliğini kaldırmaz değil mi?

 

-Hayır, aynı kurbanı diyelim ki büyükbaş hayvan, yedi kişi giriyor ya, adak olur, akika olur, nafile bir sadaka kurbanı olur, vacip kurbanı olur. Hisselerde kurbanın adı değişik olabilir. Hepsi de Allah rızası için kesildiği için, Allah rızası esas olduktan sonra fark etmiyor.

 

-Büyükbaş'da iki yaşını geçmeyen hayvan büyük görünüyorsa kesilebilir mi?

 

-Hayır kesilmez. O hüküm küçükbaş hayvanlar içindir. Onlarda ölçü 1 yaş alınır, büyükbaşlarda 2 yaş alınır. Diyelim ki bir kuzu veya oğlak, keçi, koyun gibi hayvanlar –özellikle koyun için bu– 6 aylık olduğu halde büyük görünüyorsa kesilebilir denir, yoksa büyükbaş hayvanlarda 2 yaşın altında kurban olmaz.

 

-"Bir sene ben, bir sene hanım kurban kesiyoruz" diyor, ama erkeğin 7 adet kurban kesmesinden sonra kadının kurban kesmesi diye bir şey var mı?

 

-Kurban kim zenginse ona vaciptir. Parayı kazanan kim? Erkek değil mi? Eğer beraber kazanıyorlarsa yine şahsidir. Kimin hissesi kurban kesmeye yetiyorsa, o keser, ona vaciptir kurban.

 

-Kocanın kesmesi, kadının kesme hakkını kaldırmıyor mu?

 

-Kadının özel mal varlığı var ise kesmesi lazım.

 

-Zekât düştüğü gibi değil mi hocam?

 

-Zekât gibidir, fitre gibidir, hac gibidir. Bir evde –çok nadir olmakla beraber- erkeğin yeteri kadar mal varlığı olmaz, ama hanımın mal varlığı yeterlidir. Erkeğin mal varlığı yok ise kurban kesebilecek durumda değildir. O zaman kadın kurban keser.

 

Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem her kurban bayramında iki koç keserdi, birisini ümmetine keserdi, diğerini de ailesi için keserdi. Bu sünnete uyularak da kesilebilir. Bir insan sadece bir kurban kesecek diye bir şey yok. İmkânı var ise, bir eşi için keser, bir de ahiret için keser. Mesela Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem Veda Haccında 100 tane

 

deve kurban etmiş! Koyun değil, deve kurban ediyor. 100 tane deve! Kim yapmış? Şimdi var mı örneği? Yok!

 

-Seferde Resûlullah'ın sadece farz namazları kıldığına dair bir rivayet var. Sadece farz namaz kılınacak kadar zaten 2 rekât kılıyoruz, borcumuzu edâ etmiş olur muyuz?

 

-Zaten burada Cenab-ı Hakk hakkı ikiye indirmiş. Peygamber (sallalahu aleyhi ve Sellem) kul olarak kendi sünnetini mecbur tutmaz. Ama şöyle bir şey var, bir yere tatile, geziye veya umreye gitmişsiniz, on beş günden az kalıyorsunuz. Herhangi bir sıkıntı yok ise kılabilirsiniz. Ama imkân yoksa sadece farzı kılmakla olur.

 

-Kılmamanın bir mesuliyeti olabilir mi?

 

-Hayır, seferde olduğu için farz bile ikiye düşüyor.

 

-Elmalılı Hamdi Yazır'ın görüşü ile amel edenler oluyor seferde? Mesafe meselesinde, bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 - Seferî sayılabilmek için vasıtanın ismi ve şekli nazara alınmaz. Sadece mesafeye itibar edilir. Bu mesafe de normal yürüyüşle 18 saatlik yoldur. Yâni, yaklaşık doksan kilometredir. Doksan kilometrelik bir yolculuğa çıkan kimse, seferî olmaya niyet ettiği takdirde; ister yaya, ister otobüsle ve trenle, isterse uçakla gitsin seferî sayılır. Dört rekâtlı namazları iki rekât olarak kılar.

 

Ayrıca, seferîlikte zahmetin olup olmaması fark etmez. Bu mesele Asr-ı Saadette Sahabenin de zihnini meşgul etmişti. Çünkü seferde namazı kısaltmakta bir mesuliyet olmayacağını haber veren âyet-i kerimede, buna hikmet olarak "düşmandan korunmak" gösteriliyordu. Ve "Seferde düşmanın size fenalık yapacağından endişe edersiniz, namazı kısaltmanızda bir mesuliyet yoktur" buyruluyordu. Müslümanlar emniyete çıkıp da düşman korkusu ortadan kalkınca, "Madem düşman korkusu kalmadı, öyle isi niçin namazı kısa kılıyorsunuz?" diye bir fikre sahip oldular. Hattâ bir defasında Ashabtan Hz. Ya'la (r.a.) bunu Hz. Ömer'e (r.a.) sordu. Hz. Ömer, meseleyi önceleri kendisinin de anlamadığını, bir defasında Resulullahtan (a.s.m.) sorduğunda ondan şu cevabı aldığını söyledi: "Bu Allah'ın size verdiği bir sadakadır. Binaenaleyh, siz Onun sadakasını kabul edin."

 

Görüldüğü üzere bu bir ruhsattır ve Allah'ın mü'minler için bir armağanı ve kolaylığıdır. Diğer taraftan, bir hükmün illeti, yâni sebebi ayrıdır; hikmeti ayrıdır. Dinî bir hüküm, hikmetle değil, illetle esasa bağlanır. İllet olsa da hikmet bulunmasa, hüküm yine geçerlidir.

 

-Ãœstad Hazretleri de: "Sefer bulunsa, meÅŸakkat olmasa yine namaz kasredilir" diyor hocam.

 

-Tabi, o Yirmi yedinci Söz'deki "İçtihat" bahsinde Üstad onu söylüyor. Burada illeti(hükmün konulmasının gayesi, asıl sebebi) bahsediyor Üstad. İllet seferdir diyor. Meşakkat olsun veya olması o illet söz konusu olduktan sonra, meşakkat olmasa da namaz kısaltılır. Sefer olmasa, yüz meşakkat de olsa namaz yine kasredilmez. Biz Allah'ın hükümlerinde evvela emredilene bakarız, hikmetine değil…

 

-Üstad kendisi kasr etmediğini söylüyor.

 

-Üstad "ben Şâfii'yim" diyor. Açık ve net söylüyor.

 

-Biz o konularda Ãœstad'a uymak zorunda deÄŸiliz.

 

-Hayır, kendi mezhebimize uyarız. Üstad "ben Şâfiiyim" dediğine göre, mezhep esasını öne çıkarmış. Hazreti Üstad hep dört kılmış. Talebeleri de dört kılmış, mesela; Sungur Ağabey ve diğer Ağabeylerin de dört kıldığını biliyorum.

 

-Burada bir ihtilaf oluyor mu?

 

-Orada ihtilaf olmuyor, şöyle bir şey var. Bir mezhebin görüşünü uygularken, mesela bu Hanefi mezhebinde seferde namazın kısaltılması vaciptir. Vacibi terk ettiğin zaman tahrimen mekruh işlemiş olursun. Ama başka bir mezhebin fazilete dair, fazilete yönelik içtihatları yapıldığında buna yapma denilmez, o da haktır, onun da kaynağı Kur'an ve Sünnet'tir. Yapıldığı zaman "niye yapıyorsun, günah işliyorsun, haram işliyorsun" dememek lazım.

 

-Faizsiz bankalarda kâr payları, diğer bankalardaki faiz oranları ile aynı deniliyor.

 

-Şimdi o husus sadece bankalarla ile alakalı olmaz. Mesela adam ticaret yapıyor, %5 kazanıyor, %3 kazanıyor, %10 kazanabiliyor. Şimdi öyle bir piyasa var ki Türkiye'de sadece %3 kazanarak ya da %10 kazanarak, daha fazla kazanamıyor zaten, müşteri bulamıyor. Onu %10 ile veriyor. Banka faizi de %10, şimdi banka faizi ile bunun kâr oranı aynı diyebilir misiniz?

 

Piyasada belli bir kâr oranı vardır. Gitgide de bu oran düşüyor. Faizler düştüğü gibi ticari kâr oranı da düşüyor. Katılım bankaları ticari şirketlerdir. Murabaha usulü çalışıyor, vadeli satışlarla çalışıyor, bu ticari bir faaliyettir. Burada faiz haddi söz konusu değildir. Katılım bankaları para satmıyor, mal satıyor.

 

Katılım bankalarının çalışmaları bütünüyle murabaha usulü, İslâm fıkhındaki verilen fetvalara göre tertip ediliyor.

 

-Dul kadına belli sürelerle "evlen" telkininde bulunmak lazımmış doğru mu?

 

-Ben öyle bir şey duymadım, bilmiyorum. Evlenme onun tercihine bırakılır. Zorlanmaz, hiçbir insan zorlanmaz. Bir erkeğin veya bir kızın evlenmeye niyeti yoksa, evlenmek istemiyorsa, belki ikna edilebilir, izah edilebilir, ama evlenmek istemiyorsa bir insanı zorla evlendiremezsiniz.

 

Dul bir hanım, genellikle evlenmez, hele çocuğu varsa zaten hiç evlenmiyor. Çocuğunun başını bekliyor. Veya mutsuz bir evlilik yapmıştır, bir daha aynı hayatı yaşamak istemiyor. Kendi dünyasında eğer mutluysa zorlanmaz.

 

 Ancak şöyle bir şey var; bir hanım hem genç olur, hem güzel olur, hem de yalnız kalır, kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz. Sağdan-soldan birtakım ileri geri konuşmalara da muhatap olursa, fitnenin önlenmesi için yakınlarının ona bu şekilde bir telkinde bulunmaları onun hayrınadır. Yoksa ileri yaşta bir hanıma kimse "mutlaka evlen!"

 

demez ki…

 

Bir de geliri de yoksa bir hanımın, çevresindeki insanların ona telkinde bulunması onun hayrınadır, bir paylaşım, bir akıl, bir meşverettir. Ama bütün bunlara rağmen evlenmek istemiyorsa, insanı zorlayamazsınız. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem "evlilikte kızın evliliği kabulü susmasıdır, dul kadının da beyanıdır" diyor. Dul kadın konuşabilir, ama kız susar, çekinebilir. Ama şimdi o da kalmadı ya!

 

-Bir tarla satın aldım" demiş okuyucumuz, "daha önceki sahibi afete karşı tarlayı sigortalatmış. Geçenlerde de dolu yağdı. Malın yüzde altmışı zarar gördü. Şimdi sigortadan gelen para beni düşündürüyor" diyor?

 

-Kasko için de, ev için de, işyeri için de veya diğer bütün ticarî fabrika için yangın sigortası, hırsızlığa, teröre karşı vs. sigortalar var. Bu sigortalardaki asıl amaç, insanın kendi koruyamadığı mal varlığını koruyacak bir çare bulmasıdır. Kendi koruyamıyor, sabah iniyor aşağıya araba yok veya işyerine gitmiş içinde hiçbir şey yok veya kasasını alıp götürmüşler.

 

Şimdi bu tip meselelerde İslâm'da mübadele esaslı bir sigorta sistemi var. Yani ortaklık esaslı, parayı veriyor ama aynı zamanda o paraya ortak. O İslâm bankalarının bünyesindeki İslâmî sigortalar. Türkiye'de bu işleyemedi, tam oturmadı, sistem oturmadığı için işleyemedi. Bunu bir zaruret olarak görüyorlar. Türkiye'deki Hayrettin Karaman Hoca gibi fıkıhta uzman olan hocalarımız, bu sigortayı yani primi esas alan sigortayı zaruret olarak görüyorlar.

 

Bir de hem zaruret hem de bekçilik, bekçiye verilen para gibi görüyorlar, güvenliğe verilen para gibi görüyorlar. Güvenliğe para veriyorsun, arabanı bekliyor, evini bekliyor, işyerini bekliyor, diyelim ki tarlanı, bağını, bahçeni bekliyor. Şimdi İslâmî uygulamada bu yok. Allah istediği kişiye rızkını bollaştırır, istediği kişinin de daraltır. Buradaki asıl mesele, takdir-i İlâhîyeye boyun eğmezse bir kimse, tedbir alma konusu, bu devletin bir desteği.

 

Geçtiğimiz yıllarda benim bir yakınımın da o şekilde bir kayısı bahçesi vardı. Bir âfet, zarar geliyor ve ürününün neredeyse %50'den fazlasını kaybediyor. Sigorta bunun belli bir nispetini karşılıyor. Bu eğer kaskoya benzetilirse, kasko veya diğer yangın sigortalarına ya da sel felaketine karşı yapılan sigortalara benzetilirse bir zaruretten dolayı verilen fetva mümkün. Bu bir de çiftçiye teşvik oluyor. Çiftçiye devletin desteği oluyor burada. Bu sene diyelim ki zarar gördü, kuraklık geldi yağmur yağmadı, ikinci sene bir dolu geldi dolu yağdı, üçüncü sene yangın geldi… Olabilir yani, ne yapacak bu adam? Bırakacak! Bunlara karşı, vatandaşın, çiftçinin, üreticinin korunması konusunda –bu daha yeni üç-beş yıllık bir olay– devlet bunu koruyor. Devletin desteğini görmek lazım, devletin vatandaşı koruması lazım. İnşaallah o düşünceyle, zaruretten dolayı yapıldığında bir mahzuru olmadığını düşünüyorum.

 

Burada şunu belirtmek lazım; Peygamber Efendimiz "ne kadar fetva verirlerse versinler sen kalbine, vicdanına danış" buyuruyor. Senin kalbinde, vicdanında bulunan makes'e göre hareket et. Asıl itibariyle insanın içinin alması, rahatlaması gerekiyor.

 

-Birisi şöyle bir soru sormuş; boşanmış eşinden, nafakasını da veriyor, ama eşinin durumu iyi değilmiş, buna zekât verebilir miyim? diyor. Yani koca boşadığı eşine zekât verebilir mi?

 

-Nafaka dediğiniz olay İslâm hukukunda yok. Dört ay içerisinde verebilir, dört aylık ihtiyacını karşılar. İddet süresi içerisinde onun ihtiyacını karşılar. Ama dört ay'dan sonra, boşadığı bir kadına bir erkeğin nafaka vermesi söz konusu değil, İslâm hukukunda bu yok. İslâm hukukuna göre o kadının iddet süresi bittikten sonra bir başkasıyla evlenmesi lazım. Az önceki soruda da geçti, bir kadının tek başına kaldığında kendi hayatını devam ettirmesi güçleşiyor. Eğer bir güvencesi de yoksa evlenecek. İslâm evliliğe teşvik ediyor, neslin çoğalmasına teşvik ediyor. Bu açıdan dört aya kadar veriyor, dört aydan sonra nafaka vermiyor. İslâm hukukunda böyle bir şey yok benim bildiğim.

 

Ama medenî hukukta böyle bir şey var. Öyle enteresan bir şey ki; o kadın evlenmediği süre içerisinde ölünceye kadar adamcağız onun nafakasını veriyor. Arada hiçbir hukukî vasıta kalmamış ki. Çocuklar varsa o ayrı, çocuklara zaten baba bakacak. Ama o kadına yabancı olmuş, birbirleriyle hiç alâkaları kalmamış, bu o adama zulüm olur. Bu medenî kanunun vermiş olduğu şey; kadını koruyor, ama öbür taraftan erkeği mağdur duruma düşürüyor. Maaşının belli bir miktarını eşine veriyor, adam evleniyor, çocukları oluyor, yine öbürünün nafakası devam ediyor. Ne hakkı var ki, hiçbir hakkı yok. Bir taraf kullanırken, diğer taraf mağdur oluyor. Bunun bir çaresinin olması lazım.

 

-Zekât verebilir mi?

 

-Zekât verebilir tabi fakirse. Normal din kardeşi gibidir. Ona verebilir.

 

-Tavuk kesim makinelerinde makine başında bir kere Besmele çekiliyor. Bu yeterli midir?

 

-Zaten Kur'an-ı Kerim'de bu hususta âyet var. "Üzerine Allah'ın adının anılmadığı etleri yemeyin" diyor. İslâm teknolojiye karşı değil, teknolojiyi hiçbir zaman göz ardı etmiyor. Gelişen şartlara göre İslâm'ın kendine has çözümleri vardır. Şimdi ne büyükbaş hayvanlar, ne de küçükbaş hayvanlar teker teker elle kesilmiyor. Makinenin başındaki adam düğmeye basarken Bismillah Allahu Ekber diyor, bütün hayvanlar anında kesiliyor. Dolayısıyla burada besmeleyi kasten unutmamak kaydıyla bir ile bin'i bir olarak görmek lazımdır.

 

Şimdi Türkiye'de ne çıktı? Merkezî ezan. Ankara'da bir tek camide okunan yüzlerce camiye bağlanarak okunuyor. Şimdi bu caiz mi? Fark etmiyor, hoparlörden okunduğu için bir tane veya bin tane okunmuş oluyor. Bunun örneklerini çoğaltmak mümkün sosyal hayatta…

 

Bilvesileyle söyleyeyim, ben mesela merkezî ezana taraftar değilim, hoşlanmıyorum. Geçen Diyanet İşleri Başkanlığı Ankara'da bir toplantı düzenledi, orada da ifade edildi, merkezî ezandan vazgeçileceği söylendi.

 

-Türkiye'de takvimlere göre namazda bir sorun var mı? Bazıları bunun gündeme getiriyorlar.

 

-Türkiye takvimlerindeki sorunun kaynağı rasat meselesi. Yani bu şafak ve fecir gözlenmesi. 1988'de Diyanet İşleri Başkanlığından iki görevli vardı, diğer takvim yapan kuruluşlardan görevli vardı, biz de o zaman katılmıştık. 8-10 kişilik bir ekipti, bu konuda bir çalışma yaptık. Urfa'da, Konya'da, Antalya'da, Trakya'da çalışmalar yaptık. Çıplak gözle bir fecir tespiti, fecr-i sâdık, fecr-i kazip tespiti yaptık. Fecr-i sâdık ne zaman doğuyor?

 

Fecr-i sâdık ile -ki imsak denir buna- güneş doğması arasına bakıyorsunuz. Burada 12 derece çıkıyor. Bir derece yaklaşık 5-5,5 dakika yapıyor. O zaman 12 derece 65-70 dakikaya yakın oluyor. İmsak ile yani fecr-i sâdık ile sabah güneş doğması arasında bu kadar bir süre var.

 

Bir de şafak gözlemi yaptık. Şafak hesabı da şu; güneş batıyor ya, güneş battıktan sonra ufukta bir kızıllık oluşuyor, bu kızıllık bir süre devam ediyor. Bu kızıllık ufuktan silindikten sonra tekrar bir beyazlık oluşuyor. Ufka baktığınızda bir siyahlık var ama güneşin battığı ufukta baktığınızda ufukta bir beyazlık oluşuyor. O beyazlık gittikten sonra ufuk çizgisinde her taraf aynı oluyor. Doğu, batı, kuzey ve güney.

 

Şafii mezhebine göre o kırmızılığın gitmesiyle yatsı namazı vakti geliyor. Bu kızıllığın akşam namazından sonra, kızıllığın gitmesiyle güneşin batması arasındaki oran, fecr-i sâdıkla yani imsak vaktiyle güneşin doğması arasındaki zamanla aynı. Biz bu hesabı yaptık.

 

Hanefi mezhebi diyor ki; asıl yatsı namazının vaktinin girmesinden ziyade burada başka bir nokta var, akşam namazının vaktinin çıkması. Şafii mezhebi "akşam namazının vaktinin çıkması o kızıllık bitince çıkar" diyor. Hanefi mezhebinde ise "beyazlığın gitmesi" ile deniyor. Arada aşağı-yukarı 15-20 dakikalık bir süre var. Fecr-i kâzib ile fecr-i sâdık arasında da 15-20 dakikalık bir süre var. Birinci şafak ile ikinci şafak arasında(İşa-yı evvel- İşa-yı Sâni, ilk yatsı, ikinci yatsı) da aynı süre var. Bunları biz tespit ettik, Diyanet İşleri Başkanlığı'na gönderdik. İmzaladılar, ama bu uygulama yapılamadı.

 

İmsak vakti konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı yapılan bu rasatları aldı, ama uygulama imkânı bulamadı. Diğer namaz vakitleri zaten belli. Sabah namazı ile yatsı namazı ile alakalı bu sıkıntılar. Bir de ikindide iki vakit var; asr-ı evvel ve asr-ı sâni diye…

 

-Öğlenin vaktinde bir sorun yok..

 

-Belli zaten, onda kimsenin ihtilafı yok. Güneş tam tepeye gelip de batıya doğru kaymaya başlayınca öğle namazı vakti giriyor. İkindi namazı vakti de her cismin gövdesinin kendi misli, kendi boyu kadar olmasına asr-ı evvel, iki metre olmasına asr-ı sâni deniyor. İşte bunda ihtilaflar var. Ama Diyanet İşleri Başkanlığı bütün bunların içerisinde en isabetlisini veriyor. Mesela; Türkiye takviminin, Fazilet takviminin enteresan farklı uygulamaları var. 5 dakika ile 10 dakika arasında bir fark var. Bu farkların takvimde yer almasına bir şey demiyoruz. Ama önemli olan ümmetin içerisinde ihtilafın kaldırılmasıdır. İttifak esastır.

 

Takvim meselesinde enteresan bir şey daha var. Biz her sene Ramazan'da Mekke'de, Medine'de oluyoruz. Bazen oruca bizden bir gün önce başlıyorlar. Bayram da bazen bir gün önce oluyor veya bir gün sonra oluyor. Türkiye'de farklı, orada farklı. Ne yapacaksınız? Türkiye'de başlamışsınız oruca, oraya gitmişsiniz, bir gün fazla oruç tutuyorsunuz. Ona bir şey yok. Olsun 29 yerine 30 tutuyorsunuz. Ama oruç o sene 29 oluyor. Oraya gidiyorsunuz bir gün önce oluyor, 28 yapıyor, o zaman sıkıntı oluyor.

 

Burada ne deniyor; "Bulunduğunuz yerdeki uygulamaya uyun ki ihtilaf çıkmasın."

 

Aynı farklılığı Arafat'ta da yaşıyoruz.. Zilhicce'yi erken başlatıyorlar. Zilkade'ye 30 yerine 29 çektiriyor. Zilhicce hilalini bir gün önceden görünce bu sefer ne oluyor, Arafat bir gün önceye geliyor. Ben iki Hac mevsiminde bunu yaşadım. Bir gün önce Arafat vakfesi yaptık. Türkiye'de olduğu gibi gitseniz Arafat'ta vakfe yapsanız olur mu? Yok, vakti geçiyor her şeyin… Burada ne yapacaksınız? Bulunduğunuz yere uyacaksınız.

 

Böylece hem uygulamada gördüğümüz mesele hem de ittifakın esası prensibiyle hareket ederek, ümmet arasında ittifakı sağlamak lazım. Dolayısıyla takvimlerin farklı olmasının sebebine fazla takılmamak lazım. Türkiye'de ittihadı sağlamak lazım. Zaten Türkiye'deki ezanlar diyanet işleri başkanlığının tespitine göre okunduğuna göre, bazı yerlerde cüzi farklı uygulamalar olsa bile genel itibariyle Türkiye'de ezanlar Diyanet İşleri Başkanlığına göre okunur.

 

-Allah razı olsun hocam..

 

-Cümlemizden..

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

mehmet iraz, 2010-01-16 00:54:26

Sitenizde bulunan röportajları kitap halinde basmayı düşünüyor mmusunuz? Veyahut basılmış kaitab mevcut mudur? Acil yardımcı olursanız memnun olurum. Selametle

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" dediler.

Âl-i İmrân; 173

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Geçmiş peygamberlerin sözünden (hiç eksiksiz) nâsın eriştiği haberlerden birisi de: Utanmazsan dilediğini işle! (sözü) dür.

Abdullâh b. Mes'ûd (r.a)'dan

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI