MUHAMMED EMİN ER HOCA EFENDİ’NİN HATIRATI-1

ülkemizin en büyük âlimlerinden bir asra yaklaşan ömrünü ilim ve irşad yoluna bezletmiş değerli insan Muhammed Emin Er Hocaefendi’nin hatıralarını siz değerli okuyucularımıza ulaştırmak, âlimlerimizin ilim yolunda çektiklerini düşünerek b


2010-07-01 06:59:13

Kıymetli ziyaretçilerimiz! Muhterem âlim ve mütefekkir Mehmed Kırkıncı Hocaefendi ne güzel der; “İlim ve irfan ile mümtaz kâmil insanların, hatıralarını yad etmek hepimiz için bir vazifedir. Zira; imanın, aşkın ve irfanın tükenmez kaynağı olan bu mürşit ve âlimlere ait güzel meziyetler istikbaldeki yeni nesle ışık tutacak birer hidayet meşalesidir. Aynı zamanda bu manevi rehber ve mürşitlerin ubudiyet ve marifete ait yüksek seciyelerini zikretmek rahmet-i ilâhiyenin nüzulüne de güzel bir vesiledir. Onların kemalat ve faziletlerine ait hakikatleri yazıp nazara vermek, hasta ruhlara ve yaralı kalplere şifa olur.

Her asırda bu gibi hatıralara itibar edilmiştir. Âlemde insanları irşat edip aydınlatan ve hidayete kavuşturan öyle arifler, mürşit ve mücedditler gelip geçmişler ki, onların bıraktığı hatıralardan ve yazdıkları eserlerden nice insanlar tefeyyüz edip, saâdet ve selâmete kavuşmuşlardır. Hatıralar ve portreler, örnek insanların galerisidir. Büyük adamların hayatlarını okurken insanlar kendi küçüklüklerini görürler, onlar bir endam aynası gibidir. İnsan onları okumak suretiyle kendini sigaya çeker ve onlara benzemeye çalışır. Edebiyatta tezkireler bu faydayı temin etmek için yazılmışlardır. Demek ki, her devir bu gibi rehber ve mürşitlere muhtaçtır.”

Bu gerçekten hareketle, ülkemizin en büyük âlimlerinden bir asra yaklaşan ömrünü ilim ve irşad yoluna bezletmiş değerli insan Muhammed Emin Er Hocaefendi’nin hatıralarını siz değerli okuyucularımıza ulaştırmak, âlimlerimizin ilim yolunda çektiklerini düşünerek bir nefis muhasebesine davet etmek, azim ve gayretinizi artırmak istedik. Bu hatıraları iki sene kadar önce kendilerini Ankara’da ziyaretimiz sırasında sevenlerinden almıştık. Cenab-ı Hakk'tan, bu muhterem zatın saye-i nuranisinin ümmet-i Merhume üzerinde daha nice seneler devam ettirmesi niyazıyla, saygılarımızı arz ediyoruz.  Salih Okur-Cevaplar.org

İLİM UĞRUNDA

Ben hicri 1332’de Miladi hesabiyle 1914 te Diyarbakır Çermik ilçesinin Kiloyan köyünde dünyaya geldim. Henüz dört beş yaşlarında iken validem Havva vefat etti. Babam, Ali oğlu Zülfikâr memleketimizin en zenginlerinden idi. Âlimleri çok severdi. Bizim okumamızı da çok arzu ederdi. Bu sebeple, bizi okutması için Molla Ali adındaki bir hocayı özel olarak getirdi. Hoca bekârdı, önce onu evlendirdi. Sonra, evinin geçimini temin etmesi için kendisine bir de bağ aldı. Hoca, bana ve ağabeyime ders vermeye başladı. Eski usule göre Elifbayı okuyorduk. Daha Elifbayı bitirmeden 1925 tarihinde babam şehit olarak vefat etti. Bundan sonra başımıza çok musibetler geldi.

Nihayet beni keçilerimize çoban ettiler. Bir yandan çobanlık yaparken, bir yandan da Elifba’da okuduğum harfleri bir araya getirerek varlıkların isimlerini yazmaya çalışırdım. Bu yazdıklarımı okuma yazma bilenlere gösterir, yanlışları düzeltir doğrusunu öğrenirdim. Bazen köye gelen misafirlerin yanına gider, onlardan da öğrenmeye çalışırdım. Böylece kendi kendime çalışarak mektup yazmayı, Osmanlıca kitapları okumayı öğrendim. Akşamları köy odasında Cenk kitabından okurdum, halk da dinlerdi.

Bu arada Osmanlıca yazılmış olan 40 sual Delâilu’l-Hayrat’ın şerhi olan Davud-u Antakî, Tasavvuf konusunu işleyen Müzekki’n-Nüfus adlı kitapları mütâlaa ettim. Buna benzer diğer bazı kitaplar daha okudum. Okuduğum kitaplardan etkilenerek Tarikata girmeye merakım oldu. İşittiğim şeyhlerin ziyaretine giderdim. Gittiğim şeyhlerde Müzekki’n-Nüfus adlı kitapta belirtilen alametleri görmediğimden, bunları beğenmiyordum.

Dayım Reşit’in yanında Ebcet’i okurken peltek (S)’yi Sin harfi ile okudu. Kendisine niçin bu iki harfi aynı sesle okuduğunu; eğer aynı sesle okunursa neden iki ayrı harfle yazıldığını sordum. “O farkı biz bilmiyoruz. Tecvidi bilenler bilir” diye cevap verdi. Tecvidi kimin bildiğini sordum “Çüngüş’e bağlı yeni köyde Molla Mustafa bilir” dedi. Onun yanına gittim. Fakat bana ders veremeyeceğini yerimin uzak olduğunu beyan etti. “Çüngüş’te molla Ali var ona git” dedi. Çüngüş, o zaman nahiye idi. Oraya gittim. Ali hocaya bir gece misafir oldum. Oda “evin burada olsaydı sana ders verirdim, fakat evin burada değil, ne yapayım” dedi. O zamanlar öğrenci barındırıp, okutmak yoktu.

Bizden çok uzak bir köyde çok âlim bir zat vardı, onun ziyaretine gittim. Bu zat, İzmir’li İsmail Hakkı’nın medrese arkadaşıydı. Çok ihtiyardı. Öyle ki, kazayı hacetini yatağında bir kaba yapardı. Sohbet esnasında fetvalardan bahsedilirken “Fetva vermek çok güçtür. Bir kaç kitabı incelemeden fetva vermemeli” dedi. Buna şu misali verdi: “Âlimin birine merkebin ayakları kaç tanedir diye sorulduğunda, “gidip bakacağım” demiş. Şimdiye kadar merkebin kaç ayağının olduğunu bilmiyor musun, denildiğinde ise “gördüğüm zaman dörttü, ama şimdi değişmiş olabilir”, diye cevap vermiş. Bununla insan ne kadar bilse bile yine de tekrar inceleyip tahkik ettikten sonra fetva verilmelidir demek istedi. Bu alim zatın Niyazi adındaki torunu dedesini tasdik etmek için söze karışarak “Dede” dedi “bir kişi kendisine bir katip ararken, katiplerin bulunduğu çayhaneye gidiyor. Bana bir kâtip lazım deyince, birisi ben geleyim diyor. Ona iki çarpı iki kaç eder diye soruyor. Kâtip hiç düşünmeden dört deyince, ondan vazgeçiyor. Başkası ben geleyim diyor. Ona da aynı soruyu soruyor, o da aynı cevabı verince ondan da vazgeçiyor. Üçüncü şahıs ben geleyim diyor. Ona da aynı soruyu soruyor, o şahıs defter kalem alıp hesaplıyor ve dört eder diye cevap veriyor. O zaman onu katipliğe kabul ediyor.”

Namaz vakti geldiğinde, orada bulunan cemaat beni imam etmek istediler. Ben de onların en küçükleri idim. Nüfusa göre 13 asıl itibarı ile 18 yaşında idim. İçlerinde okumuşlar da vardı. Namazı ben kıldırdım. Birinci rekâtta “Tebbet”, ikinci rekâtta “Kulhuvallahü”’yu okudum. Bana “Dat’ın kalkalesini yapmadın” dediler. “Bu tecvit bilmekle olur. Fakat bana bu ilmi öğretecek kimse bulamıyorum” dedim. Bunun üzerine “bu ilmi Kilan köyünde oturan Şeyh Siraceddin biliyor” dediler. Ben de oraya gittim. Şeyhin Hanımı, Siverek Çerçili köyünde ikamet eden kayınbiraderi Şeyh Şefik’in çok güzel Tecvid bildiğini, hocasının Hızır Aleyhisselam olduğunu söyleyince oraya gitmeye karar verdim.

Eve döndükten sonra yanıma bazı Osmanlıca kitaplar alıp, yola revan oldum. Yirmi saat yaya yol yürüyerek bu köye ulaştım. Şeyh Şefik Efendi, “Ben babamdan ders alarak okudum. Her gün Kur’ân’dan iki satır okurdum. Okuduğum dersi birinci gün yüz elli defa ikinci gün yüz defa tekrar etmek suretiyle Kur’ân’ı hatmederek tecvidi öğrendim. Babamın hocası ise Hızır Aleyhisselam’dır” dedi. (Bu zatlar yani şeyh Siraceddin ve şeyh Şefik meşhur Şeyh Ali’nin oğulları olup, seyyid ve şeyh idiler).

Ben kendisine, “senin yanında Kur’ân okuyarak tecvid öğrenmek istiyorum. İstersen senin için çobanlık, istersen çiftçilik yaparım” dedim. Müspet bir cevap alamayınca, geri köyümüze döndüm. O sırada Latince harfler çıktı. Yani harf devrimi oldu. Arapça okumak şiddetle yasaklandı. Bazı arkadaşlarla sadece iki gün okula gittim. Yeni harfleri öğrendim.

Gece gündüz Osmanlıca ve yeni harflerle okuma yazmayı ilerletmeye çalışıyordum. Hiç kimseden ders almadığım halde okur yazar olmama herkes şaşıyordu. Hatta çok yerlerde “bir çocuk hiç kimseden ders almadan, okuma yazmayı öğrenmiş. Gece Hızır dersini veriyor” diyerek benden bahs ediyorlardı.

Hülasa okuma aşkı bende ziyade idi. Belki okumak imkânı bulurum diye Suriye’ye gitmeye karar verdim. Harçlık yapmak için bağlarımı satmak istedim. Almak isteyenler mahkemeye başvurdular. Hakim onlara “bu çocuktur, onun malını alamazsınız” diye cevap verdi. Harçlıksız olarak yola çıktım. Yaya olarak Antep’e altı günde vardım. Ne yaptımsa, fırsat bulup hududu geçemedim. Bunun üzerine Adana’da bulunan akrabalarımın yanına gitmeye karar verdim ve Adana’ya gittim. Oradaki akrabalarımdan Hasan efendiye misafir oldum. Bana banyo yaptırdı. Üstümü başımı yıkattı. Bana “sen neden geldin, buralarda çalışman ailemize yakışmaz, seni geri göndereceğim” dedi.

Kendisiyle birlikte yürüdüğümüz sırada bir sokakta kendimi ondan gizleyip ayrıldım. Beni tanımadıkları bir semte gittim. Yusuf adında Palo’lu bir kişi ile görüştüm. Bana koyunlarına çoban olmamı teklif etti, ben de kabul ederek yanında kaldım. İki sene koyunlarına çobanlık yaptım.

Sonra Mersin’den vapurla İstanbul’a gittim. Altı günlük yolculuktan sonra, İstanbul’a vardım. Yaşım küçük olduğundan dolayı İstanbul’da ne okuyacak bir yer bulabildim, ne de çalışacağım bir iş bulabildim. Hiç harçlığım kalmadı. Yaya olarak körfezi dolaşarak Bursa’ya gitmek istedim. Kadıköy’e gittim. O zaman küçük bir köydü. Bir de Kartal köyü vardı. Aralarında hiç ev falan yoktu. Kartal’a kadar yaya gittim. Körfezi dolaşmayı gözüm kesmedi, tekrar İstanbul’a döndüm. Eminönü’nde Yalova’ya giden vapura bindim. Vapur hareket ettikten sonra para istediler, “yok” dedim. Üstümü aradılar. Para bulamayınca para istemekten vazgeçtiler. Kırk sekiz saat aç kalmıştım.

Yalova’dan Bursa’ya giderken yolda iki kişiye rastladım. Bunlarla konuşurken durumumu anladılar. M. Salih adlı birisi bana “bize hizmet edecek biri lazım, son ol. Ne iş verirsek onu yaparsın, yıllık ücretin de (60) lira olsun” dedi. Ben de kabul ettim. Bazen tarlada çift sürerdim. Bazen odun keserdim, bazen bağ bellerdim. İki yıl da burada çalıştım.

Sonra Adana’ya döndüm. Çerçilili Osman ağa beni Adana’daki çiftliğine kâtip ve vekil olarak gönderdi. Çiftliğin gelir gideri elimden geçiyordu. Bu ara bir rüya gördüm. Kıyamet kopmuş kabirden kalkıp haşir yerine gidiyoruz. Ben yalnız olarak Şam’a doğru gidiyor, hem de ağlıyorum. Sakalı beyaz, yüzü nurani bir ihtiyar karşıma çıktı. Bana “oğlum niçin ağlıyorsun” dedi. Ben kendisine dedim ki “sen derdime derman olamazsın” bana “aha” diye darılarak geçti. O zaman onun gönlünü kırdığım hatırıma geldi. Kendisine durumumu izah edeyim diye düşündüm. Ona dedim ki, “Haşre gidiyoruz. Hesabımız nasıl olacak endişesiyle ağlıyorum” diyerek durumumu anlattım. O da bazı ibadetleri yapmamı, bazılarını da terk etmemi tavsiye etti. Bunları yaparsan her şeyi ben tekeffül ederim” dedi. Ben dedim “sen kimsin ki böyle vaad da bulunuyorsun!” “Ben Hızır’ım” dedi. Böylece uykudan uyandım.

Tekrar Suriye’ye geçip okuma imkânı aramayı düşündüm. Fakat yedi seneden beri memleketten ayrıldığım için sıla-i rahim yapıp sonra Suriye’ye gitmeyi uygun buldum. Bu amaçla memlekete gittim. Güzel elbiseler ve hediyelerle memlekete döndüm. Kardeşim, akrabalarım, dayılarım beni karşıladılar. Ben kendilerine Suriye’ye okumaya gideceğimi, ondan önce sılayı rahim için geldiğimi söyledim. Bu fikrimi beğenmediler, reddettiler. “Seni evlendirelim, sen hiç çalışma, her şeyi biz temin ederiz, bir daha gurbette gitme” dediler. Kaç gün ara ile beni ikna etmeye çalıştılar. Ben ise azimli ve ısrarlıydım. Gösterdikleri müşkülatlara cevap veriyordum. Nihayet bir gece rüyada gökten doğru bir ses geldi. Allah tarafından geldiğini zan ettim. Şöyle diyordu: “Git. Senin gittiğin yol Şeriat, tarikat, hakikat yoludur.” Sabah oldu, onlara gideceğimi kati olarak söyledim. Osmanlıca kitaplarımı sırtıma aldım. Yüküm epey ağır oldu. Suriye’ye giden bazı arkadaşlarla beraber yola çıktım.

Mevsim yazdı. Ben de oruçlu idim. Yokuş bir yoldan gidiyorduk. Suyu soğuk bir pınara geldik. Herkes su içti, ben içmedim. Ramazan gibi oruca önem veriyordum. Siverek’e geldikten sonra daha önce gittiğim Çerçili köyüne gittim. Şeyh Şefik Efendi’ye Suriye’ye okumaya gideceğimi söyledim. Kendisinde misafir bulunan amcasının oğlu Seyyid Abdülkadir bana “lisan bilmiyorsun, tehlikelidir. Başına bir iş gelir. Benimle gel, bizim köye gidelim. Bazı dostlarımız Suriye’den bize gelirler, seni onlarla gönderirim” dedi. Bunun üzerine kendisiyle beraber Karacadağ’da Koru denilen köylerine gittim. Oğlu Nurullah yanımda okumaya başladı. Elifbayı bitirip Kur’ân’a geçti. Oraya Siirt Tillo’dan iki sünnetçi geldi. Ben onlara durumumu anlatınca bana, “Metina dağında, Tahvik köyünde Molla Hasan isimli büyük bir âlim var. Talebeleri var. Arapça ders veriyor. Oraya git” dediler. Ben de misafir kaldığım evden izin alarak, o köye gittim. Akşam ile yatsı arası, köye vardım. Hocayı buldum. Hoca kılık kıyafetime bakınca beni bir memur zannetti. Bana “atın nerede? Söyle çocuklar bağlasınlar” dedi. Ben “atım yok, okumaya geldim” dedim. Hoca Şafii idi. Beni sordu “Hanefi’yim” dedim. “Yanımda Hanefi kitaplarından Mülteka isimli kitapları var. Sana ondan bir ders vereyim” dedi. Bu kitaptan bana ders verirken Şafii mezhebine muhalif yerleri görünce hayrette kaldı. Ben o yerleri kendisine izah ettim. Talebelerine seslenerek “siz senelerden beri okuyorsunuz. Bunun kadar mezhebinizi bilmiyorsunuz, aklım keser bu okuyabilir” dedi. Ardından da “Acaba ratibe veren bulunur mu?” diye sordu. Bir talebe “hocam, Ali adında bir şahıs “ben verebilirim” demişti” diye cevapladı. Hoca da “git onunla görüş dedi”. Çocuk gidip geldi. O adamın ratibe vermeyi kabul ettiğini söyledi. Hoca bunun üzerine o talebeye “Molla Şeyhmus, bu utanır, sen o evden kendine ratibeyi al getir. Buna da bizim evden benim kızım getirir” dedi. Talebelerle beraber hücreye gittik. Medresenin duvarları adam boyu siyah taşlardan örülüydü. Aralarında yer yer delikler vardı. Mevsim kış idi. Isınmak için odun yakıyorlardı. Hücrede baca yoktu. Ateş yanınca oda dumanla doluyordu. Gözlerim yanmaya başladı, yaşlar su gibi akmaya başladı. Diğer talebeler alışkın olduklarından dolayı umurlarında değildi. Okumaya olan merakımdan dolayı o izdihamlar bana da hiç geliyordu.

Hoca bana Mülteka kitabından ders vermeye başladı. Bir hafta sonra aldığım dersin diğer talebelerin aldıkları derslere benzemediğini görünce onlara ne okuduklarını sordum. Nahv ilmini okuyup ezberlediklerini söylediler. Onlarla aynı dersleri okumak istediğimi hocama söyledim. Hocam da kabul etti. Emsile kitabından başladık. Beş günde bu kitabı ezberledim. Bina, İzzi, Maksud kitaplarını okudum. Bende Emsile’nin Türkçe tercümesi vardı. Ondan istifade edip okuduğumuz kitaptaki bazı yanlışları düzeltiyordum. Diğer talebeler hocama, “Hocam, senin bu taleben daha yeni ders almaya başladığı halde kitapta geçen yanlışları bilip düzeltebiliyor” diyerek şaşkınlıklarını ifade ediyorlardı. Bu dört kitabı bir buçuk ayda bitirdim. Hem de hepsini de ezberledim. Bu kitapları birinci gün 50, ertesi gün 30, diğer günlerde ise birer defa tekrar ederdim.

Hocam bir müddet sonra Tahvik köyünden Diyarbakır’a nakil oldu. Ben hocasız kaldım. Siirt-Tillo’ya gittim. Buraya Alevi bir vali geldi. Tekkeleri, medreseleri kapattı. “Onun korkusundan medrese usulü ders veren yoktur” dediler. Diyarbakır’a geri döndüm. Sergelyan köyünde bir âlimin ders verdiğini işittim. Oraya gittim. Hoca bana: “Köyümüz kazaya (ilçeye) yakın olduğu için korkudan ben şahsen ders okutamıyorum. Fakat Köseli köyündeki Molla Resul* okumak isteyenlere ders veririm demişti. Sen ona git” dedi. Ona misafir genç bir hoca vardı. Adı Molla Abdussamed idi. Hocaya: “Bu genci bir kaç gün idare et. Bizim evimiz Garzan’dan Koği köyüne gelecek. O zaman bizim yanımıza gelsin, okuturuz dedi”. Hoca da kabul etti. Nahv ilminde Amavil-i Birgivi kitabından ders okumaya başladım. Karanlık, rutubetli eski bir Camide yatıyordum. Akşamları hoca köy odasına giderken ben de onunla giderdim. Hocam ile köy sahibi efendi, odanın başköşesinde karşılıklı oturur, sohbet ederlerdi. Millet de dinlerdi. Ben de onların bu sohbetine katılırdım. Efendi hocadan sordu. “Senin bu taleben ne zaman Molla Camiye yetişir?” Hocam da kitapları sayarak “Altı senede” dedi. Efendi bunun üzerine dedi ki? “Ben kendisine bir yorgan verecektim, fakat altı sene de Molla Cami’ye yetişeceği için vermekten vazgeçtim.” On beş günde Avamil’i bitirip hıfz ettim. O zaman molla Abdussamed Koği köyüne geldi. Ben de onun yanına gittim. Onun yanında Avamil-i Curcaniye başladım. Bir ders te İzhardan okuyordum. Onu da hıfz ediyordum. Sırasıyla; Avamil, Zuruf, Terkip, Sadullah-ı Sağîr, Şerh-ı Muğni, Merah kitablarını okudum.

Her gün okuduğum dersi 150 defa, ertesi gün 100 defa tekrar edip hıfz etmek (ezberlemek) suretiyle bu kitapları bitirdim. Merah adlı kitabın üzerine yazılan “Dinkoz” adlı şerhi de okudum. Sonra Hall’ul-meâkıt ve Netâic adlı kitaplardan sonra Câmi adlı kitaba geçtim. Önceki hocam altı sene demişti, ben bir senede Cami’ye yetiştim.

 

Ondan sonra Suriye’ye gitmek istedim. Bu amaçla Mardin Kızıltepe’ye gittim. Şeyh Muhammed Sıddık’a misafir oldum. Hudut köylerinden kendisine misafirler geldi. Beni onlara tembih etti. Gelen misafir adam “ben yarın sabah sınırın yanında çift süreceğim. Güneş doğarken yanıma gelsin. Jandarmalar o vakitte yatıyorlar onu huduttan geçiririm” dedi. Ben de ertesi gün erken tarif ettiği yere gittim. Yanına varmadan evvel bana seslendi. “Yanıma gelme. Direk geç. Yatmışlar” dedi. Beş dakika içinde Tren hattını aşarak geçtim. Orada bir çoban vardı. Yanına gittim. “Burası neresidir?” diye sordum. “Burası Suriye’dir, Tren yolu ise sınırdır” dedi.

Oradan Dirbesi kazasına gittim. Orada bulunan Hazretin(Şeyh Muhammed Ziyaüddin Efendi) halifesi Şeyh Mahmud-u Karaköy’ün yanına gittim. Oradan Amud’a geçtim. Burada büyük ulemalardan Molla Abdulhalim vardı. Kendisi Hanefiyy’ul-mezheb idi. Yani Hanefi mezhebinden idi. Onun yanında ilm-i nahiv ile Hanefi fıkhı okumak istedim. Zira ilk defa Hanefi bir âlime rastlamıştım. Diğer hocalarım Şafii oldukları için bana Hanefi mezhebi ile ilgili dersleri vermemişlerdi. Hoca bana: “Benim kayınpederim Şeyh Muhammed Beşir Hamidi Beyrut’a sürgün edilmiştir. Ben onun işi ile uğraşmaya gidiyorum. Gelince sana ders veririm” dedi. Ben de ha bugün ha yarın gelir diye bekledim. Aylarca gelmedi. Bir ara geldi, fakat beklemeden büyük bir meblağ para toplayıp, kayın pederinin işini halletmek için Beyrut’a tekrar döndü. Daha sonra geldiğinde yanında ders okumaya başladım. Mültekâ’nın şerhi olan Mecmu’ul-Enhur adlı kitaptan biraz okuduktan sonra Mültekâ adlı kitaba devam etme kararı aldık. Sonra Cami kitabından okumaya başladık. Bu kitaptan günde bir sayfa ders okuyup ezber ederdim.

-Devam Edecek-

*Molla Resul, Üstad Bediüzzaman’ın talebelerindendir. Molla Resul-ü Gavrî, aslen Siirt'in Garzan mıntıkasındandı. Âlim bir zat olan Molla Resul, birkaç yaş da Bediüzzaman'dan büyüktü. 1872'de doğmuş ve 1952'de vefat etmişti. Necmeddin Şahiner’in Son Şahitler adlı eserinde kendisinin bazı hatıraları vardır. Rahmetullahi aleyh.(Salih Okur)

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

Cevaplar.org, 2013-03-11 05:01:30

SEYDA M.EMİN ER HOCA EFENDİ HASTAHANEDE YATMAKTADIR BÜTÜN ZİYARETÇİLERİMİZDEN DUA BEKLERİZ.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

Ali Saîd, 2010-07-04 14:48:41

Söyleşi pek güzel olmuş, yazanlara dinleyenlere, anlatanlara selam olsun. Ali Saîd Konya-4 Temmuz 2010

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DİĞER YAZILAR

O halde sabret. Sonunda kazanacak olanlar, elbette Allah'tan korkup sakınanlardır.

Hûd, 49

GÜNÜN HADİSİ

Ey Allah'ın Resulü," dedim, "şayet Kadir gecesine tevafuk edersem nasıl dua edeyim?" Şu duayı okumamı söyledi: "Allahümme inneke afuvvun, tuhibbu'l-afve fa'fu anni. (Allahım! Sen affedicisin, affı seversin, beni affet.)

Tirmizi, Da'avat 89,Ravi (r.a.): Aişe

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI