RUH ÇAĞIRMA MÜMKÜN MÜDÜR?

Ruh çağırma hâdisesinin gerçekten ruhlarla bir ilişkisi var mıdır? Medyumların çağırıp konuştuklarını iddia ettikleri, hakikaten ölmüş insanların ruhları mıdır? Eğer bunlar, ölmüş insanların ruhları değilse, masaya vurarak ses çıkaranlar kimler


2010-07-06 19:21:12

Batı'dan kaynaklanan "Ruh çağırma (!)" modası, memleketimizde, bilhassa yüksek sosyete arasında gelişme istidadı gösterdiğinden, bu konunun, çeşitli cepheleriyle incelenmesinde fayda vardır.

Ruh çağırdıklarını iddia edenler, bâzı gafil ve safdil insanları muhtelif şekillerde aldatmaktadırlar. Bunlardan en yaygını şudur: Medyum, yâni, ruh çağıran kişi bir masa üzerine birkaç fincan dizer ve birtakım harfler serer. Güya, çağıracağı ruhun ismini söyler. Biraz sonra fincanda kımıldanmalar başlar, masadan "Tak, tak!.." sesleri yükselir. Bu arada, harfler sağa sola doğru hareket eder. Harflerin kımıldanmasından, sözde ruhun suallere verdiği cevapların belirlenmesine çalışılır.

Ruh çağırma hâdisesinin gerçekten ruhlarla bir ilişkisi var mıdır? Medyumların çağırıp konuştuklarını iddia ettikleri, hakikaten ölmüş insanların ruhları mıdır? Eğer bunlar, ölmüş insanların ruhları değilse, masaya vurarak ses çıkaranlar kimlerdir?

Bu suallere ancak, ilim ve mantığın, aklî ve naklî delillerin ışığında cevap aranabilir.

Önce şunu belirtelim ki, kâinatta hiçbir şey gayesiz, sahipsiz ve başıboş değildir. Hiçbir şey kendi hâline bırakılmamış, tesadüfe havale edilmemiştir. Kâinatta canlı cansız her mahlûk bir nizâmın esiridir, bir murakabe ve te'sir altındadır. Hiçbir şey, Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu ihatalı ve şümullü kanunların hükmünden hariç değildir.

Mütemadiyen nizâm ve intizâm altında cereyan eden bu kanunları tefekkür eden her insan anlar ki, hayatı bu kanunlarla idare eden Zât, ihatalı ilmi ve küllî iradesiyle o hayatı, ölümden sonra da bir nizâm altında devam ettirecektir.

Hem Allahü Azimüşşân'ın, insan ruhunu, mahlûkat içinde en müşerref ve en mükerrem bir mahiyette yaratıp, o ruhu yüksek meziyetlerle süslemesi, kâinatı ona teveccüh ettirmesi ve onu kendisine muhatap ve dost olarak seçmesi apaçık gösteriyor ki, o Zât-ı Zülcelâl, bu meziyetlere sahip ve bu liyâkatlara mazhar kıldığı insan ruhunun tasarrufunu, başka ellere teslim etmez. Birtakım sefih cambazlara bırakmaz.

İnsanın kendi cesedi üzerindeki tasarrufu dahi elinde değildir. Meselâ, yediği bir lokmanın, boğazından geçtikten sonra, nasıl taksim edildiğini, her âzâya ne kadar dağıtıldığını dahi bilememektedir. Kendi iç âlemindeki bunca tasarruftan haberi olmayan insanın, ruhlar üzerinde tasarruf dâva etmesi ne kadar gülünç bir iddiadır, tarif edilemez.

Yerde ve gökte ne varsa, hepsi Cenâb-ı Hakk'ın tasarrufu altındadır. Binaenaleyh, ruhlar da kendi iradelerine terk edilmemişlerdir. Nitekim onlar kendi iradeleriyle, diledikleri gibi hareket edebilselerdi, belki de, bir kısmı dünyaya bile gelmek istemeyecek, gelse de gitmek istemeyecekti.

İsrâ sûresi, 85. âyetinde, "Ruh Allah'ın emrindendir" buyurulmaktadır. Âyet-i kerîmede apaçık olarak, insan ruhunun, Allah'ın emrinden geldiği bildirilmektedir. Emr-i İlâhî'den gelen bir ruha, hangi kuvvet te'sir edebilir ve onda tasarruf sahibi olabilir?

Yine pek çok âyetlerde, insan ruhunun, ölümden sonra da başıboş bırakılmadığı, ölümle birlikte muhasebesinin de başladığı beyan edilmektedir. Meselâ, kâfirler hakkında beyan olunan Enfâl sûresinin 50. âyetinde, "Melekler kâfir olanların canlarını aldıkları zaman yüzlerine ve arkalarına vurup onlara, 'cayır cayır yanmanın acısını tadın, çekin' derlerdi..." buyurulmaktadır.

Mü'min sûresi, 46. âyette de, "Onlar (kabir içinde kıyamet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arzedileceklerdir" buyurulmaktadır. Bu âyette de açık olarak, kâfirlerin kıyamet gününe kadar ateş ile azâb görecekleri bildirilmektedir.

Nahl sûresi 32. âyette ise mü'minler hakkında şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar (o kimselerdir ki) melekler ruhlarını en iyi hâlde alır. Ve onlara: 'Selâm sizin üzerinize olsun. Yaptıklarınızın karşılığı olarak Cennet'e giriniz' derler."

Ölümden sonraki hâller ve kabir azabı hakkında Hazret-i Resûlüllah'ın (s.a.v.) pek çok hadîsleri mevcuttur. Misâl olarak, yalnız bir iki tanesini zikredelim: Bir hadîs-i şeriflerinde Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Kabir (herkesin ameline göre) ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur."

Diğer bir hadîs-i şeriflerinde ise, "Ölü, kabre defnedildiği zaman ona, birine Münker, diğerine Nekir denilen kara yüzlü ve gök gözlü iki melek gelip: "Siz bu Zât (Hz. Peygamber) hakkında ne dersiniz?" diye sorar. Eğer o mü'min ise, "O, Allah'ın kulu ve Peygamberidir. Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir İlâh yoktur. Şehâdet ederim ki, Muhammed muhakkak O'nun Peygamberidir!" der. Melekler de: "Biz de (dünyada) böyle ikrar ettiğini biliyorduk" derler. Sonra o ölünün kabri enine ve boyuna yetmiş arşın genişletilir, orası nûrlandırılır. Sonra ona, 'uyu' denilir. Bunun üzerine o der ki: "Aileme döneyim de (şu saadetimi) onlara haber vereyim." Melekler de şöyle derler: "Sen uyu, ancak kendi ehlinden, kendisine en sevgili olan kimsenin uyandırabileceği bir güveyinin (yahut gelinin) uykusu gibi uyu." O, ba's vaktine (kıyamet gününe) kadar bu hâlde kalır. Eğer, ölü bir münafık ise, cevabında der ki: "İnsanlardan işittim. O'na Allah'ın Peygamberi derlerdi de, ben de öyle derdim. Hakikatte O bir Peygamber midir, değil midir, bilmiyorum." Bunun üzerine melekler: "Biz de öyle söylediğini biliyorduk" derler. Artık toprağa: 'Onu olanca şiddetinle sık' denilir. Toprak da onu sıkar, kaburga kemikleri birbirine geçer ve artık o, kıyamet gününe kadar bu hâlden kurtulamaz."

Yukarıda zikredilen âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerden açıkça anlaşılıyor ki, âlemde, her mahlûk gibi, ruh da, başıboş değildir. İnsanın ölümünden sonra ruhu, âlem-i berzah denilen kabir âleminde daimî bir murakabe ve muhasebeye tâbi tutulmakla, bir kahır veya taltife muhatap olmaktadır.

Ayrıca, şunu da belirtelim ki, âlem maddeye münhasır olmadığı gibi, ruh da, yalnız insana münhasır değildir. Ruhanî âlemler hadsizdir; o âlemlerde yaşayan mahlûklar da nihayetsizdir. Nitekim meleklerin, cinlerin, şeytanların, kısacası rûhânî varlıkların sayısını ancak Allahü Azimüşşân bilir.

Şimdi, bu rûhânî varlıkların, "ruh çağırma" iddiası ile irtibatlarının olup olmadığının etraflıca tahlil edelim:

Rûhânî varlıkların en büyük taifesi meleklerdir. Melekler "Nurdan" yaratılmıştır. Melekler, Allahü Azimüşşân'a mutlak itaat ederler, hiçbir surette âsî olmazlar. Bu ibâd-ı mükerremler; müzaheret, zikir, teşbih, ibâdet, marifet gibi vazifelerle meşgul olur. Cenâb-ı Hak hesabına, O'nun namıyla, kuvvet ve emriyle iş görürler. Elbette, bütün fiilleri mutlak hayır üzerine olan bu mukaddes mahlûklar; günahkâr insanların ayaklarına inmez, medyumlara tâbi olmazlar.

İnsan ruhlarının ve meleklerin İlâhî tasarruf altında olduklarını bildiren pek çok âyet-i kerîme mevcuttur. Bunlardan bir kısmını zikredelim:

Tahrim sûresi altıncı âyette şöyle buyurulmaktadır: "...O melekler Cenâb-ı Hakk'a, kendilerine emrettikleri şeylerde asla âsî olmazlar. Neye de me'mûr edilirlerse yaparlar."

 Yine melekler hakkında, Enbiyâ sûresi, 26-27. âyetlerde: "Doğrusu onlar ikram olunmuş kullardır. O'nun sözünün önüne geçmezler, hep O'nun emriyle hareket ederler" buyurulmaktadır.

Enbiyâ sûresinin 19-20. âyetlerinde de: "Göklerde ve yerde kim varsa hepsi O'nundur. O'nun huzurundaki (melekler)O'na ibâdet etmekle asla kibir göstermezler, asla yorulmazlar. Gece ve gündüz O'nu teşbih ederler. Ve, (Allah'a ibâdet etmekten) onlara fütur gelmez" buyrulmaktadır.

Görülüyor ki, meleklerin, medyumlarca celbedilmesi mümkün değildir. Çünkü onlar bu gibi süflî işlerden münezzeh ve müberrâdırlar.

Yukarda zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerden kat'iyyetle anlaşıldı ki, medyumlara haber getirenler melekler olamazlar.

İnsan ruhlarına gelince, bunlar derece ve mertebe itibariyle dörde ayrılırlar

1- Peygamberlerin ve Velîlerin Ruhları: Mahlûkat içinde en seçkin ve mümtaz olan bu nûrânî zâtlar, beşeriyetin kumandanlarıdırlar. Cenâb-ı Hak indinde en makbul, en mümtaz ve meleklerden üstün olan bu âli ruhların, süflî ve günahkâr insanların çağırmalarıyla gelmeyeceklerini, her akıl, vicdan ve inanç sahibi tasdik eder.

2- Şehitlerin Ruhları: Bakara sûresi, 154. âyette, Cenâb-ı Hak: "Sakın Allah yolunda öldürülmüş olanlara 'ölüdürler' demeyiniz. Hayır, onlar ölü değil, diridirler. Fakat siz duyamazsınız, sezemezsiniz" buyurmaktadırlar. Şehitler, umum müfessirlerin beyanlarıyla, velî hükmündedirler ve "Şühedâ hayatı" denilen ayrı bir hayat mertebesinde bulunurlar. Hayatlarını Allah için feda eden bu mücahidler zümresinin ruhlarının da, bu düzenbazların âleti olmayacakları açıktır.

3- Günahkâr Mü'minlerin Ruhları: Bu ruhlar, Allah'a ve âhirete inandıkları hâlde, sâlih amel işlemeyerek, sefahete düşüp, günahlara daldıklarından, kabirlerinde azaba mâruzdurlar. Bunların, medyumların ayağına gelmeleri hiç düşünülemez. Zira kendi hesaplarını vermekle baş başadırlar.

4- Kâfirlerin Ruhları: Kitab ve Sünnet ile sabit olduğu üzere, Allahü Azimüşşân'a, Peygamber-i Zîşân'a, Kur'ân-ı Kerîm'e ve âhiret gününe inanmayan bu ruhlar da, kabirde daimî ve elîm, şiddetli bir azaba mâruzdurlar. Kahhâr-ı Zülcelâl'in kahrına muhatap olan bu ruhları, kim bırakır ki, gelsinler, masaları tıkırdatsınlar?

Yukarıda izahlardan, meleklerin ve insan ruhlarının, medyumların ayaklarına gelmeyecekleri anlaşılmıştır. Öyleyse, medyumların irtibat kurmaları neticesinde, gelip masaya vuranlar kimlerdir?

Bu suale yeterli cevap verebilmek için insanların yaratıl­maları ile ilgili hikmetler üzerinde biraz durmakta fayda vardır. İnsan sûresinin 2. âyetinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Hakikat, biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işitici ve görücü yaptık..."

Ayetin mealinden açıkça anlaşıldığı üzere, insan bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Dünya, onun önüne, bir müsabaka yeri olarak açılmıştır. Elmas gibi ruhların, kömür gibi ruhlardan ayrılmaları bu müsabakayı gerektirmektedir. Bu müsabakada iyilerle kötülerin birbirinden ayrılmaları, şeytanların yaratılmasını iktizâ eder. Tâ ki, şeytanlar beşere musallat olsun, iyilerle kötüler birbirlerinden ayrılsınlar.

Nitekim şeytanların hayırdan mahrum ve şer üzere yaratılmış mahlûklar oldukları ve insanlara musallat olup, onları iğfal edecekleri Kur'ân-ı Kerîm'in A'râf sûresinin 11-12. âyetlerinde, şöyle beyan buyurulmaktadır: "And olsun sizi yarattık, sonra size suret verdik, sonra da meleklere, secde ediniz dedik. Hepsi secde ettiler. Yalnız iblis etmedi, o secde edenlerden olmadı. (Allahu Teâlâ) dedi: 'Ben sana secde emretmiş iken seni alıkoyan nedir?' O da: 'Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi. (Allahu Teâlâ): 'Öyleyse, oradan hemen in. Sana orada kibirlenmek gerekmez. Hemen çık, çünkü sen alçaklardansın' dedi. (O da): 'Bana dirilip kaldırılacakları güne kadar mühlet ver dedi. (Hak Teâlâ da): 'Sen mühlet verilmişlerdensin' dedi. (İblis), 'Öyle ise dedi. 'Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için onları gözetlemek üzere Senin doğru yolunda oturacağım. Sonra, and olsun, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine geleceğim (musallat olacağım). Sen de onların çoğunu şükredici (kimse)ler bulmayacaksın.' Allah (c.c.) dedi ki: 'Zem ve tahkire uğramış ve kovulmuş olarak çık oradan. Yemin ederim ki, onlardan kim sana uyarsa Cehennemi bütün sizlerden dolduracağım.'"

Âyet-i kerîmede, iki nokta meselemizle yakından ilgilidir. Birincisi; şeytanların beşere musallat olmasına, tâ kıyamete kadar müsaade edilip mühlet verilmesi; ikincisi ise, şeytanların insanlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulabilmeleridir. Bunun için şeytanlar, daima insanların süflî ve hayvani arzularını işletmekte, onları aldatmakta, doğru yoldan saptırmaktadırlar. İğfal yollarından biri de, medyumları maskara olarak kullanmaları ve onlara yanlış haberler vererek beşeri ifsad etmeleridir.

Şu hakikati de belirtelim ki, bu imtihan meydanında, Rabbini bilen, Kur'ân ve Rasûlüllah’a uyan, sâlih amel işleyen müttakî mü'minler üzerine şeytanların hiçbir hâkimiyeti olamaz. Yâni, onlara musallat olamazlar. Şeytanlar ancak, itikadı zayıf, ameli noksan, sefâhete düşkün, emr-i haktan uzak, hâsılı Kur'ân'ın nurundan tam istifade edememiş insanları kötülüğe sürükler ve oyuncak hâline getirebilirler. Bu tip insanları baştan çıkarmak için fırsat kollarlar. Bu sebeble, Müslüman bir insan, Kur'ân'a uymayan herhangi bir hareket ve amelin şeytanların eseri olduğunu anlamakla, onların elinde oyuncak olmaktan kurtulabilir. Bir kısım kimseler de, hem şeytanların çeşitli iğfallerine kapılmakta, hem de işe ilim süsü vererek bu bâtıl mesleği cazip göstermeye çalışmaktadırlar.

Ancak, Hazret-i Allah (c.c.), mû'cize ve ibret dolu şu âyetleri, bu kimselerin başlarına birer necm-i sâkıp gibi vurarak onları âleme rezil ve rüsvay etmektedir: "Haber vereyim mi size, şeytanlar kimin üzerine inerler? Vebal yüklenici her bir sahtekâr üzerine inerler. Onlar (Şeytanlara) kulak ve­rirler ve ekseri yalan söylerler."

Evet, çağırıldığı zaman gelenler ve medyumların masalarına vurarak ses çıkaranlar, şeytanlar ile, cinnîlerîn fâsık olan kısımlarıdır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şunları söylemektedir:

"Bu mes'ele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i îmana çok zararları olabilir. Ve çok sû'-i istimalâta menşe olmakla beraber içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünkü doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mihenk, bir mikyas olmadığından ervâh-ı habîse ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesile ile hem onun ile meşgul olanların kalbine ve hem de İslâmiyet'e zarar vermek ihtimali var. Çünkü maneviyat namına Hakâik-ı İslâmiye'ye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervâh-ı habîse iken kendilerini, ervâh-ı tayyibe zannettirip belki, kendilerine bâzı büyük velîler namını verip, İslâmiyet'in esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikati tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler."

Mevzu ile ilgili olarak, Mevlânâ'nın şu mısralarını nakletmeyi yerinde bulduk:

"Cin insana galip gelir ve ona musallat olursa, insandaki insanlık sıfatı kaybolur."

"Her ne söylese, onu cin söylemiş olur. İster bu baştan, ister öbür baştan, hakikatte söz cinnindir."

"Böyle bir zamanda insanın kendi benliği gitmiş, tamamıyla cin hâkim olmuştur.

Bu anda bir Türk, ilhamsız olarak Arabça söyler."

Cinlerin insanlara musallat olmaları hususunda Ebû Hüreyre (r.a.) demiştir ki, "Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) bir gün buyurdu ki, 'Cin taifesinden bir ifrit dün gece namazımı bozdurmak için bana ansızın hücum etti. (Lâkin) Allahü Teâlâ (beni galip getirip) ona istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca hepiniz onu görüp seyredesiniz diye mescidin direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat Süleyman bin Dâvud (a.s.)'ın: 'Yâ Rab, beni mağfiret et ve benden sonra kimseye nasib olmayacak bir mülkü, bana bağışla' demiş olduğu hatırıma geldi de, ifriti köpek gibi kovdum."

Darülfünun eski müderrislerinden meşhur Babanzâde Ahmed Naim Bey'in, bu hadîs-i şerifin ışığı altında cinler hakkında yaptığı fikri tetebbuat cidden takdire şayandır. Babanzâde, bu husustaki açıklamalarının ilk kısmında, mahlûkat nevilerinin sayılarını bilmenin ancak Allah'a mahsus olduğunu ifâde eder ve hayat sahibi mahlûkların, yalnız insan ve hayvanlar olmadığını belirtir. Bu iki taife dışında, melek ve cin gibi lâtif mahlûkların da bulunduğunu, Peygamberimizin ihbarı yanında, asfiyânın da şehâdetlerini delil göstererek beyan eder. Meleklerin tamamının rûhânî olup, Allah'ın emrine itaatten zerrece ayrılmadıklarını, karargâhlarının semâvat olduğunu belirttikten sonra, cinler taifesi hakkında şu bilgilere yer verir: "Cinler, insanlar gibi yeryüzünde yaşarlar. Kâfir ve mü'minleri vardır. Değişik şekil ve kılıklara girebilirler. Melek ve cinlerin varlıkları Kur'ân'ın beyanı ve Peygamberimizin ihbarıyla sabittir. Bunları inkâr etmek, Kur'an ve Peygamberimizin sözlerini tekzip olacağından küfürdür."

İlmin her hakikati idrâk edemeyeceğini ifâde eden Ahmed Naim Bey, "İlim, her şeyi bilirim dediği gün, teveccüh ettiği gayelerden sapmış, ilmîlikten çıkıp cehle düşmüş olur. Halbuki, ilmin gayesi hakikatleri inkâr değil, araştırmaktır. Henüz yetişemediği saha ve hakikatleri inkâr etmenin hiçbir faydası olamamakla birlikte, zararları çoktur" der.

Ahmed Naim Bey, bir kısım fikir sahiplerinin, "İlmin tasdik ettiğini kabul ederiz, etmediği hakkında da hüküm veremeyiz" şeklindeki fikirlerini de tenkid etmekte, bu hususta şöyle demektedir: "Eğer bu felsefe, hakikati arama aşkından kaynaklanıyorsa, akıl ve naklin kahir te'yidiyle müberhen olan, Nübüvvet-i Muhammediyye'ye istinad eden bu haber-i sahih neden araştırılmıyor? Herhalde hakikati araştırmaya âşık olan bir kimse, bu sahaya biraz yüzünü çevirip aramaya çalışsa doğru yolu bulabilir."

Ahmed Naim Bey, "Bugün, bâzı kitablarda, güya ruhların çekilen fotoğraflarına rastlanmaktadır. Bu fotoğrafların ruhlarla hiçbir ilgisi yoktur" demekte, bunların, cinlerin fotoğrafları olabileceğini kaydederek, alafranga cinciliğin, telekinezi ve ektolasmın cin ve şeytan tâifeleriyle ilgili olduğunu söylemektedir. Babanzâde, medyumların, elleri değmeden, sandalyelerin havada dolaşmalarının ve fincanların masa üzerinde kıpırdanmalarının cin ve şeytanlar tarafından yapıldığını belirtmektedir...

Ahmed Naim Bey, bu konuda, İngiltere'nin en büyük fizik ve astronomi âlimlerinden Kroks'u (Krookes) delil göstererek şöyle der: "Tecrübelerini, fizik âleti üzerinde icra eden Kroks, tetkiklerini İngiliz Yüksek Kraliyet Cemiyeti'ne haber verdiğinde, kendisi için 'aldanmıştır, gözü bağlanmıştır' diyen münkirlere hitaben, 'Haydi benim aldanmış olduğumu kabul edeyim. Ya şu fizik âlâtının da aldanmış, gözünün bağlanmış olduğunu nasıl teslim edeyim' demiştir."

Babanzâde, Batı'da cinlerin esrar ve hakikatlerini araştırmak ve bu taifeyle irtibat kurmak isteyen pek çok cemiyetin bulunduğunu ve bu konuda yüzlerce mecmuanın çıkarıldığını kaydeder. Hattâ artık bu konuyla ilgilenmeyi ar saymayan yüzlerce profesörün bulunduğunu belirtir. Bunlardan Birmingham Üniversitesi Rektörü Sir Olivier Lodge ile, Charles Richet ve Lazarref gibi zâtların da bulunduğuna kail olduklarını söyler.

Ahmed Naim Bey, bu konuda şu hakikati de vurgular: "Bu babda, bu zâtların cinlerle ilgili olarak vermiş oldukları malûmatlar, eksik ve yetersiz, muvazenesiz ve yarım yamalaktır. Bu sebeble, bunlardan alınan malûmat pek iptidaîdir. Ancak bu bâbda, itikad ve inancımız, vahy-i semavî ile malûmat sahası fevkalâde genişlemiş olan Muhbir-i Sâdık'ın (s.a.v.) beyanatınadır. Hükümlerimiz, o sadık beyanın hududu ile hudutludur. O'ndan nasıl telâkki etmiş isek, öylece kabul eder, O'na kendiliğimizden birşey katmayız. Avrupalı ve Amerikalı ilim erbabından bahsedişimiz -onların bu bâbdaki fikir ve nazarları bize uysun uymasın- yalnız vahyi inkâr edenlere, malûmat sahalarının henüz pek dar olduğunu, hakikatleri kendilerince meçhul olan her şeyi ulu­orta, düşünmeden, inkâra kalkışmanın, hakikat namına tehlikeli ve ilim namına küfür ve ilhad olduğunu anlatmak içindir.”

Ruh Nedir

Mehmed Kırkıncı

Zafer Yayınları-İst-2007

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

EŞREF EDİP’TEN; “SİZ Mİ DİNE KARŞI DEĞİLDİNİZ?”

EŞREF EDİP’TEN; “SİZ Mİ DİNE KARŞI DEĞİLDİNİZ?”

1950 seçiminden az sonra, eski başbakanlardan, medrese kökenli Şemseddin Günaltay, İzmit CHP

Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.

AL-İ İMRAN,134.AYET

GÜNÜN HADİSİ

"Kim ilim tahsili için bir yola girerse Allah ona cennete gidecek yolu kolaylaştırır."

Müslim

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI