MUHAMMED EMİN ER HOCA EFENDİ’NİN HATIRATI-8
İçimizde bulunan bir okul müdürü defterini açtı şu notlarını okudu: “Merhum Mevlana İlyas hayatta iken bir cemaati Afrika’ya gönderiyor. Bir köyde kilisenin yanında ezan okuyorlar. Köyün ehli toplanıyorlar. “Bu okuduğunuz nedi
Tebliğ’de bazı hatıralar
İçimizde bulunan bir okul müdürü defterini açtı şu notlarını okudu: “Merhum Mevlana İlyas hayatta iken bir cemaati Afrika’ya gönderiyor. Bir köyde kilisenin yanında ezan okuyorlar. Köyün ehli toplanıyorlar. “Bu okuduğunuz nedir” diye soruyorlar. “Ezandır, Müslümanları bununla namaza çağırırız. Namaz vaktinin geldiğinin ilanıdır diye” cevap veriyorlar. Onlar da “Dünyada İslam var mıdır?” diye soruyorlar. “İslam çok, bizler de işte Müslümanız” diyorlar. O ahali diyor ki “Biz de daha evvelden Müslüman idik. İngiltere bizim topraklarımızı işgal ederken, bize: “Dünyada hiç Müslüman kalmadı. Hepsi Hıristiyan oldular. Siz de olun” dediler. Biz de Hıristiyan olduk. Bu kilisemiz de daha önce cami idi. Bu papaz da imam idi” diyorlar. Cemaat o ahaliye İslamiyet’i anlatıyor. Ahali kendi aralarında istişare yaptıktan sonra, hepsi birlikte Müslüman olup, kiliseyi tekrar camiye çeviriyorlar.
İlyas hocanın Amerika’ya gönderdiği cemaat gittikleri yerlerde Müslümanlara rastlamıyorlardı. Kapılarda yazılı isimlere, telefon rehberlerine bakarak İslamî olan isimleri tespit ederler, onları bulup görüşürlerdi. Bu kişilere “sizler necisiniz?” diye sorduklarında: “Ana babalarımızdan işittiğimize göre aslımız Müslümandır. Fakat İslamiyet nasıl bir şeydir bilmiyoruz!” diye cevap alırlardı.
Bazı cemaatler de Rusya’ya gönderilir. (adetleri gereği gittikleri yerde ezan okuyup namazı cemaatle kılarlar) Rusya’da ”devletimiz bunu yasak etmiştir” diyerek, ezan okumalarına mani olunur. Onlar da: “Bizim devletimiz de ezan okumamızı emretmiş. Siz devletinizin emrini tutuyorsunuz. Biz de kendi devletimizin emrini tutuyoruz” demişler. Orada buldukları Müslümanlara İslamiyet’i anlatıp davet etmişler.
Benim on günüm tamam olunca, merkeze döndük. Günde bazı yetmiş, bazı seksen, bazı yüz cemaat tebliğe gönderiliyordu. O kadar da görev yapıp dönenler oluyordu. Bunları görünce adeta asr-ı saadet hatıra geliyordu. Hepsi bir kumanda altında, tertipli, düzenli!.. Tebliğden dönen cemaatlerin emrine, kaç tebliğ cemaati çıkardığı, neler yaptığı konularında sorular, alınan cevaplar hoparlörle herkese ilan edilirdi.
Ben “Afganistan mücahitlerinin yanına gideceğim” diye müsaade istedim. Zaten evvel de Afganistan’a gideceğimi söylemiştim. “Gitsen de cepheye gidemezsin. Harp var. Âlimler bizimle dört ay kaldılar. Çünkü ana rahminde çocuğa dört ayda ruh giriyor. Dört ay bizimle kal. O müddetten sonra havalar ısınır, kar erir, o zaman gidebilirsin” dediler. Çantamı İslamabad’da üniversite öğrencilerinin yanında bırakmıştım. Onlara çantamı göndermeleri için haber gönderdim. Param da çantanın içinde idi. Cemaat-i Tebliğ elemanları çantayı bana getirdiler. Çantam olduğu gibi duruyordu. Açılmamıştı.
Bangladeş’e Gidişim
Karaçi’ye gönderilmek üzere benim de içinde olduğum bir cemaat hazırlandı. Ben de onlarla beraber trene bindim. Namaz vakitlerinde trende ezan okuyorlardı. Cemaatle namaz kılıyorduk. Yirmi beş gün Karaçi’de kaldıktan sonra, “Bangladeş’te içtima olacak” dediler. Senede bir defa Pakistan’ın Lahor, Hindistan’ın Delhi ve Bangladeş’in Dakka şehrinde içtima olurmuş. O zaman Bangladeş’teki içtima zamanı idi. Bangladeş vizesini aldık, Karaçi’den üç saat uçakla Bangladeş’e yetiştik.
Kalabalık gayet ziyade idi. Kırk beş devletten insanların geldiklerini söylediler. Meskûn mahalden uzak çok geniş bir arazide toplanıldı. “Bu sahayı devlet Cemaat-i Tebliğe hibe etmiş” dediler. Bin metrekare namaz, kılınacak yer hazırlanmıştı. Çadırla örtülü idi. Günde üç öğün yemek veriliyordu. Erkeklerin yeri ayrı, kadınların yeri ayrı idi. Tuvalet yerleri de ayrı idi. Yemeğe giderken ehl-i beled sıra ile yemeğe gidenlere bakar, yerli halkı yemeğe göndermezlerdi. Çeşitli lisanlarla konuşan kişinin konuşması tercüme ediliyordu. Konuşanlar galip İngilizce, Arapça ve Urduca lisanlarıyla konuşurlardı. Tercümanlar çok alışkın olduklarından, konuşan ne kadar çabuk konuşursa konuşsun hemen hıfza alıp tercüme edebiliyorlardı.
Hayır sahipleri kamyonlarla bazen karpuz, bazen Hind cevizi getirip dağıtıyorlardı. Hind cevizi kesilip suyu boşaltılınca yenir. Bu meyve hem lezzetli, hem de şifalı oluyor. Bu Hint cevizi suyu bir müddet sonra donar. Bıçakla kesilip yenir. Çok kıymetli idi.
Bu içtimada üç gün sürekli sohbetler devam etti. Üçüncü gün son olarak uzun dualar yapılır. Bu duaya oranın devlet adamları da gelirler. Onlara büyük çadır altında özel yer hazırlanır. Devlet erkânı geldiğinde her devletten bir mümessil isteyip görüşürler. Türkiye’den de beni mümessil seçtiler. Daha devlet erkânı gelmeden önce biz temsilciler hususi hazırlanan yere gittik. Daha sonra onlar da gelmeye başladılar. Gelen selam verip oturuyordu. Konuşmuyorlardı. Herkes yapılan konuşmayı vaazı dinliyordu. Bize dediler ki “Onlar gelince ayağa kalkmayın” Yalnız, Cumhurbaşkanı geldiği zaman, yabancılarla kucaklaşmak istedi. O zaman kimin tarafına gittiyse o ayağa kalkıyordu. Hem Cumhurbaşkanı ile kucaklaşıyordu, hem de hangi memleketten olduğunu söylüyordu.
Cumhurbaşkanı ve askeri komutanlar geldikleri anda Cemaat-ı Tebliği temsil eden büyük emirleri konuşuyordu. Konuşması şu mealde idi: “İslamiyet yalnız namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek değildir. İslamiyet ibadet, muamelat ve ahlaktır. Bir ana baba evladını besliyor, büyütüyor evlendiriyor okul masraflarını ödüyor okutuyor. Çocuklar ilk ve ortaokullara okurlarken normal oluyorlar. Daha ziyade okuduklarında, onlar da biraz değişiklik hissediliyor. Okulu bitirip evlendikten sonra “Allah’a ısmarladık” deyip ana babadan ayrılıyorlar. Ana babaları onlara karşı zahmet çekiyorlar. Fakat onlardan bir istifade edemiyorlar. Siz bu gençlere ne yapıyorsunuz ki böyle oluyorlar?”
Mülki ve askeri erkân da dinliyordu. Bu da yapılıp toplantı tamam olunca vedalaşmalar oldu. Dönüşlerine müsaade edilenler döndüler. Bazılarına da dönüş izni verilmiyordu. “Burada tebliğe çıkın” deniliyordu. Bana ve İstanbul’dan gelen yedi kişiye “siz burada kalacaksınız” dediler. İstanbul’dan gelenlere kırk gün, bana da müddetini doldurana kadar “kalacaksınız” dediler.
Tebliğ Seferine Çıkışım
Biz bir cemaat önce bu Dakka şehrinde tebliğe başladık. Zaman zaman bir kişi gelir “Osmanlılar kimlerdir?” diye çağırırdı. Biz sekiz kişiydik. “Biziz” derdik. “Filan zengin veya filan ağa sizi yemeğe davet ediyor. Akşam yemeğini onda yiyeceksiniz” derlerdi.
Ora halkı daha yeni Hindistan’dan ayrılmış, maddi durumlarını fakirce olmakla beraber misafirlere on beş çeşit kadar yemekler hazırlıyorlardı. Osmanlıları methu sena ediyorlardı. “Buradaki Türkiye konsolosluğu bize vize vermiyor. Türkçeyi nereden öğrendiniz? Türkiye’ye neden gidiyorsunuz gibi sorulara muhatap oluyoruz. Verilen vizeler de üç dört günlük oluyor Türkiye’ye gidemiyoruz!” diye serzenişte bulunuyorlardı.
Memleketleri yeşillik çoğunlukla evleri herkesin bahçesi içinde idi. Birçokların evi yazlık ev gibiydi. Kışlık evler de kamıştan yapılıyor. Nüfus 100 milyon civarında, toprakları ise Türkiye’nin dörtte biri kadar ancak vardı. Bazı yerde dükkân, yazıhane, cami vb. mekânlar kamıştandı. Çok hafız yetiştiriyorlardı. Çok yerlere onları ziyaret etmeye gittik. Çocuklar beton üzerinde diz çökmüş hıfza çalışıyorlardı. Bir sergi bile yoktu. Hasır sergi bile. Âlimleri de çoktu, okuyanlar da çoktu. İlme çok hevesleri vardı.
Gemiye bindik, üç saat sonra bir adaya yetiştik. Oradakiler “Osmanlılar gelmişler” diye çok sevinç gösteriyorlardı. Hatta “Bunlar Osmanlıdır” diye ayakkabılarımızı öpüyorlardı.
Memleketlerinde en makbul meyve olan Hindistan cevizi ikram ediyorlardı. Bir kısmı suyu içilirdi, bir kısım yetişmiş bıçakla kesilip yeniliyordu. Karpuzlar gibi büyüktü. Ağaçları da çok yüksekti. Kolay kolay herkes bu ağaçlara çıkamıyordu.
Kırk gün tamam olunca, İstanbullu arkadaşlar döndüler. Ben onlardan sonra 20 gün daha kaldım. Böylece iki ay kalmış oldum orada. Daha önce de iki ayım geçmişti. Toplam dört ayım tamamlandığı için serbest idim.
Hindistan’a Dönüş
Mısırlılarla beraber Hindistan’a gitmek istedim. Fakat günlerce uğraştık vize alamadık. Bilahare bana vize verdiler. “Bir aktarma var ondan sonra Delhi şehrine gidersiniz” dediler. Gece saatlerinde bir şehirde indik. Ahalisi Arapça bilmiyorlardı. Ben de onların lisanını bilmiyordum. Nereden nasıl aktarma olacak? Nasıl bir muamele lazım konuşup anlaşamadım. Ne yapacağım konusunda hayretler içinde kaldım. Zaman da tehlikeli idi. Müslümanları öldürüyorlardı. Müslümanlar yeni ayrılmışlardı. Aralarında düşmanlık vardı. Bir genç bana işaret etti “gel, gideceğin yeri göstereyim” dedi. Pasaportumu elimden aldı. Beraber yürüyoruz. Bu Müslüman mı? Mecusi mi? diye tereddütte idim. Kaç yere girdi çıktı. Daha sonra “burada bekle, ben gelirim” deyip benden ayrıldı. Bir müddet sonra çıktı geldi. Beni uçağa bindirmeye gelmiş. Cebimden çıkarıp kaç dolar kendisine verdim. Işıkta dolara baktı. Memnun oldu.
Uçağa bindim, bir ila bir buçuk saat sonra uçak indi. Ben uçaktan inince, merkez camii sordum. Fakat eşyalar geldi, benim bavulum gelmedi. İşaretle anlatmaya çalıştım, herkes hayret ediyordu! Sonra birisi elimdeki bilete baktı “sen burada inmeyeceksin. Delhi’ye gideceksin” dedi. “Burası Delhi değil mi?” dedim, “hayır” dediler. Acele acele gittim. Daha uçak kalkmamıştı, bindim. Bir müddet sonra Delhi’de indim.
Evvelki indiğim şehirde indiğimiz yerde merkez camisini kendisinden sorduğum kişi burada da indi. Yanında tesettürlü iki bayan vardı. Merkez camisini tekrar sordum. Arapça biliyordu. Konuştuk. O da Rabıta(1) görevlisi bir âlimdi. Müderristi. Kendi işini bıraktı, benimle meşgul oldu. Dedi ki: “Burada insanı götürüp öldürüyorlar. Onun için resmi arabaya biniliyor.” Polisten bir bilet aldı. Bana “taksiye bin, fakat bu kağıdı şoföre hemen verme. Gideceğin yerde inince verirsin. O polisi, bileti götürür, parasını alır” dedi. Bilet parasını vermek istedim. “Ben verdim” dedi. Arabaya bindim, merkez camisine gittim. Saat 6 civarında idi. Bileti şoföre verdim. Benden para istedi. Ben de işaretle “bana para verme dediler. Gidip polisten alacaksın” dedim.
Hindistan’dan Pakistan’a
O sırada Cemaat-ı Tebliğ’den beni tanıyanlar geldiler. Onlarla kucaklaştık. Şoför durumu görünce, savuştu gitti. Hindistan’da vize uzatmak için çeşitli yerlere başvurduk. Bir türlü muvaffak olamadık. Bilahare Hindistan’dan Pakistan’a gittim. Pakistan Lahor şehrinde indim. Mağrip vakti idi. Bir camiye gidip namaz kıldım. İmama dedim; “tutacağım taksi pazarlığını sen yap. Beni kandırıyorlar!” İmam bir taksi tuttu, parasını imama vermiştim. İmam benden aldığı parayı şoföre verdi. Taksiye bindim, otobüs terminaline gittim. İnince şoför para istedi. İmamın parayı ödediğini söyledim. Biraz münakaşa ettik. Şoför beni aldatmaya çalıştı. Ben ısrar edince, vazgeçti.
Sefer Emirliğim
Cemaat-ı Tebliğ’in merkezine gidip, dönmek için müsaade istedim. Dediler ki “onbeş gün kodamanların toplantısı var. Seni emir olarak oraya göndermek istiyoruz.” Beni emir ettikleri cemaatin bazısı Mekkeli, bazısı da Mısırlı idiler. Kendi kendime; “Bunlara nasıl emirlik yaparım? Beni nasıl dinlerler?” dedim. Fakat Lahor’a vardığımızda baktım ki, çok itaatkâr insanlarmış. O kadar ki, tuvalete gidecekleri zaman bile benden izin isterlerdi. Kendilerine “tuvalete gitmek için izin almanız icab etmez” dedim. Fakat onlar diyorlardı ki, “belki o zaman bizi ararsın. Bizi hazır bulmazsan bu defa kalbin kırılır” Orada bizi işiten bazı Türk şoförler ziyaretimize geldiler. Bazı o belde ehli de yanımıza gelip sorular sorarlardı.
Bir Âlimin İbretlik Sözleri
Bir gün yanımıza okul müdürü ile emekli bir binbaşı geldiler. Soru-cevaplarla meşgul iken bir ara binbaşı kendi hocasının âlim fazıl biri olduğundan, yatalak hasta olduğundan bahsetti. “Öyle ise ziyaret edelim” dedim. Binbaşı, okul müdürü, ben, üçümüz binbaşının arabasına binip ziyaretine gittik. Biz avlunun kapısında iken müdür koşarak gidip “Türkiye’den bir âlim ziyaretine geliyor” diye kendisine haber verdi. Bir de baktım, kendisi kapıya kadar gelip bizi karşıladı. Osmanlılardan bahsetti. “Gözümüz tekrar oradadır. Türkiye Asya’nın kapısıdır” dedi. Methu senalar etti. Gözlerimiz yaşardı. Bir huzur hissettik. O âlim de “bende hiç hastalık kalmadı. Şimdi sapa sağlamım” diyordu. Konuşmalarından sezdim ki hastalığı Müslümanların haline üzülmektenmiş!.. Müslümanların kendi aralarında dövüşmeleri, birbirini sevmemeleri karşısında üzülüyormuş. Türkiye’den bir alimin geldiğini işitince; demek ki daha Müslümanlar arasında sevgi muhabbet var diye sevinip iyileşti!
İslamabad’a Dönüş
Burada da günlerimizi tamamlayınca merkezle vedalaştım. İslamabad’a gittim Çünkü uçak biletim İslamabad-Peşaver olarak alınmıştı. Bir taksiye binip hava alanına gittim. Şoför benden çok para aldı. Uçak bileti kadar para aldı. Yabancıları çok aldatıyorlardı. Onun için Cemaat-i Tebliğ mensupları bize: “Siz alış veriş yapmayın. Biz yapalım. Sizi aldatırlar” diyorlardı.
Peşaver’de uçaktan indim. Beni karşılamaya iki taksi ile gelmişlerdi. Demek ki İslamabad’tan iki yerden bunlara telefon edilmişti. Çünkü her iki taksi ile gelenlerin bir birinden haberleri yoktu. Durumu görünce hayret içinde kaldılar. Her iki tarafta bize telefon geldi diyorlardı. “Onların size telefon etmelerinden maksat rehber olmanız içindir." dedim. Bu taksilerden biri Cemaat-ı Tebliğ, diğeri de Afgan mücahitleri tarafından gönderilmişti. Ben onlara mücahitlerin yanına gitmek için geldiğimi, Cemaat-ı Tebliğ ile dört ay kaldığımı söyleyince, Cemaat-ı Tebliğ mensupları gittiler. Ben de mücahitlerle gittim.
Burhaneddin Rabbani İle Görüşmem
O zaman Hikmetyar Suudi Arabistan’da idi. Rabbani’den(2) “Niçin birleşmiyorsunuz? Halk sizi itham eder” diye sordum. Rabbani: “Ben birleşmek istiyorum. böyle bir şey olursa teşkilatımla beraber teslim olurum” dedi. Kaç gün sonra Rabbani “Özbeklere gidelim” dedi. Onunla bir arabaya binip gittik. Dört asker de bizimle geldi. Biz dışarıyı arabadan görüyorduk, fakat dışarıdan görünmüyorduk! Arabanın camları o şekilde idi. Askerden ikisi arabanın önünü, ikisi de arkasını gözetliyordu. Rabbani, Özbeklere tavsiyelerde bulundu. Konuşma yaptı. Sabır ve takvadan bahsetti. “İnşallah Buhara’yı da alacağız” dedi.
Oradan başka bir şehre gittik. Ziyaülhak(3) o şehri Özbek mücahitlere vermişti. Şehirde gençlerden hiç kimse yoktu, hepsi cephede idiler. Sadece, 70-80 yaşlarında, beyaz sakallı, münevver yüzlü yaşlılar vardı şehirde. Hepsi de halı dokuyorlardı. Orada, değişik yerlerden gelen atmış kişi idik. Her birimize ayrı ayrı çaydanlık, bardak, şeker ve çay verdiler. Daha sonra Peşaver’e döndük.
Afgan Mücahitlerin Ahvali
Mücahit grupların ayrı ayrı hastaneleri vardı. Oraları gezdim. Buralarda kolu, ayağı, burnu kopanlar yatıyordu. Tüfekle yaralı olanları az gördüm. Çoğu mayın ve top mermisi ile yaralanmışlardı. Doktorları yok hükmündeydi. İlaçları da kifayetsiz durumda idi. Bir de bunların okullarını gezdim. Kızlar ayrı, erkekler ayrı ayrı okullarda okuyorlardı. Bir okulun tamamen masrafını Medineli bir kişi ödüyordu. Kızların okuluna gitmedim.
Bazı öğrencilere: Okuyorsunuz, büyüyünce ne yapacaksınız? diye sordum. “Pilot olacağız, Rusları bombardıman edeceğiz” dediler. Belirli saatlerde kışlalarını gezdim. Bir yerde talim yapıyorlardı. Bir yerde odun taşıyorlardı. Bir yerde ekmek pişiriyorlardı. Dar bir yerde otuz kırk fırında ekmek pişiriliyordu. Bu sıcakta nasıl dayanıyorlar diye hayret ettim. Bir müddet resmi olan bir yerde yatıp kalktık. Her gruba özgü misafirhaneleri vardı. Orada birkaç gün kaldık. “O misafirhanede hizmet edenlerden, bir şehidin oğlunun düğün merasimi var” dediler. Düğün evine gittim. Hiçbir şeyleri yoktu. Hatta evde serilecek bir şey bile yok. Washington’daki mühendis Yusuf Beyin bana verdiği dolarlar vardı. Onlardan biraz kendisine verdim.
Gülbeddin Hikmetyar ve Sıbgatullah Müceddidi İle Görüşmem
Daha sonra Hikmetyar(4) Suudi’den döndü. Ona da: “Siz neden birleşmiyorsunuz. Hem Ruslara karşı savaşıyorsunuz hem de aranızda ayrılık var. Halk sizi itham eder” dedim. Dedi ki: “Ben de birleşmeyi istiyorum. Böyle bir şey olursa teşkilatımla teslim olurum”. Bazıları dediler ki: “Halkımız cahildir. Kırk aşiretten ibaretiz. Her biri bizim dediğimiz olsun diyorlar. Bu ayrı kırk grup altı gruba indirilmiş. Bu da başarıdır.”
Daha sonra Müceddidi’yi(5) ziyaret etmek istedim. Onun ziyaretine giderken köşelerde, sokaklarda silahlı bekleyen askerler gördüm. Rabbani’nin yazısını gösterip onun referansı ile gidiyorduk. O olmazsa bizi bırakmazlardı. Rabbani, İmam-ı Rabbani neslindendir. Ben Danimarka’ya gittiğimde Rabbani’nin oğlu orada okuyordu. Doktorasını vermişti. Beni misafir etmişti. Bana o zaman dedi ki “Keşke babam başkan olmasaydı. Çünkü Hikmetyar’la arası açılır.”
Müceddidi’nin yerini Rabbani ve Hikmetyar’ın yerlerinden daha farklı gördüm. Burada daha çok halı döşeli idi. Askerler kendisine ayakta hürmet gösteriyorlardı. Öbür ikisinde bunlar yoktu. Fakat Müceddidi’nin daha âlim olduğu farkına varıyordum. Kendisi Ezher mezunudur. Epey de telifleri vardı. Telifatı ekseri Farisi idi. On tane kadar da bana hediye etti. Hem Rabbani’nin hem Müceddidi’nin toplantılarında hazır oldum.. Konuşmalar yapıldı. Rabbani çok mütevazı bir yerde konuştu. Müceddidi ise çok çok fantezili süslü bir iskelede ayakta konuştu. Çoğu konuşmalarında kendi aralarında sulh taraftarıydı. Sulhla ilgili ayetler okurdu. “Allah, daima harb edin diye emretmemiştir” dedi. Zaman zaman “Keşke Hikmetyar da burada olsaydı da bu dediklerimizi dinleseydi” derdi.
Mücahitler Arasında
Daha sonra cepheye gitmek istedim. Rabbani’nin cephesi çok soğuktu. Hikmetyar’ın biraz normaldi. Onun için Hikmetyar’ın cephesine gitmemi muvafık gördüler. Benimle üç arkadaş da vardı. Bizi hududa kadar götürecek araba bulamıyorduk. Bilahare ziyade para vererek bir araba bulduk. Bu sırada gideceğimiz cephe komutanının evine izinli geldiğini söylediler. Ona, bizim onun cephesine gideceğimizi haber verdiler. O hemen evinden gelip bizi karşıladı. “Sizler bize kuvvet veriyorsunuz. Daha çok cesaret alırız” deyip bizi kucakladı. Sonra biz ayrılıp gittik. O daha sonra izni bitince geldi. Hududa çok yakın bir yerde ordugâhın cephanesi vardı. Lüzum zamanı buradan kuvvet alınıyor, ikmal yapılıyordu. Oraya yaklaştığımızda top atışlarının sesi bize geliyordu. Dediler ki; “Cemalettin Kaplan da buraya kadar geldi. Topların sesini duyunca, “geri döneceğim” dedi. Her ne kadar kendisine “hocam ayıp oluyor” diye yalvardıksa da, fayda vermedi, geri döndü.”
O gece ordugâhta yattık. Şafak olmazdan evvel onlar işraka kadar ders okumaya başladılar. Harple ilgili ayetlerin tefsirlerini ders olarak okuyorlardı. Zaten daha Peşaver’de iken mücahitlerin giydiği elbiselerden bana vermişlerdi. Onu giyinmiştim. Elbiseler toprak renginde idi. İnsan yerden fark edilmiyordu. İşraktan sonra bize silah verdiler. El bombası verdiler. Askeriye arabasına bindirdiler. Dolaşa dolaşa dağa çıkıyorduk.
Yolda bir iki metre yükseklikte yere saplanmış, patlamamış kalın büyük gülleler görünüyordu. Dağın başına çıktık. Orada bir karakol vardı. Fakat içinde kimse yoktu. Dağın başı hudut idi. Bir tarafı Pakistan, bir tarafı Afganistan’dı. Araba oradan geri döndü. Biz de yaya olarak aşağıya yürümeye başladık. Mücahitlerin yerine gittik. Dediler ki “Mücahitler dağın öbür tarafına gitmiş, Ruslara füze atıyorlar. İsterseniz burada bekleyin. İsterseniz oraya gidin.”
Sıcak Cephede
Bulunduğumuz yer ile Rus birlikleri arası on km idi. Bana dediler; “sarığın beyaz, uzaktan görünür. Düşman daima kontrol ediyor. Bir kişi fark ettiler mi, top atıyorlar.” Bunun üzerine ben de sarığımı çıkardım. Bu memleket sıcaktı. Kuner isimli şehirde Ruslar vardı. Biz dağda idik. Burası Cemalettin-i Efgani’nin memleketi idi. Bir de baktık ki, sekiz on mücahit silahları omuzlarında dönmüş geliyorlar. Hava da sıcak. Onlarla beraber döndük. Ramazan ayı idi. Oruçtuk. İki saat iniş, iki saat çıkış, takatten düşmüş hale geldik. Yolda elbise ile suya girenler oluyordu. Fakat biraz sonra elbiseleri kuruyordu. O kadar sıcaktı. Bize oruç farz değildi, biliyordum. Fakat itikatları bozulmasın diye bir şey söylemiyordum. Akşam ezanı ile beraber çadırlara yetiştik. Yağsız bir pirinç pilavı getirdiler. Üzüntülü bir sesle: “Başka bir şeyimiz yok ki ikram edelim” dediler. Teravihi 8 rekât kılarlardı. Riyaz’us-Salihin’den de günde bir ders okuyorlardı. Dağda odun çoktu. Dağdan odun keser getirirler, ekmeklerini fırında kendileri pişirirdi.
Silah talimini iki gün içinde öğrendim. Silah on üç parça oluyordu. Hem o parçaların ismini hem de söküp takmayı öğrendim. Daha sonra silahı söküp takma işini gözümüz kapalı yapardık. Sonra bizi atışa götürdüler. Birinci atışta vuramadım. İkincisinde vurdum. Bana dediler ki “eğer insan olsaydı o birincisini de vururdun. Nişan aldığın küçük bir taştır”.
Dağın eteğinden başına kadar az aralıklarla uçak savarlar vardı. Her birisinin yanında gece iki nöbetçi bulunurdu. Ayrı ayrı şifreleri vardı. Bir parola verirlerdi. “Gelen, parolayı bilmezse, vurun” denirdi. Bana nöbeti emretmiyorlardı. Fakat sevap için ben isteğimle tuttum. Zaman zaman o şehre füze atıyorduk. Dağ başında rehber vardı. Bize telefonla bilgi veriyordu. Ona göre atardık. Atışı müteakip hemen isabet edip etmediğini, sağa mı, sola mı veya nasıl bir atış yapılacağını söylerlerdi. Füzeyi atarken o dağ başında sanki kayan bir yıldız ışığı beliriyordu. Bu ışık görününce patlama sesi geliyordu. Mermi sesten evvel gidiyordu. Füzeye karşılık düşman gurup grup uçak üzerimize gönderiyorlardı. Onlar gelince bu sefer uçak savar atıyorduk. Ziyade alevli oluyordu. Gelen uçaklar bize yanaşamıyordu. Attıkları mermiler uzağımıza düşüyordu. Uçaktan düşen gülle yeri kuyu gibi eşiyordu. Kalkan duman havaya yükselip gidiyordu. Büyük bir duman! Sesten, kulaklarım mantar tabancasından rahatsız olurken, bu patlamalarda ise o kadar rahatsızlık duymuyordum.
Zaman zaman onlar da bize füze atıyorlardı. Biz yere yatıyorduk. Fakat Allah’ın yardımıyla bize isabet etmiyor, dağın ta öbür tarafına düşüyordu. Mücahitlerin dağda gece gittikleri yere biz gündüz gidemiyorduk. Çok sarptı. Fakat onlar çok rahatlıkla gidebiliyorlardı. Fakat düz yerde onlar bana yetişemiyorlardı. Hatta bir defa çabuk gittim. İki rekât işrak namazı da kıldım. Ondan sonra bana yetişebildiler. Tercümanlık yapanların bazısı talebe idi, bazıları da memur idi. Bunlar okullarına, işlerine dönünce, tercüman kalmayacağı için ben de onlarla Peşaver’e döndüm. Oradan İslamabad’a gittim..
Dipnotlar
(1)-Rabıta; İslam âlemi arasında ilişkileri kuvvetlendirmek ve irtibat için kurulmuş bir teşkilat. Merkezi Arabistan’dadır.(Salih Okur)
(2)-Rabbani;1940 doğumlu Prof. Burhanedin Rabbani, Sovyet işgaline karşı Afganistan’da kurulan Mücahid hizblerinden Cemiyet-i İslami Afganistan’ın başındaydı. Zaferden sonra 1992 senesinde devlet başkanı oldu. Ezher mezunu ve Fıkıh profesörü olan Rabbani, Taliban’ın Afgan idaresini ele geçirmesinden sonra Afganistan’ın kuzeyine geçmek zorunda kaldı.
(3)-Ziyaül Hak; 1924 doğum olan Ziyaül Hak merhum, 1977 darbesiyle Pakistan’da yönetimi ele alan bir generaldir. Yaptıkları Amerika’nın hoşuna gitmemiş olacak ki, 1988'de ABD büyükelçisinin ve kurmaylarının da bulunduğu uçağın düşürülmesi sonucu hayatını kaybetmiştir.(Salih Okur)
(4)-Hikmetyar; Aslen mühendis olan Gülbeddin Hikmetyar, Mücahid gruplarından Hizb-i İslami Afganistan'ın başındaydı. O ve diğer liderler, zafer sonrası, nefsaniyetlerini kardeşlik havuzunda eritememelerinin sonucu “birbirinizle niza'laşmayın sonra içinize korku düşer ve devletiniz elden gider”(Enfal; 46) ayetine masadak olmuşlar ve Taliban’ın Afganistan’a hâkim olmasını netice verdirmişlerdir.(Salih Okur)
(5)-Müceddidi; Burhaneddin Rabbani gibi, İmam Rabbani’nin soyundan gelen Müceddidi Cephe-i Milli İslami Afganistan’ın başında idi. 1992’da oluşan Mücahid Konseyi tarafından Reis-i Cumhur seçilmişti.(Salih Okur)
Fotoğraflar:
1-Muhammed Emin Er Hocaefendi
2-Tebliğ Cemaatinin bir içtiması
3-Afgan cihadından bir sahne
4-Burhaneddin Rabbani
5-Muhammed Emin Hoca, Afgan mücahidleri arasında
6-Gülbeddin Hikmetyar
7-Sıbgatullah Müceddidi
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
DİĞER YAZILAR
Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz ve sizi ağırlancağınız şerefli bir yere yerleştiririz.
Nisâ, 31
GÜNÜN HADİSİ
Yanında ana babası, ya da onlardan biri yaşlanıp da, gerekeni yaparak cennete giremeyen kimsenin burnu sürtülsün!"
Müslim
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...