MUHAMMED EMİN ER HOCA EFENDİ’NİN HATIRATI-10

Çin Seyahatim Oradan uçakla Çin’e gittim. Beş buçuk saat sonra Çin’e indik. Beni çok güzel manzaralı bir otele götürdüler. Otel paraları uçak biletine dâhildi. Bileti Amerika’da almıştım. Müstakil, geniş, müzeyyen bir oda v


2010-09-08 03:55:39

Çin Seyahatim

Oradan uçakla Çin’e gittim. Beş buçuk saat sonra Çin’e indik. Beni çok güzel manzaralı bir otele götürdüler. Otel paraları uçak biletine dâhildi. Bileti Amerika’da almıştım. Müstakil, geniş, müzeyyen bir oda verdiler. Tuvalet, banyosu içindeydi. TV, telefon var. Buzdolabında çeşitli meşrubatlar dolu. Çok müzeyyen. İnsan gece gündüz kalsa sıkılmayacak durumda ferah bir mekândı. Elbise dolabı otomatik açılıp kapanıyordu. Elektrik anahtarı yere bırakılınca yanıyor, kaldırınca sönüyordu.

Orada lokantaya gitmiyordum. Yemekleri odaya getirip, imza karşılığı veriyorlardı. Bir iki defa televizyonlarına bakmak istedim. En adi bir şekilde fuhşiyat gördüm.

Çin’deki Müslüman gençlerden oradaki durumu sordum. Kendilerine çok eziyet verildiğini, fakat önceye nazaran biraz eziyetlerin hafiflediğini söylediler. “Ne kadar tahsil görsek de bize vazife vermiyorlar. Dinimizi öğrenmek, Kur’an okumak yasak! Fakat hacca mani yok. Bazen gençler hacca gider, İslâm memleketlerinde kalır, okurlar” dediler. Ebu Talip adındaki genç biraz Türkçe biliyordu. Dedi ki: “Annemle beraber Hacca gittim. Dönerken İstanbul’a geldik. Oradaki Müslümanlar bize ilgi gösterdiler, gezdirdiler. İzmir’e götürdüler. Annem muvakkaten orada kaldı. Ben memlekete geldim.”

Türkiye’ye Dönüş

Nihayet oradan da Pakistan’a geçtim. Dört buçuk saat sonra Karaçi’ye indim. İki üç gün kaldıktan sonra Amman-İstanbul bileti aldım. Dört saat sonra Amman’da indim. Ertesi gün de yine uçakla İstanbul’a geldim. İstanbul-New York 11 saat; New York - Los Angeles 6 saat; New York - Tokyo 11 saat; Tokyo - Çin 5.5 saat; Çin - Pakistan 4.5 saat; Pakistan - Amman 4 saat; Amman - İstanbul 2 saat. Toplam 45 saat yolculuk yaptım.

Tekrar Amerika…

Üçüncü defa Amerika’dan beni istediler. Ramazan ayında bir şehirde doktorlar, mühendisler Risale-i Tahaviyi ders olarak dinlemek istediler. Ramazan boyunca onlara akide dersi verdim. Ayrıca başka sohbet ve konuşmalar da oluyordu. Dr. Mennan’a misafirdim. Epey dini malumatları vardı. Hanımı da örtülü idi. Suriyeli idi. Üç katlı evi vardı. Bir katını bana tahsis etmişti. Zaman zaman kendi aralarında toplantılar yaparlardı. O seferimde Kaddafi’nin minareli bir camisi vardı. O camiyi ziyaret ettik. İmamı Mısırlı idi. Kendisini asrî bir durumda gördüm. Bir kitabını (Kaddafi’nin) bana hediye etti. Her sayfa başında bir ayeti kerime yazılı, altta ise hadise benzettiği kendi sözünü yazmıştı. Bu cami kaç şehir arasındadır. Şehirlerde bazı mescitler, bazı üniversitelerde geniş yerler olmakla beraber Bayram namazları orada kılınıyordu.

Biz bulunduğumuz şehirde bayram namazı kıldıktan sonra, Abdulmenan “o büyük camiye de gideceğiz. Orada da umumi olarak bayram namazı kılacağız” dedi. Çoluk çocuğu ile beraber o camiye gittik. Bayram namazı kıldık. Dışarı çıkınca gördüm ki, erkekler kadar kadınlar da var. Başları, bacakları, göğüsleri açık vaziyette!.. Acaba bunlar Müslüman mı, yoksa Müslümanların seyrine gelen Hıristiyan kadınlar mı diye şüpheye düştüm. Erkeklerle tokalaşıyorlardı. Orada bazı yenilecek maddeler vardı. Erkek kadın karışık ellerine almış yiyorlardı. Birbirine uzatıp ikramda da bulunuyorlardı. Sonra anladım ki Müslümanlar imiş. Camiye girdiklerine orada hazır fistanlar var, giyinip camiye giriyorlar. Bazıları başlarını örtüyorlar, bazıları da örtmeden namaz kılıyorlardı. O seferimde çok durmadım. Geri döndüm.

Kanada Hatıraları

Bir dahaki gidişimde Kanada’ya da vardım. Bazı doktor ve mühendislere akaid dersini verdim. İmam-ı Nevevi’nin Minhac’taki faraidlerini ders olarak okutup bitirdim. Orada çok kar yağdığından, iki üç metre kar kalınlığı olduğundan devletin çok masraf yaparak yolları açtığını söylediler. Kanada başkenti Ottova’ya gittim. Orada teşkilatlı büyük bir cami vardı. Caminin altında yemekhane, sohbet yeri çok muntazam düzenlenmişti. Cami İmamının Ezher mezunu olduğunu, fakat haftada bir gün camiyi açtığını, Zeki Yamani’nin kendisine bin dolar maaş verdiğini, ancak daha sonra camiye devamlı gitmediğini öğrenince bu maaşı kestiğini söylediler.

Sonra Millet Meclisine gittik. Büyük bir yer gösterdiler. “Burası kütüphane idi, yandı” dediler. Bir yer de gösterdiler, tavanı altındadır. İngiltere Cumhurreisi geldiğinde oraya gidiyor.

“Kanada’da hanımların sözleri geçerlidir. Hatta, bir erkeği mahkemeye verdiklerinde, onunla mahkemeye gitmeye bile tenezzül etmezler” dediler.

Üniversitede Cuma namazını kıldık. Hatip hutbe esnasında bazı kişilerden bahsederken benden de bahsetti. Bende mevcut olmayan hususlar da söyledi. Ben de seslenmedim. Bana dediler ki “Ahmet Yemani’yi tanıyorsun? Kendisine söyle bize yardım etsin. Biz yeni bir okul yapıyoruz.” Gittik, okulu gördük. Geniş, fakat yirmibeş kadar ancak talebe var. Bay bayan Mısırlı iki tane öğretmen vardı. “Niçin talebeler az” dedim. “Fakir aileler gönderemiyorlar. Buraya gelenlerin babaları ya mühendis ya doktor ya da elçi gibi durumları iyi olanlardı” dediler. “Niçin okul paralı?” dedim. Dediler ki “geliş gidiş ücretlidir. Bunu da veremiyorlar!”

Misafir olduğum kişi bu çocukları okula getirip götürüyordu. O da “Ben çok ucuz bu işi yapıyorum. Fakat ücreti veremeyenler var. Bu sebepten çocuklarını gönderemiyorlar. Şehir büyük, çok uzak yerlerden öğrencileri okula getirip, evlerine götürüyorum” dedi. Bu kişi Boşnak’tı. İhtiyar bir annesi vardı. Annesi Kenan Evren’i ve babasını tanıyordu. “Evren’in babası iyiydi. Biraz da hocalığı vardı. Fakat Evren kötü” derdi. Kanada’nın bazı yerlerinden bahsettiler, devamlı karanlık olduğu için orada yaşanmıyormuş! Bazı ağaçlardan bahsettiler. Çok büyük ve kalınmış. “Hatta içinden asfalt yol bile geçiyor” dediler!

Daha sonra Montreal’e döndüm. Bazı camilerde sohbetler konuşmalar yaptım. Büyük bir camide konferans tertiplediler. Türkler, Araplar, Hıristiyanlar da iştirak ettiler. Hıristiyanlardan bir hanım Müslüman oldu. Bir Arap’la evlendi. Nikâhlarını ben kıydım. Kanada’da olsun, Amerika’da olsun, bazen beni deniz kenarına davet ediyorlardı. Hıristiyanlar ayrı, Müslümanlar ayrı yemekler yaparlardı. Bazı yerlerde Hıristiyanların yemek pişirdiği, kızartma yaptıkları yerde Müslümanlarda yemek yapıyorlardı.

Şikago’da Gördüklerim

Başka bir zaman Amerika’ya gittiğimde, Şikago’ya gittim. Müslüman olanları ziyaret ettim. Dediler; “Kore harbinde bazı dedelerimiz, babalarımız orada Müslümanları görüp Müslüman olmuşlar. Biz de onların evlatlarıyız. İslamiyet’i az biliyoruz. Müslümanların toplantılarına gidiyoruz. Fakat kimse gelip halimizi sormuyor.

İyice hatırlamıyorum, bir bina gösterdiler. Ya hastane ya da okul idi. Satışa çıkarıldığını belirterek: “Dua edin de onu alıp medrese yapalım” dediler. Orada Müslümanlara ait bir üniversite vardı. Onun müdürünü ziyaret ettim. Dünyanın en büyük binası Şikago da idi. Yapan mühendis Pakistanlı imiş. Dediler ki: “Yahudiler bu binayı ona yaptırmışlar. Binayı tamamlayınca onu öldürmüşler”. O binayı görmeye gittim. Binanın çok insanı alır iki asansörü vardı. Hızı çok fazla olduğu için insanın kulakları kapanıyordu. Oluk gibi para getiriyordu. Millet gezip binanın yükseğine çıkıyor. Şehri seyrediyordu.

Detroit’e döndüm. Üniversite müdüründen davetiye geldi. Ali Yaşarlarla davete icabet ettik. Altı kişi mezun olan vardı. Merasim yapıldı. Yemekler verildi. Konuşmalar yapıldı. Çeşitli memleketlerden gelenlerin isimleri okundu. Türkiye’den kimseyi söz etmediler. O zaman birisi beni gösterip “niçin bunu da anons etmediniz” dedi.

Bunun üzerine Ahmed Zeki Yemani bana yaklaştı. Çok özür talep etti. “Seni görmeyi çok arzu ediyordum. Korkut Özal senden çok bahsederdi! Onun annesi vefat ettiği için o İstanbul’a gitti. Ben buraya geldim” dedi. Yemek zamanı kuyruğa girdi. Önce bana sonra kendisine yemek aldı. Bir odaya gidip, tenha bir yerde beraber yemek yedik. Daha sonra vedalaştık.

Seylanlı Bir Şeyh Efendiyi Ziyaretim

Aslen Seylanlı, Amerika’nın bir şehrinde kalan 160 yaşında bir şeyhin olduğunu söylediler. Onu ziyaret etmek istedim. Doktorlar ve talebelerle birlikte iki taksi gittik. Evi iki katlı, beyaz duvarlı, duvarlarda taksilerde “EZ-ZİKR” yazılı idi. Cami ikinci katta idi. İkinci kata çıktık. Camide bayanlar için bir yer gördüm. Kadınların sütreleri kalbur gibi delik delikti. Tek tek namaz kılanları gördüm. Müritlerinden bazıları kıyam da iken sanki rükûda imişler gibi huşu içindeydiler. Birçok müridleri siyahî Amerikalılardı. Ağızlarını açtığım zaman baktım ki, şeyhleri hakkında öyle bir itikatları var ki, sanki dünya çarkı şeyhlerinin elindedir. Ne yapsa yapabilir durumda!

Şeyhin ziyaretini talep ettiğimde bazı özürleri gösterip müsaade edildi. Şeyh bir sedir üzerinde idi. Elinde bir alet vardı. Zaman zaman ağzına takıp nefes alıyordu. Ağzından konuşunca bazı akıntılar oluyordu. Tahmini otuz yaşlarında başı kapalı bir hanım yanında oturmuş, elinde mendil zaman zaman ağzını siliyordu.

Oturmamız için sandalye getirdiler. Biz edep ederek diz üzerinde oturduk. Sorunuz nedir? diye sordular. Biz de “dünya dar’ul-imtihandır. Nasıl çalışmamız gerekiyor?” mealinde soru sorduk. Kendisi nefisle ilgili bazı izahatlar verdi. İngilizce konuşuyordu. Bir doktor da bize tercüme ediyordu. Çok konuşturmak istemedik, ihtiyardı!.. Müsaade isteyip ayrıldık. Ayağa kalktığımızda baktık ki, kadınlar arkadan bizi halkaya almışlar. Bizi dinliyorlarmış. Haberimiz yok! Camiden alta merdivenlerden inerken kadınlarla karıştık. Kadınlar beklemediler. Biz inerken onlarda sağımızdan solumuza inmeye başladılar. Karma karışık oldu! Alt katta, şeyhin çocukluktan beri resimlerini çerçeveleyip duvarlara asmışlar. Gelenler gezip seyrediyorlar. Bu resimleri, kadınların o durumunu, (ihtilat etmeleri), bidatları görünce ziyaretten çok memnun olmadım.

Namaz Kılan Ama Ziyaretçi Sevmeyen Bir Doktor

Detroit şehrinde iken oradaki doktorlardan kimlerin namaz kıldığını sordum. Tek bir kişinin kıldığını söylediler. Bir çiftliği varmış, o çiftlikte kalıyormuş. Namazlı olduğu için onu ziyaret etmek istedim. Telefon ettim. Telefona çıkan bize: “Niçin ziyaret etmek istiyorsunuz? Kim telefonu verdi? Hastadır! Yarın, öbür gün” diye cevap veriyorlardı. Bilahare hanımı benim misafir olduğum evin hanımına telefon edip ziyaretçi kabul etmediklerini söyledi. Pazar günü bu doktorların belli bir yerde toplantılarının olduğunun haber aldık. Pazar günü gidip o toplantıda o namaz kılan doktoru görmeye karar verdik.

Tekrar Kanada’ya Bir Ziyaret

O sırada çok uzak yerlerden bazı dindar doktorlar ziyaretime geldiler. Aynı pazar günü Suriyeli doktorların düğünleri varmış, bizi de davet ettiler. O pazar gününün sabahı telefon geldi ki, “Kanada’dan ziyaretine gelmek istiyorduk. Fakat Amerika bize vize vermedi. Hiç değilse siz gelin de görüşelim” dediler. Bulunduğum şehir Kanada’ya çok uzak değildi. Bir nehir vardı, bir tarafı Kanada, bir tarafı Amerika. On beş kilometre mesafe vardı. Gidip gelebilirdik. Aynı pazar günü bu üç hususu da yapmaya karar verdik. Ziyaretime gelen doktorlardan Fatih isimli olan arkadaşın vizesi olmadığı için o kaldı. Biz diğerleri Kanada’ya gittik.

Kanada da bizi bekleyen kişi: “Ben Hasan Hüseyin Ceylan’ın okul arkadaşıyım. İhtilâlde İran’a geçtim. Emniyet teşkilatlarında yer aldım. Irak savaşına da katılıyordum. Bizden yani İranlılardan can verecekler sekeratta iken, onlara ne kadar “la ilahe illallah” deyin dedikse de hiç birisi diyemedi! Ruh verene kadar “Ali Ali” diye diye ruh verdiler. Ben onlardan da kaçıp buraya geldim” dedi.

Bir müddet sonra onlarla vedalaşıp geri döndük. Fatih beyi alıp doktorların toplantısına gittik. Yirmi, yirmi beş kişi erkek, o kadar da kadın, baş açık yemek yiyorlardı. “Atamız yüz yaşında” yazılı yazı ve Atatürk resmi de orada asılı idi. İçlerinden bir profesör beni tanıdı. Gelip benimle tokalaştı. Onların Hıristiyanlara özendiklerini, İslamiyet’i hor gördüklerini düşünerek, onlara Hıristiyanların yanlışlarını gösterip İslamiyet’e karşı onları uyandırmak için; daha önce Papazla aramızdaki konuşmayı anlattım. El çırpıp, gelip benimle el sıkıştılar. O görmek istediğimiz doktor oraya gelmemişti. Yine onu göremedik. Oradan Suriyeli doktorların düğün toplantılarına gittik. Sonra Türkiye’ye döndük.

Almanya’ya Davetim

Rabitat’ul-Alem’il-İslamî cemiyetinden bana bir mektup geldi. Bu mektupta Almanya Hanofer’deki İslam merkezinde ders vermem teklif ediyordu. Kabul ettim ve Almanya’ya gittim. 1991 tarihinde Almanya Hanofer’deki İslam merkezinde şu dersleri vermeye başladım: Tefsir, Fıkıh, Usul-u Fıkh, Lugat’ul-Arabiye, Akide…

Cuma günü hariç her gün dersler devam ediyordu. Gelen sorulara da cevap veriyordum. Hanımlar perde arkasında dersleri dinliyorlardı. Cuma günleri de hutbe okuyup nasihatta bulunuyordum. Çeşitli memleketlerden Almanya’ya gelenler, evlenirken bizim merkeze gelirlerdi. Bizim merkezde kıyılan bir nikah kendi devletleri tarafından resmi nikah olarak kabul ediyorlardı. Müslüman ve Hıristiyan kızları nikâh için geldikleri zaman, “burası dar’ul-harbtır. Dar’ul-harb’te Müslüman Hıristiyan’la evlenemez, evlenebilmeleri için darul İslam’da olmaları şarttır. Nikah Dar’ul-İslam’da olacak” derdim. Bu vesile ile onları Müslüman ediyorduk!

Hanımlara Vaaz

Bazı hanım öğretmenler Cuma günü gelip vaaz hutbeyi dinlemek istediler. Ben de “örtülü gelirlerse, kabul ederiz” dedim. Onlar da kabul edip geldiler. Bunlar Hıristiyan idiler. Cumadan sonra okuduğum hutbeyi bu hanımlara Almancaya tercüme ederlerdi. Bazı kafalarına takılan soruları sorarlardı. Cevaplandırıyordum. Hatta sordular ki: “Selman Ruşdi görüşünü açıklamış. Neden Humeyni onun katili helaldir demiş? İslamiyet insanın düşünce ve görüşlerine mani midir?” Ben de cevaben dedim ki: “İslamiyet meşru olmak kaydıyla kimsenin fikrine, görüşüne mani değildir. Bu ise semavi bir dinin kitabını tahkir ettiğinden dolayıdır. Birisi sizin İncil’inize hakaret ederse, siz de onu nasıl tutarsınız!”

Camilerde Vaazlarım

Zaman zaman diğer bazı camilere de gidip Kur’an’dan ve Kur’an tefsirinden dersler yapardım. Zaten benim âdetimdendir hiç bir grubu ayırmaksızın ve iltizam etmeksizin her İslamî gurup insanların yanına gider görüşürdüm. Hatta beni Berlin’e davet ettiklerinde kimselerdensiniz? Hangi gruptansınız? diye sormadan davetlerine icabet ettim. Başta Diyanet Camileri olmak üzere diğer camilerde de konuşmalar yaptım. Hatta bazen bana sordular. Falan camide vaaz etmişsin, bilerek mi, bilmeyerek o camiye gittin? Ben onlara şöyle cevap verirdim: “Ben Müslümanların camilerini sorarım. Kimlerin camisidir diye sormam. Arzum birlik beraberliktir. Çünkü Müslümanlar kardeştirler.”

Almanya’dan Amerikaya

Bilahare 1992’de bir sene sonra, Almanya’ya yabancı işlerine bakan polis merkezinden bana dediler ki: “Kenan Evren’le Diyanet Reisi buraya geldiler. Diyanet kanalı ile gelmeyen imam ve âlimlere vize verilmeyeceğini karara bağladık. Binaenaleyh Diyanet kanalı ile gelmedikçe biz sana vize veremeyiz”. Bunun üzerine oradan ayrıldım. Amerika bana sonsuz (süresiz) vize verdi. Oraya gittim. Orada da çeşitli ders, sohbet vb. çalışmalar yaptıktan sonra memlekete döndüm.

Amerika’da Kıble Tayini Meselesi

1997 tarihinde Amerika’ya tekrar gittim. Oradan da Kanada Montreal’e gittim. Bazı ulema Amerika ve Kanada da kıblenin yanlış tayin edilmiş olduğunu iddia ettiler. Ben o konuda yazılmış bir kitap ta verdiler. Ben de kitabı baştan sona kadar gözden geçirdim. Başta Şeyh’ul-Ezher’in fetvası olmak üzere diğer devletlerin de müftü ve kadılarının mektup ve beyanlarında Kanada ve Amerika’daki kıblenin yanlış olduğu, kılınan namazların iade edilmesi gerektiği ifade edilmişti. Kanada’dan Amerika’ya dönerken Troy şehrinde bulunan Cezayirli ehl-i takva bir âlime durumu anlatıp kitabı sordum. “Bunun İngilizcesini görmüşüm” dedi. Kitabı yanına aldı. “Hafta içinde sana haber vereceğim” dedi. Fakat hafta geçti, cevap vermediği gibi kitabı da iade etmedi. Ben öyle anladım ki fitneden korkuyor, açıklama yapmıyordu. Bazı ehl-i ihtisas mühendislere durumu söyledim. Tayin ettikleri bir gecede toplanıp, bu hususu tahkik etme kararı alındı. Belirlenen gece toplandık. Yer küre üzerinde inceleme yaptık. 15 kadar, hatta daha ziyade bu işlerle ilgili şahıs toplantıya gelmişlerdi. İçlerinden birisini bana muhatap olması için tayin ettiler. Bu hususta müctehid imamların görüşlerini kendisine anlattım.

O da ilmine göre tetkik, tahkik ederek “şimdiki kıble tam tamına müctehid imamların tarifine uygundur” dedi. Ben de hatanın nereden geldiği üzerinde durdum. Tabirleri anlamada hataya düşüldüğünün farkına vardım. Yani, Amerika’dakiler Müslüman devletlerin âlimlerine yazıyorlar ki “biz Amerika’da kıble diye yönümüzü Kuzey-doğu’ya veriyoruz.” Onlar da “hayır, namazınız batıldır. Şimali Amerika’nın kıblesi Güney doğu’dur” diye bildiriyorlar. Amerika’dan yazanlar “Amerika’ya göre kuzey-doğu” yazıyorlar. Cevap verenler de “Mekke’ye göre güneydoğu” diyorlar. Bulundukları yere göre tarifleri, tabirleri yanlış, kıble doğudur. Herkes bulunduğu yere göre tarif ettiği için münafâat olmuş. Amerikan kıblesi Mekke’ye göre Güney-doğu’dur. Mekke’de güneş doğduktan 8-10 saat sonra güneş Amerika’da doğduğundan ileri geliyor.

Bu sene de Ramazan ayında Amerika’ya gittiğimde çeşitli ilimlerde ders vermek ve her gece vaaz ve nasihatlerde bulunmak ve sorulan soruları cevaplandırmakla zamanımızı geçirdik.

Meşakkat Perdesi Altında Merhamet Yüklü Bir Umre Hatırası

Miladî 2000 tarihinde, 90 yaşın üstünde olan ağabeyim Hicaz’a gitmek istedi. Ona yardımcı olmak ve bir hizmetinde bulunmak için ona refakat etmek istedim. Henüz beş yıl araya girmeden (bir önceki hac vizesi ile) Suudi’ye diyanet hac vizesi vermediği için, Umreye götürmek üzere bir şirket aramaya mecbur olduk. Hangi şirketle gitmemizin daha uygun olacağını sorduğumda bir tanesini tavsiye ettiler. Pasaportlarımızı resimlerimizi şirkete teslim ettik. Pazarlığımızı da yaptık. Henüz gitmezden evvel İstanbul’da bir dostumuzun yazıhanesinde iken Hac ve Umreden bahsedildi. İşittiğime göre o yazıhane sahibi dostumuza hac vizesi alamadığımız için Umre yolu ile gitmek için pasaportlarımızı şirkete verdiğimizi söyledik. Sarahaten işittiğime göre “Umre vizesi yok, Hac vizesi var” dedi o dostumuz. “Umreye gidenlerden 1000 dolar teminat alıyorlar” dedi. Bunun üzerine telefon açtım. “Bizim pasaportumuzu şirketten alın. Bize hac vizesi veriyorlar. Hacca gideceğiz” dedim. Pasaportlarımız geldi. Götürüp o dostumuza verdiğimde dedi ki “Umre var, hac yok dedim” dedi. Ben hayrette kaldım. Eğer Umre olsaydı, zaten önceki şirketten pasaportumuzu almayacaktık. Acaba, bir hile falan mı yapılıyor diye şüphelendim. Fakat o zaman yanımızda bulunan arkadaşlar da dediler ki “evvel size hac vizesi yok, umre vizesi veriliyor, demişti” dediler. Ben kendilerine “peki niçin o zaman bana durumu açıklamadınız?” dedim. “Vallahi o an sanki dilimiz tutuldu. Hiç bir şey konuşamadık” dediler.

Bunun üzerine kendi kendime “bu işte bir hikmet vardır. Bakalım nasıl olacak” dedim. Pasaportları, parayı onlara verdim. Umre için bize vize aldılar. Ramazan’ın 20’sinde Umreye gittik. Önce Medine’de indik. Ramazanın 29’unda Medine’den Mekke’ye gidip Umre yaptık ve İhramdan çıktık.

Ramazan bayramından 3-4 gün sonra Harem-i Şerif’e yakın olan oteller, evler umreye gelenleri kabul etmez oldular. Şiddetli bir yasaklanma getirilmişti. Umre için gelip, Hacca kalanların tesbit edildiği oteller, evler kapatılıyor ve sahiplerine ceza veriliyordu.

Şirketimiz, hacılarını alıp, Aziziye’de kapalı bir otelde yer temin etti. “Buradan çıkmayacaksınız, Camiye dahi gitmeyeceksiniz. Yemeklerinizi ev sahibinin hizmetçisi getirip, götürecek” diye tembih ettiler. Orada hacılarla şirket görevlileri arasında zaman zaman münakaşa oluyordu. Hacılar “niye böyle hapis muamelesi görüyoruz?” diye şikâyet ediyorlardı. Şirket ilgilileri bana kendilerine (hacılara) tavsiye ve tembihlerde bulunmamı istediler. Onlara, yasaklama olduğu için Suudi yetkililerinin Umreye gelip, böyle kaçakları gördüğünde alıp memleketlerine gönderdiğini, mecburen böyle davranmak zorunda olduklarını anlatmamı istediler.

Şirketle giden 68 kişi idik. Tutulan otel hep bize tahsis edilmişti. Otelin alt katını mescit yapıp, orada namazlarımızı kılıyorduk. Günde 3-4 saat Akide, fıkıh, tasavvuf konularında bu hacılara ders vermeye başladım. O esnada otel sahibi ile kayınbiraderi Faysal Cadullah bizim ziyaretimize geldiler. Faysal Cadullah beni ve ağabeyimi görünce çok büyük bir muhabbet, sevgi, saygı ve alaka gösterdi. Bize dedi ki “sizi evime götüreyim. Evimde size müstakil yer vereyim, orada kalın. Sizi kendi arabamla Harem’e götürüp, getirtirim. Benim arabamı asker-polis-görevli hiç kimse kontrol etmez” dedi. Ben de cevaben: “Müstakil banyo tuvaleti olan bir yer ve bizim hizmetimizi görecek vardır. Bu hacılara da dersler veriyorum. Bunlardan ayrılmak istemiyorum” dedim.

O sırada dostlarımızdan Seyyid Tarık isimli, Ciddeli Avrupa ve Amerikalı hacılara delillik yapan şahıs bize dedi ki “Ben size ilame almak için valiye gittim. Fakat vali sizi görmek istiyor. Beraber valiye gidelim. Fakat sen hiç konuşma, ben konuşurum. Söylenmesi gerekeni ben söylerim” dedi. Bunun üzerine Seyyid Tarık’la beraber valiye gittik. Selam verdik. Bize yer gösterdi. Oturduk. Vali, çeşitli yerlere telefon ettikten sonra, bizden fotoğraf istedi. Fotoğrafları verdik. Kaç gün sonra bize ikamet kâğıtları verildi. Artık ağabeyimle beraber serbest serbest Mescid-i Haram’a gider, namazlarımızı kılar, sonra gelir, kaldığımız otelde hacılarla dersimizi yapardık.

Orada bir ay kaldıktan sonra, şirket sahibi başka bir mekâna nakil istedi. Zira bu yeri (oteli) bir aylığına tutmuşlardı. Sıkı sıkı denetim yapıyorlardı. Umreye gelip kalanları yakalayıp, geri memleketlerine gönderiyorlardı. Bizim önce anlaşıp ta ayrıldığımız şirketin tüm hacılarını geri gönderdiler. Çok sıkıntı verdiler bu yıl.

Şirket sahibi, barınacak yer arıyordu, fakat bir hafta kadar bulamadı. Ev ve otel sahipleri kuşkularından yer vermiyorlardı. Bilahare “yer buldum” diye geldi. Hacıları alıp yeni bulduğu otele nakletti. Gidip oteli gördük. Ne görelim? Odalar balık istifi minderlerle doldurulmuş, hatta namaz kılacak yer bile kalmamış durumdaydı. Her hacıya ancak bir minderlik yer veriliyordu. Öyle tahmin ettim ki 30-40 kişiye ancak bir tuvalet mümkün olabiliyor. Ben bu durumda idare etsem bile, yaşlı ağabeyimin idare etmesi mümkün değildi.

Bu sebeple kendimize başka bir yer aramaya karar verdik. İkamemiz vardı. Herhangi bir korkumuz yoktu. Bu durumdan nasıl haber aldığını bilmiyorum, Faysal Cadullah çıka geldi. “Artık zamanı gelmiştir. Bize gideceğiz” dedi. Bizi alıp evine götürdü. Bize tahsis ettiği yeri gösterdi. İki karyolalı bir oda, mutfak, banyo, tuvalet müstakil, yerleri halı serili vaziyette idi. “Burası size mahsustur. Size kimse gelmez, karışmaz” dedi. Hanımı da geldi. Aslen Kıbrıslı olup Türkçe, İngilizce, Arapça biliyordu. “Burası merhum annemin yeridir. Ne mutlu bana ki sizi burada misafir ediyorum. Sizden başka kimse buraya gelemez. Burası size aittir” dedi. Hizmetçilerine emretti. Büyük bir buzdolabı da getirdiler. Bize “iki tane çamaşır makinemiz var. Çamaşırlarınızı verin, yıkayalım” dediler. “Günde üç öğün yemek bize çok gelir, iki öğün olsun” ricasında bulunduk. Kendilerine dedik ki: “Bize çok misafirperverlik yapıyorsunuz. Her ihtiyacımızı görüp rahatımızı sağlıyorsunuz. Müsaade ederseniz, yemeklerimizi biz dışarıdan kendimiz halledelim” dedik. “Öyle şey olur mu? Siz bizim misafirimizsiniz. Bir ay değil, sizi bir sene misafir etmek isteriz. Siz babamız yerindesiniz” diye cevap vererek teklifimizi kabul etmediler. Hülasa en yakın bir evlat, akraba gibi bize davrandılar. Hatta kızları, gelinleri oğulları diğer yakınları bile bize yakın bir akrabalar gibi muamele edip, saygı sevgi gösterdiler. Bir buçuk ay kadar orada kaldık. Hep aynı şekilde hizmet, ikram ettiler. Gelinceye kadar aynı sevgi saygı ve hizmeti gösterdiler. Allah onlardan razı olsun. Kendilerine ve kendimize din ve dünya saadeti vermesini Rabbimizden niyaz ve temenni ederiz. Hatta bize dediler ki “bir dahaki gelişlerinizde şirkete falan yazılmayın. Müstakil gelin. Cidde’de iner inmez, bize telefon edin, gelir sizi alır, misafir ederiz” diye sıkı sıkı tenbih ettiler.

Biz otelden ayrılıp Faysal Cadullah Beyin evine gittikten sonra, kafile arkadaşlarımızı oradan da çıkarmışlar. Üç aylık umreci olduklarını anlayınca önce bilemedikleri için onlara yer vermişlerdi. Hatta bir hafta kadar bu kafile arkadaşlarımız Beytullahın içinde yatıp kalkmak zorunda kaldılar. Normal hacılar gelince, onlara karışıp öylece vaziyeti idare ettiler. Bayram yapıp, gerekli menasiki tamamlayınca, Türkiye’ye döndük.

Not: Muhterem Emin Efendi’nin hatıratı burada nihayet buluyor. Kendilerine sıhhat afiyetler diliyoruz. Cevaplar.org

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-3

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-3

Bursa’da Bursa’ya Ayın 15 inde, Çarşamba günü gittik. Bu şehir, İstanbul'un güneyinde

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-2

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-2

Türk’ün Gücü, Hindin Aklı, Arabın Mantığı Pazar günü saat 10’da edebiyatçılar ve

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-1

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-1

Kıymetli ziyaretçilerimiz geçen asrın son günü aramızdan ayrılan allame merhum Ebul Hasan e

MUSTAFA POLAT HOCAMIZDAN HATIRALAR

MUSTAFA POLAT HOCAMIZDAN HATIRALAR

Takdim Kıymetli ziyaretçilerimiz, değerli bir alimimizin bir seydamızın bazı hatıralarını

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-13

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-13

HOCAMIN VEFASI Hocamın çok dikkat çeken bir özelliği de vefa duygusu idi. Buna dair bir misal

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-12

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-12

HOCAMIN İBADET YÖNÜ Bana desen ki; “hocam, ibadette nasıldı.” Derim ki; “namaz adamıy

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-11

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-11

VAKIFLARLA BİR MÜZAKERE Hatırlıyorum, bazen Türkiye genelinden vakıflar “vakıf okuması

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-10

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-10

HOCAMIN DERSLERİNDEN Diyanet İşleri eski başkanı Mehmed Görmez bey hocamı ziyarete gelmişti

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-9

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-9

MUHTELİF HATIRALAR HAKİKATLARI HURAFELERLE ZAYİ ETMEMEK LAZIM "Benim bir arkadaşım bir şeh

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-8

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-8

ŞERCİL POLAT AĞABEY Merhum Şercil Polat ağabey Erzurum’da nurları hocamla birlikte ve belki

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-7

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-7

BABAM HACI MUSA EFENDİ Babam hayatı boyunca hocama hep destek olmuş, aynı davanın ızdırabıy

İnkâr edenler, Allah'ın yolundan ve -yerli, taşralı- bütün insanlara eşit (kıble veya mâbed) kıldığımız Mescid-i Harâm'dan (insanları) alıkoymaya kalkanlar (şunu bilmeliler ki) kim orada (böyle) zulüm ile haktan sapmak isterse ona acı azaptan tattırırız.

Hac,25

GÜNÜN HADİSİ

İki kelime vardır ki, Rahman'a sevimli, dilde hafif ve mizanda ağır gelir. Bunlar; "Sûbhanellahi ve bihamdihi, Sûbhanellahil-azim=Yüce Allah'ı hamd ile tesbih ederim, Yüce Allah'ı tenzih ederim." kelimeleridir.

Buhari Tecrid-i Sarih, 2189

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI