TÂHİR’UL MEVLEVÎ (1877-1951) -2. BÖLÜM-

ÂŞIK OLDUĞU KİTAPLARI Tüm hayatını ilim öğrenmek ve öğretmeye adayan bu şair ruhlu yüksek şahsiyet, vefatından sonra evini ve muazzam kütüphanesini Dâru’ş-Şafaka’ya vakfetmişti. Hiç evlenmeyen Tâhir’ul-Mevlevî kız kardeşi Gül


Nurgül Dere

nurguldere@gmail.com

2010-10-08 04:42:02

ÂŞIK OLDUĞU KİTAPLARI

Tüm hayatını ilim öğrenmek ve öğretmeye adayan bu şair ruhlu yüksek şahsiyet, vefatından sonra evini ve muazzam kütüphanesini Dâru'ş-Şafaka'ya vakfetmişti. Hiç evlenmeyen Tâhir'ul-Mevlevî kız kardeşi Gülistan Hanım ile birlikte oturuyordu. Üstad vefat ettikten sonra Gülistan Hanım bir avukatın yardımı ile kitapları Dâru'ş-Şafaka'ya vermiş. Fakat nasıl olduysa talebesi Şefik Can, Üstad'ın hayatta iken kimselere vermeye kıyamadığı birçok kitabını sahaflarda satılırken görmüş. Üstad sağlığında kitaplarının üzerine Mevlevî sikkesiyle mühür basarmış. Şefik Can bu mühürden kitapları tanırmış. Şefik Can, Üstad'ın Farsça birkaç kitabını da sahaflarda bu şekilde görüp almış.

İSTİKLÂL MAHKEMELERİ

Şapka meselesinden ötürü birçok kimse İstiklâl Mahkemeleri'ne sevk ediliyordu. Tâhir'ul-Mevlevî'de, İskilibli Âtıf Efendi'nin "Frenk Mukallitliği" adlı eserinin dağıtılması ve satılmasına yardım ettiği gerekçesi ile ve Teâlî-i İslâm Cemiyeti âzâlarından bulunduğu iddiasıyla 1341 (1925) yılı Kanunievvel'de İstanbul Polis Müdürlüğü tarafından nezaret altına alınır ve bunun akabinde de mahkemeye sevk edilir. Kendisi hâtırâlarında şunları anlatır: "Kanunda vâizlerin sarık sarabileceğine mesağ olduğu için ben de Diyanet İşleri Riyasetine müracaatle sarık sarmağa izin istedim. Verilen müsaade üzerine başıma sarık sardım. Çünkü Fatih'te haftada bir def'a olmak üzere Mesnevî okutuyordum. Bizim sarık nazarı dikkati celbetmiş olacak ki, bir akşam benden evvel evime girip bekleyen polisler tarafından Atmeydanı'ndaki Ahmediye polis mevkiine götürüldüm. Onbeş gün orada, üç gün de polis müdüriyetinde nezaret altında kaldıktan sonra Ankara'ya götürüldüm. Merhum Suud-ul-Mevlevî ile muharrir Ömer Rıza Bey de beraberdi. Ankara Hapishanesinde bir buçuk ay kaldıktan sonra beraet kazandım ve İstanbul'a döndüm."

Muhakeme Günleri

Tâhir'ul-Mevlevî'nin Ankara İstiklâl mahkemesi heyeti ile arasında geçen soru-cevaplardan müteşekkil bir bölümü Tâhir'ul-Mevlevî'nin anlatımıyla sunuyoruz:

"İsmim, doğum yerim, doğum tarihi gibi mütekaddim sorulardan sonra:

"Mevlevîlik mahlâsın mı, yoksa Mevlevî misin?"

"İdim, efendim!" Bu "idim" kelimesi ile tarikatlerin ilgası hakkındaki kanun çıkıncaya kadar serbestçe Mevlevî idim, demek istemiştim ki, maksadım da anlaşılmıştı.

"Ne ile meşgulsün?"

"Tevkîfime kadar Darüşşafaka'da muallim idim."

"Ne okutuyordun?"

"Tarih ve edebiyat"

"Ya!"

Bu "Ya!" hayret kelimesine karşı ben de hayrette kaldım. Acaba reis bey bunların tedrîsini bana yakıştıramamış mı idi, benim edebiyat muallimi değil de, ancak Mızraklı İlm-i Hal hocası olacağımı mı zannetmişti, anlayamadım.

"Bize hayatınıza dair malumat ver!"

Ben, en ziyade şapka hakkında açıklamada bulunmaya mecbur tutulacağımı zannediyordum. Galiba İstanbul Polis müdüriyetindeki mutalâa kâfi görülmüş ki ona dair tek bir kelime sorulmadı. Fakat ben "Bize hayatına dair malumat ver" sorusunun şümulü karşısında şaşırmıştım.

Binaenaleyh: "Hayatıma dair ne gibi malumat emir buyuruyorsunuz?" diye sordum.

"Siyasî hayatınıza dair. Siyasî cemiyetlere girdiniz mi? şimdi birine dâhil misiniz?"

"İttihat Cemiyetine girmiş, 1325 tarihinde çekilmiş, ondan sonra siyasî bir cemiyete girmemeye azm ve cezm ve kasd eylemiştim ki hâlâ o azimde sabitim."

"Teâli-i İslâm Cemiyetine girmişsin?"

"Evet, fakat dinî ve ilmî bir cemiyet diye girmiş, işin içine siyaset karıştırılmak istenilince oradan da istifa etmiş, hatta istifamı Mahfil mecmuası ile ilân etmiştim."

Bundan sonra irad edilen sorular üzerine İskilipli Âtıf Efendi ile nasıl tanıştığımı, Teâli-i İslâm Cemiyetine niçin girdiğimi ve neden dolayı çekildiğimi tafsilatlı anlattım."

Âtıf Hocayı nasıl tanıdığı sorulunca Tâhir'ul-Mevlevî: "Âlim ve fazıl bir hoca olarak tanırım. Vatanına bağlı birçok münevver yetiştirmiş, kanaatlerinde celâdet sahibi bir insan… Âtıf Hoca geçen Kurban Bayramı bana sokakta tesadüf etmiş ve Şeyhülislâm Mustafa Efendi'nin "Kuva-yı Milliye" aleyhinde bir beyannâme hazırlattığını ve bunu bütün din âlimlerine imzalatmak üzere gezdirmekte olduğunu söylemişti. O zaman doğru Şeyhülislâmlık dairesine giderek Mustafa Sabri Efendi'yi görmüştük. Bu harekete şiddetle itiraz etmiş ve demişti ki: "Nasıl olur, vatan müdafaası yolundaki bir harekete din temsilciliği makamı nasıl böyle bir mukabelede bulunabilir? Hem, dinî kisvenin siyaset kılığına bürünmesi nasıl caiz olabilir? Bu işten vaz geçin ve siyasetten elinizi çekin!" 20 bin nüsha basılıp dağıtılan bu beyannameyi imzadan, ben ve Âtıf Hoca kaçındık ve ona şiddetle karşı koyduk. Bunun üzerine beni Ziraat Nezaretindeki vazifemden attılar. Şu arzettiğim keyfiyet beni ve Âtıf Hoca'yı izah eder kanaatindeyim." diye oldukça zekice cevaplar vermiş, fakat mahkeme reisi Tâhir'ul-Mevlevî'nin bu cevabından hoşlanmamış olacak ki: "Bu hikâyeleri geçelim! Siz, Âtıf Hoca'nın "Frenk Mukallitliği" eserinden dağıttınız ve sattınız mı?" diye sorması üzerine Üstad: "Evet, eserin intişarından 5 nüsha sattım" cevabını vermiştir.

Tâhir'ul-Mevlevî bu süreçte, hapishaneden mahkemeye yedi defa götürülmüş, dördünde mahkeme edilmeden, birinde muhakeme edilerek, birinde iddianameyi dinleyerek iade edilir ve yedincisinde de beraat kararı verilir. Beraat kararı son kez mahkemeye çıkarıldığı 17 Şubat 1926 Çarşamba günü verilmiştir.

Tevkîf edildiği günden itibaren geçen günleri tarihlendiren Tâhir'ul-Mevlevî mevkufiyet tarihçesine mahkemeye hitaben yazdığı manzum bir arzuhal ile bir DE rubai yazmıştır:

Növbet gelerek lutf ile biz de aratılsak

Çıksak dışarı zümre-i ahrara katılsak

Ey mahkeme- âliye-yi âdile artık

Ağuş-i rehîmaneni açsan da atılsak

Bî cürm ve lâ cünha İlahî, efsûs

Kaldım burada esîr ü hôr u mahbûs.

Ey Hâlik bîçare nüvazım imdâd,

Oldum meded-i gayrden artık me'yûs!

HATIRALAR

Şefik Can'ın Hatıraları

Merhum Şefik Can Tâhir'ul-Mevlevî ile ilk kez Kuleli Askeri Lisesi'nde öğrenciyken tanışmış. 1927 senesinde Süleyman Nazif'in "Bataryayla Ateş" isimli kitabını almış. Kitabın içindeki Şeyh Şâmil ile ilgili bir yazıyı okuduktan sonra Şeyh Şâmil'e bir hayranlık duymaya başlamış ve Şeyh Şâmil'in hayatını anlatan bir kitap bulmak için sahaflara gitmiş. Gerisini Şefik Can'dan dinleyelim:

"Hulusi Bey adında bir kitapçı dedi ki: "Tâhir'ul-Mevlevî bir kitap yazdı Şeyh Şâmil Hazretleri hakkında. Fakat o kitabı Enver Paşa toplattı. Kafkasya'daki Müslümanlara dağıtmak üzere gönderdi. Piyasada yoktur, bulamazsın. Sen Tâhir'ul-Mevlevî'nin kendisine git rica et belki onda bir nüsha vardır, al." dedi. Dedim ki "Efendim ben Kuleli'de talebeyim, Tâhir'ul-Mevlevî'yi İstanbul'da nasıl bulurum?" Canım dedi "Aksaray'a git Aksaray'da Taş Kasap'ı yöresinde sor. Zaten kime sorarsan tanırlar onu." O zamanlar oraları hep harap. Birinci Cihan Savaşı'nda yangın çıkmış. Sarı Güzeller bilmem ne yanmış. Bütün oralar harabe. Şimdiki gibi değil. Tramvay işliyor. Tramvayla bir cuma günü indim Aksaray'a. Orada Taş Kasap'ı sordum. Burası, dediler. Sokağa girdim. Tahir'ul Mevlevi'nin evi yukarı giderken sağda bir sokak içinde. İki katlı mütevazı bir ev, bir bahçe içerisinde. Etraf tam bir virane. Kapıyı çaldım. Sakallı bir zat çıktı. Ben " Tâhir'ul-Mevlevî hazretlerini arıyorum." "Benim." dedi. "Efendim bendeniz Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerinden Muhammed Şefik. -O zaman soyadı yok- Sizin Şeyh Şâmil hakkında bir kitap yazdığınızı öğrendim kitapçı Hulusi Bey'den. O da bendenizi size gönderdi. O kitabı bana bir hafta için veriniz." Aynı şeyi söyledi dedi ki "O kitabı Enver Paşa toplattı. Kafkasya'ya gönderdi. Bende sadece bir kitap var. Gel yukarda kitabı oku." "Efendim bendeniz Çengelköy'den geliyorum. Zamanım kıt. Çıkıp sizin odanızda kitabı okuyamam. Bana bir hafta için o kitabı veriniz. Haftaya bugün size getiririm." Hayır, dedi. "Ben kimseye kitap veremem. Darılmayın, gelin, yukarı çıkın okuyun." Bu hareket benim canımı sıktı tabi. "Yahu yakamda numaralarım yazılı" diye düşündüm kendi kendime. Hocaya bir şey söylemedim. Bana güvenmiyor musun "Yahu ben alır getiririm senin kitabını, bir hafta dursun olmaz mı?" Gel, dedi oku. Yok. "Müsaadenizle" dedim ayrıldım.

Ä°kinci BuluÅŸma

Aradan seneler geçti. Ben deniz subayı çıktıktan sonra Vize'de vazife görürken gazetede bir şey okudum. Okullara, askeri okullara, başka yerlere öğretmen alıyorlarmış. Onun için öğretmen kıtlığı var. Dar'ül Fünun'da öğretmen imtihanı açılmış. Buralardan imtihan olmak şartıyla hoca olacak. Ben üniversite mezunu değilim. İmtihan verişim üniversitede, Dar'ül Fünun'da. İmtihan verdim. Kâğıtlarım Milli Savunma Bakanlığı'na gitmiş. Sonra oradan şöyle bir kâğıt geldi. "Mehmet Şefik -o zamanda ben tümen ambar müdür vekilliği yapıyorum, üsteğmenim- imtihanda başarmış. Bir de belge almışım hocalık yapacağıma dair. Ama hoca olmam için staj görmem lazım. Kuleli'de Tâhir'ul Mevlevî'nin mahiyetinde bir sene staj göreceğim. Eğer o, tasdik ederse öğretmenler kurulu beni öğretmen yapacak. Başaramazsam kıtaya gideceğim." Ben bu şartnameyi alınca 'eyvah' dedim. "Tâhir'ul-Mevlevî, (bana bir kitap vermeyen adam) benim hocam olacak.' diye canım sıkıldı. Çünkü Kuleli'de benim hocam Raif Necdet Bey, Hasan Ali Yücel Bey de sivil olarak orada hocalık yapıyor. Şair Hüseyin Siret Bey de orada hoca. Sekiz hoca arasında beni Tâhir'ul Mevlevî'nin yanına veriyorlar. Bu da bana Allah'ın bir lütfu. Şimdi ben okula gittim. Öğretim Müdürü Tâhiru'l Mevlevî'yi çağırdı. Öğretmenler odasında 'Senin stajyerin budur.' dedi.

Ben Onu Ä°stemiyorum O da Beni

Tâhir'ul Mevlevî beni aldı öğretmenler odasına götürdü. Bütün hocalarım orada. Ben utandım onların arasında. Raif Necdet Bey "Niye seni benim mahiyetime vermediler de Tâhir'ul-Mevlevî'ye verdiler." diyor. Ben "Efendim yukarıdan geldi emir." falan, diyorum. Tâhir'ul Mevlevî de bu emri aldığı zaman canı sıkılmış. "Bu kadar öğretmen varken bu teğmenle nasıl uğraşacağım. Bu kim bilir ne biçim adamdır. Staj ise ciddi bir sorumluluk ister." diye sıkıntılı. Ben onu istemiyorum o da beni. Fakat derslere başladık. Dikkatli dinlemeye ve ciddi not tutmaya başladım. Benden başka iki talebe daha vardı. Ben işte o iki talebenin arasında dikkatle onu dinliyorum notlar alıyorum. Diğer stajyerler birkaç gün geliyor ondan sonra gelmiyorlar. Ben muntazaman onun derslerini takip ediyorum. Bazen sadece bana ders verdiriyordu. Ben çocukluğumda babamdan Farsça öğrenmiş olduğum için Divan-ı Kebir'den ona parçalar götürürdüm. Benim Hazreti Mevlana'ya olan sevgimden dolayı bana yakınlık göstermeye başladı. Sen, dedi "Boş gününde bizim eve gel. Bundan sonra seninle ayrıca meşgul olayım."

İnsan Sevgilisini Başkasına Verir mi?

Bir hafta sonra bir tatil günü gittim Tâhir'ul Mevlevî'nin evine. Hemşiresiyle beraber oturuyordu. Beni yemeğe alıkoydu. Yemek yedikten sonra yukarı çıktık. Kütüphanesini görünce ben anlattım bir süre önceki hadiseyi. "Sen miydin o kapıya gelen" dedi. "Evet bendim." dedim. "Hocam bana bir kitabı bir hafta için vermemiştiniz." dedim. Bak, dedi "Kitapların üstündeki şu beyiti okuyun." Bir kartona yazılmış Arapça bir beyitti. Beyitte şöyle yazıyordu: "Benim sevgilim, dünyada benim sevgilim kitaptır. İnsan sevgilisini muvakkat bir zaman için birisine verir mi?" Pes, dedim. Şimdi ben bunun mânâsını anladım. Babam rahmetli de ölürken: "Aman kitapları çalmasınlar." diyor. O hastalık bende de var. Kitapları çalıyorlar, diye kızlarımdan bile şüpheleniyorum. Yahu kitaplar gidiyor şundan şüpheleniyorum bundan şüpheleniyorum. Onun için emin bir yer bulmaya çabalıyorum. Allah razı olsun ondan sonra hocayla dost olduk. O vefat edinceye kadar bu dostluğumuz sürdü. 1951 senesinde vefat etti. 16 sene ona hizmette bulundum. Başka yere gittiğim zaman bile geldim aradım. Ondan sonra mektuplaştık. 1940 senesinde Hitler Almanya'sı Balkanları alınca bizim askeri okullar da Anadolu'ya intikal etti. Kuleli Lisesi Konya'ya, Maltepe Lisesi de Akşehir'e. Ben o zaman Maltepe'deydim. Akşehir'e geldik. Tâhir'ul Mevlevî İstanbul'da kaldı, gelmedi. Sonra dönüşte yine ziyaretlerine gittim. Allah'a şükür kendisinden çok yararlandım. Onun yarıda kalan mesnevisini ben tamamladım. Tâhir'ul Mevlevî evini Dârüşşafaka'ya vakfetmişti. Kitaplarını da Dârüşşafaka'ya vermişler. Hemşiresi Gülistan Hanım ilgileniyordu. Birçok kitabını sahaflarda satılırken gördüm. Onları üzerindeki mühürden tanıdım. Üstünde Mevlevi sikkesiyle damgası vardı. Farsça bir iki kitabını da ben sahaflardan aldım. İşte böyle kıymetli şeyler, kıymet bilmeyen ellerde bu şekilde gidiyor. Çoluğu çocuğu yoktu, evlenmemişti. Bu sebepten bu manevi hazineye sahip çıkan olmadı."

Ayrıca Şefik Can, Üstad Tâhir'ul-Mevlevî'den bahsederken: "Tâhir'ul-Mevlevî Hazretleri'nin Aksaray'da Taşkasap'ta bulunan mütevazı evi bir mahfil gibiydi, herkes oraya gelirdi. Tanınmış üniversite hocaları, profesörler, şairler ve edipler gelirlerdi. Hatta Mısır'dan gelen bir prensesi de orada gördüm." der.

HÄ°CÄ°V USTASI

Şefik Can, Tâhir'ul-Mevlevî'nin zekâsına, nüktedanlığına ve hazır cevaplılığına çok güzel bir örnek olarak anılarında şu olayı anlatır:

"1935 senesinde onun maiyetinde Kuleli'de staj gördüğüm zamanlarda, okulun öğretmenleriyle birlikte öğle vakitleri bazen okulun önündeki çınar ağacının altında oturur, yemek yer kahve içerdik. Kuleli'nin Sâdık Bey isminde bir doktoru vardı. Yine bir gün yemekten sonra bahçede oturuyorduk, Tâhir'ul-Mevlevî'nin yanına geldi orada birçok öğretmen de vardı, bendeniz de Tâhir'ul-Mevlevî'nin yanı başında oturuyordum. Nef'î'nin şu ünlü hicvini okudu:

Tâhir Efendi bana kelb demiş

İltifatı bu sözde zâhirdir,

Mâlikî mezhebim benim zira

İtikâdımca kelb tâhirdir.

Tabii ki merhum Tâhir'ul-Mevlevî durumu hemen anladı ve dedi ki: "Vallahi Sâdık Bey, köpeğin "tâhir" olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır. Ama "sâdık" olduğunda kimsenin şüphesi yoktur." O zaman herkes bu hazır cevaplılığından dolayı şaşırdılar büsbütün kahkahaları bastılar, doktor da mahcup oldu yaptığı şakadan."

MEHMED ÂKİF İLE TANIŞMASI

Orman ve Meâdin ve Ziraat Nezareti'nde, Sicil ve Meâdin Kalemleri mümeyyizliğine yükseldiği sıralarda büyük şâirimiz Mehmed Âkif ile tanışır. Mehmed Âkif Baytar Umum Müdürlüğüne muavin olduğu sıralarda bir tanışma ve yakınlık hâsıl olmuş. Mehmed Âkif'in sohbetlerinden ilmen ve edeben çok feyz aldığını Tâhir'ul-Mevlevî hâtırâlarında anlatır.

Darü'l-Hilâfe Medreseleri kurulduğu sırada ise şâir Mehmed Âkif medreseler müfettişi idi. Mehmed Âkif, medreseleri kuran Şeyhulislâm Ürgüplü Hayri Bey'e Tâhir'ul-Mevlevî'yi tavsiye etmiş ve Vâlide Medresesi'ne İslâm Tarihi Müderrisi olarak tâyin edilmiş. İttihatçı olmayan bir adamı nasıl tâyin ettin, diye soranlara Şeyhulislâm Hayri Bey: "Ben hoca arıyorum, ittihatçı aramıyorum" cevabını vermiştir.

SAVAŞ YILLARINDAKİ BASÎRETLİ HÂLİ

Şefik Can hâtırâlarında, herkesin korku ve endişe duyduğu II. Dünya Savaşı yıllarında Tâhir'ul-Mevlevî'nin gösterdiği basîreti bakın şöyle anlatır:

"İkinci Cihan Savaş'ı sıralarında Hitler'in orduları, bütün Balkanlar'ı zaptedip Girit'i bile almışlar, biz de korku içinde yaşıyoruz, belki Alman uçakları bizi de bombalar diye. Emir vermişlerdi; geceleri lambaları karartır, perdeleri indirirdik, battaniyeler asıyorduk, aydınlık görünmesin şehir. Böyle korkulu geceler geçirdiğimiz bir gecede Tâhir'ul-Mevlevî'nin evine gitmiştim. Orada üç-dört arkadaşı, onu sevenler toplanmıştı. Demiryollarında müfettiş olan bir dostu, ismini hatırlayamıyorum, Tâhir'ul-Mevlevî Hazretleri'ne: "Ne olacak bizim halimiz?" dedi. "İran, Rus ve İngiliz askerleri tarafından işgal edildi. Sonra Suriye Fransızların elinde, Irak'ı İngilizler işgal etmiş, Hitler'in orduları ilerliyor, bu durumda bizim halimiz ne olacak?" diye endişeli bir laf etti. O zaman Tâhir'ul-Mevlevî Hazretleri ona döndü ve "Aziz dostum, bu Türk Milleti, İslâmiyet uğruna asırlarca çok şehit verdi, milyonlarca insan şehit oldu. Onların yüzü suyu hürmetine inşallah bizim memleketimiz harp musibetinin dışında kalacaktır" dedi ve gerçekten de öyle olu. Her taraf yandı tutuştu, bize dokunamadılar."

VEFATI

Şefik Can, Tâhir'ul-Mevlevî'nin vefat etmeden evvel ameliyat olması, bunun akabinde vefatı ve vasiyeti ile ilgili olarak anılarında şunları anlatır:

"Tâhir'ul-Mevlevî merhum bir aralık prostattan ameliyat oldu, Gureba Hastanesi'nde yattı. O devrin tanınmış operatörlerinden Ali Şükrü Bey, onu prostattan ameliyat etmişti. Bendeniz, hastanede yattığı müddetçe her hafta ziyaret ediyordum kendilerini. Bir gün, koğuş halinde bir yerde yatıyordu, çok neşeli buldum kendisini. "Bu gece, Hazreti Mevlânâ rüyama girdi ve benim yakında hastaneden çıkacağımı müjdeledi" dedi. Hakikaten birkaç zaman sonra hastaneden çıktı. Bendeniz onu evinde ziyaret ettim, kendisi çok neşeli, ameliyattan sonra ona bir boru takmışlar, yatağın altında da bir şişe var. Affedersiniz idrar oraya akıyor, "Felek beni nargileye döndürdü" diye şaka yapardı. Rahmetli, bütün ızdıraplarını, acılarını neşeyle karşılayan bir zattı.

Aradan zaman geçti vefat etti, 1951 senesinde. Bendeniz çok perişan oldum, cenazesine iştirak ettim. Koca Mustafapaşa'da kıldık namazını, daha sonra Yenikapı Mevlevîhanesi'ne getirdik. Caddeden girince sol tarafta Merkez Efendi Mezarlığı vardır. Orada şeyhi, Esad Dede, Selanikli Esad Dede yatar. Yahudi dönmesi ama defalarca hacca gitmiş, çok mütedeyyin. O da Tâhir'ul-Mevlevî gibi beş vakit namazını kılan Mevlevîlerden, öyle çok mütedeyyin bir zatmış. Bendeniz onu görmedim fakat onun türbesinin biraz ilerisinde Tâhir'ul-Mevlevî'nin annesi yatıyordu. Şeyhinin biraz ilerisinde, onu Tâhir'ul-Mevlevî ile beraber ziyarete giderdik. Şeyhine de Fatihalar okurduk, annesine de Fatihalar okurduk. Şimdi Tâhir'ul-Mevlevî vasiyet etmişti; "Benim cenazemi şeyhimin kabrinin yanına gelince omuzdan indirin aşağıdan sürükleyerek götürün, ona saygısızlık olmasın" diye. Şimdi mezarlığın köşe başına geldik, indirdiler cenazeyi. Cenazenin başında bulunan İmam Efendi itiraz etti; "Bir Müslüman'ın cenazesi yerde sürüklenemez, Hıristiyanların âdetidir" falan diye, isyan etti, bağırdı, olmaz dedi. Hacı Muzaffer Efendi rahmetli, celallendi; "Hocaefendi, Tâhir'ul-Mevlevî'nin vasiyetidir bu. Şeyhine saygısızlık olmasın diye omuzdan inecek, sürüklenecek" dedi. Omuzdan indirdiler, sürükleyerek götürdüler. Annesinin koynuna defnettiler. Annesinin mermerden yusyuvarlak sütun halinde baştaşı vardı. Onun üzerinde "Tâhir'ul-Mevlevî'nin annesi burada yatıyor" diye yazıyordu. Annesinin koynuna sırladık onu. Kendisine mezar istemiyordu. Öyle kaldı."

Tâhir'ul-Mevlevî mezar taşına yazılmasını istediği şu rübai'yi vefatından evvel kaleme almıştır:

Eli boÅŸ gidilmez gidilen yere

Boş gelmedim ya Rab ben suç getirdim

Dağlar çekemezken o ağır yükü

İki kat sırtımla çok güç getirdim 

FotoÄŸraflar

1- Tâhir'ul-Mevlevî

2- Åžefik Can

Devam edecek…

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

Murat AYDIN, 2012-09-06 05:34:48

Çalışmanız için teşekkürlerimi arz ederim.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları bilir.

Al-i Ä°mran, 115

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Sadakaların en efdali, iki kişi arasını düzeltmektir.

Seçme Hadisler, s.237

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI