BEKİR HÂKİ EFENDİ (1882-1975)

Son devrin muhaddislerinden olan Bekir Hâki Efendi, Karabağ yaylalarında çeşitli mahrumiyetlere rağmen çok iyi bir tahsil görmüştür. Çalışma disiplini ve zekâsı ile talebelik hayatında girdiği her seviyedeki imtihanı yüksek derecelerle kazanmış


Nurgül Dere

nurguldere@gmail.com

2010-11-07 07:54:38

Son devrin muhaddislerinden olan Bekir Hâki Efendi, Karabağ yaylalarında çeşitli mahrumiyetlere rağmen çok iyi bir tahsil görmüştür. Çalışma disiplini ve zekâsı ile talebelik hayatında girdiği her seviyedeki imtihanı yüksek derecelerle kazanmıştır. Okuduğu her şeyi hafızasında tutabilen Bekir Hâki Efendi, talebelik yıllarında aldığı dersleri bile ilerlemiş yaşına rağmen hala hafızasında tutabiliyordu. Bunun sırrını soranlara: "…Ezberlemek için değil, okuduğumu haz duyarak okuyorum, o da hafızama nakşediliyor" diye cevap verirdi. Rindmeşrep ve mahviyetkâr olarak nitelendirilen Bekir Hâki Efendi, oldukça mütevazı bir hayat yaşamış ve maalesef gelecek nesillere eser bırakmamıştır. Prof. Mahmud Kaya, Hoca Efendi'nin hiçbir eser bırakmaması konusunda şunları söyler: "Kitap yazmadı ve ulu orta, hazırlıksız yazanlara da çok kızardı."

HAYATI

Dağıstan'ın Karabağ eyaletinde Hicrî 1299'da (1882) dünyaya geldi. Kendisi doğum tarihi ile ilgili olarak: "Karabağ bölgesinde yaşayanlar umumiyetle yarı göçebedir. Kışı Aras vadisinde geçirir, yazları yaylaya çıkardık. Doğumları günü gününe tespit etmek mümkün olmadığı için kim bilir kaç yıl sonra nüfusa kaydedilmişimdir." diye bahseder. Babası Safioğulları'ndan Molla Ahmed, annesi ise Medine Hanım'dır.

TAHSÄ°LÄ°

İlk tahsilini doğduğu yer olan Karabağ'da önce babasından görmüş, daha sonra ise Seyyid Abdülaziz Çelebi'den eğitim almıştır. Burada Arapça ve Farsça gramer bilgilerinin yanı sıra din ilimlerinin tahsilinde temel sayılan metinleri okumuş, sarf, nahiv, mantık, akâid, kelâm, Türk, Arap ve fars edebiyatına ait temel metinleri âdet olduğu üzere ezberlemiştir.

1900 yılında ailesiyle birlikte hicret için yola çıkan Bekir Hâki Efendi, ilk önce Van'a, sonra da Tokat'a gitmişlerdir. Tokat'ın Zile ilçesine bağlı bulunan Tevfikiye köyüne yerleşirler. Bekir Hâki Efendi hicret olayını Prof. Mahmud Kaya'ya bakın nasıl anlatıyor: "Oğlum, bizim iki kıblemiz vardı: biri Kâbe-i Muazzama diğeri de İstanbul. Gözlerimiz ufukta günlerce heyecanla yol aldık. Osmanlı ülkesi ha göründü ha görünecek, derken Osmanlı toprağına ayak bastığımız haberi verilince babam attan inerek hemen secdeye kapandı. Vallahi bilmiyorum, o anda abdesti var mıydı yok muydu? İşte güzel oğlum, bütün dünya Müslümanları Türklere ve Türkiye'ye bu derece bağlıydılar. Ne yazık ki düşmanlar o bağı kopardılar ve o duyguyu sildiler."

Bekir Hâki Efendi, Tokat'a yerleştikten sonra o yıllarda Tokat müftüsü olan Hacı Osman Efendi'nin derslerine devam ederek icâzet alır. Artık İstanbul'a yerleşmek isteyen Bekir Hâki Efendi'nin bu isteği hemen gerçekleşmez. Çünkü o sıralarda talebe-i ulûmun İstanbul'a gitmesine izin verilmiyordur. İstanbul hayali ancak 1912 yılında gerçekleşir. Süleymaniye'de bulunan Yoğurtçuoğlu Medresesi'ne yerleşir. Fâtih dersiâmlarından Muharrem Lütfi Efendi'nin derslerine devam eder ve Haziran 1912'de hocasından icâzetini alır. Yine aynı yıl İstanbul'da ilk defa açılan Medresetü'l-vâizîn imtihanını kazanır.

ALDIĞI VAZİFELER 

28 Haziran 1913'te Meclis-i Kebîr-i Maârifte açılan imtihanı birincilikle kazandığı için Maârif Nezâreti tarafından Üsküp Dârül-muallimîni edebiyyât-ı Fârisiyye hocalığına tayin edilir fakat bazı sebeplerden dolayı bu görevini ifâ edememiştir. 1914 yılında açılan "ruûs imtihanı"nı üstün başarı ile kazanarak "Müderris" unvanını alır ve 27 Eylül 1914 tarihinden itibaren Beyazıt Dârülhilâfet-i Aliyye Medresesi ikinci sınıf birinci şube sarf ve lügat müderrisliğine tayin edilir. Bir yandan da Mekteb-i Kuzât'a yazılarak 26 Haziran 1915'te de buradan mezun olur. Böylelikle nâib (kadı) olma hakkını kazanır. 14 Mayıs 1917'de Muhallefât-ı Umûmiyye Kassamlığı dördüncü sınıf kâtipliğine, 18 Ağustos 1918'de Dârülhikmet-i İslâmiyye ikinci sınıf kâtipliğine, 22 Eylül 1920'den itibaren de İstanbul Kadılığı ikinci sınıf kâtipliğine tayin edilir. Kasım 1920'de ise önceki memuriyeti olan Dârül-hikmet-i İslâmiyye ikinci sınıf kâtipliğine tekrar getirilir. 12 Ağustos 1922'de Mahmud Paşa Mahkeme-i Şer'iyye ikinci sınıf kâtipliğine tayin olduktan sonra, 28 Kasım 1923'te İbtidâ-i Dâhil Medresesi ferâiz ve intikal müderrisi ve 26 Ocak 1924'te ise Sahn Medresesi belâgat-ı Arabiyye müderrisi olur. 4 Kasım 1924 tarihinde tevhîd-i tedrisat kanunu ile medreseler lağvedilince görevine son verilir. Oldukça az olan dersiamlık maaşıyla geçinmek zorunda kalan Bekir Hâki Efendi, İstanbul Barosu'na bağlı olarak da dokuz yıl avukatlık yapmıştır. Bekir Hâki Efendi, 1934 yılında Soyadı kanunu çıktıktan sonra "Yener" soyadını almıştır.

MÜFTÜLÜK VAZİFESİ VE MÜFTÜLÜKTEN ALINMA SEBEBİ 

15 Haziran 1939'dan 1949'a kadar İstanbul Müftülüğü müsevvidliği yapan Bekir Hâki Efendi, bu tarihte kendi isteğiyle emekli olur. Daha sonra üç yıl kadar Süleymaniye Kütüphanesi'nde tasnif işinde çalışır ve 1953'te buradaki görevinden de ayrılır. Aralık 1954'te tekrar memuriyete dönerek altı yıl süreyle Eminönü müftülüğü yapar. 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen Diyanet İşleri başkanlığına getirilince Bekir Hâki Efendi 15 Haziran 1960'ta vekâleten, on beş gün sonra da asaleten onun yerine tayin edilir. Fakat dönemin İstanbul valisi ile ezanın Türkçe okunması konusunda ağır bir tartışma yapması üzerine 2 Mayıs 1961'de görevinden alınarak İstanbul Müftülüğü raportörlüğüne getirilir. Bu olay şu şekilde gerçekleşir:

EZANIN TÜRKÇELEŞTİRİLMESİ

Bekir Hâki Hoca Efendi'nin görevinden alınmasının sebebini Eyüb Said Tokatlı, Tohum dergisine yazdığı bir makalede açıklamıştır. Makale Hoca Efendi vefat ettikten sonra yayınlanmıştır. Eyüb Said Tokatlı hâdiseyi şu şekilde anlatır:

"…Tarihe geçebilecek, genç nesillere ibret teşkil edecek ve o günkü ihtilâlcilerin zihniyetlerini ortaya koyacak bir hâdiseyi buraya kaydetmek istiyorum: O günün askerî [İstanbul] valisi General Refik Tulga ve yanında yüksek rütbeli iki subay, birlikte İstanbul Müftüsü Bekir Hâki Efendi'yi makamında ziyarete gelirler. Refik Tulga, Hocamıza dönerek:

"Hocam emir verin de ezan Türkçe okunsun" der. Hoca Efendi de, "Biz burada kendi başımıza buyruk değiliz. Diyânet Riyâsetimiz var. Onlardan böyle bir emir almadıkça biz kendiliğimizden herhangi bir şey yapamayız" buyurur. Vâli diretir: "Siz pekâlâ emir verirsiniz. Ben de emrediyorum, ezan Türkçe okunsun"

Merhum Hoca Efendi o derin gözleriyle vâlinin yüzüne mânâlı mânâlı bakar ve o nur gibi sakalını eliyle tutarak: "Oğlum, ben bu yaştan sonra gavur olamam!." der. Vâli: "Ezanı Türkçe okumak gâvurluk mudur?" diye ısrar edince, şu karşılığı alır: "Oğlum sen onu bilmezsin; o bizim sâhamızdır, onu biz biliriz"

Böyle bir durum karşısında, bir diktacının başvuracağı tek çare tehdittir. Vâli de bunu yapmakta gecikmez: "Öyleyse, siz de bu makamda daha fazla kalamazsınız" deyince, Hocamızın verdiği cevap, iman ve şahsiyet sahibi her İslâm âliminin vereceği cevap olmuştur: "Oğlum, anam beni bu makamda doğurmadı. Zaten biz hizmet edeceğimize inandığımız müddetçe burada kalırız. Aksi halde gideriz."

Tabii netice malum… Bir hafta sonra Hoca Müftülükten alınır."

MÜFTÜLÜĞE DÖNÜŞÜ VE EMEKLİYE AYRILIŞI 

Ağustos 1961'den itibaren İstanbul merkez vaizliğine başlayan Bekir Hâki Efendi, bu dönemde Şehzâdebaşı ve Fâtih camilerinde verdiği vaazlara kalabalık ve seçkin bir cemaat elde etmiştir. Raportörlük görevinden Nisan 1964'te ayrılan Bekir Hâki Efendi Aralık 1965'te yeniden İstanbul müftülüğüne vekâleten tayin edilir ve 11 Kasım 1966'ya kadar bu görevde kalır. Bundan sonra Ocak 1972'ye kadar İstanbul merkez vaizliğine devam eder. Bundan sonra yaşının ilerlemesi ile birlikte bulunduğu resmî görevlerden ayrılır.

VEFATI 

2 Mart 1975 tarihinde (başka bir bilgiye göre 4 Mart 1975'te) doksan üç yaşında iken vefat eden Bekir Hâki Efendi çok sevdiği Seyyid Şefik Efendi'nin yanı başına Edirnekapı Kabristanı'na defnedilir.

Ä°LMÃŽ ÅžAHSÄ°YETÄ°

Prof. Mahmud Kaya, Hoca Efendi'nin ilmî şahsiyetini şöyle anlatır: "Bekir Hâki Efendi, geniş bir ansiklopedik malumata sahipti. Fakat daha çok hadis ve siyer ilimlerinde bir otorite sayılan hocamıza Kütüb-i Sitte ve Müsned kitaplarında mevcut herhangi bir hadis-i şerifin başından bir iki kelime okusanız, o, hadisi sonuna kadar ezbere okur, rivayetler arasındaki farkları anlatır ve o mevzuda geniş bilgi verirdi. Hele İmam Mâlik'in el-Muvatta isimli hadis kitabını hiç elinden düşürmez, her eline alış ve bırakışta muhakkak öperdi. Diğer hadis kitaplarına ve bu esere ait ne kadar yazma, basma, şerh, hâşiye ve tâlik varsa hemen hepsini toplamıştı."

EDEBÎ YÖNÜ

Bekir Hâki Efendi, Türk, Arap ve İran edebiyatlarına hakkıyla vâkıf idi, bu üç dilde de şâir olan Bekir Hâki Efendi, maalesef şiirlerini bir araya toplamamıştır. Zarflar üzerine ve gelişigüzel kâğıtlara yazdığı şiirlerini gören talebeleri: "ne olur hocam, müsaade buyurun da şu şiirlerinizi toplayayım" dedikleri zaman müsaade etmezmiş. Hiç kitap yazmayan Bekir Hâki Efendi ulu orta ve hazırlıksız kitap yazanlara da çok kızarmış. Ama bunun yanında birçok talebe yetiştirmiş ve bu yetiştirdiği talebeler hâkim, avukat, müftü, vâiz, imam ve çeşitli fakültelerde öğretim görevlisi olmuştur.

Ehl-i Beyt'e aşırı bir sevgisi olan Bekir Hâki Efendinin Farsça yazdığı bir şiirinden alınan bir beyit şöyledir:

Behûn ender be her rek hubb-i âl-i Mustafa cûşed

Ben în zâdem be în mîzistem ferdâ beîn âyem.

(Damarlarımda dolaşan her zerre kan Muhammed Mustafa'nın Ehl-i Beytinin sevgisiyle coştu. Ben böyle doğdum; bu sevgiyle yaşıyorum; yarın Allah'ın huzuruna böyle çıkacağım.)

Bekir Hâki Efendi'nin bir başka şiiri:

Nedir yâ Rabb bu sûziş sînede, nâlende çün nâyem.

Bu pîç u tâb nerden, n'olmuşam, pâbest-i sevdâyem.

Gubâr-ı hüzn ile âlûdedir âyine-i hâtır,

Geceyle gündüzü farketmez oldum sanki âmâyem.

Gönülden sordum, asla bilmiyor Leylâ u Azrâyı

Dedi ben âkılem, zanneyleme Mecnûn-ı şeydâyem.

Nedendir mûy-i âteş dîde veş, pîçîdesin sordum,

Dedi hasret-keş-i hâk-i reh-i evlâd-ı Zehrâyem.

Gönülde müstekarrdır habbe-i hubb-i Benî Hayder

Sadeftir dil evi, ol habbe dürdür, ben de deryâyem.

HÂTIRÂLAR

TAÅžRALI BÄ°R GENCÄ°N ÃœSTÃœN BAÅžARISI

"Ruûs" denilen dersiâmlık imtihanına girdiği zaman, imtihan sorularından birinin yanlış sorulduğunu, fakat ne imtihana girenlerin ne de imtihan heyetinin bunu fark edemediğini, nihayet kendisinin itirazı üzerine durumun düzeltildiğini anlatırken heyecanlanır ve İstanbul ulemâsının, taşrada tahsil gören bir gencin nasıl olup da bu kadar iyi yetiştiğine hayret ettiklerini söylerdi. Bu arada imtihanın sözlü kısmında mümeyyizlerle arasında şöyle bir konuşmanın geçtiğini anlatırdı:

Mümeyyizler: "Duyduğumuza göre Türk, Arap ve İran edebiyatına dair birçok metin ezberindeymiş, doğru mu?"

Hoca efendi: "Evet efendim öyle"

İçlerinden biri: "Peki, hafız mısın?"

Hoca efendi: "Hayır, değilim"

Mümeyyiz: "Peki oğlum, bu kadar metin ve şiir ezberleyeceğine Allah'ın kelâmını ezberlesen daha iyi olmaz mıydı?" dediğini anlatır ve "hayatımda o günkü kadar mahcup olduğumu hatırlamıyorum, çünkü mümeyyiz çok doğru söylüyordu" derdi.

AHMED ÅžAHÄ°N HOCA EFENDÄ°

Bekir Hâki Hoca Efendi'nin talebelerinden Ahmed Şahin, Hoca Efendi ile olan bir anısını şöyle anlatır:

"…Fındıkzâde'de imamlık yapıyordum. Bekir Hâki Efendi de Süleymaniye Camii'nde ikindiden sonra Buharî okutuyordu. Bunun için hemen bir bisiklet aldım, ikindi namazını kıldırdıktan sonra hemen bisiklete atlıyor, trafiğin en yoğun yeri olan Aksaray'dan bir hamlede Süleymaniye'ye erişiyor, Buharî dersine iştirak ediyordum. Son devrin hadis âlimi diye bilinen Bekir Hâki Efendi burada unutulmayacak zevk ve sevimlilikte Buharî okuturken cemaat de aynı heyecanla dinliyordu. Bir gün çocuklara konacak güzel isimlerden bahseden hadisi okuyorduk. Âdeti olduğu üzere elini kaldırdı: "Dur evlad dur!" diyerek bir nükte anlatacağını ifade etti. Dikkat kesilmiştik:

"İlk Türk hükümdarı Sultan Mahmud Gaznevi'nin bir hizmetçisi vardı. Adı Muhammed olan bu hizmetçiyi her gün ismiyle çağırdığı halde, bir gün ismini söylememiş, babasının ismiyle çağırmıştı. Hizmetçi bundan endişeye kapılarak sormuştu: "Sultanım, neden ismimle çağırmadınız da babamın ismiyle seslendiniz. Siz Muhammed ismini çok sever, hep onunla hitap etmeyi tercih ederdiniz." Mahmud Gaznevi şöyle cevap verdi: "Evladım her gün sana Muhammed isminle hitap ediyordum. Çünkü abdestli bulunuyordum, şu anda ise abdestim yok, Muhammed ismini abdestsiz söylemekten haya ediyorum. Onun için babanın ismiyle seslendim, yanlış anlama!."

Tabiî bu gibi misaller, bizleri kendimizden geçirir, cemaati derin duygular içine götürürdü."

EMİN SARAÇ HOCA EFENDİ

Emin Saraç Hoca Efendi, cevaplar.org'a verdiği bir mülâkatta Bekir Hâki Efendi ile ilgili anılarını ve düşüncelerini şöyle anlatmıştır: "Bekir Hâki Efendi, kendisinden dua isteyenlere; "Güzel kardeşim! Siz, köy amcaları var ya, o işçiler, ırgatlar var ya, onlardan dua isteyin. Onların kazançları helaldir. Biz şehirde münafık olduk. Bizim lokmamız da helal değildir, duamız da müstecap değildir" der, gülümserdi.

Onun bir tavrı vardır ki, takdire şayandır. Refik Tulga, 1960 ihtilali zamanında İstanbul valisi ve belediye reisidir. O zaman Ömer Nasuhi Efendi İstanbul müftülüğünden alınıp, Diyanet İşleri Reisi yapılınca, Bekir Hâki Efendi de İstanbul müftüsü oldu. İstanbul müftüsü iken bir gün Refik Tulga, hocayı İstanbul valiliğine çağırıyor. Orada beyzi bir masanın etrafında İstanbul'un idareci sınıfı var. Onların yanında Refik Tulga, Bekir Hâki Efendiye diyor ki; "Burası eski bir payitahttır. Siz de buranın en büyük hocasısınız. Biliyorsunuz, düşen hükümetin yaptığı büyük kötülüklerden birisi de ezanın değiştirilmesidir. Sizin emrinizle ezan Atatürk'ümüzün istediği şekilde Türkçe okunacak. Biz de onu tasvip edeceğiz, elbette memnuniyetimizi ifade edeceğiz. Sizden bunu bekliyoruz."

Hoca biraz düşünüyor ve diyor ki; "Hımm..Benim dinim muztar kalan bir insanın cife(leş) yemesini mubah kılar. Ama bu iş gâvurluktur. Ben bu gâvurluğu kabul edemem. Olamaz..olamaz…" diye bağırıyor..("Bekir'in deliliği tuttu" derdi, tabir de bu)..İki gün sonra Hoca efendi vazifeden azledildi. Ama İbrahim Elmalı 1965'ten sonra Diyanet Reisi olduğu zaman, hocası olması hasebiyle, iade-i itibar ile tekrar İstanbul müftülüğüne Bekir Hâki Efendi'yi getirtti, oturttu."

ENVER BAYTAN HOCA EFENDÄ°

Talebelerinden olan Enver Baytan Hoca Efendi ise cevaplar.org'a verdiği bir mülâkatta anılarını şu şekilde anlatmıştır:

"Bekir Haki Efendi esasen Eminönü müftülüğü yapıyor, aynı zamanda isteyen olursa orada ders okutuyordu. Çok kudretli bir hocaydı. Ne var ki eser yazamadı, biraz sıkıntılıydı. Bize hem hadis, hem tefsir dersi verdi. Ayrıca evde kitap karıştırırken Farsça veya Arapça bir beyite rastladığım zaman, bir beyiti çözemezsem yine Hoca efendiye giderdim. "Hoca efendi, vaktiniz müsait ise maruzatım var" derdim. "Gel gel sen de olmasan cahil kalacağız" derdi. Şakayı severdi, "soracağım şeyler var" derdim. Ve çözemediği bir beyit yoktu. Onun zamirini, her şeyini bulurdu. Şu fiilin tahtındaki zamir neye raci olabilir. Hangi kelimeye veya kişiye raci olabilir bunu bulur, o kadar kudretliydi. Farsçada edip, Arapçada edip, Osmanlıcada edip, bugünkü Türkçede de edip, böyle cemiyetli bir zattı. Hocaefendiyi şöyle görseniz, köylü Mehmet efendi zannedersiniz. Fakat öyle bir âlimin yetişmesi kolay değil, ince anlayışlı idi.

Konyalı Musa Kazım Efendi senede bir hocaları ve okuttuğu talebeleri davet eder, Tomruk suyuna götürür, orada yemekler ikram edilirdi. Bir Pazar günü Bekir Haki Efendi, Ömer Nasuhi Efendi ve diğer bazı âlimler ve biz talebeler varız. Affedersiniz, orada Çingene hanımlar var -onlara da çok acırım, insandır yahu, sahipsiz haldeler- hanım fala bakıyor. Ben Bekir Hâki hocanın yanındayım. Kadın "Falınıza bakalım" demeye başladı. Hoca "fala nasıl bakıyorsun" diye sordu. O da "aç avucunu" dedi. Hoca avucunu açtı, hanım avucuna bakıyor. "Şöyle misafirin gelecek, şöyle iyi olacak" diye atıyor. Bir de delil gösteriyor hocaya. Fadime anamız (onlar Fatma ya Fadime der) "fala inanma, amma faldan da geri kalma" demiş. Böyle delili var. Hoca "bitti mi" dedi. Bitti dedi. O tarihin parası olmak üzere iki buçuk lira verdi. O tarihte bir lira ile pazarda bütün alışverişinizi yaparsınız. Benim maaşım altmış lira. Kadın sevinip gitti. Hocaya "fala bakmak caiz midir" diye sordular. Hoca "Susun. Benim fala ihtiyacım yok, ne yapsın fukara? Onun paraya ihtiyacı var" dedi.

Kim onun rahlesine oturmuşsa anlayarak ders okumuştur. Çünkü hoca tefsir dersi okuturken Kadı Beyzavi ve onun şerhlerine bakmadan okutmaz. O kadar ilmi yüksek olduğu halde müfessirler bu ayet etrafında neler söylemişler, tazesi tazesine bakar. Karşınızda hoca olarak ders verir. Anlasanız da veren, anlamasanız da veren türden değildi.

Bir gün İstanbul Müftülüğü'nden beraber çıktık, akşam paydosuydu. Başka yerlerden kütüphaneleri hep Süleymaniye'ye toplamışlar. Hoca bir ara müftü olmadan evvel kütüphane memuruydu, kitaba çok meraklıydı. "Bir ziyaret edelim" dedi. Gittik, O sırada fotoğraf makinesi omuzunda bir genç bana sokuldu. "Bu İstanbul müftüsü değil mi?" dedi, "evet" dedim. "Fotoğrafını alabilir miyim, müsaade eder mi" dedi. "Soralım" dedim. "Hoca efendi bu genç, fotoğrafını çekebilir miyim diye soruyor" dedim. Beni duymamış gibi "gidelim" dedi. Ziyaretten vazgeçti, geri döndük. Gence işaret ettim. Yolda "oğlum, bu fotoğrafı kendi çeker, altına yazıyı kendi yazar. Ne yazacağını ne bilelim" dedi. Böyle ihtiyatlı davranırdı."

ENVER GALÄ°P CEYLAN HOCA EFENDÄ°

Enver Galip Ceylan Hoca Efendinin Bekir Hâki Efendi ile ilgili görüşleri ise şöyle:

"Bekir Hâki Efendi hitabeti fazla olmayan, fakat hadis üzerine Türkiye'de ileri gelen hocalardan. O Kafkasya taraflarından, sanırım Karapapak Türklerindendi. Kendi memleketinin şivesiyle konuşurdu. "Gözel kardaşım" diye hitap ederdi.

O da çok fazla mütevazıydi. Üstü başını görsen, köyden gelmiş Mehmed ağa zannedersin. Şapka giyilecek diye baskı da yapmışlar ya, foterin en kötüsü hangisiyse başında da o. Kalender bir adam, ama âlim bir adam ve haddini bilen bir adamdı.

Hatta sonradan Profesör olan bir talebesi anlatmıştı. Diyor ki "Ders okurken hoca bir ibareye uygun olmayan bir mana verdi. "Hocam burası şöyle olmalı değil mi?" dedim. Ben böyle deyince, Hoca efendi kalkıp alnımdan öptü ve "oğlum, ben kırk senedir burayı böyle biliyordum. Allah senden razı olsun" dedi." Tevazuya bakın efendim.. Bunlar böyle insanlardı.. Osmanlı devrinde yetişmiş insanlarda ekseriyetle bambaşka bir terbiye, bir edep vardı.."

ALÄ° ULVÄ° KURUCU HOCA EFENDÄ°

Üstad Ali Ulvi Kurucu Hâtırâlarında şunları anlatır:

"1955'de Türkiye'ye gittiğimde, Ahmed Akosman Bey dostumuzun evinde yaptığı gece toplantılarına katılırdım.

Kürsüde Derya Gibi

Ahmed Akosman Bey'in toplantılarına Bekir Hâki Efendi de katılırdı. Ancak pek konuşmadığı için ilmi belli olmazdı.

Bekir Hâki Hoca Efendi, ikindi namazlarından sonra Lâleli Camiinde tefsir okuturdu. Ahmed Akosman Bey'le birlikte, onun tefsir derslerine birkaç kere gittik. Hususi sohbette ilmini izhar etmeyen Hoca Efendi, maşallah bu derslerinde, kürsünün başına geçince, dalgalı bir derya oluyordu.

Hoca, derse gelmeden, en aşağı beş altı Arapça tefsire bakıp çalışmış olarak hazırlıklı geliyordu. "Bu âyet-i kerimedeki şu manaya, filân müfessir şöyle söyler, filân tefsirde şöyle vârid olur, falan tefsirde böyle vârid olur" diye ezberinden nakiller yapıyordu.

Kitap SipariÅŸleri

Bekir Hâki Efendi ile olan aşinalığımızın bir de kitap merakı vechesi vardır. Her sene hacca gelenlerle, Ahmed Akosman Bey'le olsun, cemaatinden hacca veya umreye gelenlerle olsun, onların vasıtası ile fakirden kitap ister idi. Eğer istediği kitap Medine-i Münevvere'de yoksa Mekke'den, Cidde'den, Riyad'dan temin ederdik.

Hatta Hindistan ve Pakistan'da basılmış da Hicaz'da nüshası kalmamış kitaplar varsa, oralardan da getirtirdik. Hiç unutmam, Hoca, "Bazı kitapları istediler, verdim. Fakat maalesef bazı arkadaşlar, aldıkları kitabı geri getirmeyi unutuyorlar. Onun için bana şunları temin etmelisin" diyerek, İmam Muhammed'in "Kitâbu'l-Âsâr", sonra Tahâvî'nin "Meâni'l-Âsâr" ve "Şerhu Meâni'l-Âsâr" kitaplarını talep etmişti. Bunları temin etmiştik.

Sonraki görüşmemizde: "Sen kitap meraklılarına kitap temin etmekle, büyük bir sevap kazanıyorsun hazret" demişti… Bunun üzerine bir sohbet açılmış ve ben de şunları söylemiştim: "Efendim, kütüphaneci âlim olamıyor. Gelenlere kitap vermekle, isteyenlere kitap temin etmekle ömrü geçiyor… Yalnız fakirin şu kazancım oluyor: Türkiye'de kitap meraklısı Hoca Efendilere yardım imkânı buluyorum."

Kitabın Adını Ver, O Bulur

Hacca gelenler, Türkiye'den ayrılmadan, müftü, vaiz, hoca olan tanıdıklarını ziyaret edip, "Hocam ben hacca gidiyorum, bir emrin var mı?" diye sorduklarında, onlar, "Bana şu kitabı getirirsen çok memnun olurum" deyince, hacılar, "Hocam ben kitaptan anlamam; başka bir dileğin varsa getireyim" diye özür beyan ettiklerinde, hoca efendiler, "Hacım sen merak etme, Harem-i Şerif'de Mahmudiye yahud Arif Hikmet kütüphanesinde falan kimse var, ona kitabın adını ver, o bulur" diyerek, hacıyı bana gönderiyorlar. Hacılar bana geldiklerinde şöyle söylenirler:

"Bizim hocanın evine vedaâ gittiydim. Şu kitabı istedi. Mübareğin bir dolap dolusu kitabı var. Sanki onların hepsini ezberledi de başkasını istiyor. Ne kitaba doymaz adammış bu hocalar yahu! Kendisine: Ben kitap almayı bilmem, nerede satılır onu da bilmem, ben ümmî, câhil bir adamım, dediğimde, o sana alıverir, dedi. Onun için size geldim… Koskoca bir dolap kitabı var, sanki onları ezberlemiş de, bunu da alıp ezberleyecek…"

Ä°ki Obur

Onlar böyle söylenince, kendilerine şunları söylerim: "Hacı Bey, Peygamber Efendimiz'in bu hususta da görüşleri vardır. Efendimiz'in o hadis-i şeriflerini size söyleyeyim. Ondan sonra da kitabı alalım." Hacı Bey, "Buyurun, söyleyin" deyince, devam ederim.

"Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyorlar ki: "Menhumâni lâ yeşbe'âni; iki obur vardır, bunlar doyma bilmezler…"

"Men humâ; kimlerdir bu iki obur ya Resûlallah?" diye sorulunca, Nebiyy-i Zîşan Efendimiz şu cevabı veriyorlar: "Tâlibu ilmin ve tâlibu mâlin… Hoca kitaba doymaz, zengin mala doymaz…"

"İşte Hacı Bey, nasıl ki siz Allah'tan tarlanızın, malınızın, servetinizin artmasını dilersiniz; hoca da ilminin, kitabının artmasını diler. Efendimiz de işte bunu haber veriyorlar" deyince hacı bey coşar, "Öyleyse, mademki Peygamber Efendimiz öyle diyor, hocaya bu kitabı alalım" der."

HAKKINDA SÖYLENENLER

"Bekir Hâki Efendi'de çok büyük bir hafıza vardı. Farsça şiir mahfuzatı kadar, Arapça ve Türkçe şiir mahfuzatı çok fazlaydı. Arap edebiyatına çok âşina.. Devamlı kitap okuyan bir kimse ve zeki bir kimse.." Emin Saraç

"…Pek konuşmadığı için ilmi belli olmazdı." Ali Ulvi Kurucu

"Farsçada edip, Arapçada edip, Osmanlıcada edip, bugünkü Türkçede de edip, böyle cemiyetli bir zattı. Hoca efendiyi şöyle görseniz, köylü Mehmet efendi zannedersiniz. Fakat öyle bir âlimin yetişmesi kolay değil, ince anlayışlı idi." Enver Baytan

"Hoca Efendi, deha derecesinde bir zekâya sahipti." Prof. Dr. Mahmud Kaya

"Vaazları her bakımdan doyurucu ve coşturucuydu." Prof. Dr. Mahmud Kaya

"Her ne vesileyle olursa olsun gerçekten de toprak gibi son derece mahviyetkâr ve alçak gönüllüydü. Dünya ve dünya nimetlerine metelik vermez, gözü gönlü tok, rind-meşreb bir zat idi." Prof. Dr. Mahmud Kaya

FOTOÄžRAFLAR

1- Bekir Hâki Hoca Efendi

2- Prof. Mahmud Kaya

3- General Refik Tulga

4- Ahmed Åžahin Hoca Efendi

5- Emin Saraç Hoca Efendi

6- Enver Baytan Hoca Efendi

7- Enver Galip Ceylan Hoca Efendi

8- Ali Ulvi Kurucu Hoca Efendi

KAYNAK

Nurgül Dere, Ulemâ [Seküler Düzende Âlim Olmak], Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2014.

 

"

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-3

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-3

Yaşadığı Ortam Şeyh Alâuddîn, Osmanlı İmparatorluğunun son zamanları, Birinci Dünya Sa

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-2

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-2

Tasavvufi Yönü Şeyh Alâuddîn, evvela pederinin yanında Nakşibendî Tarikatına girmiştir. F

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-1

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-1

Nesebi Şeyh Alâuddîn el-Ohinî hicri 1299 (M.1881) yılında Bitlis’e bağlı Norşin (Güro

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -5. BÖLÜM-

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -5. BÖLÜM-

“Hasan Basri Çantay, tasavvufun ruhu ve ahlâkı üzerindeki etkilerinin görüntüsü olarak sâ

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -4. BÖLÜM-

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -4. BÖLÜM-

Türk Edebiyatının önemli şâirlerinden olan Hasan Basri Çantay, klasik formlarda yazılmış Å

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -3. BÖLÜM-

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -3. BÖLÜM-

TASAVVUFA OLAN İLGİSİ Hasan Basri Çantay çocukluğundan itibaren tasavvufa merak salmıştı

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -2. BÖLÜM-

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -2. BÖLÜM-

ÜSTAD MEHMED ÂKİF’LE DOSTLUĞU VE MİLLETVEKİLLİĞİ Büyük şâirimiz Mehmed Âkif’le ol

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -1. BÖLÜM-

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -1. BÖLÜM-

Son devrin önemli âlim ve entelektüellerinden olan Hasan Basri Çantay, çok yönlü kültüre sa

KONYALI MEHMED VEHBİ EFENDİ (1861-1949) -2. BÖLÜM-

KONYALI MEHMED VEHBİ EFENDİ (1861-1949) -2. BÖLÜM-

Şer’iyye ve Evkaf Vekilliğinden çekilen Mehmed Vehbi Efendi, hiçbir partiye girmeme konusunda

KONYALI MEHMED VEHBİ EFENDİ (1861-1949) -1. BÖLÜM-

KONYALI MEHMED VEHBİ EFENDİ (1861-1949) -1. BÖLÜM-

Şer'iye ve Evkaf Vekili bulunduğu sırada Vekâletin resmî atlı arabasına bir gün bile binmem

SOLAKZÂDE SÂDIK EFENDİ (1884-1960) -2. BÖLÜM-

SOLAKZÂDE SÂDIK EFENDİ (1884-1960) -2. BÖLÜM-

Eser yazmaktan daha çok talebe yetiştirmeye önem veren Sadık Efendi'nin ferâiz konusunda basıl

Kim Allah'a ve Rasûlü'ne îman etmezse, (bilsin ki) biz inkâr edenlere alevi çılgın bir ateş hazırladık.

(Fetih, 13)

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Oruç insanı cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır; tıpkı sizi harpte ölüme karşı muhafaza eden bir kalkan gibi...

Buhari,Ebû Davud,Tirmizi, Nesai

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI