MOLLA VAHDEDDİN KÜFREVİ’DEN HATIRALAR

Şeyh Muhammed Küfrevi hazretlerinin torunlarından Vahdettin Küfrevi Efendi'nin hatıraları


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2011-09-08 11:37:48

Kıymetli ziyaretçilerimiz, bilindiği gibi "Emevî ve Abbasî zulmünden kaçarak Arap Yarımadası'nı terk eden ve sığınacak bir yer arayan Ehl-i Beyt ve onları sevip destekleyenler ekseriyetle kendilerine sığınak ve melce olarak Bitlis ve yöresini tercih etmişlerdir.

Şekavet ve terörü devletin temsil ettiği bir zaman ve zeminde, dağlardaki vahşi hayvanlara rahmet okutacak hunharlıklar, o günün bu asil ve seçkin insanlarını öyle zorlar ki, onlar dağ başlarında ve yüksek tepelerde yaşamayı, böyle insanların arasında bulunmaya tercih ederler. Onlar için şehirden uzaklaşmak, yaşamak şansına adım adım yaklaşmak demektir. Onun için mümkün olduğu kadar uzaklara gitmeyi tercih etmektedirler. Ancak, Anadolu'da başka yerlere gitmeleri de mümkünken Bitlis ve civarının seçilmesi de manidardır."

Bu kutlu yörede kök salan seyyid nesillerinden birisi de-her ne kadar yerleşmeleri Osmanlı zamanında da olsa- Küfrevilerdir. Bu ailenin en büyük temsilcisi ise, 123 sene gibi bereketli bir ömür ile amud-u nurani olarak etrafını aydınlatan Pir-i Akdes Muhammed Küfrevi Hazretleri(v: 1898)'dir.

Tagi şeyhleri ile Küfreviler arasındaki sürtüşmelerden dolayı bu mübarek zat ya Velilerle alakalı ansiklopedilerimizde hiç yer almaz. Ya da hakkında internet ortamında google yardımıyla toplanabilen yalan yanlış bilgilerle aktarılmaya çalışılır. Mesela bunlardan birisi onu 1912 yılında vefat ettirirken, bir diğeri 1952'ye kadar yaşatıp, üstad Bediüzzaman'ın sözünü ona mal etmektedir. Bkz;

 http://www.vehbitulek.com/cms/content/view/2799/33/

Yalnız bir müjde verelim, Küfrevi hazretlerinin hayatı kitap olarak hazırlanıyor. İnşallah sitemizde de geniş bir hayat hikâyesi yayınlanacak.

Biz, kendisinin torununun oğlu Vahdettin Küfrevi ile görüştük ve bazı anılarını kaydettik. Vahdettin Efendi gerçekten çok tatlı bir insan. Yakından tanıyınca insan kendisini çok seviyor. Biz öyle sevdik. Cenab-ı Hak ondan ilelebed razı ve hoşnud olsun. Âmin. Saygılarımla. Salih Okur/cevaplar.org 

Vahdettin Küfrevi Kimdir?

1943'te Ağrı'nın Patnos ilçesinde dünyaya geldi. Şeyh Muhammed Küfrevi'nin torunu olan şeyh Abdullah Efendi'nin oğludur.

10 yaşına kadar babasından ulum-u âliye ve Arabiye dersleri aldı. Sonra şark vilayetinin medrese usulü ile sarf, nahiv, mantık, kelam ilimlerini okudu. Civar köylerindeki derin âlimlerinden Molla Zahir-i Memani, Molla Abdulbaki Sibki, Molla Abdullah-i Hırbevi ve Molla Nadir Karkalıki'den fıkıh, hadis, tefsir derslerini tahsil etti. En son, amcası olan Kasım Küfrevi'den ilim icazetini aldı. Sonra 1983'de Kasım Küfrevi'den Nakşî tarikatında hilafet icazeti de aldı.

1958-62 arası Demirören ve Kızılkaya köylerinde 40-50 talebeye ders okuttu.

1965'te Patnos'a gelip ticaretle meşgul oldu.

1976'da Patnos'tan Antalya hicret etti. Otuz altı senedir Antalya'da yaşıyor. İlmi çalışmaları devam eden hocamızın hazırladığı eserler şunlar:

1-Behçetün Nüfus fi fark-i beyne teamül-i billirati vel furus; Faiz hakkındadır. Arapçadır.

2-Hadislerin İşaretleriyle Son Mehdi -Türkçedir, tab edilmiştir.

3-İslam Tasavvuf Tarihi-Arapçadır, tamamlanmıştır tab edilmedi.

4-İlm-i Hikmet vel Marifet; Arapçadır. Türkçe tercüme edip yakında tab edilecektir.

5-Pir-i Küfrevi'nin hayatı ve evlatları; yakında tab edilecektir.

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN'I ZİYARETİM

-Muhterem efendim, Üstadı ziyaretinizi sizden dinleyebilir miyiz?

-Üstadı bize ilk duyuran hem şehrimiz Sabri Ağa olmuştur. Risalelerde adı geçen Kör Hüseyin Paşa'nın akrabalarındandır. Sürgün zamanında gidenlerden. Onlara af çıkmış, geri dönmüşler. Kendisi Patnos'un bir köyünde ikamet ediyordu. Sabri Ağa sürgünde iken Bediüzzaman Hazretlerini görmüş, ona talebe olmuş ve kitaplarını okumuş.

Onu bizi meraklandırmasıyla Üstadı ziyaret etmek arzusu bende oluştu. Meseleyi o sıralar kendisinden ders aldığım Seyda Molla Abdülbaki'ye açtım. "Ben de gelmek isterim. Ama param yok" dedi. Biz böyle konuşurken Hacı Abdülbaki isimli bir köylü yanımıza geldi; "Hocayla talebesi ne konuşuyorlar?" dedi. Durumu anlattım. "Valla ben de geleceğim" dedi. "Yahu bizim paramız yok, seni nereden götürelim?" dedim. "Ben ikinizin de masraflarını karşılayacağım, siz sonra bana verirsiniz" dedi. "Tamam" dedik.

İkimize iki yüzer lira getirip verdi. Yola çıktık. Patnos'a geldik. Patnos'tan bir kamyonla Diyarbakır'a geldik. Orada bir gün kaldık. Sabahleyin tren geldi. İki buçuk günde trenle Isparta'ya geldik. Isparta'da bir otelde kaldık. Hava çok soğuktu. Sabahleyin camiye girdik. Cami imamından Üstadı nasıl ziyaret edebileceğimizi sorduk. "Kardeşim, orada bir çorapçı Mehmed Efendi var. Bilirse o bilir" dedi. 

Tabii o sıralar dindarlar üzerinde büyük baskılar vardı. İnsanları rahatsız ediyorlardı. Herkeste bir çekingenlik hali oluşturulmuştu. Gittik, O Mehmed Beyi bulduk. Benim başımda bir şapka, boynumda bir kravat, Hacı Abdülbaki'nin başında bir kasket, Molla Abdulbaki Sıbki'de ise bir papak vardı.

Adam üçümüze bir baktı, baktı. Sonra "kardeşim ben bilmiyorum" dedi. Biz ısrar ettik, "kardeşim biz Ağrı'dan gelmişiz, şöyle zahmetler çekmişiz" filan deyince bize inandı. "Üstad şu an burada değil, Afyon'da" dedi. Bunun üzerine bir arabada yer bulduk, Afyon'a gittik.

Bize Afyon'un Serekler çarşısında manifaturacı Hüseyin beyi bulmamız söylenmişti. Oraya gittik. Selam verdik, buyur etti, çay içirdi. "Üstad Emirdağ'da" dedi. Bunun üzerine Emirdağ'a gittik. Orada bir otelde kaldık.

Sabahleyin üstadın evini gösterdiler. Etrafına bir sur çekilmiş, kerpiçten bir evdi. İki katlı, dükkânların üzerinde, bir tarafı çarşıya bakıyordu. Gittik kapıyı çaldık. Birisi çıktı. Üstadı ziyarete geldiğimizi söyledik. "Üstad burada yok" dedi. "Ya yapmayın, bakın biz şu kadar yoldan geldik" filan dedik. Adam "kardeşim, burada ama şu an dağa çıkmış" dedi.

Öğle vaktine kadar orada bir yerde eğleştik. Öğleden sonra baktık ki bir yere doğru adamlar koşuyor. Sorduk; "niye bu adamlar koşuyor, ne var, ne oluyor?" Dediler ki; "Üstad Bediüzzaman dağdan gelmiş, herkes ellerinden öpmek için onun arabasına doğru koşuyor."

Hocam ile Hacı Abdulbaki de koştular. Ben de koştum ama onlara yetişemedim. Tabii onlar kuvvetli, güçlü, ben daha 17-18 yaşlarında bir çocuğum. İkisi de üstadın elini öptüler. Karşıma geldiler, "elhamdülillah üstadın elini öptük, sen öpemedin" filan dediler, sakallarını sıvazladılar. Üstad da iki kişinin kollarında, evine girdi.

Millet dağıldı. O iki yol arkadaşım bana nispet yapar gibi konuşunca ben gayr-i ihtiyari onlara bağırmışım; "Dört beş günlük yoldan bu kadar zahmet ve meşakkatlere katlanarak onu görmeye geldik. O eğer bizi yanına çağırmazsa, almazsa, elini bize öptürmezse, yüzümüzü öpmezse, halimizi ahvalimizi sormazsa, ben o üstadın ne ziyaretine giderim, ne elini öperim!. Ben gidiyorum" dedim, sırtımı çevirdim, oradan gidiyordum ki, bir ara baktım tak diye kapı açıldı. Biri geldi dedi ki; "Ağrı'dan gelenler varmış, üstad onları çağırıyor." Döndüm, yol arkadaşlarıma dedim ki; "Gördün mü beyefendi, işte ben bu üstadı ziyaret etmeye geldim." Onlar da benden özür dilediler.

Neyse içeri girdik. Üstadın yanına çıkmadan zannedersem Ceylan ağabey yaklaştı; "ağabey böyle fotörle mi gireceksiniz?" dedi. Üstad şapkaya karşı ya. "Tamam" dedim.

 Fotörümü orada bir odun yığının üzerine koydum. Koyar koymaz yuvarlandı, orada bir su birikintisinin içine düştü. Arkadaşlar da başındakileri çıkardılar. İçeri girdik.

Baktık Üstad bir karyolanın üstünde duruyor. Altta Van kilimi gibi bir şey serilmiş. Başka da bir şey yoktu. Karyolanın etrafında 4-5 talebe vardı. Ellerinde kâğıt kalem, Üstad bir şeyler söylüyor, onlar yazıyordu. Biz girdik, selam verdik. "aleyküm selam" dedi.

Üstadın elini aldık, artık bırakmadık. Belki elli, belki yüz sefer öptük. Yarım saat kadar yanında kaldık. Ayrılırken Üstad; "Çok zahmet ettiniz, kitapları okusaydınız. Ne varsa Risale-i Nurlarda vardır. Bende bir şey yoktur, işte gördünüz. Âcizane bende bir şey yok. Gelmek isteyenlere de söyleyin, zahmet edip gelmesinler. Kitapları okusunlar, onları kardeş olarak, talebe kabul edeceğim" dedi tekrar. Biz de "Söyleriz kurban" dedik. Elini tekrar aldık. Öptük.. öptük.. öptük.. Üstad yanındaki talebelere: "Kalkın, kardeşlerimizi yolcu edin, gönderin" dedi.

KARAKOLA GÖTÜRÜLÜŞÜMÜZ

Dışarı çıktık. Arabaya doru yürüdük. Oradan Konya'ya gideceğiz. Konya'dan da trene bineceğiz. Üstadın evinden elli metre kadar uzaklaştık. İki tane adam geldiler, birisi benim, diğeri de hocanın koluna girdiler. " beyefendi, karakola kadar teşrif edeceksiniz" dediler. Kimliklerini gösterdiler, ikisi de sivil polisti. "Hayrola ne yapmışız, ne etmişiz?" dedik. "Orada ifadenizi verirsiniz" dediler.

Gittik. "Said-i Kürdi'ye ne kadar para getirdiniz? Hükümet kurmak mı istiyor? Size ne gibi şeyler söyledi? Kürdistan'ı nasıl kuruyorsunuz?" gibi safsata şeyler sormaya başladılar. "Kardeşim "dedim, "ne Kürdistan'ı, ne hükümet kurması! Bu zat bir âlimdir, büyük bir zattır, bir pir-i fanidir. Biz Ankara'ya gidecektik, yol üstündedir diye, gelmişken ziyaret edelim dedik. Bu boş lafları bırakın" dedim.

Abdulbaki Hoca'nın yanında bir defteri vardı. Kendisi köyde hoca olduğu için köylülerin yaptığı zekât ve yardımları o deftere not etmişti. Polisler eskimez yazı biliyorlardı. "Bak bak sana koyun vermişler, pirinç vermişler, buğday vermişler, para vermişler. Sen de Said-i Kürdi'ye getirmişsin. Seni bırakmayacağız" dediler. Onu çok sıkıştırdılar. Yemin ediyor ama inanmıyorlar. Baktım hocam böyle titriyor. Onu orada epeyce rahatsız ettiler.

TEKRAR ÜSTADIN HUZURUNDA

Üç saat sonra biz, serbest bıraktılar. Çıktık, baktık ki, Ceylan ağabey peşimizden gelmiş; "Gelin, üstad sizi çağırıyor" dedi. İçeri girer girmez üstad hazretleri; "Kardeşlerim, rahatsız olmayın. Siz buraya Allah ve İslamiyet için gelmişsiniz. Allah mükâfatını verecek. Said otuz senedir böyle hapis ve sürgünlerde hayat geçiriyor. En gür sada İslam'ın sadası olacaktır inşallah. Ben otuz senedir böyle çekiyorum.. Hakkımı helal ettim... Üzülmeyin" dedi. Çok güzel şeyler anlattı ve bize dua etti.

-Siz Muhammed Küfrevi hazretlerinin torunlarından olduğunuzu söylediniz mi?

- Ahh ahh..Hiç konuşamadık ki..Halbuki o sırada ben hocamdan icazet almak için son kitabı okuyordum. Üstada diyecektim ki, "Sen Muhammed Küfrevi hazretlerinden son dersini almışsın. O benim dedemdir. Ben de geldim. Senden son bir ders alacağım." Orada bir şey yazıp bana verseydi, dünyalar benim olurdu…

Ben daha çocuğum. Hocam Seyda Abdülbaki de, memlekette belki bin kişiye kendisini değiştirmez, öyle her şeyi ben bilirim havasında. Ama orada bir tek kelime konuşamadı. Zaten Hacı Abdülbaki de okumamıştı, bir şey diyemedi. Ben de bir şey diyemedim. 

Ben, o anda üstada dikkatlice bakıyordum. Bir ara sağa döndü, bana baktı: "Kardeşim! Bana çok bakma, hasta olurum." Öyle deyince gözlerim şöyle düştü, bir daha üstada bakamadım.

Kalktığımız zaman üstad kafalarımızı şöyle bir alıyor, eliyle sıkıyordu. "Sizi dünya ve âhiret kardeşi olarak kabul ettim…" dedi. Ben hala o manzarayı hissediyorum. O zaman Şualar ve Lem'alar yeni ciltlenmişti. Siyah kaplı idi, kırmızı değildi. Bize yirmi tane Lem'alar, yirmi tane de Şualar verdi. "Bunları götürün, Diyarbakır'da Mehmed Kayalar'a, Urfa'da da Abdullah Yeğin'e, her birisinden onar tane verin" dedi. Kitapları bir bavula koydular, bize verdiler.

Bizi bir arabaya bindirdiler. Konya'ya kadar geldik. Konya'da trene bindikten yarım saat, bir saat kadar sonra sırt üstü düşmüşüm. Üstad demişti ya: "Bana bakma rahatsız olurum." Demek ki bana işaret etmiş. Diyarbakır'a kadar bilmiyorum, ara sıra ağzıma su vermişler. Bir şey yememiştim. Aklım var fakat konuşamıyorum, bir şeyler yapamıyorum, kalkamıyorum, oturamıyorum. Diyarbakır'da tren durdu. Polisler geldi, "bavulda ne var?" diye sordular. O bizimle gelen Hacı Abdulbaki: "Çocuklarım var. Onlara kitaplar almışım" dedi. O şekilde hiç açmadılar Allah'ın inayetiyle. Diyarbakır'da onun teyzesinin evinde bir gece kaldık. Ancak sabahleyin aklım başıma geldi. Oradan memleketimize döndük.

Hastalığımın sebebini öğrenmek için kitaplardan araştırma yaptım. İmam Şa'rani'nin Tabakat adındaki kitabında " Evliyaullahlar, âmilerin nazarlarından etkilenirler, hasta olurlar. Aynı zamanda âmiler de onların nazarlarından hasta olurlar" diye yazıyordu. O zaman anladım ki, daha fazla rahatsız olmamam için Üstad beni ikaz etmişti.

MOLLA NADİR EFENDİ

-Ağrı'lı Molla Nadir Efendi'den okumuşsunuz. Bu zat hakkında bizlere neler anlatabilirsiniz?

-Molla Nadir Efendi'de en dikkatimi çeken husus, onda ilmi enaniyet yoktu. Gurur ve kibir diye bir şey o adamda yoktu. Vechinde güzel bir nur vardı. Kendisinde güzel bir ahlak vardı. Kim olursa olsun birisi onun elini öpmeye çalıştı mı, o da eğilir, onun elini öperdi.

İlimi meseleleri en güzel ve derin bir şekilde anlatırdı. Fakat "illa bu benim dediğim doğrudur" diye ısrar etmezdi. "Ben böyle biliyorum, ama yine de sen bir araştır, bak" der, açık kapı bırakırdı. Bu güzel ahlak da onda mevcuttu.

ŞEYH KASIM KÜFREVİ(1920-1992)

Amcam ve hocam olan Şeyh Kasım Küfrevi bütün ilm-i müdevvenede, hususan fıkıh, hadis, ilm-i kelam, belagat ve fesahatin zirvesinde bir insandı.  

1956'da Camiül Ezher'e konuşmacı olarak Türkiye'den âlim ve edip istediler. Kasım Küfrevi ve Kasım Gülek gönderildi. Konferansta herkes konuşuyor, sıra Kasım Küfrevi'ye geliyor. Herkes onun Türkçe konuşacağını beklerken Arapça konuşmaya başlıyor. Ezherin bütün hocaları "vallahi bunun ana dili Türk değil, bu bir Arap'tır ve onun emsali bizim üniversitede yoktur" diyorlar.

Arapçayı bitirdikten sonra birkaç meseleyi de İngilizce olarak açıklayınca herkes hayrette kalıyor.

Ve en son Farsların edebiyatından ve hikmetli sözlerinden bahsedip Farsça olarak konuşmayı bitirir ve ve kendisinin Türk olduğunu takdim eder, kürsüden iner.

Üniversite'deki bütün hoca ve talebeler ve yabancılar Kasım Küfrevi'nin sözlerini ayağa kalkarak alkışlar ve şöyle derler, "vallahi asrın beliği, edibi ve en cesur bir insandır."

Camiül Ezher'in rektörü tarafından sahneye çağrılıyor, fahri bir profesörlük nişanesi kendisine veriliyor ve ayriyeten ilm-i hadis ve tefsirden yazılı bir diploma kendisine takdim ediliyor.

Kasım bey ara sıra yazın Bitlis'e gelirdi. Oradan da kendi köyü Bulanık'a bağlı Bekirhan köyüne gelirlerdi. 15-20 gün kadar dururdu. Onu çok ziyaret edenler olurdu. İnsanlar onun mübarek söz ve konuşmalarından doymazlardı. Çok kimseler "Sadece konuşsun, biz onun konuşmasının dinleyelim. Ne yemek ne içmek, ne istirahat bize lazım değil" diyorlardı.

Onun ilm ü irfanına hayran kalan memleketin en meşhur âlimlerinden Molla Sadreddin Yüksel, Molla Muhammed Sadık, Molla Ali ve diğerleri defalarca Kasım beyi imtihan etmek veya bir şey sormak için ziyaretine gelmişlerdir. Sordukları sorulara verilen cevaplar karşısında öyle hayrette kalmışlar ki, dönüşlerinde kendi kendilerine şöyle diyorlardı; "kardeşim, sorduğumuz sualler içinde bizden öyle sualler soruldu ki, bizim ne o sualler hatırımıza gelmişti, ne de biliyorduk. Hakikaten Kasım Küfrevi dibi olmayan bir bahr-ı ummandır" diyorlardı.

…70'li yıllarda Patnos'ta iki büyük aşiretin arasında düşmanlık ve kavga başlamıştı. Bir kabilenin reisi öldürülmüştü. Ondan dolayı öteki kabilelerden de bir kaç kişi öldürüldü. Fakat bu öldürmeler iki üç sene zarfında öyle bir hale geldi ki, o kabileler fırsat bulduğu an kim kime rast gelse öldürmeye çalışıyorlardı.Hatta bir ara ölenlerin sayısı otuza çıktı..

Bunları barıştırabilecek tek bir insan Kasım Küfrevi idi.. Patnos'un ileri gelenlerinden birkaç kişi bu iki kabilenin barıştırabilmesi için Kasım beye gittiler, ricada bulundular.

Kasım bey onları kırmadı ve Patnos'a geldi. Ensari Şahin'in evinde misafir kaldı. Ensari beyin geniş bir evi vardı. Bir dairesini gelen gidenlere ve Kasım beye tahsis etmişti.(*)

Bir kaç sefer o iki kabilenin adamlarının peşine gönderdi. Kasım beye geldiler. Barışmak için her iki tarafta zorluk çıkarıyorlardı. Kasım beyin canı sıkılıyordu..Fakat o esnada nur talebeleri başta Ensari Şahin, Hayrettin Karabaş vs..diğer kardeşler hep kendisini ziyaret ediyorlardı. Süleyman isminde bir kardeş, eskimez yazıyı güzel okuyabiliyordu..

Kasım beyden izahatını almak için Mesnevi'yi, Muhakemat'ı bir iki sefer okudular. Kasım beyi o kelimeleri, o cümleleri işitince mest oldu.. "Subhanallah, bu sözler üstadın mıdır?" deyince "evet" dediler. "peki, o zaman her gün gelin, yanımda bir şeyler okuyun. Birbirimize anlama hususunda yardımcı olalım" dedi. Zaten onlar da böyle bir şeyler arıyorlardı..

Kasım bey, Risale-i Nur'a karşı öyle bir muhabbet ve şevk sarmıştı ki kendiliğinden "Süleyman'ı bana çağırın, gelsin biraz bana okusun" diye emrederdi. Süleyman gelirken Risale-i Nur'un o manası sert, izahı zor yerlerinden okuyordu. Cümlelerin arasında Kasım Bey, Süleyman'a "hele dur, bu cümlenin arkasından üstadın şöyle demesi lazım" der, mana o şekilde çıkınca da "fesubhanallah, verdiğimiz mana mutabıkmış" derdi.

Bu minval üzere 40 gün barış için Patnos'ta kaldı ve sonunda o kabileleri barıştırdı. Bir gün nur talebeleri toplanmış, Risale-i Nur okuyorlardı, Kasım bey izahatta bulunuyordu. Ertesi gün Kasım Bey yolcu olacak, gidecekti. O gün için şöyle bir cümle sarf etmişti; "Kardeşlerim, Allah beni bu kabilelerin barışması için değil, Risale-i Nur'u tanımam için buraya göndermiştir. Allah'a hamd olsun hem onları barıştırdım, hem de sayenizde Risale-i Nur'u tanımış oldum. Allah sizlerden razı olsun" demişti...

HÜSEYİN BAYRAKTAR HOCAEFENDİ

-Merhum Hüseyin Bayraktar Hocam hakkında neler dersiniz? Siz Patnos'tayken o da bir köyde imam imiş.

-Hüseyin Bayraktar Hocanın kendisini sevdiren bir ahlakı vardı. İlmi vakar sahibiydi. Yalnız kendisinde bir donukluk vardı. "Acaba müftü efendi niye böyle donuk?" diye düşündürtüyordu. Bir şey sormazsanız hiç konuşmuyordu. Devamlı sükût halindeydi. Mesela bazı insanları ziyaret ettiğinizde güler yüzle, güzel şekilde bahisler açarak konuşanlar vardır. O mübarekte öyle bir özellik yoktu veya bana öyle geldi. Yanılmış olabilirim.

Fakat çok güzel ve menfaatli bir ilmi vardı. Çünkü büyük insanların, faideli zatların, şeyhlerin yanında ilim öğrenmişti. Mesela Molla Necmeddin-i Kodi'nin yanında okumuştu ki, o çok büyük bir âlimdi. Molla Necmeddin Efendi de Şeyh Nesim Efendi'nin yanında okumuştur.

Hüseyin Efendi de Şeyh Nesim Küfrevi'nin yanında okudu ve icazeyi de oradan aldı. Bu bakımdan Hüseyin Efendi'nin çok faydalı bir ilmi vardı. Çünkü Allah için okuyan insanlardan ilim almıştı. Öyle bir ilim sahibi olunca ilim çok menfaattar oluyor. Başkalarına da tesir ediyor.

Bir de aile olarak, anne babalarını ve kardeşlerini de biliyorum, çok yüksek ahlak sahibi bir aileydi. Hz. Rasulullah'tan(aleyhissalatu vesselam) gelen, o sahabelerin fakirlik şeyi var ya... Ama dünyevi fakirlik değil, yani ahlak bakımından fakirliği seven ve fakirlik özelliklerini kendinde gösteren, yani "benden bir zulüm, bir kötülük sana gelmez. Böyle bir ahlakım yok" diye onların hal dili söylerdi. O ailede böyle bir özellik vardı. Kimseye en ufak bir zararları dokunmazdı. 

Kendisi hastalandığı sıralar ben de İzmir'e bir konuşma yapmak üzere davet edilmiştim. Manisalılar gelip bizi aldılar. Orada da bir konuşma yaptım. Bize dediler ki; "Hüseyin Efendi hastadır." Bunu duyunca İdris Hoca ile birlikte Akhisar'a geldik.

İlk başta merhum Şahin Hocanın oğlu Abdullah'ı gördük. Kendisine misafir olduk. Hüseyin Hocayı ziyaret etmek istediğimizi söyledik. " Tamam. Vallahi çok isabetli olmuş" dedi.

Önce Şahin Hocanın kabrini ziyaret edip Fatiha okuduk. Hocayı evinde ziyaret ettik. Bana öyle geliyor ki Hüseyin Hocanın kanser olmasının ilk sebebi Şahin Hocanın vefatının üzüntüsüydü.

Kapıyı çaldığımızda Abdullah "Vahdettin Küfrevi Hoca gelmiş" deyince kapıyı açtı. Beni görünce inanın bir otomobilin iki farı gibi gözleri açıldı. "Allah" dedi. Bize bir sarıldı. Öpüştük. Bana "Senin ceddin hakkı için seni temin ederim ki, bütün dünyayı bana verseydiler, senin gelmen kadar beni sevindirmezdi. O kadar sevindim. Yahu sen nereden geldin, nasıl geldin?" dedi. 

Oturduk, sohbet ettik. İlla yemek yedirmek istedi. Israr ettik, kabul etmedik. Hasta olduğundan, ziyaretin süresini on beş dakikayı geçirmemeye çalıştık. Sakalından öpüp izin istedik. Vefat ettiğinde maalesef ben Yemen'deydim, cenazesine iştirak edemedik.

Ağrılı bir tanıdığım, merhumla alakalı şöyle bir hatırasını anlatmıştı; "Ağrı'daydım. Şubat aylarındaydı. Sene çok soğuk geçiyordu. Bir Pazar günü idi. Çarşıda her hangi bir işim yoktu, hem de çok fırtına vardı hem de hava çok soğuktu. Ama sanki gizli bir kuvvet beni çarşıya sevk ediyordu. O zaman ben Şeyhlikle meşguldüm. Müridlerim vardı. Gayr-ı ihtiyari çarşıya gittim. 

Açılmış bir dükkân yoktu. Vakit erkendi. Yalnız bir kahve var, orası açıktı. İçeri girdim. Baktım ki, ağzını burnunu sarmış, kalın bir palto giymiş olarak imam Hüseyin Bayraktar arkamdan bana seslendi. O zaman kendisi Ağrı'ya bağlı Aşkale köyünde imam idi. Döndüm; "Evet efendim, Bu kışta, bu fırtınada bu kadar erken nereden geliyorsun" diye sordum. "Köyden geliyorum" dedi.

"Nasıl bu fırtınada boğulmadın, nasıl bu kadar bariz bir tehlikeye kendini atıyorsun?" dedim.

O da tebessümle bana şöyle söyledi; "Beni koruyan, muhafaza eden bir manevi muhafızım var. Hem de o beni göndermiş. O beni koruyor." 

"Peki, mesele nedir?" dedim.

Dedi ki, "gel benimle, beraber Küfrevi vekillerinden terzi Tahir'i bulalım. Kendisine Küfrevi hazretlerinden getirdiğim emri tebliği edeceğim."

Ben de fazla bir şey biliyorum. Beraber yürüdük. Terzi Tahir'in dükkânına geldik. Pazar olduğu halde gelmiş, dükkânını açmış, sobayı yakmış, sanki birilerini bekliyordu. İçeri girdik. Selam verdik. Selamımızı aldı, bize çay ısmarladı, içtik.

Tahir Bey, Molla Hüseyin'e döndü; "Buyrun" dedi.

Hüseyin Hoca; "Ben Pir Küfrevi'nin emir ve nasihatlerini sana tebliğe geldim. Bu gece Küfrevi hazretleri üç sefer rüyama geldi. Bana diyordu; "Molla Hüseyin! Kalk git, Tahir'e söyle, o fasık, o münafık, o cahil adamı gönderdiği yerden alsın. O münafık tarikat-ı Küfrevi'yi ayaklar altına almış, çok kimseleri hakiki yoldan çıkarmış ve gayr-i meşru şeyler yapıyor. Bir an evvel adamlarını göndersin. O münafığı eski yerine getirsin. Eğer emre itaatsizlik yaparsa, büyük bir bela ve musibete duçar olacak." Emri budur, tebliğ ettim ve dönüyorum" dedi.

Bu sözler karşısında donduk, kaldık. Çünkü hiçbir şey bilmiyorduk. Kimdir, nereye gitmiş, ne yapmış, Tahir bize bir şey anlatmamıştı. Kendisinden sorduk. Meseleyi şöyle anlattı; Neşat adında bir ayakkabı boyacısı Tahir'in yanına gidiyormuş. Kendine göre bazı tahminlerde bulunuyor ve bazı tahminleri de tutuyormuş. Tahir Efendi de bu adamı kendine vekil tayin etmiş. Adam köylere gidip, Tahir'in ismiyle Küfrevi tarikatını anlatıyormuş.

Bir gün bu adam Aladağ köylerinden Geluta köyüne gidiyor.. O zaman elma portakal çok az olmakla beraber, kışın şarkta pek ender bulunan meyvelerdi. Geluta köyüne gitmeden evvel, nerden bulmuşsa iki kilo elmayı köyün bir tarafında ot yığınları içinde saklıyor...

Köye gidiyor. Köy hocasına misafir oluyor. "Ben Şeyh Muhammed Küfrevi'nin vekiliyim. Tarikat vermeye geldim" diyor. Hocaefendinin babası da Muhammed Küfrevi'nin hakiki bir halifesi imiş. Kendisi de Küfrevilere çok bağlıydı.

Buna binaen Neşat'a çok izzet ikram ediyor. Neşat efendi namaz içinde bazı hareketler yapıyor. Hoca bunun cezbeden geldiğini söylüyor. Adam o gece orada kalıyor. Sabah kalkıyor. Hocaya "haydi seninle beraber köyün etrafında biraz gezelim" diyor.

Köyün bir tarafında yığılmış otlara doğru gidiyorlar. Neşat, o ot yığınlarının etrafında dönüyor, bazı yerlere bakıyor. Kendi kendine "mutlaka doğrudur, bulmam lazım" diyor. Bir iki ot yığını köşesine bakıyor ve elmaları buluyor.

Hocaya diyor ki; "Bu gece melekler bana geldiler. Burada elmalar olduğunu söylediler. "Bu elmaları al, Hocaefendiye teslim et. Onun hakkıdır. Halis ve muhlis cennet ehli olacak. Zaten bunlar da cennet elmalarıdır. Kim yerse 100 seneden aşağı yaşamaz. Çocuğu olmayan hanımlara verilirse, çocuğu olur." Buna benzer çok şeyler söylüyor. Hocayı inandırıyor. Hoca ona kul köle oluyor. 

Böylece bu sahtekâr bir ay Geluta'da kalıyor. Geceleri kadın erkek beraber zikre oturuyor. Kadın erkek birbirlerinin elinde güya cezbede imiş gibi oynuyorlar ve nice rezaletler yapıyor. Herkesi kullanıyor. İstediği gayr-i meşru şeyleri meşruymuş gibi yapıyor.

 Terzi Tahir, Küfrevi hazretlerinin emrini alınca Geluta'ya gidiyor. Tam bir rezalet ve zillet içinde Şeyh Neşet'i(!) görüyor. Evvela Hocaefendi'yi, sonra köylüleri ikaz ediyor ve o sapık adamın kulağından tutup Ağrı'ya getiriyor..

ŞAHİN YILMAZ HOCAEFENDİ

-Seyda, Şahin Hoca merhumdan da biraz bahsedebilir miyiz?

-Şahin Hoca, görebildiğim kadarıyla Esma-i Hüsna'da gark olmuş ve bütün hayat ve mematını onun izahatına vermiş ve onun için çalışmış ve Esma-i Hüsna'yı izahı da herkesten daha güzel şekilde öğrenen, söyleyebilen, vasfedebilen bir zat olarak biliyorum.

İlmi çok güzeldi ve okuduğu her şey de kafasındaydı. Ahlaki bakımından da çok mertti. Onunla aramızda geçen latifeli bir hatırayı sana anlatayım mı?

-Buyrun buyrun..

- Bir gün oğlumu Hilaliye Kur'an Kurslarına yazdırmak içim Akhisar'a götürdüm, teslim ettim. Şahin Hocam da evinde beni misafir etti. Erzurum'un meşhur bir yavanı vardır. Biliyor musun?

-Hayır.

-Et suyunda eti haşlıyorlar. Ona yavan diyorlar. Şahin Hocam "Hacım ben sana bir yavan yaptırmışım, onu yiyelim" dedi. "Tamam arkadaşım, ben de öyle bir yavanı bekliyorum" dedim. O arada yemek biraz geç geldi. Ben de latife olsun diye; "Hocam, Allah senden razı olsun. Sende iki tane hanım olsaydı, yemek daha erken önümüze gelecekti. Ben birini daha bulayım, hemen sizi evlendireyim" dedim.

Ben böyle deyince kapıyı hafiften bir kapatıyor, bir gülüyor. Ama ses çıkarmadan gülüyor. Bana sus sus diye gülerek işaret ediyor. Kapıyı kapattı, yanıma geldi. "Allah senden razı olsun. Birkaç gündür bu bela üzerimizden hafiflemiş. Eğer hanım içeriden bu kelimeyi işitirse, vallahi benim hayatım biter" dedi.

"Hocam hayrola ne oldu?" dedim.

"Ya, kim bilmiyorum, birisi gelmiş, hanıma demiş ki; "Ben Şahin Hocayı Ankara'da filan yerde bir evden çıkarken gördüm. Orada bir ev tutmuş, imam nikâhıyla ikinci bir hanım almış" diye hanıma söylemiş. Üç aydır hanım acayip bir halin içine girdi. Hastalandı, doktorlara gidiyoruz, iğneler vurduruyoruz. Perişan olduk. Herkes bir şeyler söylüyor. Bir türlü inanmıyor. Üç ay sonunda yeni yeni biraz olsa da teskin etmişiz. Şimdi senin gibi biri gelip de böyle bir şey derse, vallahi benim hayatım bitmiş demektir" dedi.

"Hocam özür dilerim" dedim. Onun gülerek kapıyı kapatması hâlâ gözümün önündedir.

Korkuteli programlarına geldiğinde kendisine takılıyor, "hocam yine yavan yedirmezsen gelip söyleyeceğim" diyordum, gülüyorduk.

ESAD COŞAN HOCAEFENDİ

Esad Coşan Hoca askerde Patnos'a tayin olmuştu. Kendisine Risale-i Nur talebeleri sahip çıktılar. Hanımı da hakikaten tesettüre dikkat eden asil bir hanımdı. Hanımı bizim hanımı çok sevdi.

Haftada en az bir sefer bize gelirlerdi. Çok iyi anlaşmıştık. Bir gün arkadaşlarıyla beraber çağırmıştık. Onlara bir Hindili pilav yaptırmıştım. Bizim ailenin pilavı meşhurdur. O gün her birisi üç kişi kadar pilav yediler. İçlerinden Hasan isminde muzip bir arkadaş bana sordu; "Hocam bu ne etidir?" dedi. Dedim ki; "Siz bilmiyor musunuz bunun ne eti olduğunu. Bunu adı "Çipi aluka"dır. Çipi aluka, Kürtçedir, Hindi demektir. O kelimeyi çok benimsemişlerdi. Esad Hoca da beni her gördüğünde; "Hocam ne zaman Çipi aluka yiyeceğiz?" derdi. Ben de "her zaman" cevabını verirdim. Böyle çok samimi olmuştuk Allah rahmet eylesin.,

Askerlik müddetince Esad hoca Risale derslerine iştirak eder, ders okur ve dinlerdi. Bir buçuk sene kadar Patnos'ta kalmıştı.(**)

-Hocam Allah razı olsun..

-Cümlemizden inşallah…

Dipnotlar

(*)Kasım beyin babası ve Pir Küfrevi'nin mahdumu olan Şeyh Abdülbaki Küfrevi hazretleri, CHP devrinde İstanbul'da zorunlu ikamete tabii tutulmuştur. Abdülbaki Efendi, Bediüzzaman hazretlerinin eski dostlarındandır.

Abdülbaki Efendi'nin ismi Denizli hapsi münasebetiyle üstadın kaleme aldığı yazılarda rastlanmaktadır;

*"Aleyhimize çevrilen dolaptan kurtulmak imkânı bulmadık. Ben hissetmiştim, fakat çare yoktu. Bîçare merhum Şeyh Abdülhakîm, Şeyh Abdülbâki kurtulamadılar. Demek bu musibette biz birbirimizden şekva etmek; hem haksız, hem manasız, hem zararlı, hem Risale-i Nur'dan bir nevi küsmektir." (Şualar-s:322 )

 

*"Bir seneden beri, gayet dikkatle içimize casusları sokan ve safdil ve cür'etkâr talebelerin ifşaatını zabteden ve bil'iltizam bizi perişan ve mesleğimizden pişman etmek için her vesileyi istimal eden, hattâ aleyhimize Şeyh Abdülhakîm'i sevkettikleri halde, onu ve Şeyh Abdülbâki'yi ve bana arasıra itiraz eden Şeyh Süleyman'ı bizim gibi perişan eden adamlara karşı inkârlarınız ve kaçmanız, onların kanaat-ı vicdaniye dedikleri düşüncelerinde beş para etmez ve Eskişehir'de dahi etmedi." (Şualar-s:327 )

*"Kararınızı kabul ederim. Fakat benim müdafaatım tâ Ankara'ya gitse ve medar-ı nazar olsa, buradaki mahkeme, kurtulması mümkün olanlar hakkında kararını vermek ihtimalini; hem şimdi bizimle uğraşan ve Abdülbâki ve Abdülhakîm ve Hacı Süleyman'ı nefyeden ve Yeşil Şemsi'yi tahliyeden sonra burada durduran adamlar.." (Şualar-s:327 )

 

Üstad hazretleri bir başka mektubunda merhum hakkında şu ifadeyi kullanmaktadır; "Merhum Şeyh Abdülbaki Hazretlerini hiç unutmuyorum."

 Bediüzzaman hazretleri İstanbul'da bulunan bu zatla mektuplaşmıştır. Kasım bey'i o sıralar evinde misafir eden Ensari Şahin Bey 02.08. 2011'de görüştüğümüzde, Kasım Küfrevi merhumdan naklen, Denizli hadisesi(1943) öncesi Şeyh Abdülbâki Efendi'nin bir önsezisini şöyle anlatmıştı; "Kasım Küfrevi demişti ki, " o sıralarda bir gün babam bana; "Kasım, hocanın mektupları, kitapları varsa kaldırın, görünmesin" dedi. Biz hepsini görünmeyecek bir yere sakladık. O gece evimizi bastılar. Arama yaptılar. Meğer üstadı Kastamonu'da tutuklamışlar. O zaman, babamın neden öyle söylediğini anlamış olduk."

(**) Merhum Coşan hoca, risaleleri lise çağlarından beri tanırmış. İstanbul'un ilk nur dershanelerinden Süleymaniye dershanesine(46 numara) Vefa lisesinde talebe iken gelirmiş. Hatta daha sonra kendisini İhsan Kasım beyle ziyaret eden Mehmed Fırıncı ağabeyi görünce çok sevinmiş, ellerini öpmüş, sohbet sırasında "Süleymaniye dershanesinin İstanbul'daki bütün İslami hizmetler üzerinde hakk-ı tekaddümü (öncelik hakkı) vardır" demiş.(bkz. Rahmi Erdem, Beyaz Gölgeler, Timaş Yayınları)

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

“GİZLİ LÜTUF”

“GİZLİ LÜTUF”

Aslen Irak Süleymaniye asıllı olan gazeteci yazar merhum Muhammed Kürd Ali beyin(1876-1953) hat

KOPARILAN ÇİÇEĞE KARŞI ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN TAVRI

KOPARILAN ÇİÇEĞE KARŞI ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN TAVRI

Merhume Zeynep Münteha Polat hanımefendi, 1969’da gittiği Van Zernebad’da Üstad Bediüzzaman

RÜYADA EZBERLENEN SURE

RÜYADA EZBERLENEN SURE

Değerli ziyaretçilerimiz 21. 06. 2020’de şair, yazar, mütefekkir Yavuz Bülent Bakiler beyefen

“BİZE KATIL MOLLA MUHAMMED EMİN”

“BİZE KATIL MOLLA MUHAMMED EMİN”

Kıymetli ziyaretçilerimiz, geçen hafta Seyda Muhammed Emin Er merhumun “Hatıralarım” adlı

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN ŞEYH ALADDİN OHİNİ’YE SEVGİSİ

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN ŞEYH ALADDİN OHİNİ’YE SEVGİSİ

Merhum Şeyh Fethullah Verkanisi(v. 1901)’nin oğlu merhum allame Şeyh Alaaddin efendi(v. 1949)

BEDİÜZZAMAN’IN HAZRET’İ(ZİYAEDDİN NURŞİNİ) ZİYARETİ

BEDİÜZZAMAN’IN HAZRET’İ(ZİYAEDDİN NURŞİNİ) ZİYARETİ

Muhterem hocam Seyda Fehmi Türkmen Efendi, 27.09. 2019 Cuma günü kendilerini ziyaretimizde Nurşi

ŞEYH FETHULLAH VERKANİSİ’NİN MOLLA ABDULLAH NURSİ HAKKINDA DEDİĞİ SÖZ

ŞEYH FETHULLAH VERKANİSİ’NİN MOLLA ABDULLAH NURSİ HAKKINDA DEDİĞİ SÖZ

Değerli Seydalarımızdan Molla Şerif Arslan Hocaefendi 15.09. 2019’da, merhum Şeyh Fethullah V

BEDİÜZZAMAN’IN AİLE ŞECERESİ

BEDİÜZZAMAN’IN AİLE ŞECERESİ

Merhum Şeyh Fethullah Verkanisi’nin torunlarından değerli âlim merhum Gıyaseddin Emre Bey, Ü

VANLI ZEYNELABİDİN EFENDİ’NİN ANLATTIKLARI

VANLI ZEYNELABİDİN EFENDİ’NİN ANLATTIKLARI

Değerli hocam Seyda Molla Şefik İdikurt Efendi bir ders esnasında şu hatırayı anlattılar;

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN MUŞ’UN NOK KÖYÜNDE BİR GECE MİSAFİRLİĞİ

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN MUŞ’UN NOK KÖYÜNDE BİR GECE MİSAFİRLİĞİ

Emekli müftülerimizden Seyda Fehmi Türkmen Hocaefendi, 21.04. 2019 Pazar günü kendilerini evind

ŞEYH ASIM EFENDİ’NİN KALEMİNDEN BEDİÜZZAMAN-2

ŞEYH ASIM EFENDİ’NİN KALEMİNDEN BEDİÜZZAMAN-2

Sonra tekrar Van’dan Bitlis’e geldi. Onun hayatının geniş şekli yazılıdır.(bkz. Tarihçe-

Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!

Nahl, 125

GÜNÜN HADİSİ

Takat getirebileceğiniz ameli alınız.Allah'a yemin olsun ki siz usanmadıkça Allah usanmaz.

Müslim, Kitabu Salati'l-Musafirin ve Kasriha

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI