MUHTAÇ OLDUĞUMUZ TERBİYE

Bakıyorum, ayrı ayrı pekiyi adamlarız. Bizi medeniyette dün­yalar kadar geride bırakan milletlerin efradında bizdeki büyüklükler yok. Sonra bakıyorum, bir yere gelince, bir heyeti içtimaiye teşkil edemiyoruz. Çünkü o terbiyeden mahrumuz. İşte bizim muhtaç oldu­ğumuz terbiye asıl bu ikinci terbiye olacak.


2011-12-22 06:56:41

Dün gece pek sevdiğim bir arkadaşımla evlerimize dönüyor­duk. Vapurda karşımıza elli beş, altmış yaşlarında kadar bir adam geldi. Arkadaşıma aşinalık etti, oturdu.

Ben, bu zat kimdir, bilmiyordum. Ancak arkadaşımın kendi­sine karşı takındığı tavrı hürmetten, hüviyeti öyle "neme lâzım! kim olursa olsun" düstur-u ihmaline kurban edilecek alelade adam­lardan olmadığını anladım. Aradan üç beş dakika geçer geçmez, karşımızdakinin kitap mütalaasına dalmasını fırsat bilerek arkada­şıma dedim ki:

"Allahı seversen pek merak ettim, bu adam kim?

"Pek fazıl, pek muhterem bir adamdır. Ulûmu riyaziyede birçok telifatı, birçok tetkikatı vardır. Vaktiyle kendisinden bir hayli ders almış idim...

"Ha! Şimdi aklıma geldi. Bir kaç kere bu zattan bahsetmiş idin.

"Evet, ta kendisi!

"Hariçte bir vazifesi var mıdır?

"Hayır mütekaittir.

"Evinde ne ile meşgul olur?

"Evvelâ mesleğine ait eserleri okumakla, saniyen milletin adam olmasına dua etmekle...

" Birinci meşgalesine diyecek yok, lâkin ikincisine aklım er­medi. Çünkü böyle duagûlukta karar verecek olduktan sonra o ka­dar çalışmaya ne lüzum vardı? O şimdi öğrendiğini öğretmeli, okuduğunu okutmalı.

"Doğru söylüyorsun ama okuyacak adam nerede? Yoksa eminim ki; beş on kişi çıkıp bu zata: "Efendim, şurada bir ders­hane açtık, ulûmu riyaziye tedrisini de size bıraktık, lütfediniz" dese, maalmemnuniye kabul eder. Lâkin ne fayda ki; yaşını başını alanlar okuyacak halde değil; gençler de okumanın lüzumunu an­lamak için galiba ihtiyarlık devrinin kudümünü bekliyorlar!

Yirmi sene kadar oluyor. Doğup büyüdüğüm, bütün yerli sekenesini tanıdığım mahallemizde yeni bir adam görülmeye başla­mıştı. Mahalle kahvesine hiç çıkmayan, "kitapları tamam iki mu­hacir arabası ile taşınan" bu yeni kiracı hakkında o kadar garip sözler söylenmişti ki, zavallı adam zihinlerde adetâ hırçınlığın, ti­tizliğin, kabalığın bir timsali kesilmişti.

Lâkin doğrusunu söylemek lâzım gelirse, yeni kiracının melekliği temsil eden pak, münevver siması bütün o şayiaları, dinle­yenlerin değil, söyleyenlerin nazarında bile hükümsüz bırakıyordu.

Bir cuma günü üç beş arkadaş bu yeni kiracıyı ziyarete gittik. Adamcağız bizi gayet sevimli bir yüzle kabul etti. Yalnız kahve ikram edemeyeceğini söyledi:

"Af edersiniz, refikam ihtiyar bir kadındır; iş görecek hal­de değil. Hizmetçimiz yok. Ben sizi bırakıp kahve pişirmekle meş­gul olsam tabii onu da siz istemeyeceksiniz...

"Aman efendim. Kahveyi her yerde içebiliriz. Lâkin efendi­mizin meclisini bir yerde bulamayız...

Hakikat hane sahibinin üç çeyrek kadar süren musahabesi o kadar lâtif, o kadar müfit, o kadar yüksekti ki, saatlerce devam etseydi usanmak şöyle dursun, doyamayacaktık.

Lâkin daha beklemeye imkân yoktu; çünkü adamcağız sözünü bitirir bitirmez artık kendisini yalnız bırakmamız lâzım geleceğini gayet açık bir lisan ile anlatmıştı. Biz bu mübarek zatın elini öpüp çıkarken, arasıra meclisinden istifade edebilir miyiz diye sorduk. Cuma günleri namazdan sonra bir saat kadar bizimle meşgul ola­bileceğini söyledi. Artık yeni kiracının hırçınlığı, kabalığı hakkın­daki rivayetlerin nereden meydan aldığı nazarımızda pek iyan idi:

Hiç şüphe yok, biçarenin hücre-i say ve irfanını mahalle kah­vesine çevirmek, taharriyatı hakîmanesine hasredeceği kıymetli za­manını sebze piyasasından bahis ile geçirmek için akın akın gel­diler. İstediklerini bulamayınca adamcağıza hücum ettiler.

Arkadaşlarım demin işittikleri sözlerden o kadar mahzun ol­muşlardı ki; evvelce ertesi cuma için tertib etmiş oldukları eğlentiyi bin can ile feda etmişlerdi.

Uzatmayalım, birinci meclisden daha parlak olan ikinci musa­habe üzerine şu adamdan ders okusak, temennisi beşimizi de işga­le başladı. Öbür ziyaretimizde elini öpüp çıkarken, ayrı ayrı rica­da bulunduk.

"Çocuklar! Siz okumak istiyorsunuz... Güzel arzu; lâkin ben­den okuyabilmek için birçok sıkıntıya katlanmak lâzım ki; ben sizde o tahammülü göremiyorum. Evvelâ ders zamanlarını ben tayin edeceğim. Bir de bu muayyen zamanlarda beşiniz birden ha­zır bulunacaksınız. Sonra, söyleyeceğim sözleri can kulağıyla dinleyeceksiniz. Anlamadığınız mebahisi anlamış gibi görünmeyeceksiniz, yani tekrar tekrar soracaksınız. Hele ben hangi usulü, hangi kitabı istersem bilâ itiraz kabul edeceksiniz. Bu şeriat dahi­linde okuyabilecekseniz başlayalım. Yoksa, ne kendinizi yorun ne beni!

"Baş üstüne efendim, hepsini kabul ettik. Hatta bir bu kadar teklifiniz daha olsaydı onu da kabul ederdik. Hamdolsun ço­cuk değiliz. Aklı başında adamlarız. Hiç efendimiz, o kıymetli za­manınızı bizim menfaatimize feda etmek kadar büyüklük gösterir­siniz de, biz çalışmazlık eder miyiz?"

"Pek âlâ! Cuma günleri saat 9 da, salı akşamlan gece saat iki buçukta gelir, bir saat okur, gidersiniz. Erken gelmek yahut geç gitmek, yahut bir akşam gelmeyip de onun yerine bir başka ak­şam gelmek gibi yolsuzlukları asla hoş göremem. İyi düşünün.

İlk salı akşamı dakikası dakikasına beş arkadaş hocamızın evine gittik. Derse başlamazdan evvel, seviye-i malûmatımızı an­lamak için her birimize bir kaç söz söyletti.

"Çocuklar, anlaşılıyor ki siz bir şeyler okumuşsunuz, lâkin pek iyi görülüyor ki; bîr şeyler anlamamışsınız! Ha! Şimdi o eski okuduklarınızı kâmilen unutarak beni dinleyeceksiniz. Sizinle ev­velâ hesaptan, hem de hesabın ta başından başlayacağız..."

Filhakika bizi hesabın başından bağlatan hocamız âdad hak­kında öyle malûmat verdi ki, anlamamak, anladıktan sonra da hayran olmamak kabil değildi.

İkinci dersin tesadüf ettiği cuma günü, hocanın evine beş da­kika geç gitmiştik. Zira arkadaşlarımızın ikisi vaktiyle geleme­mişti. Hoca teehhürün sebebini haşin bir çehre ile sormaktan geri kalmamıştı. Dördüncü derste içimizden biri hiç gelemedi. Beşinci­de ise üç kişi buluşup gidebildik, iki arkadaşımızın biri derse baş­landıktan yarım saat sonra, diğeri ders bitmesine on dakikadan az zaman kala yetişebildi,

"Anlaşıldı çocuklar Siz dersten ziyade nasihat almağa muh­taç imişsiniz! Hani o taahhütleriniz nerede kaldı? Hani siz hayrını, şerrini tanır adamlar idiniz? Lâkin kabahat sizde değil... Kabahat bende ki, şimdiye kadar ettiğim tecrübelere kanmadım da, halâ bu memlekette adam arıyorum, halâ sizin gibilerinin suret-i haktan görünmesine aldanıyorum! Doğru! Hayrınızı, şerrinizi tanıyorsu­nuz... lâkin sizi hayra sevk için arkanızdan sopayı, şerden men için de göğsünüzden dipçiği eksik etmemeli... Çünkü ilk terbiyeyi bu suretle alıyorsunuz...

İçimizden biri ortada bu kadar hiddete mahal görmediğini söy­lemez mi!. Hocanın sabrı, sekineti büsbütün alt üst oldu:

"Ne demek! Dünyada daha neye kızılır? Ben sırf Allah rızası için size karşı bir taahhütte bulundum; siz de sırf kendi men­faatiniz için bana karşı bir taahhütte bulundunuz. Şimdi siz sö­zünüzde durmuyorsunuz, yalancılık ediyorsunuz, benim olanca in­tizamımı, rahatımı bozuyorsunuz da, halâ meydanda kızacak ne var diyorsunuz! Haydi şuradan cehennem olun!"

Hocanın evinden süklüm püklüm çıktık, iki üç gün sonra ben yalnızca giderek derse devam etmek istedimse de, kapıyı açan bile olmadı.

İşte dün gece gördüğüm bu mütekaid riyazi, vaktiyle bağı­mızdan geçen şu macerayı aklıma getirdi. Ne yalan söyleyeyim, öteden beri gayet nikbin olduğum halde, az kaldı bir çokları gibi ben de bedbin kesilecektim.

Bakıyorum, ayrı ayrı pekiyi adamlarız. Bizi medeniyette dün­yalar kadar geride bırakan milletlerin efradında bizdeki büyüklükler yok. Sonra bakıyorum, bir yere gelince, bir heyeti içtimaiye teşkil edemiyoruz. Çünkü o terbiyeden mahrumuz. İşte bizim muhtaç oldu­ğumuz terbiye asıl bu ikinci terbiye olacak.

23 Eylül 1326-1910

Mehmed Akif

Sebilürreşad Mecmuasında

"Muhtaç Olduğumuz Terbiye" adlı yazı.

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

EŞREF EDİP’TEN; “SİZ Mİ DİNE KARŞI DEĞİLDİNİZ?”

EŞREF EDİP’TEN; “SİZ Mİ DİNE KARŞI DEĞİLDİNİZ?”

1950 seçiminden az sonra, eski başbakanlardan, medrese kökenli Şemseddin Günaltay, İzmit CHP

"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" dediler.

Âl-i İmrân; 173

GÜNÜN HADİSİ

Allah her şeye güzel davranmayı emretmiştir. Öyle ise öldüreceğiniz zaman bile güzel öldürün. Hayvan keseceğiniz zaman güzel kesin. Sizden biri bıçağını bilesin ve kestiği hayvanı rahatlatsın.

Müslim

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI