HAYAT YOLCULUĞUNDA ÜSTADLARIM

SORU: Hocalarınızın kimler olduğu hakkında bize bilgi verirsiniz? CEVAP: İlk ve en büyük üstadım Kur'ân-ı Kerim'dir. Kur'an be­nim bu dünyada dilimi açan ilk kitaptır. Bana harfleri doğru bir şekil­de nasıl çıkaracağımı, kelimeleri açık ve anlaşılır bir şekilde nasıl te­laffuz edeceğimi ve Arab edebiyatının en güzel örneğini Kur'an öğret­ti. Ben başlangıçta Kur'an'ı düz beyaz ahşap bir levha üzerine yazarak öğreniyordum. Bu aynı zamanda benim yazımı güzelleştiriyor ve dü­zeltiyordu


2012-01-07 06:40:44

SORU: Hocalarınızın kimler olduğu hakkında bize bilgi verirsiniz?

CEVAP: İlk ve en büyük üstadım Kur'ân-ı Kerim'dir. Kur'an be­nim bu dünyada dilimi açan ilk kitaptır. Bana harfleri doğru bir şekil­de nasıl çıkaracağımı, kelimeleri açık ve anlaşılır bir şekilde nasıl te­laffuz edeceğimi ve Arab edebiyatının en güzel örneğini Kur'an öğret­ti. Ben başlangıçta Kur'an'ı düz beyaz ahşap bir levha üzerine yazarak öğreniyordum. Bu aynı zamanda benim yazımı güzelleştiriyor ve dü­zeltiyordu.

Kur'an, bana ezber yapmanın yolunu da öğretti. Benden tahtaya yazdığım kısmı ezberlemem, sonra da kamıştan yapılmış bir kalemle ve mürekkeple yazdığım bu yazıyı silmem, sonra aynı şekilde ikinci bölümü yazmam ve ezberlemem isteniyordu. Bu kalemi el-Gâb diye isimlendirmiştik. Bundan sonra da hayatım boyunca Kur'an'la meşgu­liyetim devam etti. Her sabah ve her akşam Kur'an'ı devamlı okudum.

Ben Kur'an'ı bir delikanlı iken ezberlemiştim. Sonra onu zihnim­de muhafaza etmek için hep uğraştım. Kur'an'ın nuru; sarf, nahiv, be­lagat ve edebiyat kaidelerinin delillendirilmesinde, fıkıh konularında ve Ezher'in enstitülerinde ve fakültelerinde öğrendiğim diğer ilimler­de hep benim yolumu aydınlattı. Tefsir ilmine yöneldiğim zaman önümde onun anlam ve ibretleri konusunda Kur'an'la irtibatlı geniş kapılar açıldı. Kur'an ile arkadaşlığım hep devam etti veya Kur'an'ın benimle olan arkadaşlığı hayatın yollarından geçerken benim önümü aydınlattı.

 

Hastalanıp yatağa bağlandığım vakitler oldu. Uzun veya kısa sü­reler yatakta hasta yattığım zamanlar oldu. Tertil üzere okunan Kur'an'a üç beş saat kulak vermek beni teselli ediyor ve huzur bulu­yordum. Yüce Kur'an'ın ibarelerini dinlerken hoş bir zevk hissediyor­dum. Daha önce Kur'an'ı defalarca okumuştum ve imaları üzerinde bol bol düşünmüştüm. Kur'an'ı tegannisiz ve makamsız sadece tertil üze­re okumayı, diğer her hangi bir yolla okumaya denk görmüyorum.

Okunuşlarında şüpheye düşülen kelimelerin harekelenmesinde Kur'an'ın insana çok yararlı zengin bir sözlük mesabesinde olduğuna dair pek çok defa öğrencilerimin dikkatlerini çekmişimdir. Hep hatır­larım, öğrenci iken amile fiilinin mim harfinin üstün mü, esre mi oldu­ğunu karıştırmıştım. Sonra "men amile sâlihan feli nefsin" ayetini ha­tırladım ve bu mim'in ezberlediğim gibi esreli olduğuna kanaat getir­dim. Daha böyle pek çok örnek vardır.

Sen de herhangi bir kelimenin harekelenmesinde tereddüt edebi­lirsin. O kelimenin geçtiği bir Kur'an ibaresini okuduğun zaman tered­düdün gider ve onu doğru bir şekilde telaffuz edersin.

Diyebilirim ki üstatlarımın en zirvesinde Kur'an'dan sonra Rasûlullah (s.a) vardır. O, insanlık için en yüce örnektir Allah'ın âlemlere bir rahmetidir. Bütün insanlık için bir hidayet kandilidir.

Şüphesiz Hz. Peygamber'in (s.a) kişiliğinin etkileri Kur'an-ı Kerim'in etkilerinden sonra gelir. Hz. Peygamber, Allah'ın bir lütf u ihsa­nıdır. Onun şahsiyeti gençliğimden itibaren gönlümde taht kurmuştur. Onun şahsında İslâm'ın pratik bir uygulamasını ve Kur'an'ın yaşayan bir tefsirini gördüm. Onun sireti/hal ve hareketleri, aydınlığı, ahlakı, sünneti ve rehberliği beni hep meşgul etti. Onun ashabı üzerinde bırak­tığı etki de beni meşgul etti. Yazdığım, telif ettiğim ve söylediğim şey­lerin pek çoğunda bunun semereleri ortaya çıktı. Bu apaçık Muham­medi nurun ziyasını önümde görmediğim hiçbir gün geçirmedim.

Bu büyük şahsiyetin önünde şaşkınlık hissetmeme rağmen aynı zamanda izlediğim yolu, özellikle, güvenilir tarihi kaynaklarca bütün yönleriyle tesbit edilen yegâne şahıs olan Hz. Peygamberin izlediği yollarla irtibatı andırdığımda büyük bir memnuniyet ve gurur duyuyo­rum. Gerçekten de tarih, onun hayatındaki büyük küçük bütün olayla­rı, onun her türlü hal ve hareketini, muhtelif sözlerini, hayatı ve kişili­ğiyle ilgili her şeyi tesbit edip muhafaza etmiştir. Âlemlerin rabbinin de buyurduğu gibi bütün bunlarda (bizler için) en güzel örnekler ve modeller vardır:

Ey inananlar! Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe ka­vuşmayı umanlar ve Allah'ı çok ananlar için Rasulullah en güzel örnektir. (Ahzab/21)

Bana Kur'an ezberleten kalfamı da hocalarımın başında zikrede­bilirim. Aslında bu işi yapan iki şahıs vardı. Bunlardan birisi -ismi lâ­zım değil- sert bir adamdı. Benim ayaklarım onun sert değneğinin da­ha doğrusu sert hurma lifinin darbeleriyle ne kadar da çok karşı karşı­ya geldi!..

Bir defasında babam beni bu darbelerle karşı karşıya kal­mışken görmüştü de kalfama sadece şöyle demişti: "Vur, kır, ben onu tedavi ederim." Şüphesiz babam görünürde bu sözleri tebessüm ederek söylüyordu. Fakat içinde sert bir öfke gizliyordu. Çünkü bu elem veri­ci darbeleri yiyen oğlunu görüyordu. Bu kalfamın babamdan aldığı bu cesareti istismar etmesi benim için bir talihsizlik olmuştu ve daha faz­la dayak yemiştim.

Bu sebeple ben bu kalfanın yanındayken korka korka ve titreye­rek yaşadım. Özellikle elindeki hurma daimi hareket ettirdiği zaman vücudumun bu azgın yılana bir av olacağından korkardım. Pazuları kuvvetli dev bir adamdı, kendi çocukları bile karşısında titrerdi.

Diğer kalfaya gelince ismi Şeyh Desukî Dürre olup gözleri görme­yen, zayıf bünyeli ve yumuşak tabiatlı bir adamdı. Sadece yanında ölümden söz edildiği zaman kızardı. Çünkü ölümden çok korkardı ve ölüm tehlikesi olan yerlerden imkân buldukça kaçardı. Bana Kur'an'ı bu adam sevdirdi ve ezber yapmanın zorluklarını kolaylaştırdı. Her za­man hatırlarım, bizden birimiz ezberini vermek için önüne oturduğu za­man onun sırtını sıvazlar, babasını ve ailesini över, gülümseyerek ona cesaret verici sözler söyler ve kendisine ısındırmak için ona bir üzüm tanesi verirdi. Zaman zaman sigara içer, fakat bizden birimizin onun ağ­zından çıkacak sigara dumanından rahatsız olacağından korktuğu için dumanı üflemek istediği zaman yüzünü sağa veya sola çevirir ve diğer elinin ayasını ağzının önüne koyar, karşısındaki gencin rahatsız olma­ması için dumanı yan tarafa üflerdi.

Bununla beraber âmâ kalfa, önündeki delikanlının rahatsız olma­dığından emin olmak ister, bu sebeple dumanın ona ulaşıp ulaşmadığı­nı sorardı. Genç, dumandan rahatsız olmadığını kesin olarak bildirme­sine rağmen o bir başka sefer aynı soruyu yine sorardı.

Bu kalfa çok sabırlı bir adamdı. Geçimini sağlamada yardımcı ol­ması için durmadan dinlenmeden yeşil hurma yapraklarından büyüklü küçüklü sepetler örerdi.

Aramızda bazı bozguncular vardı. Aradan bunca zaman geçmesi­ne rağmen şimdi bile onları gözümün önünde canlandırabiliyorum. Onlar bu âmâ hocanın zayıf bir noktasını buldukları zaman onu istis­mar ederlerdi. Onun zayıf noktası da yılan korkusu idi.

Biz tam kendimizi okumaya ve ezbere vermişken bu bozguncular­dan birisi aniden bağırdı: "Hocam yılan var... Cidden büyük bir yılan efendim."

Âmâ hoca gayr-i iradi bir hareketle ve bütün kararlılığıyla yerin­den fırlar ve mescide bitişik okulun odasından aniden dışarı çıkardı. Sonra babacan tavrını tekrar takınır, korku ve ürperti içinde odaya ge­ri dönerdi. Yaşça büyük gençlere seslenerek öncelikle küçükleri topla­malarını ve süratle hepsini dışarı çıkartmalarını isterdi. Odayı iyice sü­pürüp temizlemek, durumunu düzeltmek ve yakın bir kanaldan getirdi­ğimiz çamurla etrafını tamir etmek için bir günümüz boşa giderdi.

Tâbir yerindeyse hocalarımdan birisi de Hz. Ali (r.a) idi. Onun pek çok konuda benim gözlerimi kamaştıran ve beni büyüleyen yüce şahsiyetinin yanında, yine hocalarımdan birisi olarak kabul ettiğim Nehcül-Belâğa isimli bir de kitabı vardır. Gerçi bu kitapla ilişkim baş­langıçta çok sıkıcı ve bıkkınlık verici bir ilişki idi. Otuzlu yılların baş­larında bu kitap bana bir mütalaa/etüt konusu olarak verilmişti. Ben bu esnada Dimyat Din Enstitüsünde ilkokul ikinci sınıfta on üç yaşların­da bir genç idim.

Bizim o esnada yaşımız küçük, anlayış kapasitemiz dar, lügat bil­gimiz az olduğu için bu kitabın ibarelerinden pek bir şey kavrayamıyorduk. Bununla beraber bu kitap imam Muhammed Abduh'un yaptığı talikiyle, tahsil yıllarım esnasında hep gözümün önünde durdu. Her ne kadar ben aynı zamanda kitaptaki Hz. Ali'ye nisbetinden şüphe duydu­ğum ve onun söylemesini imkânsız gördüğüm şeyler sebebiyle büyük bir tedirginlik taşısam da vaaz ve dini hitabette, ondan yararlanacağım alıntılar yapmaktan kendimi alamadım.

Kitabın büyüklüğünü ve mükemmelliğini yavaş yavaş anlamaya başladım. Zaman geçtikçe kitabın önemi ve ciddiyeti benim için açık­ça ortaya çıktı. Düşünmek, yazmak hitabet ve telif gibi işlerle meşgu­liyetim arttığı zaman İbn Ebil-Hadid'in Nehcül-Belâğa şerhine kendi­mi daha fazla verdim. Onun vasıtasıyla görüş alanım genişledi. Kapa­lı kilitlerin pek çoğu benim için açıldı. Bu sebeple ondan gittikçe daha fazla yararlanmaya başladım. Günahıyla sevabıyla onun nefis şarabın­dan daha çok içtim. Bu kitap, benim peş peşe çıkarmaya başladığım ve bundan sonra da devam edecek olan Mevsüatü'l-Fedâ isimli seri eseri­mi hazırlarken başvurduğum kaynaklar arasında yer alır. Bu serinin içinde yer alan kitaplardan bazıları şunlardır; el-Fedâufı'l-lslâm, Fidâ-iyyünefi Târihi'l-İslâm Ebtâkı Akidetin ve Cihâdın, Beyne'l-Vefai ve'l-Fedâ ve Ricâlun Sadeküs .. .vs.

Muhammed Abduh'un Nehcu'l-Belâğa'nm değerini terennüm eden sözlerinin kıymetini de anlamış bulunuyorum. Onun bu konuda­ki sözlerinin içinde şu ifadeler yer almaktadır:

Ben (bu kitapta) zaman zaman nûranî bir aklın varlığını müşahe­de ediyordum. Bu akıl cismani bir yaratığa benzemiyordu. İlahi bir konvoydan ayrılmış da insani bir ruhla birleşmiş gibiydi. Bu akıl onu fizik âleminin örtülerinden sıyırmış ve melekût âlemine yükseltmişti. Zihnini karıştıran şüphelerden onu kurtardıktan son­ra parlak bir nurun müşahede edildiği yere kadar ulaştırmış ve tak­dis (saygı ve hürmet) esintilerini hissedinceye kadar orada iskân etmiştir.

Zaman zaman sanki hikmet sahibi ve her sözü yerli yerince söy­leyen bir hatibi dinliyordum. Bu hatip en seçkin kelimelerle ve ümmetin işlerine yön verecek sözlerle insanlara sesleniyordu. On­lara doğrunun nerelerde olduğunu öğretiyor ve şüpheli yerleri gösteriyordu. Kargaşanın kaygan zeminlerine karşı onları uyarı­yor, siyasetin inceliklerini onlara öğretiyor, akıllı ve zeki olmala­rı için rehberlik ediyordu. Onları liderlik makamına yükseltiyor, tertip ve düzenin zirvesine çıkartıyor ve güzel bir akıbetle onları onurlandırıyordu.

Şayet kendilerinden ilim öğrendiğim, ders aldığım veya yanların­da oturduğum hocalarımı saymak isteseydim, onları tek tek saymaktan yorgun düşerdim. Bunlardan örnek olmak üzere şunları hatırlıyorum; Şeyh Ahmed Ali, Şeyh Mahmud Halife, Şeyh Mahmud el-Mahmûdî, Şeyh Ahmed Nasır, Üstad Abdülaziz Abdülhak, Şeyh Ahmed Şefi es-Seyyid, Şeyh Ahmed Ammara, Şeyh Kâmil Hasen, Şeyh Hâmid Mus­tafa, Üstad Ahmed Yusuf Necati vs...

Kendi köyüm olan Becelât'daki Kur'an Kursundan başlayarak zo­runlu olarak gittiğim medreseye, Dimyat Din Enstitüsüne, Liseye ve Arab Dili Fakültesine kadar çeşitli öğrenim kademelerinde onlarca ho­cadan ilim aldım.

Bir insanın ders aldığı hocaları çok olmasına rağmen bunlardan kalıcı tesiri olanlar sınırlı olur. Gerçi ben bana ilim öğreten herkese karşı vefa duygularımı içimde saklıyorum. Köy evimde öğrendiğim şu ibareyi hep zihnimde muhafaza ederim: "Bana bir harf öğretenin kölesi olurum."

En çok hayırla andığım hocalarımdan birisi Şeriat Fakültesinde hoca iken rabbine kavuşan Şeyh Mahmud Halife'dir. Onu otuzlu yılların sonlarında Zekâkik Din Enstitüsünde öğrenci iken tanıdım. Onu güleryüzlü, zarif görünümlü ve tatlı sözlü bir adam olarak gördüm. On­dan dinlediğim ilk derste beni kendisine bağlamıştı. Bizim edebi me­tinler ve kompozisyon dersimize giriyordu. İki hafta sonra benim ede­biyata ve dergilerde yazı yazmaya olan meylimin farkına vardı. Ben­den yayınlamadığım bazı makalelerim hakkında bilgi istedi. Kendisi­ne bazı makalelerimi verdim. Bir hafta sonra bu makalelerimden biri­sinin, Üstadın çocuklarının idare ettiği haftalık el-İslâm dergisinde ya­yınlandığını gördüm. Söz konusu dergiyi Abdurrahman Halife, Abdulfettah Halife ve Mahmud Halife çıkartıyordu.

Benim makalem dört sahife kadar bir yeri kaplamıştı. Bu beni çok sevindirdi. Teşekkürlerimi sunmak için üstada koştum. Üstad, büyük bir alçakgönüllülük gösterdi. Dini yazılar konusunda Allah'ın izniyle istikbalimin parlak olduğunu söyledi. Bundan sonra da benim makale­lerimi yayınlamaya ve bana yön vermeye devam etti. Aradan günler geçti. Şeyh, Şeriat Fakültesine hoca olarak gitti. Ben de Arab Dili Fa­kültesine öğrenci olarak kaydolmuştum. Üstad Kahire'deki İç İşleri Bakanlığının önündeki Şâmiyye Camiinde sürekli olarak Cuma hutbe­si okuyordu. Ben de onu dinlemeye koşardım. Onun hutbeleri haftalık İslâm mecmuasında yayınlanırdı. Onun hutbeleri uzun soluklu hutbe­ler idi. Üstad bu hutbelerinde kıyamet konularını ve toplumsal olayla­rı ele alırdı. Onları dinledikten sonra ayrıca yayınlanmış şeklini de okur ve incelerdim. Bir Cuma hatibinin neleri gözetmesi gerektiğini bu yolla öğrenmiştim. Aralıksız süren bu gayretlerden sonra el-Münira Mescidindeki, Ezher Camiindeki, Rufai Mescidindeki hatipliğim esna­sında bunlardan yararlandım.

Üstad, Sudan veya Somali'ye gittiği zaman yerine hatib olarak be­ni bırakırdı. Şâmiye Mescidinde minbere çıktığım bu cumaları hep ha­yırla yâd ederim. O benim hem şeyhim hem üstadımdı.

Dimyat'taki ilköğrenim aşamasındaki hocalarımdan birisi Allah rahmet eylesin Şeyh Ceber idi. Bize tecvid öğretir ve Kur'an ezberle­rimizi dinlerdi. Bol elbiseli ve gür sakallı bir adamdı. Onda korkutucu bir heybet vardı. Elinde uzun ve kalın bir sopa bulunurdu.

Önünde oturmamız ve ezberlerimizi dinletmemiz için bizi sırayla çağırırdı. Sıra bana gelmişti. Bize rub başlarını sorması âdetten idi. Her bir rub'un başladığı ayet bizim zihnimizde gayet açık bir şekilde mev-cuttu. Bunu daima teklemeden söylerdik. Al-i İmran süresindeki benim başlayacağım yerde ıstılâhi taksime göre rub başlangıcındaki âyet "Ley-su sevaen min ehli'l-kitabi ümmetün kaametün..." diye başlıyordu.

Fakat şeyh bana sert bir şekilde: "Oku bakalım: min ehli'l-kitabi" dedi. Zihnimde "min ehli'l kitabi" diye başlayan bir rub'u aramaya baş­ladım. Fakat bulamadım. Çünkü ben "leysü sevaen min ehli'l-kitabi..." ibaresiyle başlayan rub'u ezberlemiştim.

Bir anlık bir süre uzun bir zaman gibi geldi bana. Şeyh sert bakış­larla dik dik bakıyordu. Benden sel gibi ter akıyordu. O anda sadece şeyhin koluma inen kalın sopasını hissedebildim. O şöyle diyordu: Oku ey cahil: "Leysü sevğen min ehli'l- kitabi..." Bana başlayacağım rub'un sadece anahtarını vermesiyle hemen süratle, korku ve elem için­de okumaya başladım.

Bu olayın üzerinden kırk beş seneden fazla geçtiği halde bu satır­ları yazıyorum. Aradan bunca zaman geçmesine rağmen hala unutama­dım. Şeyh bu davranışıyla bende Kur'an'ı ezberden okumaya ve imti­hana karşı bir korku meydana getirdi. Ey Kur'an hocaları! Böyle bir metoda başvurmaktan kesinlikle sakının. Yeni yetişen gençleri Kur'an-ı Kerim'in bahçesinden nefret ettirmeyin

Yine bu aşamadaki hocalarımdan birisi Dinyat'tan Şeyh Mutavi isimli hoca idi. Bize Hanefi fıkhını okuturdu. Bize takrir ettiği kitabın ismi hatırladığıma göre Merak'il-Felah idi. Şeyh, kitaptan kendi yaptı­ğı özeti bize yazdırmayı çok severdi. Her gün sabahleyin özet notlar­dan iki sahifeyi kendisine dinletmemizi bize zorunlu tutardı. Ben bu iş­ten usanmıştım ve yapamıyordum. Kitapları ve dergileri okumak beni fazlasıyla meşgul ediyordu. Ezberlememiş olmanın cezası şeyhten yi­yeceğim yumruklardı. Şeyh ceza olarak sertçe kollarımı büker ve kaba yerlerime yumruklarını indirirdi. Allah rahmet eylesin kasları çok güçlü idi. Benim dışımda pek çok kişi de aynı ceza ile karşılaşmıştı. Ben şimdi Şeyhin bu yönteminin beni pek çok defa dersten kaçmaya mec­bur ettiğini derin bir üzüntüyle anlatıyorum. Dersten kaçtığım zaman Enstitünün yakınında bulunan Dimyat Mahkemesindeki mahkeme otu­rumlarını izleyerek vakit geçiriyordum. Doğal olarak bu, şeyhin sırtı­mıza indirdiği acı verici yumruklardan korkup kaçtığım dersimin de aleyhine oluyordu.

Bilmeden bana faydalı olduğuna inandığım hocalarımdan birisi, fakültedeyken bize mantık dersine giren hocaydı. Onun ders anlatma yöntemi hiçbirimizin hoşuna gitmez ve bir şey de anlamazdık. Fakat öğrenciler anlamadıklarını açıkça söylemekten çekinirlerdi. O zaman­lar Ezher'de geçerli bir adet vardı; hoca dersin herhangi bir ünitesini bi­tirdiği zaman öğrencilere: "Anladınız mı?" diye sorardı. Öğrenciler su­sarlar, fakat ben bir tereddüt ve utanma duygusu içerisinde: "Anlama­dım" derdim.

Şeyhin yüzünde bir memnuniyetsizlik ifadesi belirir ve diliyle ba­na bazı olumsuz sıfatlar yakıştırırdı. Fakat ben sabrederdim. O, bağıra bağıra tekrar anlatmaya başlar, fakat ben de dâhil, öğrenciler yine anla­mazlardı. Şeyh "Anladınız mı?" diye tekrar sorardı. Sanki o, anladığı­mıza dair kuvvetli bir "evet" cevabını bizden zorla almak istiyordu. Fa­kat kalın kafalı genç -ki o ben idim- yine tereddüt ve utanma duygusu içinde "anlamadım" derdi. Şeyh, tekrar bütün kötü vasıfları öğrencisi­ne sayıp döker, sonra yine aynı yöntemle dersi üçüncü defa tekrarlardı. Sanki bunun son tekrar olduğunu ve bundan sonrasının cehennem oldu­ğunu ve cehennemin ne kötü bir yer olduğunu ifade eder gibiydi.

Öğrenciler yine anlamazlardı. Fakat ben şeyhin bu sefer kaba kuv­vete başvuracağından veya önündeki bazı aletleri kullanacağından kor­kardım. Üçüncü defa: "Anladınız mı?" diye sorar sormaz sadece dilim­le: "Evet, anladık" derdim.

Şeyh bunu duyunca hemen bir kelime-yi şehadet getirir. Rabbine hamd eder ve derin derin nefes alarak "Elhamdülillah... Nihayet aptal çocuk da anladı" derdi.

Hâlbuki aptal çocuk da diğer öğrenciler de anlamamışlardı. Fa­kat onlar selameti tercih etmişlerdi. Benim durumum onlar için bir ib­ret idi...

Şeyhin bu yöntemi beni önce Allah'a güvenmeye sonra dersin ki­tabını ve konularını okurken kendime güvenmeye şevketti. Dersi öğre­nirken takındığım bu bağımsız tavırdan sonra konuları hazmedebilir hale geldim ve imtihanda da en yüksek dereceyi aldım. Şeyh benim bu başarımı öğrenince şöyle demeye başladı: "Tabii o benim öğrencimdir ve benim terbiyemden geçmiştir."

Böylece şeyh farkında olmadan bana yararlı oldu. Allah rahmet eylesin.

Farkında olmadan bana yararlı olan bir hoca daha vardı ki ilim sa­hibi bir zattı ve adeta kendisinden bilgi fışkırırdı. Fakat onun kusuru da bildiklerini öğrencilerine tertipsiz ve düzensiz olarak rastgele anlatmasıydı. Fakültenin son senesinde bize İmam Abdülkadir'in Delâilul I'caz ve Esrar'ul-Belâğa isimli iki kitabını okutmuştu. Tuhaf bir sürat­le konuşurken öfkeyle ağzından köpükler saçardı. Kendisini iyi dinle­mek için kasden önüne otururdum. Fakat umduğum faydayı bulamaz­dım. Sonunda üstadın açıklayacağı konuyu sabahleyin derse girmeden önce okumaya karar verdim. Konunun bölümlerini kendi kendime an­lıyordum.

Hocanın önüne oturduğum zaman bu bölümler bir araya gelmeye­cek şekilde paramparça oldu. Onun yöntemi beni bir tufanın içine bı­rakmıştı. Bunun üzerine ben kendi denediğim yönteme döndüm. Bu, önce Allah'a sonra kendime güvenmekti. Derste dinlediklerimin hepsi­ni unutmuştum. Kitabı geceleyin tekrar okudum. Yavaş yavaş istedi­ğim konuyu tekrar öğrendim. Övünmek için söylemiyorum, o sene be­lagat dersinden en yüksek dereceyi almıştım.

Bir de bazı yönlerden benim hoşuma giden, diğer bazı yönlerden de beni kızdıran hocalarım vardı. Onlardan bir örnek hatırlıyorum.

Rahmetli büyük âlim Şeyh İbrahim el-Cibâli. Kalemini ve tefsir konu­sundaki yazdıklarını çok beğenirdim. Sonradan Nur'ul-İslâm ismini alan Ezher mecmuasındaki makalelerini tutkuyla izlerdim... İlimde bir derya idi. Fakat onun bir de beni öfkelendiren yönü vardı... Zaten kimin sa­dece iyi yönü olur ki?...

Yıl 1945.. O sene Ezher'den mezun olup diplomaya ve uzmanlığa hak kazananların ilki ben idim. Sabık Mısır meliki Kral Faruk'un ilk mezunlar için düzenlediği törene davet edilmiştim. Tören, İskenderi­ye'deki Rasut-Tin Sarayında yapılacaktı.

Törene ilk beş dereceye giren mezunlar çağrılmıştı... Bunların bi­rincisi de ben idim. Bizi krala takdim görevini Şeyh Cibali üstlenmiş­ti. Çünkü o esnada kendisi benim mezun olduğum Arab Dili Fakülte­sinin dekanı idi. Üniversitelerin en kıdemlisi Ezher olduğu için onun ilk beş dereceye giren mezunları da ilklerin başında yer alıyordu. Bu­nun anlamı şu idi: Ben, kralla musafaha edenlerin ilki olacaktım.

Uzun bir kuyruğun içerisinde ilk sırada biz duruyorduk. Yanımda da takdimle görevli Şeyh el-Cibali bulunuyordu. Şeyh bana sordu: "Kralı selamlama yöntemini biliyor musun?" Şaşkınlıkla cevap verdim: "Selamlama yöntemi mi? Özel bir se­lamlama yöntemi mi bulunuyor? Tabii ki elimle onu selamlayacağım."

Şeyh şaşırdı ve öfkesini bastıran bir sesle bağırdı: "Ey kara mol­la. Onun elini öpmen gerekir." Bu ifadeyi bir kaç defa tekrarladı.

Ben ona dedim ki: "Fakat nasıl olur, ben artık fazilet sahibi âlim­lerden birisi oldum. Ben bir insanın elini nasıl öperim?"

Şeyh öfkesine hâkim olamayarak dedi ki: "Felsefe yapmaya gerek yok?" Anladım ki münakaşa uzadıkça uzayacak. Ona dedim ki: "Kork­ma hocam! (Problem çıkarmam)." Hoca memnuniyetini ifade etti. Biraz sessizce bekledi, fakat daha sonra tekrar şöyle dedi: "Efen­dimizin elini öpmeyi unutma ha! Tamam mı?" Ben tekrar: "Gönlün rahat olsun hocam!" dedim.

Benim arkamda hocanın yakın arkadaşı Üstad Muhammed Seyyid Bekr duruyordu. Hocanın dalgınlığını fırsat bilerek arkamdan bana fı­sıldadı: ne yapacaksın? Ben de yavaşça ona şöyle dedim: "Ben asla hiç kimsenin elini öp­mem. Sen de benim yaptığım gibi yap!" Hoca bana tekrar "Efendimizin elini öpmeyi unutma ha!" diye tenbih etti.

Kral ile musafaha yapmak üzere ilerlememiz için bir işaret geldi. Kral, ahşaptan yapılmış yüksekçe bir yerde duruyordu. Yanında da Şeyh el-Meraği vardı. Bol ve geniş elbisesiyle Şeyh Cibali ilerledi ve benim ismimi ve ilmî derecemi söyledi.

Ben gayet basit bir şekilde ve başım dik olarak ilerledim, krala se­lamımı verdim ve musafaha ettim. Şeyh dehşet ve şaşkınlık içinde kalmıştı...

Tören sonunda Şeyh Meraği ile karşılaştım. O, güzel musafaha yöntemimi övmeyi ihmal etmedi ve bana şöyle dedi: "Tıpkı başarılı bir öğrenci olduğun gibi onurlu bir âlim olacağını da umuyorum."

Allah, Şeyh Meraği'ye rahmet eylesin. Allah'ın rahmeti Şeyh Cibali'nin de üzerine olsun.

Düşmanlarım da benim hocalarımdandır. Çünkü onlar da farkında olmadan bana yararlı olmuşlardır. Onlar, düşmanlıklarıyla, kinleriyle, gerçekçi veya ayıplayıcı tenkitleriyle beni izleyen kişilerdir. Onlar bu­nunla farkında olmadan bana hatalarımı ve zayıf noktalarımı gösteri­yorlardı. Ben de gücüm yettiğince bunlardan sakınıyordum.

Hiç unutmam, beni küçümseyen bir meslektaşımın bana karşı kullandığı alaycı bir kelime bile benim güçlenmeme, onu geçmek için ısrarla çalışmama sebep olmuştur. Öyle zannediyorum ki o bu­nun sonucunu bilmiş olsaydı o kelimeyi söylemezdi. Bana düşman­lıkta ısrarcı olur ve önümü kesmeye çalışırdı...

Hocalarımdan birisi de etrafında durmadan akıp giden ve uzayan hayattır. Eskiden beri söylenilen şöyle bir söz vardır: "Annesinin baba­sının terbiye etmediği kimseyi gece ve gündüz terbiye eder." Ben de hep söylerim: Hayat, yaşayanlardan daha güçlüdür. Hayat, verdiği derslerle ve tecrübelerle, tadı ve renkleriyle, öğüt ve ibretleriyle büyük bir medresedir.

Uzun zamandan beri şunu söylerim: Zaman, problemleri en iyi çözümleyendir. Çok iyi hatırlıyorum; önümdeki çözüm yollarının ta­mamen kapandığı pek çok durumla karşı karşıya kaldım fakat hayat, tecrübeleriyle, dersleriyle ve yaratıcının tasarrufuyla imdadıma geldi ve Allah'ın izniyle çıkış yolları bulundu ve problemler çözümlendi.

Hayat bana sadece iyilikleri ve semereleriyle öğretmenlik yapma­dı ve yararlı olmadı. Zorlukları ve meşakkatleriyle de yararlı oldu. Bir filozofun şu sözünü daima hatırlarım: "Ben kötülük yapmak için değil, fakat ondan sakınmak için kötülüğü öğrendim. Kötülüğün insanlardan nasıl geleceğini bilmeyen kimse onun içine düşer."

Ben hayatı kuvvetli bir şekilde hissediyorum. Uzun bir süre hayat­la dini veya din ile hayatı birbirine bağlamak beni meşgul etti. Belki de bu duygunun etkisiyle bu konuda pek çok kitap yazdım. Mesela ed-Di-nu ve'i-Hayat, Beyne'd- Dini ve'd-Diinya, Yes'elüneke fid-Dini ve'l Ha­yat ve Tevcihatu'r, Rasûlü lil-Hayati ve'l-Ahya.. .vs.

Hayat...Hayat...Hayat... Şüphesiz o, fazlasıyla önem ve ihtima­ma layıktır.

Hocalarımın arasında önemli ve etkili bir hoca daha vardır ki onu da unutamıyorum. Bu hoca Cuma minberidir. Abdulmelik İbn Mervan'ın şu sözleri beni devamlı etkilemiştir: "Minberlere çıkma ve hata yapma korkusu beni ihtiyarlattı."

Minber beni de ihtiyarlattı, bana çok şeyler öğretti ve beni eğitti. Minber konuşmalarına 1930 yılında kendi köyüm olan el-Becelât'ın küçük camiinde başladım. Mısır'ın çeşitli bölgelerinde, Filis­tin'de, Lübnan'da, Suriye'de, Libya'da, Cezayir'de, Kuveyt'te ve daha başka ülkelerde minbere çıkıp insanlara hitabettim. El-Becelât, el-Münira, el-Ezher, er-Rufaî, el-Kahya, es-Sabah ve diğer mescidlerde hita­bettim ve hala da hitab etmeye devam ediyorum.

Cuma minberi bana kendi aklımı, düşüncemi insanlara nasıl arz edeceğimi öğretti. Yarım asra yakın bir süredir hitab ettiğim halde hala minberin korkusunu ve haşmetini hissediyorum.

Minber, dini bilgilerimi ve lügat kültürümü geliştirmede ve kala­balıklarla birlikte namaz kılmamda en büyük yardımcım oldu. Bir üstad olarak minber pek çok günde düşünme fırsatını hazırladı. Düşün­me fırsatım başlangıçta sınırlı idi, sonra günler geçtikçe bu genişledi ve gelişti. Hocalarım hakkında söylemek istediğim şeyleri söyleyebildim mi?...

Heyhat...

Kaynak

Prof. Dr. Ahmed El Şerbasi

Soru Cevaplarla İslam Fıkhı adıyla dilimize Çevrilen "Yes'elünek" adlı eserinin önsözünden

Özgü Yayınları

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

MUALLİMLERİMİZ NELERE DİKKAT ETMELİ?

MUALLİMLERİMİZ NELERE DİKKAT ETMELİ?

İnsanları tenvir ederek cehaletten halas eden, onları atalet ve sefaletin karanlık gecelerinden

HÜRRİYET ADINA KAYBETTİKLERİMİZ

HÜRRİYET ADINA KAYBETTİKLERİMİZ

Dr. Alexis Carrel Her insan keyfine göre yaşamak ister. Bu insanın doğuştan gelen bir dileğid

ŞAFAĞIN IŞIĞINDAKİ SIR

ŞAFAĞIN IŞIĞINDAKİ SIR

“Annemin memnun bir eda ile: “Bu sabah kahvaltıdan önce ne yaptığımı dünyada tahmin edeme

UBEYDULLAH-I AFGÂNÎ İLE SEBÎLÜRREŞÂD İDÂREHÂNESI’NDE BİR MUHÂVERE

UBEYDULLAH-I AFGÂNÎ  İLE SEBÎLÜRREŞÂD İDÂREHÂNESI’NDE  BİR MUHÂVERE

Ubeydullah-ı Afgānî” nâmında bir zât tarafından geçenlerde Kavm-i Cedîd ünvânıyla neş

MAÂRİF, DİN EĞİTİMİNİ EN İYİ ŞEKİLDE VERMELİDİR

MAÂRİF, DİN EĞİTİMİNİ EN İYİ ŞEKİLDE VERMELİDİR

İnanmak yaradılışın bir gereğidir. Din, aklın mâverâsında, zekânın fevkinde bir mürşi

MELİK FAYSAL’IN YAHUDİ KİSSİNGER'E VERDİĞİ TARİHİ CEVAP

MELİK FAYSAL’IN YAHUDİ KİSSİNGER'E VERDİĞİ TARİHİ CEVAP

Melik Faysal'ın en önemli gayelerinden birisi, Filistin meselesi ve Mescid-i Aksâ'nın hürriyeti

NESLİN EĞİTİMİNDE MAARİFE DÜŞEN VAZİFELER

NESLİN EĞİTİMİNDE MAARİFE DÜŞEN VAZİFELER

Mânevîyatsız ilmin, beşeriyete felâh ve huzur yerine, şüphe, tereddüt, hatta ızdırap verdi

NASIL BİR MAARİF?

NASIL BİR MAARİF?

Yıllardır ilmî ve fikrî çalışmalarım arasında memleketimizin mânevî, ahlâkî, derûnî

GENÇLERİ HEDONİZM ÇILGINLIĞINA İTENLER

GENÇLERİ HEDONİZM ÇILGINLIĞINA İTENLER

Diyorlar ki: Dünyaya bir kere gelinir. Sonun başlangıcı yoktur. Gülün, eğlenin, bir yıldır

HİCRET VE HAREKET

HİCRET VE HAREKET

Hicret, tâ ezelden ebede, âlem-i vücubdan âlem-i imkâna, daire-i ilimden daire-i kudrete, tâ

ORUÇ, ORUÇ BOZMAK VESAİRE

ORUÇ, ORUÇ BOZMAK VESAİRE

Ramazan ayının hususiyeti oruç. Orucun hususiyeti de kendisine ait meseleler. Başında; tutan tu

İman edip salih ameller işleyen kimseler için mağfiret ve bol rızık vardır.

Hac, 50

GÜNÜN HADİSİ

İşçi işverenin malından mesuldür.

Buhari

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI