KENDİ DİLİNDEN ESAD COŞAN HOCAEFENDİ’NİN HAYATI-2

ASKERLİK ANILARI …Askerlik yaptım. Bizim askerlik yaptığımız zaman, 1412 kişi vardı Tuzla Piyade Okulu'nda... Bunların içinde benim ilâhiyattan birkaç talebem vardı, başka bölüklerde... Bir de yüksek İslâm enstitüsünden mezun, imam-hatipten mezun kimseler vardı. Yetmiyor yüksek İslâm enstitüsü mezunu olmak, imam-hatip okulu mezunu olmak, ilâhiyat mezunu olmak; namaza gelmiyorlar. Bizim gittiğimiz camiye namaza gelmeyenleri vardı, içki içenleri vardı, müslümanların yüzü karası olanları vardı. Yetmiyor.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2012-02-01 04:21:49

ASKERLÄ°K ANILARI

…Askerlik yaptım. Bizim askerlik yaptığımız zaman, 1412 kişi vardı Tuzla Piyade Okulu'nda... Bunların içinde benim ilâhiyattan birkaç talebem vardı, başka bölüklerde... Bir de yüksek İslâm enstitüsünden mezun, imam-hatipten mezun kimseler vardı. Yetmiyor yüksek İslâm enstitüsü mezunu olmak, imam-hatip okulu mezunu olmak, ilâhiyat mezunu olmak; namaza gelmiyorlar. Bizim gittiğimiz camiye namaza gelmeyenleri vardı, içki içenleri vardı, müslümanların yüzü karası olanları vardı. Yetmiyor.

Ne lâzım?.. Başka bir şeyler lâzım!.. O başka şey nedir?.. Allah'ın sevdiği bir insan oldu mu, Allah insanın kalbini nurlandırdı mı, işte o zaman istediğimiz insan oluyor. Onun için aşk lâzım, takvâ lâzım, ihlâs lâzım! O da tasavvufla oluyor. 1. 1. 1995 – Warrnambool Sydney / AVUSTRALYA

…Bakmayın böyle sakalımın aklığına... Askerdeyken pentatlon şampiyonu idim. Hem de akranımdan askere 10-15 sene geç gittiğim halde. 24. 03. 1996 – İstanbul

Askerde bizi talim yapmak için atış alanına götürdüler. Tüfek burda; karşıda toprağı yığmışlar dört beş metre yamaç yapmışlar. Toprağın önüne koymuşlar hedefleri... Tahta, hedef var üstünde, numaralamışlar hedefi... Yâni kurşun hedefe vurmaz da arkalara giderse, toprağa saplansın, bir yere zarar vermesin diye arkasına yüksek duvar gibi meyilli toprak yığmışlar, yumuşak toprak koymuşlar. Bizim talim için gittiğimiz arkadaşlar da, hepsi üniversite mezunu... Çoluk çocuk değil yâni. Öyleleri oldu ki tüfeğe yattılar, ateş etmek için. Hedefe nişan aldılar, tetiği çektiler. Cıvvv diye bir ses çıktı, havada uçtu gitti kurşun... Yâni toprak tepeyi bile tutturamadılar. Acemi, bilmiyor işte... Şurdaki hedefi vuracak, arkasındaki toprağa bile değil, havaya gidiyor. Kim bilir nasıl attıysa, kurşun böyle cıvladı gitti. Eylül, 1997 - Newcastle / İNGİLTERE

…Biz askere gittiğimiz zaman bazıları nöbetten kaçıyorlardı. Biz, "Senin nöbetini biz tutalım!" diyorduk. Niye?.. Biz nöbetin sevap olduğunu biliyoruz da ondan...

Biz askerliğe bir vakit önce gidelim de bir vakit daha fazla sevap alalım diye öğlen yemeği yemeden gitmiştik askere... Öğleni yiyelim de ondan sonra gidelim demedik, daha çok saat orda olalım diye gittik. 11. 2. 1992 - Bakırköy / İSTANBUL

…Ben askerlik yaparken, bir general beni makamına çağırmıştı. Kendi birliğinde çalışan bir asteğmen olarak değil de, İlâhiyat Fakültesi'nden doçentlik payesini almış bir kimse olarak, lâyık olmadığım iltifatı gösterdi.

Oturttu karşısına, sordu bana:

"--Hocam çok merak ediyorum, bu Türkler bu İslâm dinine niçin girmişler?" dedi.

Baktım paşa hazretleri müteessif... Niye müslüman olduğumuzu anlayamıyor ve teessüf ediyor buna... Öyle bir edâ ile söyledi. Yâni, demek istedi ki: "Ne olurdu hristiyan olsaydık. Ne güzel, işte Batı'da görüyoruz; içki içiyorlar, kadın erkek münasebetlerinde daireleri, meşrebleri, havsalaları son derece geniş..." gibi böyle bir his içinde... "Nerden de bulmuşlar bu müslümanlığı?.. Bula bula müslümanlığı mı bulmuşlar?.." demek gibi söyledi.

Ben de dedim ki:

"--Bizim ecdadımız müslümanlığı sosyal ve coğrafî şartlar dolayısıyla tesadüfen karşılaştıkları bir inanca girmek tarzında benimsemediler. O zaman mevcut bütün inançları tanıyıp, tadıp tercih ederek girdiler."

Tabii, asker olduğu için bir de ona, "Askerlik bakımından da İslâm'dan daha güzel bir din bulamazsınız!" dedim. "Askerlik mesleğini bir mübarek, mukaddes meslek haline getiren İslâm... Nöbeti bir ibadet haline getiren İslâm... Allah yolunda, başkalarının sınırların arkasında huzur içinde yaşaması için, canından geçmeyi bir ideal olarak insanlara aşılayan İslâmdır, paşam!.. Bunları hangi dinde bulacaksınız?.. Bulamazdınız ki, bulamazsınız ki..." dedim.

Ben sözü o tarafa getirince, bizim alay komutanı da Roma'da ateşemiliterlik yapmış:

"--Tamam paşam, ben de Roma'da bulundum. Onlarda hiç akla mantığa uygun bir taraf da yoktur." dedi.

Paşa hazretleri çok takdir etmiş anlaşılan, ben emekli olduktan sonra hâlâ bana bayramlarda tebrik gönderirdi. Verdiğim cevaptan memnun olmuş yâni... İşin gerçeği de budur. 11. 2. 1992 - Bakırköy / İSTANBUL

…Askerlik yaptığım yıllarda yedek subay okulunun birinciliğini, beş vakit namazı okulun camisinde kılan terbiyeli, sakin, çalışkan bir fizik mühendisi kardeşimiz kazanmış: şeref kütüğüne çiviyi o çakmıştı: Diğer imanlı ve musalli kardeşler de iyi dereceler almışlardı. Daha sonraki kıta hizmetinde de dindar yedek subayların görevi daha ciddiye aldığı, nöbeti bir ibadet şevkiyle tuttuğu, daha başarılı olduğu apacık görülüyordu. Komutanlar, içki içen, kumar oynayan, anarşist, imansız yedek subaylardan yaka silkerlerdi. Benim alay komutanım içkici ama çok hakşinas ve dobra dobra bir kişiydi. Komşu tümende kendisinin sınıf arkadaşı olan bir başka albayın terbiyesini, dürüstlüğünü hayranlıkla anar, onun çok dindar olduğunu özellekle bildirirdi. Tâkip ettim, kendisi albay olarak emekliye ayrıldı, ama dindar arkadaşı orduda Tümgeneralliğe kadar yükseldi. KADIN ve AİLE, EKİM 1989

... Bendeniz 1971'de yedek subay okulunda iken 1412 okumuş, yüksek tahsilli subay adayının üçte ikisi oruç tutuyordu, şimdi nisbet muhakkak ki daha da artmıştır. KADIN VE AİLE OCAK 93

Askerlikte bir doktor vardı, terbiyesiz neler anlatıyordu. --İnsan tabii askere gitmiş, mecburen her çeşit insanla harman, orda askerlik yapıyorsun.-- Yaptığı mel'anetleri, günahları saya saya bitiremiyordu. Şimdi ona, muayeneye gidilir mi böyle bir hayduta?.. Gidilmez!.. O zaman, tedbir alması lâzım müslümanların... Güncel Sorular-1

Ben askere gitmiştim. Askerdeyken maaşlara zam gelmiş; bizim zamsız aldığımız zamanların parasını biriktirmişler. Ben askerden geldim. Üniversiteden dediler ki, --Allahu a'lem, ondörtbin lira mı, onyedibin lira mı bir para-- "Eksik aldığınız maaşların tamamı bu!" dediler.

O zamana kadar, o kadar para görmemiştim ben... Dedim ki, "Şimdi ben zengin oldum. Ne yapayım, ne yapayım?" dedim. Zengin ne yapar?.. Hacca gider. Tamam... Bir dilekçe yazdım, üniversite rektörlüğüne: "Hacca gideceğim için, şu tarihler arasında bana müsaade verilmesini arz ederim." dedim.

Niye böyle dobra dobra söyledim?.. Hac o zaman kışa geliyordu. Karda, kışta öksürükten, biz yirmi gün, yirmibeş gün hasta yatıyorduk. Titriyorduk buralarda... O kadar soğuktu o seneler... Şimdi güzel, lâtif havası... Niye böyle dedim?.. İzin vermezler ya, üniversitede mektep, medrese tahsil devam ediyorken, talebelere ders veriliyorken hocayı gönderirler mi?.. Göndermezler ama, ben de kurnazlık yapıyorum. Eğer haccedemeden ölürsem, --o sene öldüm meselâ, hac yapamadım, öldüm-- diyeceğim ki: "Yâ Rabbi, ben dilekçe vermiştim, onlar müsaade etmemişlerdi." Niyetim bu, maksadım bu... Dobra dobra onun için yazdım.

Rektör dekana demiş ki, "Yâ söyleyin şu mübareğe, dilekçesini değiştirsin." Böyle dobra dobra, hacca gideceğiz denilir mi o devirde?.." Değiştirdik. "Peki, nasıl istiyorsa öyle yazalım!" dedik. Yazdık işte inceleme, araştırma vs. Biz de Allah'ın rahmetini araştırıyoruz buralarda, onun için dedik. Dilekçeyi değiştirdik, çıktık geldik. Neden?.. Ya gelirim, ya gelemem! Ya ölürüm, ya kalırım!.. 24 Mayıs 1993 – MEDİNE

DOKTORA TEZÄ°NÄ° HAZIRLAYIÅž

Bendeniz, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin (KS) hayatını araştırmak için, o kadar gayret ettim ki; "Ah o devirden kalma bir kitâbe bulsam!.. Ah yeni bir şey çıkarsam ortaya!.." diye, mezar taşlarını bile araştırdım. Hiçbir alimin sözünü, o öyle söyledi diye incelemeden almadım. Köprülü öyle demiş, İsmâil Hikmet Ertaylan böyle demiş, ordinaryus profesör falanca şöyle demiş... İngiliz müsteşrik şöyle demiş... "Neden acaba böyle dedi; doğru mu, yanlış mı?.." diye hepsinin araştırmasını yaptım. Kabirlerde araştırma yaptım, mezar taşlarında araştırma yaptım, kütüphanelerde araştırma yaptım.

Hacıbektaş kasabasına da gittim. Orda Otel Cabbar'da kaldım geceleyin... Karnım acıktı, aşağıya yemek yemeğe indim. Masalar içki dolu... Kasketli kasketli köylüler oturmuş, votka şişelerini önüne getirmiş... Beyaz şaraplar, kırmızı şaraplar... "Ben burada yemek yiyemeyeceğim. Çünkü, içki haram İslâm'a göre!.. Net bu, bunu kimse inkâr edemez. Bakkaldan peynir ekmek alayım, onu yiyeyim bundan sonra..." dedim. Üç-beş gün kütüphanede çalışma yapacağım.

Bakkalda küplerle şarap satılıyor; kırmızı şarap şurda, beyaz şarap burda... "Allah Allah!.. Acaba Hazret-i Ali Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Acaba İmam Ca'fer-i Sâdık Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Acaba Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Araştıralım!" diye düşündüm.

Sonra orda civarda beni gezdirdiler. Dediler ki: "Mübarek Pirimiz şurada çile çıkarmış, erbaîne girmiş, kırk gün ibadet etmiş. Dağın kenarında, kayanın içinde bir mağara... Hakîkaten Hicaz'daki Hira dağındaki mağaraya da gittim ben... O da öyle, kayanın içinde...

--Bu nedir?

--Bunun adı Hira mağarası...

Biraz ilerde duvarla çevrili güzel bir pınar vardı, birkaç kavak ağacı vardı.

--Bunun adı ne?..

--Zemzem pınarı...

--Eh olur ya, pekâlâ...

Sonra ortada iri iri, yumruk yumruk taşlar var, yığılmış öbek öbek...

--Niye bunlar yığılmış buraya?..

--Bunlar şeytan taşlamak için...

…Onun için, bu meseleler dikkatimi çektiğinden, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin hayatını incelemeye geçtim. Konu benim kendi seçmemdir. Ben zâten öksüz bir üniversite mensubuyum. Üniversitedeki hocam vefat ettiği için, bütün işleri kendi başıma, kendi kafamla düzenledim. Elime de fırsat geçmişti. Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz'i doçentlik tezi olarak seçtim.

…Malatya'dan Alevî kardeşlerimiz demişler ki: "Hocamız bu kitabı bassın! Yoksa, basmazsa biz basacağız, mutlaka basılmasını istiyoruz." demişler. Bir profesör arkadaşımız geldi, "Tezi hazırlayan şahsı tanımak isterim!" diye... Tanıştık. Teşvik ettiler. Sonunda eserimiz de basıldı ama, birçok dizgi hataları var... İnşallah daha güzel bir baskısı yapılır. Yapılabilirse iyi olur. 7 Kasım 1992 – Ankara

…Ben doçentlik tezim olan Makalât'ın çalışmasını yaparken, beş sene Türkiye'nin her yerindeki yazma eser kütüphanelerinde araştırma yaptım. Bir çok kimsenin bulmadığı şeyi buldum. Benim doçentlik deneme dersinde, en önde oturan cübbeli profesörler, sıra altından not alıyorlardı. Çünkü, benim malzemem başka kitaplarda yoktu. Kendi çalışmamın mahsulüydü.

Ben delilsiz hiç bir şey söylememeğe çalıştım. Bir hakim gibi kim haklı diye düşündüm, kararımı ona göre verdim. Sübjektif karar vermemeğe, belgeleri konuşturmağa gayret ettim. 27. 4. 1993 - Marmara Üniversitesi

ÖĞRETİM HAYATI

…Ben şimdi kendi mesleğimde meselâ; benim mesleğim neydi?.. Edebiyat Fakültesi'nin Arap-Fars Filolojisi'nde okudum. Bu mesleğin en son noktası neresiyse, oraya kadar gittim şahsen; asistan oldum, doçent oldum, profesör oldum, doçentler, profesörler yetiştirdim vs. Mesleğimde ilerledim. 28. 12. 1994 Victoria-Australia

…Ben yarım asırdan fazla yaşamış bir kardeşinizim. Üniversite muhitinde yaşadım. Ayrıca tasavvuf muhitinde büyüdüm. Kendim de değişik konularda hocalık yaptım. Sadece ilâhiyat hocalığı yapmadım, aynı zamanda mühendislik okullarında "Türkçe ve Hümaniter Bilgiler" diye, buna benzer güzel bilgileri toplayıp, onları öğrencilere aktarmağa çalışan bir hocalığım vardı. Bunlar da biliyorsunuz kitap haline geldi. [Başarının Prensipleri] 16 Mart 1996 – YALOVA

…Ben de tabii doktora yaptığım, doçentlik çalışmaları yaptığım zamanlardan bilirim. Böyle yazma eser kütüphanelerine, diğer kütüphanelere, Millî Kütüphane'ye gittiğim zaman, o kütüphanelerin belli zamanda kapanması beni çok üzerdi. Tam çalışacağım, "Hadi bakalım ver kitabı, kütüphanenin kapanma saati geldi." derlerdi, çok üzülürdüm. Amerika'da bu rahatlığı görünce, o eski günleri hatırladım. 07. 11. 1997 – ALMANYA

…Ben de bizim İlâhiyat Fakültesi'nde talebelere ders anlatırken... Tabii, talebeler din talebesi, dînî konuları öğrenen talebeler amma, hocalar ehil hocalar değil... Hattâ mü'min hocalar değil bir kısmı... Öyle hocalar vardı ki, mü'min değil münkir, mason, din düşmanı... Cuma günü inadına cuma saatine ders koyup, cumaya gidip derse gelemeyen çocukları cezalandıran tipler vardı. Öldüler, şimdi görsünler bakalım!.. "Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubûr!"

Budizmi beğenenler, fakülteye sarhoş gelenler, sallana sallana gelenler... Bütün profesörlüğü şu kadarcık, incecik bir kitap yazmış, başka bir şeyi yok... Metres hayatı yaşayıp tasavvuf dersi verenler, yaptığı zinaları, kötülükleri ballandıra ballandıra sağa sola anlatanlar... E böyle hocalardan ne hayır gelecek!..

"Nasıl olacak? Bu talebenin kaliteli olması için ne yapmak lâzım?" diye düşünürdük. Benim fakülte çalışmalarımda da üzerinde durduğum şey bu idi. Yâni, çocuklar bu ilimlerin kıymetini, sevabını bilsinler de, aşk ile, şevk ile çalışsınlar isterdik. Çünkü, çocuk kendisi iyi niyetli olur da hâlisâne bu yola girerse, Allah yardım eder ve zararlı insanların muzırlıklarından da yakayı, paçayı kurtarır. 27. 12. 1994 - VICTORIA

…Benim yanımda fakülteden bir tarih profesörü vardı, ama dînî bilgisi zayıf... Kendisinin de annesi mi, babası mı ne alevî, aileden de görgüsü, bilgisi yok; takvâsı da yok, yaşamı da bozuk...

"--Canım işte bu kadar çok hadis yazılmış, sahih olan hadis-i şerifleri 18 tane filân diyorlar." dedi.

Tabii kendisi hadisçi değil, hadisten anlamaz, Arapça bilmez. Kendi mesleğinde bile kusurları var, ben biliyorum, hattâ söylemişim kendisine... Onun üzerine Süleyman Hayri Bolay dedi ki:

"--İnsaf yâhu! Yâni Peygamber Efendimiz 23 sene peygamberlik yapmış, bu kadar sene içinde 18 tane mi söz söylemiş?.. Bu kadar sene içinde, 18 tane mi söz rivayet ediliyor bu kadar meşhur bir insandan?.."

Peygamberliği meşhur, zamanında şöhret kazanmış, şöhreti âfâka yayılmış. Hırkası muhafaza edilmiş, pabucu muhafaza edilmiş, kılları muhafaza edilmiş... Traş olduğu zaman kıllarını kapışırlardı sahabe-i kirâm, hatıra olarak... Böyle her şeyi yâdigâr olarak, tezkâr olarak, hatıra olarak muhafaza edilen ve hadislerine uyulması Kur'an'la emredilen, etrafında yüzbinlerce sahabesi olan bir kimsenin 18 tane mi sözü tesbit edilir?.. Büyük bir haksızlık, büyük bir insafsızlık!.. Temmuz 1995 – İNGİLTERE

…Ben Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde yirmiyedi sene hocalık yaptım. İlâhiyat fakültesine gitmeden önce ilkokuldan itibaren tekkede yetiştim. Yâni dînî bir muhitte yetiştim, ama sağlam dînî bir muhitte yetiştim. Allah'tan korkan, ibadetlerini yapmağa çalışan, Allah yolunda yürümeğe gayret eden, haramlardan sakınan insanların içinde yetiştim. Öyle bir ortamda yetiştim. Büyük, mübarek hocaefendilerin sözlerinden etkilendim, vaazlarını dinledim, nasihatlerini dinledim, hadis-i şerifleri, ayet-i kerimeleri dinledim.

Ondan sonra hayata atıldım, ilâhiyat fakültesi çevresinde üniversiteyi tanıdım. Başka yerlerdeki ilim adamlarına göre, İslâm'ı daha iyi bilmesi gereken insanların arasında yirmiyedi senemi geçirdim. Bunlar Kur'an'ı biliyorlar, hadisleri biliyorlar, İslâm hakkında bilgileri var... Bilgi insanı iyi insan yapmağa yetmiyor. Şöyle söyleyeyim: İyi şeyleri bilen insan mutlaka iyi şeyleri yapmıyor. İyi şeyleri bilmek başka, iyi insan olmak başka; ikisi ayrı şey... İyi insan olmayı başarmak, o bilgileri uygulamakla mümkün oluyor, kolay değil... Bilmek yetmiyor.

Ben o zamandan kara kara düşündüm; bizim ilâhiyat fakültesinin öğrencilerini düşündüm, profesörleri düşündüm. İçlerinde masonlar var. Yâni gitmiş, bir başka teşkilata girmiş, mason olmuş; mason olduğunu da kitabında yazmış, konuşmasında söylemekten çekinmeyen insanlar var... İçki haram, içki içenler var... Zina haram, zina edenler var... Kumar haram, kumar oynayanlar var... Evlilik dışı ilişkiler yasak, metresiyle yaşayanlar var... Namaz kılmak Allah'ın emri, namazı kılmayanlar var... Oruç tutmak Allah'ın emri, oruç tutmayanlar var... Zekât, zâten veren yok, yâni çok az... Fakir, fakirim diye vermiyor; zengin de parayı çok sevdiğinden vermiyor. Yani ilâhiyat fakültesinde okumak yetmiyor.

Sonra çocuğumu İslâm'ı öğrensin, iyi müslüman olsun diye imam-hatip okuluna verdim. İmam-hatip okulunda okumak da yetmiyor. Belki bazılarınız imam-hatip menşe'lidir. Orda da insan bilgileri alıyor ama, babasının zoruyla namaz kılıyor, babasının zoru olmazsa cuma namazından kaçıyor. Cuma namazını kılmıyor, kaçıyor. Baskı olmadığı zaman günah işliyor. 28. 08 1997 - New Castle / İNGİLTERE

Ben kravatı sevmeyen bir insanım, anti kravatistim. İlâhiyat Fakültesi'ndeyken boyunlu, yarım balıkçı kazak giyerdim. Yünlüsü veya pamuklusu... Beni radyoya, televizyona konuşmaya çağırırlardı. İlâhiyatta hocayım ya... Edebiyatçıyım, Türk-İslâm Edebiyatı profesörüyüm. Benim talebem orda görevli... TRT'de görevli bir Asaf Demirbaş vardı, meşhur oldu artık. İlerici bir öğrenciydi, onun için onu orda görevlendirdiler. O beni çok severdi, ben gerici olduğum halde... Bazan zıt olanlar birbirlerini sevebiliyor. "Hocam ne olur konuşun!" diye yalvarır, yakarırdı.

Ankara Radyosu'nda da Faruk Ermemiş vardı. O da Düzcelidir, Kafkas kökenlidir. O da çok severdi, "Aman hocam, gel konuş hocam!" derdi.

Bir keresinde Asaf beni çağırmıştı. Bu sefer oraya gittiğim zaman unutmuşum, yarım balıkçı giymemişim; üç düğmeli yakalı yün gömlek giymişim. "Ne olur hocam!" dedi, ağzımdan girdi, burnumdan çıktı, yün gömleğin üstünü zorla bana kravat taktırdı. Halbuki kravat takılan bir kıyafet değildi.

Demek ki, ilerici olmanın alâmetlerinden birisi kravat takmakmış. Ben kravat takmıyorum diye, fakültedeki ilerici arkadaşlar bana sataşırlardı.

Bunları yarı şaka, iğneleyerek söylüyorum ama, bunlar acı gerçeklerdir. Yirminci Yüzyıl'da, çağdaş bir ülkede bunlara gülerler, ayıplarlar: "Sana ne elâlemin kravatından?.. Sana ne, adamın inancına ne karışıyorsun?" derler. Eylül 1997, İNGİLTERE

Bizim fakültede, bir talebem geldi karşıma... Kapıyı çaldı. --Biz tabii, hoca olduğumuz için, her talebe ile yüz-göz olmuyoruz ama, bazıları özel gelirse ilgileniyoruz onlarla--

"--İçeri girebilir miyim hocam?.." dedi.

"--Buyur gir!" dedim.

Sakallı bir çocuk...

"--Sizinle konuÅŸmak istiyorum..." dedi.

"--Buyur, konuÅŸ!" dedim.

"--Hocam! Babam beni evden koğdu, evlatlıktan reddetti." dedi.

"--Eyvah! Neden?.."

"--Sakal bıraktım diye beni evlâtlıktan reddetti."

"--Nedir babanın mesleği?.." dedim.

Çalgı imalcisi imiş. Hoşuna gitmemiş oğlunun sakal bırakması, dindar olması... Evlatlıktan reddetmiş.

"--E, ne yapıyorsun şimdi?.." dedim.

Evden atılmış çocuk, açıkta kalmış. Yardımcı olayım dedim.

"--Yok... Mâlî durumum iyi, mâlî destek istemem. Bir evde kalıyorum. Yalnız, durum bu..." dedi.

Ben ona dedim ki:

"--Anne baba rızâsı çok önemlidir, sen onlara bir mektup yaz!" dedim. Allah söyletti bana... "Mektupta çok güzel bir üslûb kullan!.. De ki: 'Sevgili ve değerli, muhterem, başımın tâcı annem, babam!.. Ellerinizi öperim, ayaklarınızı öperim. Benim dinim, benim İslâmî inancım bana, size güzel evlatlık yapmayı emrediyor. Ben onu yapmak istiyorum. Siz bana lütfen bu fırsatı verin!.. Siz bana kızdınız, evinizden attınız; müsaade edin ben sizin elinizi öpeyim, ayağınızı öpeyim, size hizmet edeyim!.. Size güzel evlatlık yapayım... Bunu istiyorum.

Amma, ne olursunuz benden Allah'a âsî olmamı istemeyin!.. Allah'ın yolundan dönmemi istemeyin!.. Allah'ın emirlerini tutmamamı istemeyin benden... O zaman mecbûren, belki parçalanarak Allah'ın yolunu tercih ederim. Çünkü o alemlerin Rabbidir, benim Hâlikımdır; siz vız gelirsiniz. Allah'ın sözünü tutarım, size itaat etmem. Ne olur beni bu durumda bırakmayın, müşkül durumda bırakmayın!.. Ben size hizmet etmek istiyorum.' filân diye yaz!" dedim. Demek iyi niyetle geldi çocuk ki, Allah bunu bana söylettirdi.

"--Peki hocam!" dedi, gitti.

Aradan birkaç ay geçti. Yanında tepeden tırnağa örtülü, elleri eldivenli, bol maksi mantolu bir genç kız vardı. Yine kapıyı çaldı.

"--Hocam, girebilir miyiz?.."

"--Buyurun!" dedim.

Yanında da baktım bir kız var, çok güzel kapalı... Herhalde bizim talebe evleniyor galibâ diye düşündüm.

"--Hocam, bu kızı tanıyor musunuz?"

"--Tanımıyorum. İlk defa görüyorum, nerden tanıyayım?" dedim.

"--Bu benim kızkardeşim... Hani siz bana bir mektup yazın demiştiniz ya, ben o mektubu sizin söylediğiniz şekilde yazdım. Benim mektup evde bomba gibi patlamış, darmadağın olmuş ev... Annem ağlamış, babam ağlamış, kardeşlerim ağlamış." dedi.

Mektuptaki samîmiyetten baba yola gelmiş, affettim demiş. Bizim talebe eve gitmiş, barışmışlar elhamdü lillâh...

Biraz daha zaman geçti, çocuk bir daha geldi karşıma...

"--Hocam girebilir miyim?.."

"--Gir içeri!.."

"--Hocam müjde!.." dedi.

"--Hayrola!.." dedim.

"--Annem, babam, kardeÅŸlerim hepimiz hacca gidiyoruz." dedi. . 11. 2. 1995 / 11 Ramazan 1415 - ADANA

Ben hatırlıyorum; Sakarya Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi'ne ek derse giderdim ben Ankara İlâhiyat'ta hocayken... Yıllar önce tabii bu... Bizim akademi binasında, ders verdiğimiz sınıfların yanında büyük bir sınıf mescid idi. Öğrencilerimiz dersin arasında, on dakikalık bir tenefüs esnasında, hemen orda namazlarını kılarlardı.

Yönetim değişikliği oldu, yeni bir akademi başkanı geldi. Bizim arkadaş gitti, yerine siyasî bir baskıyla karşı gruptan bir başka insan geldi. İlk işi mescidi kapatmak oldu. Neymiş? Akademinin yakınında, uzakta bir cami varmış. İyi ama o camiye gitmek için, bir öğrenci akademiden çıkacak, bahçeden geçecek, sokaktan geçecek, o camiye gidecek; yirmi dakika... Yirmi dakikada da gelir, kırk dakika... On dakika da orda namaz; elli dakika...

İşte burada içerde bir mescid olması lâzım. Açılmış da, yer de müsait, ne diye kapatıyorsun?.. Hem de kapatan şahıs demiş ki: "Benim dedem şöyle dindardı, böyle dindardı. Hatta ehl-i tarikti, Nakşibendî tarikatındandı." filân... Deden o dindarlığının mükâfatını görecek ama sen de mescid kapatmanın cezasını her halde göreceksin. Allah tarafından hesabı sana sorulacak diye düşünüyorum. 13. 02. 1998 - Melbourne / AVUSTRALYA

Bizim fakültede de birisi bana sormuştu, hiç unutmuyorum. Hem de profesördü kendisi ama İslâmî konuları iyi bilemeyen bir kimseydi.

"--Ramazan bayramında ben arkadaşımın evine gitsem, arkadaşım da bana bayramdır diye likör ikram etse, onu da mı içmeyeceğim yâni?.." diyor.

Benim karşımda bana delil olarak bunu misâl getiriyor. Hem de Ramazan Bayramı'nda likör içmeyi düşünüyor.

"--Ebet içmeyeceksin! Her içki haramdır." dedim.

"--E azıcık..."

"--Azıcık da olsa, azı da çoğu da haram!" dedim. 13. 02. 1998 - Melbourne / AVUSTRALYA

Ben Yükseliş Mimarlık Mühendislik Yüksekokulu'na giderdim. Gece bölümünde hocaydım. Onu yirmi geçe dördüncü ders biterdi. Eve gelirdim, kapıdan içeriye girerdim. Evdekiler derlerdi ki: "Üffff, amma sigara kokuyorsun!.." Sigara içmedim ama, otobüste geliyorum ya, minübüste geliyorum ya, o böyle insanın iliklerine işliyor, gittiği yerde rahatsızlık veriyor.

Benim güzel kokulu anber bir tesbihim vardı. Ağaçtan ama, anber gibi kokuyordu. Çok güzel bir tesbihti, çok da seviyordum. Elimde gezdiriyordum. Bir gün Ankara - İstanbul yolculuğunda bir otobüste yanıma aldım, İstanbul'a geldim; tesbihin güzel kokusu sigara kokmağa başladı. Hücrelerine işledi o koku... Benim anber tesbihin güzel kokusu gitti. 30. 10. 1994 - Çeşme / İZMİR

…Ben üniversitede ders verirken çocuklarla diyaloglu ders anlatırdım. Bir şey yazardım, bu hususta fikriniz nedir? Şudur. Delilin ne?.. Hayır o değildir, şudur. O halde senin delilin ne?.. Her şeyde bir delil, kanıt arardık. 27. 4. 1993 - Marmara Üniversitesi

-Devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.

TAHRÃŽM,6

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Sahabilerim yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız doğru yolu bulursunuz."

Rezin

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI