İÇTİHAD HEVESLİLERİNİN YANILDIKLARI HUSUSLAR

Dinin afatı üçtür: Haktan sapmış fakîh, zâlim devlet reisi, câhil müçtehit. (1) İçtihat, telaffuzu kolay fakat manası engin ve zengin bir kelimedir. Onun manasından gafil bazı kimselerin kendilerini müçtehidin-i izam hazretleri­nin seviyesinde tahayyül etmeleri gerçekten acı ve aynı zamanda da gülünç bir durumdur.


2012-09-23 20:42:50

Dinin afatı üçtür: Haktan sapmış fakîh, zâlim devlet reisi, câhil müçtehit. (1)
İçtihat, telaffuzu kolay fakat manası engin ve zengin bir kelimedir. Onun manasından gafil bazı kimselerin kendilerini müçtehidin-i izam hazretleri­nin seviyesinde tahayyül etmeleri gerçekten acı ve aynı zamanda da gülünç bir durumdur.

Devr-i Risaletten başlayıp ta hicri dördüncü asrın sonlarına kadar yeti­şen müçtehit ve fukaha, içtihada dair esas ve düsturları tesbit etmişler ve bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmişlerdir. Fakat dördüncü asrın sonlarına doğru bu mümtaz zâtlar azalmaya başladı. İçtihat ehlinin azalması da iç­tihat kapısının kapanmasına vesile oldu.

İçtihadın İslâmî ilimler arasında yüksek ve seçkin bir yeri olmasına rağmen, bu mümtaz kapı zâtında açık iken ehilleri yetişemediği için kapalı sayıldı. İçtihat aklen mümkün ancak adeten muhal haline geldi. Erbâbı için içtihat kapısı ardına kadar açık olmakla beraber, fukahadan İbn Abidin gibi bir zâtın, içtihat kapısının asırlar evvel kapandığını beyan buyurması muhtemel bir fitne ve fesadı önlemek içindir.

Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle tespit etmiştir: "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni ka­pıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hü­cumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecanibin istilası anında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihat namıyla, kasr-ı İslâmiyet'ten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine ve­sile olacak delikler açmak, İslâmiyet'e cinâyettir."(2)

Bu hususta Elmalılı Hamdi Yazır'da şöyle buyururlar: "İçtihat kapısının kapanması öyle zannedildiği gibi bazı kendini akıllı zannedenlerin hayal hanesinde vücut bulmuş bir efsane değil, belki İbn-i Hümam gibi birçok Hanefî uleması, Gazâli ve Gaffal gibi Şâfiî muhakkikleri tarafından sarahat­la söylenmiş bir hakikattir. Ulema-i usul, bir asrın müçtehitsiz olmasını caiz görmüşlerdir." (3)

İçtihat inhisar altına alınmamıştır. Müçtehitlik de Hıristiyanlıkta olduğu gibi dinin tevcih ettiği ruhani bir makam değildir. Belki o, ilim ve iktidarın insana kazandırdığı bir salahiyettir.

O halde, içtihat şartlarını haiz olan bir âlimin içtihat yapmasına dinen hiçbir mani yoktur. Fakat bu zamanda, içtihada ehil bir kimse yeryüzünde var mıdır ve bir şahsın bu evsafta yetişmesi mümkün müdür? Zâtında mümkün olsa bile cumhur-u ulemanın beyan ve ikrariyle dördüncü asırdan beri vukuu sabit olmamıştır. Gerçeğin bu olduğunu yirminci asrın müte­hassıs ve muhakkiklerinden Hüseyin-i Cisri, Ömer Nasuhi, Şeyhü'l- İslâm Mustafa Sabri ve diğer zâtlar kitaplarında beyan etmişlerdir, zâten şimdiye kadar müçtehitlik dava edenler, mücerret iddiadan ileri gidememişlerdir. Şimdi de iddia eden varsa buyursun içtihat etsin.

Peygamberimiz Efendimiz (a.s.m.) Hazretleri, kemal-i teessür ile şöyle buyurmuşlardır: "Muhakkak ki, Allahu Teâla verdiği ilmi insanlardan çe­kip almaz. Ancak alimlerin ölmesiyle ilimler de gider. Hatta din makamları câhillerin elinde kalır. Kendilerine başvuruldukça yanlış fetvalar vermekle kendileri sapıttıkları gibi insanları da şaşırtırlar."(4)

İşte bu hadîs-i şerif bir mucize olarak asrımıza en geniş manada ba­kıyor. İslâm dinine hakkı ile vâkıf olmayan bazı kimseler görüyoruz ki, müçtehidane bir tavır ve bir gurur ile her sorulan suale tereddütsüz cevap veriyorlar, şer'i bir esasa istinat etmeden, dini hükümlere layıkıyla vâkıf olmadan İslâm namına, mukaddesat hesabına ahkâm kesiyorlar. Bu ise ca­hilane bir cürettir. İslâm dinine karşı bir laubaliliktir ve onun kudsiyetini, ulviyetini hafife almaktır. Onların bu hatalarında ısrarları, sözleri, özleri ve izleri hep bu ahval üzere devam etmektedir. İşte bu gafiller zümresidir ki; cehalet onları azdırmış, onlar da insanları azdırıyorlar.

Taassup ve insafsızlık hakikatin inkişafına en büyük manidir; güneşi gözlerden saklayan siyah bulutlar gibidir. Basiret gözünü kör eder. Kesin burhanlarla tahakkuk etmiştir ki, insanlık âlemi için cehaletten daha büyük musibet tasavvur edilemez. Hakikaten cehalet öyle büyük bir musibettir ki, zararı hem dünya, hem de ahirete şamildir. Bu fikirleri ortaya atanlar, İçtihadın hakikî manasını, esaslarını ve ka­idelerini bilmiş olsalardı öyle asılsız, çürük iddialarla kendilerini gülünç duruma düşürüp, zihinleri bulandırmaz ve fikir anarşisine yol açmazlardı.
 
Hem müçtehitlerin büyüklüğünü teslim ve onları takdir ederek kendi batıl hayallerine kapılmazlar, müçtehitleri küçük görme sevdasına düşmez­lerdi.

Sual: Bugünkü bazı insanların kendilerini büyük müçtehitlerle denk tutmalarının, hatta onlardan üstün görmelerinin sebebi nedir?

Cevap: Şu bir hakikattir ki; insan hiçbir şeyde haddini tecavüz etme­melidir. Haddini bildiği sürece hürmet ve muhabbete mazhar olur. Had­dini bilmeyen adam, kendi kadrini ve haysiyetini muhafaza edemez. Evet, edebin aslı ve esası kişinin haddini bilmesi ve haysiyetinin muhafazasına ihtimam göstermesidir. Aksi takdirde edep dairesinin dışına çıkar ve in­sanların nefretine hedef olur. Böyleleri hakkında, Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

Yani: "Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez." Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Her birisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre "Güneş'in bir aksi bende vardır" der. Fakat "Ben de deniz gibi bir âyineyim" diyemez. (5)

Müçtehidin-i izama karşı edep, onları takdir edip lâyık oldukları hürmeti göstermek ve onların ilim ve irfanlarından istifade etmekle olur. Zâten insaf ve vicdanın gereği de budur. Aksi halde selef-i salihinin, ''bütün zamanla­rın hacatına dar gelmeyen" safı ve halis içtihatlarını beğenmemek ve eksik görmek büyük bir mahrumiyet ve fahiş bir hatadır.

İlmî bir şeyi fikren tasavvur etmek mümkündür, fakat bunun fiilen ta­hakkuku başkadır. Müçtehit olmayı tasavvur etmek başkadır, müçtehit ol­mak başkadır. Şu alem-i kevn ve fesadda neler olmuştur ve daha neler de olacaktır. Acaba yalancı peygamberler ortaya çıkmamış mı ki, yalancı müçtehitler de çıkmasın.

Her nasılsa insan, kendi yıldız böceği kadar aklını, mum ışığı kadar ilmini pek cazip görüp büyük müçtehitlere müsavat davasında bulunur. Bilmem ki, insan nasıl bir galat ve nasıl kazib bir hayal ile aldanıp da içti­hadın engin ve zengin bir umman olduğundan gaflet ediyor. Denilebilir ki, böyle zâtlar içtihat kelimesinin semtine ulaşabilse veya o deryanın kena­rında gezseler, müçtehitlerin izlerini görseler bu kadar gürültüyü, bu kadar taşkınlığı ve bu denli akılsızlığı yapmazlar.

Bu ehliyetsiz ve haddini mütecaviz şahıslar, kendi söz ve fiillerinin şe­riata uyup uymadığını bizzat kendilerinin tesbit edecekleri ve Kur'an ve Hadiste mesnedini bulamadıkları meseleleri de kıyas yapmak suretiyle hal­ledebilecekleri iddiasındadırlar. Hâlbuki bu tarz hareket çok cihetlerle ha­talıdır. Zira kıyas yaparak hüküm çıkarmayı bu zamanda, değil herhangi bir kimse, belki muhakkik ve mütehassıs büyük bir din âlimi de yapamaz. Edille-i şeriyeden şeriata ait hükümleri istinbat ve istihraç etmek ancak müçtehidîn-i izamın hakkı ve onların vazifesidir. Üstad Bediüzzaman'ın ta­biriyle "Karınca devenin yükünü götüremez" (6)

Asrımızdaki sözde müçtehitlerin hallerine ve gayelerine nazar edildiğin­de kiminin zenginliğin ihtişamında, kiminin şan ve şöhretin cazibesinde, kiminin de mevki ve makamın peşinde olduğu görülür.

Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de; "Ey iman edenler, zandan çok sakının. Çünkü zannın ba­zısı ağır günahtır, vebaldir. Birbirinizin gizliliklerini araştır­mayın ve bazınız bazınızı gıybet de etmesin. Hiç biriniz ölü kardeşinin etini yemesini sever mi? Demek ondan tiksindiniz! Öyle ise Allah'dan korkun. Muhakkak ki Allah, tevbeleri kabul edicidir, çok esirgeyicidir" (7) buyurmaktadır.

Sahih bir rivayette vardır ki; "Her kim bir mü'minde bulunmayan şey­leri, onu ayıplamak için insanlar arasında konuşup ve yayarsa Allah-u Azimuşşan onu, sözünü isbat edinceye kadar cehennemde hapsedecektir."

Acaba herhangi bir ferdin hukukuna tecavüz edenin hali böyle olunca, müçtehidîn-i kiram efendilerimizi; hafife alanların hali ne olacaktır! Evet, ulemanın etleri zehirdir; koklayanı hasta eder, tadanı öldürür.

Müçtehidîn-i kiram hazretleri, "Allah-u Teâlâ Hazretlerinin evliyalarına korku ve hüzün yoktur" (8) mealindeki âyeti kelimesiyle müjdelenen evliya zümresinin sertacıdırlar. Onların kemalat ve feyizlerini; irfan ve kerametlerini, İslâmiyet'e yapmış oldukları hizmetlerini, cahil ve nankör olanlardan başka kim inkâr edebi­lir? Şeriat ile hakikati, kemal ile kendilerinde cem edenler işte bu zâtlardır. Bunları tenkis ve istihfaf etmenin neticesi ebedî helakettir.

İmâm-ı Buhari ve diğer hadis imamlarının rivâyet ettikleri bir hadis-i kudside, Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki; "Her kim benim bir veli kuluma adavet ederse, bizzat ben Azimüşşan'a karşı harbe kıyam etmiş olur"(9)

Onların değil akıl ve kalpleri, vehim ve hayalleri dahi her türlü malaya­niyattan müberradır. Hissiyatları uyanık, latifeleri hüşyar olan bu zâtlarla kim müsavaat dava edebilir. Onların bir senede kazandıkları ilim, irfan ve fazileti bu zamandaki insanlar yüz senede de kazanamazlar. Kur'an-ı Ke­rim'den ve hadis-i şeriflerden ahkâmları istihraç etmede onlara yetişmek ki­min haddidir? Çünkü o zamanda bütün zihin ve kalpler istinbad-ı ahkâmla, yani Kur'an'dan hüküm çıkarmakla meşguldü. O asır bu hali icap ediyordu. O zamanın çarkları bu tarz üzere dönüyor ve böyle cereyan ediyordu. Bu devirde ise ebedi saadete bedel, fani dünyanın zevk ve safası asıl maksad
hükmüne geçmiştir. Ayrıca dünya siyaseti kalplerde yer tutmuş, zamanın cazibedar fitne ve sefahetleri gönülleri esir etmiştir. Böylece insanlar, ço­ğunlukla ilim ve maneviyattan uzak kalıp zihinleri dağılmış ve akılları kör­leşmiştir.

Şu fıtrî bir kaidedir ki, hâdiselere bakmada zamanın farklı tesirleri, feyz ve faydaları vardır. Bahar zamanı kış ile mukayese edilemeyeceği gibi, asr-ı saadet, sahabe ve tabiin devri de bu zamana kıyas edilemez. Sahabe-i ki­ram nübüvvet güneşi ile müşerref olmuşlar, müçtehitler ise ona yakın bir yörüngede yer almışlardır. Bilinen bir hakikattir ki güneşin huzurunda da­imi duran bağ ve bahçelerde büyüyen meyvelerin tadı, rengi ve kokusu ile kutuplara yakın bölgelerde bulunan bağ ve bahçelerde yetişen meyve ve sebzelerin rengi, kokusu ve tadı mukayese edilemez. Bunun gibi sahabe ve müçtehidîn-i izam hazretlerinin devri ile bu asr-ı hazır da mukayese edile­mez.

Bugün memleketimizde Razi, Beyzavi, Sekkaki ve Zemahşeri gibi âlimlerin yetişmesi şöyle dursun, Osmanlının son döneminde yetişen Elmalı­lı ve Babanzâde gibi âlimlerin eserlerini hakkıyla anlayacak insanlar bile nâdirdir. Bununla beraber her nasılsa içtihat davasında bulunanların adedi her gün biraz daha artmaktadır. Doğrusu buna esef etmemek elde değil. Bu davada bulunanlar, içtihat makamının ehemmiyetini takdir edemeyen eh­liyetsiz kişilerdir. İçtihadın ne demek olduğu anlaşılsa ve içtihat erbâbının sahip oldukları yüksek derece hakkıyla idrak edilse, böyle davalara cür'et etmek mümkün olur mu? Böyle tekellüflü davalar tamirden ziyade tahribe yol açar, ferdleri tered­düde düşürür ve zihinleri bütün bütün karıştırır.

Saf müslümanların kalplerine fitne ve tereddüt yerleştirmekle; onların, büyük müçtehitlere, mezhep imamlarına ve diğer büyük din âlimlerine kar­şı sevgilerini ve saygılarını kırmaya çalışmanın asıl gayesi, o sevgi ve say­gıyı kendilerine celbetmektir.

Şu da bir hakikattir ki mezhep imamlarına hürmet etmeyen bir insana kimse hürmet etmez. Onlara uymayana kimse uymaz ve değer vermez. Bu gibi kimseler erbâb-ı irfan ve ilmin mazhar oldukları hürmet ve muhabbet­ten mahrum kalırlar.

Avam-ı müminin de ferasetleriyle bunları tanır ve teşhis ederler. Onların yaptığı cerbeze ve mugalâtanın idrakindedirler. Evet, cerbeze, batılı hak, hakkı batıl göstermekle beraber ma'kul ve meşru' olmayan bir vasıftır. Akıl ve hikmete tamamıyla münafidir. Cerbeze, fıtrî bir hal olmadığı için ona yeltenen kişi arzu ettiği makam ve kıymetten düşer.

Cerbeze insanın fıtrî hallerini, mâkul ve meşru davranışlarını ihlâl ve izale eden bir hastalıktır. Bunun için cerbezeden şiddetle sakınmak gerekir. Edep ve terbiye de hadden tecavüz etmemeyi iktiza eder. Cerbezeci bir insan, ilim ve irfan erbâbının yanında pek sakil ve pek soğuk karşılanır. Hürmet beklerken nefret görür.

Şüphe yok ki dini hükümlere dair söz söyleme hakkı, başta müçtehit ve diğer dini ilimlerde mütehassıs olan âlimlere mahsustur. Her ilmin mü­tehassısları vardır. Her biri kendi ihtisas sahasında söz söyleme yetkisine sahiptir. Meselâ: Bir tabip mimarlık sahasında, bir mühendis de tıp alanın­da söz söyleyemez. Dini saha bu hususta daha hassas ve daha mühimdir. Çünkü insanların ebedi hayatını alakadar etmektedir. Bundan dolayı eğer herkes ibadet şöyle olsun, namaz şöyle kılınsın, oruç şöyle tutulsun, şuna şöyle inanılsın derse, vazifesi haricine çıkmış olur. Bu ise müslümanlar ara­sında kargaşa ve anarşiye yol açar. Böyle bir hâle hangi insaf sahibi ve hangi şuurlu müslüman razı olabilir?

Dipnotlar:

1- Feyzü'l-Kadîr (Şerhü'l-Câmiü's-Sağîr), c. 1, s. 52 , 8
2-Sözler
3-Yazır, "İctihad" Beyânü'l-Hak mec. Sayı 27, c. 2-3, s. 622
4-Buhari ve Müslim, Abdullah b. Amr'dan..
5-Lem'alar
6- Kızıl İ'caz
7- Hucurât Sûresi;49: 12
8- Yûnus Sûresi;10: 62
163 Buhari, Rikâk 38
164 Sözler

Mehmed Kırkıncı

İçtihad Nedir?

EKEV Yayınları

Erzurum-2000 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

MEHMED AKİF’İN AHLÂKI VE ŞAHSİYETİ

MEHMED AKİF’İN AHLÂKI VE ŞAHSİYETİ

Sebîlürreşâd dergisinin sahibi ve Mehmed Âkif i en yakından tanımış bir kimse olan Eşref E

MUALLİMLERİMİZ NELERE DİKKAT ETMELİ?

MUALLİMLERİMİZ NELERE DİKKAT ETMELİ?

İnsanları tenvir ederek cehaletten halas eden, onları atalet ve sefaletin karanlık gecelerinden

HÜRRİYET ADINA KAYBETTİKLERİMİZ

HÜRRİYET ADINA KAYBETTİKLERİMİZ

Dr. Alexis Carrel Her insan keyfine göre yaşamak ister. Bu insanın doğuştan gelen bir dileğid

ŞAFAĞIN IŞIĞINDAKİ SIR

ŞAFAĞIN IŞIĞINDAKİ SIR

“Annemin memnun bir eda ile: “Bu sabah kahvaltıdan önce ne yaptığımı dünyada tahmin edeme

UBEYDULLAH-I AFGÂNÎ İLE SEBÎLÜRREŞÂD İDÂREHÂNESI’NDE BİR MUHÂVERE

UBEYDULLAH-I AFGÂNÎ  İLE SEBÎLÜRREŞÂD İDÂREHÂNESI’NDE  BİR MUHÂVERE

Ubeydullah-ı Afgānî” nâmında bir zât tarafından geçenlerde Kavm-i Cedîd ünvânıyla neş

MAÂRİF, DİN EĞİTİMİNİ EN İYİ ŞEKİLDE VERMELİDİR

MAÂRİF, DİN EĞİTİMİNİ EN İYİ ŞEKİLDE VERMELİDİR

İnanmak yaradılışın bir gereğidir. Din, aklın mâverâsında, zekânın fevkinde bir mürşi

MELİK FAYSAL’IN YAHUDİ KİSSİNGER'E VERDİĞİ TARİHİ CEVAP

MELİK FAYSAL’IN YAHUDİ KİSSİNGER'E VERDİĞİ TARİHİ CEVAP

Melik Faysal'ın en önemli gayelerinden birisi, Filistin meselesi ve Mescid-i Aksâ'nın hürriyeti

NESLİN EĞİTİMİNDE MAARİFE DÜŞEN VAZİFELER

NESLİN EĞİTİMİNDE MAARİFE DÜŞEN VAZİFELER

Mânevîyatsız ilmin, beşeriyete felâh ve huzur yerine, şüphe, tereddüt, hatta ızdırap verdi

NASIL BİR MAARİF?

NASIL BİR MAARİF?

Yıllardır ilmî ve fikrî çalışmalarım arasında memleketimizin mânevî, ahlâkî, derûnî

GENÇLERİ HEDONİZM ÇILGINLIĞINA İTENLER

GENÇLERİ HEDONİZM ÇILGINLIĞINA İTENLER

Diyorlar ki: Dünyaya bir kere gelinir. Sonun başlangıcı yoktur. Gülün, eğlenin, bir yıldır

HİCRET VE HAREKET

HİCRET VE HAREKET

Hicret, tâ ezelden ebede, âlem-i vücubdan âlem-i imkâna, daire-i ilimden daire-i kudrete, tâ

SİTE HARİTASI