ABDÜLKADİR ZEYBEK

Abdülkadir Zeybek 1938’de Isparta’nın Sav kasabasında doğmuştur ve halen Sav’da ikamet etmektedir. Kendisi Hâfız Mehmed Gül’ün, kızı tarafından torunudur. Hâfız Mehmed Gül ise; Risale-i Nurlarda ismi çok geçen bir Sav kahramanıdır. Abdülkadir Ağabey, Üstad Bediüzzaman Hazretlerini çocuk yaşlarında ve gençliğinde defalarca görmüştür. O zamanlardan itibaren, senelerce Risaleleri yazarak istinsah etmiştir. Ceddi gibi kendisi de hâfızdır. Sıkıntılar ve baskınlar içinde çok sayıda talebe ve hâfızlar yetiştirerek, dedesinin, “mübarek hâfızlık ünvanlarını daimileştirmiştir.”


Ömer Özcan

ozcannurs@hotmail.com

2012-12-12 02:56:09

Abdülkadir Zeybek 1938'de Isparta'nın Sav kasabasında doğmuştur ve halen Sav'da ikamet etmektedir. Kendisi Hâfız Mehmed Gül'ün, kızı tarafından torunudur. Hâfız Mehmed Gül ise; Risale-i Nurlarda ismi çok geçen bir Sav kahramanıdır. Abdülkadir Ağabey, Üstad Bediüzzaman Hazretlerini çocuk yaşlarında ve gençliğinde defalarca görmüştür. O zamanlardan itibaren, senelerce Risaleleri yazarak istinsah etmiştir. Ceddi gibi kendisi de hâfızdır. Sıkıntılar ve baskınlar içinde çok sayıda talebe ve hâfızlar yetiştirerek, dedesinin, "mübarek hâfızlık ünvanlarını daimileştirmiştir."

Abdülkadir Zeybek ağabeyin, o dönemin yaşayan şahitlerinden birisi olduğunu bildiğimizden; dedesi, kendisi ve Sav hakkında hatıralar rica ettim. Bizi kırmadı. Halen hayatta olan 1920 doğumlu Sav'lı Hasan Kurt ağabeyimizle beraber yardımcı oldular. Zaten Sav'da iki canlı tarih kaldı. Hazırladıkları 23 ve 34 sayfalık iki forma halindeki hatıralarını, inci gibi bir Osmanlıca ile yazıp gönderdiler. Görüntülü kayıtlarını da aldık. Abdülkadir Ağabey Senirkent'te ikamet eden Ali İhsan Tola ile İslamköy'ünde yaşayan Hasan Ergünal ağabeylere de yazdıklarını tashih ettirmiştir. Tâki en küçük bir hata yapılmasın. Bu, hayattaki dört Ağabeylerimiz, hatıralarda bahsi geçen, vefat etmiş ağabeylerimizi ve hâdiseleri yakından bilmektedirler.

Bu uzun ve yorucu çalışmanın sonucunda Isparta ve Sav kahramanları hakkında çok kıymetli bilgiler ve hâtıralar elde ettik. Bunları, bu kitap içinde, üç başlık halinde: "Abdülkadir Zeybek, Ali İhsan Tola, Hâfız Mehmed Gül" olarak düzenledik. Kitap alfabetik sırayla düzenlenmiştir. Ancak bir istisna olarak, 'Abdülkadir Zeybek'ten hemen sonra, 'Hâfız Mehmed Gül' maddesi okunsa belki daha istifadeli olabilir.

 

ABDÜLKADİR ZEYBEK ANLATIYOR

Atalarımız SAV Köyüne çok 'seyyid' getirmişler

1938 Sav doğumluyum. Risale-i Nurlarda adı çok geçen Hâfız Mehmed (Gül) dedemdir. Hayatım hep Sav'da geçti. Risale-i Nurları Kastamonu Hayatı sıralarında anlamaya başladım. Üstad Hazretlerini Ispartaya geldikten sonra, 1950 tarihlerinde gördüm. Dedemi ve Kastamonu Hayatından itibaren Sav'da yaşananları iyi hatırlarım. Barla Hayatı ve öncesini yaşamadım.

Babam Hüseyin Zeybek bu hizmete çok taraftardı, yalnız ilmi yoktu. Hâfız Mehmed'in kızı olan Annem Hatice Gül (Zeybek) ise; hem ilmi vardı, hem de benim hizmetim aksamasın diye, yapmam gereken dünya işlerini bile üzerine almıştı. Mesela:

1960'dan sonra Hüsrev Efendi bana: "Sen hâfız-ı Kur'ansın, çocukları okutacaksın" diye görev vermişti. Ondan sonra, Sav Köyümüzde on beş sene boyunca talebe okutmuşumdur. Onlara Kur'an ve Risale-i Nur çalıştırırdım. Yirmiyi aşkın da hâfız yetiştirdim. Bunlar evimde ve dersanede olurdu. Bazen baskına da uğradığımız oluyordu. Allah kabül etsin… Ben evin tek oğluydum. Kız kardeşlerimiz evlendi gittiler. Annem babam tarla işleriyle başbaşa yalnız kaldılar. Annem bazen işlerden bunalıyor, sinirleniyordu. Yine bir gün böyle tarlada iken darlanıyor. "Gideyim şu oğlana bir kızayım, darılayım…" diye düşünüyor. Ben de evde talebeleri okutuyordum. Talebelerden kimisi Kur'anı ezberliyor, kimi Risale ezberliyor, kimisi yazıyor… Kimi namaz öğreniyor, içerisi sanki cennet bahçesi… Biz bu halde iken annem geliyor, bakıyor… "Eyvah! Ben ne yaptım, oğlumun hizmetini bozacağım…" deyip dönüp gidiyor. Annem nur hizmetleri için böyle fedakâr bir insandı.

SAV isminin nereden geldiğini bilmiyorum. Resulullah'a salât ve selamı akla getiriyor. Üstad buraya Sava Karyesi de derdi. Buralarda eskiden Rumlar vardı. Isparta'da da çoktu. O zamandan mı kaldı bilmiyorum. Hükümet her yerin adını değiştirdi burayı ellemediler. Isparta halkı tâ Osmanlı öncelerinden beri çok dindarmış. Hacca gittiklerinde; memleketimizde Seyyid sülalesi yaşasın diye, Hicazdan Seyyid olan çocuklardan çok getirmişler buralara. Sav isminin bununla bir alakası var mı bilmiyorum. Yalnız Atalarımız bu bölgeye ve SAV Köyüne çok Seyyid getirmişler.

Hatıraları tam kavrayabilmek için

Anlatacağım hatıraları tam kavrayabilmek için, o günkü, yani 1950'den önceki şartları iyi bilmek lazım. Onun için O zamanki imkânsızlıkları biraz hatırlatayım önce:

O tarihlerde; Hiçbir dini faaliyete izin verilmiyordu, hatta ezan okumak bile yasaktı. Manen böyle olduğu gibi maddeten de durum aynıydı. Devlet-millet fakir, para yok, yollar yok, bugünkü teknoloji hiç yok. Her şey el marifeti ve insan gücü ile yapılıyor. Vasıtalar ise; atlar, at arabaları; öküzler, öküz arabaları. Kıtlık ve yoksulluk had safhada. Yollar çamur içinde, gece karanlık, elektrik yok, asfalt yok. Dersler ve hizmetler için gelip gitmek bin türlü müşkülat içinde. Gaz lambaları var. Fakat piyasada gaz yok. Gazyağı muhtarlığa geliyor, tevziat yapılıyor, verilen miktar idare etmiyor. Devlet açacağı yolları bile askerliğini yapmış olan vatandaşlara yaptırıyordu. O zaman belli bir yaşa kadar olanlara 'yol vergisi' vardı. Para bulamayanlar ise bedenen çalışıp ödemekle mükellef idiler bu vergiyi. Netice olarak, devlet ile vatandaş arasında güvensizlik sürüp gidiyordu.

O günkü sıkıntılara bir numune olarak Sav'da yaşadığımız ve çok iyi hatırladığım bir ahvali anlatayım önce: 1943–44 yıllarında Köyümüzde en önemli ihtiyaç okuldu. Bir okul yapılıp çocukların okutulması lazımdı. Bunun için, Sav'ın dışına bugünkü taşımalı sistem gibi bir büyük okul düşünülmüş, yapımı ustaya verilmişti. Yapımına başlandı, ama para yok, malzeme yok. İnşaat taşları, kumları, angarya suretinde insanların ellerinde ve hayvanların sırtlarında toplanıyordu. Kireç ihtiyacı taş ocağı açılarak karşılanıyor, kireç yapılıyordu. Kirecin pişmesi için kadınlar sırtlarında dağlardan çalılar getiriyordu. Fakat bu angarya sadece gariban vatandaşa yaptırılıyor, idarecilerin koltuğuna saklanarak bu angarya işlerden kurtulanlar oluyordu. Onların yüzünden diğer çalışan vatandaşların şevkleri kırılıyordu. "Ben şu ana kadar çalıştım, çalışmayanlar var onları götürün" diye itirazlar başladı mı, jandarmalar zoruyla angaryalara devam ettiriliyordu. Böyle sıkıntılar içinde nihayet okul bitti. Fakat okulun hem köy dışına yapılmasından, hem de dindar milletin idareye olan güvensizliğinden dolayı, ancak on çocuktan birisi gidebildi bu okula. Tâ ki 1950 zamanında okul Köy'e çekilinceye ve gerektiğinde ezan okuyabilen, namaz da kılabilen öğretmenler tayin edilinceye kadar bu böyle devam etti. 1950 den sonra, vatandaş çocuğunu okula göndermeye, halk ve devlet birbiriyle kaynaşmaya, barışmaya başladı.

Hâfız Mehmed Gül. Abdülkadir Zeybek'in Dedesi

İşte böyle sıkıntılı ve yoksulluk döneminde Sav'da Nurlara hizmet başlamıştır. Bu yokluklar ve meşakkatler içinde Sav Köyünde halkın hemen hepsi, eli kalem tutan herkes, erkek-kadın, çocuk-ihtiyar, genç herkes… Risale-i Nurları yazıyor, okuyordu. Fakat bir taraftan da taharri ve aramalar, baskınlar yapılıyordu her an.

Üstad Sav'ı neden çok seviyordu?

Hazreti Üstadın Sav'ı sevmesi ise, bin kalemle yazıya herkesin iştirak etmesinin yanında; Sav'lıların müzevirlik yani ispiyonculuk yapmayıp, münafıkane davranmayıp, hizmetlere hiç engel çıkarmamalarındandır. Sav'lıların en avamı, en cahili bile, hizmetlere yanaşmasa da, hiçbir zaman hizmet edenleri rahatsız edici bir harekette bulunmamıştır.

Hasan Kurt, Ömer Özcan, Abdülkadir Zeybek: Sav'da Hazret-i Üstad zamanından kalan, çok kıymetli iki canlı tarih.

Bu kitapta yer alan: Abdülkadir Zeybek, Ali İhsan Tola, Hâfız Mehmed Gül maddelerini hazırlarken, beraberce yardımcı olmuşlardır. Hasan Kurt Ağabeyin evinin bahçesi.

Bu sebeble Üstad Sav'ın avamına, cahiline; ihtiyarına, gencine hep dua etmiştir. Teksir makinesi on seneye geçkin çalıştı Sav'da. İbrahim Gülün evinde. Hem de en sıkı yıllarda. O makine çalışırken köyümüzün elemanları yetmezdi. O sebeble Tâhirî Mutlu, Ali İhsan Tola… gibi ağabeyler senelerce burada durdular. Bunlara: "Yahu siz kimsiniz? Burada ne yapıyorsunuz? Ne işiniz var Sav'da?" diyen olmazdı. Yani Köyümüzde teksir makinesinin bulunduğu, teksir yapıldığı herkes tarafından bilindiği halde; hiç kimse ispiyonculuk yapmazdı. Müzevirlik yoktu. Üstadımız bundan dolayı; Sav'ın avamına, havassına; ihtiyarına, gencine; emvatına ahyasına; taşına, toprağına… Dualarda bulunurdu.

Sav Köyünde iki hoca ve bir hacıdan başka herkesin evinde Risale-i Nurlar yazılmıştır. Bu hususta mektup da var zaten. Evet, o zaman ilmi enaniyetten o kişiler alâkalanmadı ise de, şimdi onların torunlarından hizmete kucak açan çokları vardır. Hatta evini dersane yapanlar da var. Allah kendilerinden razı olsun, bunların hizmetleri inşallah o sözü çoktan telafi etmiştir.

Üstad'dan gelen mektuplar okununca köylüler ağlardı

Üstad Hazretleri Kastamonu'da iken Sav'a mektupları gelirdi. Onları okuyup dinleyenlerin aralarında bulunurdum. Herkes Üstadın mektuplarını pür dikkat, heyecanla dinlerdi, ağlayanlar olurdu büyüklerimizden. Mektup bir mahallede okunur, öbür mahallelere götürülür, oralarda da okunurdu. Tüm cemaatin haberi olurdu. Ben o zaman çocuktum, gördüklerimi anlatıyorum. Üstadın Barla Hayatını fazla hatırlayamam, ama Kastamonu hayatını çok iyi hatırlıyorum. Daha sonraları da Üstadımızın ve Üstadımızın yanında bulunan genç delikanlı talebelerden Zübeyr, Ceylan, Bayram, Sungur vs… müdafaalarını okuyup duyduğumuz zaman çok haz duyup heyecanlanıyorduk, ağlıyorduk.

Üstad'dan gelen mektuplar Kastamonu'dan Ispartaya, oradan da Sav'a gelirdi. Sav'da çoğaltılırdı. Şimdi fotokopilerle, baskılarla oyuncak haline gelen bu iş o zaman çok zahmetli idi. Hepsi el yazısı ile yazılırdı. İcabında bir mektup için üç-beş saat, hatta bir iki gün uğraşılırdı. Köylünün hepsinin de iş güç sahibi olduğunu düşünün.

Bu mektuplar, aynen şimdi Türkiye'de olan biten nasıl duyuruluyorsa, o zaman da, Risale-i Nurlarla alakadar olanlara gönderilirdi. Yanlış hatırlamıyorsam o zaman Türkiye'nin muhtelif yerlerinden 50 kadar adresler vardı. Yani Risale-i Nurlarla alakalı işlerden haberleşen 50 merkezî yer… İşte o mektuplar veya risaleler Sav'da yazılır, Ispartaya götürülürdü. Hüsrev Efendi o mektupları gözden geçirir. Önce okunamayacak olanların, eksik ve hatalarını düzeltir. Sonra onları zarflara koyardı.

Tahliye postaları vardı, hizmet yerlerine uğrayanlar. Onlar vasıtasıyla gerekli yerlere; çevre köylere elden, uzaklar için postanelere dağıtırlardı. Yalnız hep aynı postaneden değil de, belli bir düzen içerisinde çevre postanelerden de gönderilirdi. İşte bu fahri postalar her gün uğrarlar; "Ağabey gidecek bir şey var mı?" diye sorarlardı. Çünkü yazıcılar sokaklarda falan dolaşmazlardı pek. Mektuplar, belli etmeden postanelere verilirdi. Eğer bir mektup, nur talebelerine aid olduğu anlaşılırsa, hemen el konulur, açılır, okunurdu. Kim tarafından yazılmışsa, hemen mahkemeye sevk edilirdi. Onun için mektupların duyulmadan, bilinmeden gönderilmesi lazımdır. Bu şekilde mektup veya Risaleler 15–20 günde, en geç bir ay içerisinde o adreslere ulaşırdı.

İşte Risale-i Nurlar, ehl-i siyasetin; "biz bu işi durdurduk" dedikleri bir devirde böyle inkişaf etmiştir. Onun için Üstadımız Sav'a, çok ama çok dua etmişlerdir.

Bu hizmet aşkı Sav Köyünde olduğu gibi Isparta'nın diğer merkez köylerinde de bulunuyordu. Kuleönü, Büyükhacılar, Küçükhacılar, Çobanisa, Darıören, İslamköy'ü, Atabey. Atabey'de Tâhirî Mutlu, Kuleönünde Sarıbıçak Mustafa ve kardeşi Büyük Ruhlu Küçük Ali ve Hâfız Mustafa, Bedre'de Santral Sabri, Eğirdir'de Çilingir Ali, Isparta Merkezde Hüsrev Efendi, Urgancı Hilmi, Boyacı Rüşdü… Bunların hepsi bir bütün halinde hizmet verirlerdi. Çevre köylere hizmet için ziyaret ederlerdi.

Üstad'a bir mektup götürdüm

Hazreti Üstad 1950'lerde Isparta'daki evlerinde iken kendisine bir mektup götürme şansım olmuştu. Üstad Hazretleri evinin avlusuna inmiş, bir yere gitmek üzere idi. Ayaküstü mektubu eline verdim ve mübarek ellerini öptüm, bana dualarda bulundu. Daha sonra Sav'a geldiğinde ve yollarda taksi ile geçerken rastladıkça görüyorduk.

16.07.2007 SAV. Abdülkadir Zeybek Ağabeyimizi (Sarıklı) ziyaretimiz esnasında çekilmiş bir hatıra fotoğrafı

Hazret-i Üstad Isparta'ya ikamet etmek için yeni geldiği sıralarda, Cuma günleri namaz için camilere çıkardı. Fakat hangi camide kılacağı bilinmezdi. Değişik camilere çıkardı. Isparta halkı hiç görmediği Bediüzaman'ı görebilmek için hangi camiye gidecek diye merakla takip ederlerdi. Ve hangi camiye giderse cemaat yollara kadar taşar, gayet hoş bir ortam içinde namaz kılınırdı. Namazdan sonra cemaat iki tarafı boşaltarak yolu açarlardı. Hazret-i Üstad da her iki taraftaki cemaati iki eliyle selamlayarak giderdi. Taksiler konvoy halinde bekler, şoförler "Bediüzzaman benim arabaya binse" diye merakla beklerlerdi. Üstad iyi kötü seçmeden mütevazı bir taksiye binip evine giderdi.

Hazret-i Üstadın bu mütevazı halini çekemeyen ve siyasete mal edip kargaşa çıkarmak isteyen bir gazeteci, bir Cuma günü Isparta'ya geliyor. Hazret-i Üstad da o Cuma günü talebelerine: "Ben hastayım, kim gelirse gelsin sakın ziyarete almayın" diye tembih ediyor. Gazeteci bir o camiye koşuyor… bir ötekine… fakat Bediüzzamanı bulamıyor. Sonra Üstadın evine geliyor. Talebeleri: "Üstad hasta kimseyi kabul etmiyor" deyince dönüp gidiyor. Üstad bu sebeble cumalara çıkmaz olmuştu. Çünkü Üstadımız hem daima şaşaadan kaçar, hem de emniyeti düşünürdü. Hem malum Üstad Hazretleri Şafidir.

Üstad Hazretlerinin Sav Köyüne ziyaretleri

Üstad Hazretleri Sav'da geceleyerek hiç ikamet etmemiştir. Ancak Isparta'da ikamet ettiği 1953 den sonra, defalarca ziyarette bulunmuştur. Fakat bazen yolda bir Sav'lı görse onunla selam gönderip: "Ben Sav'a ziyarete geliyordum, size vekâlet veriyorum, köyünüze benim selamımı götürün, bana da dua etsinler" diyerek yoldan döndükleri de vakidir. Köye ziyarete geldiğinde köyün meydanlığına kadar gelirdi. Fakat erkek kadın hemen toplaşırlar, elini öpeceğiz diye izdiham olurdu. Üstad bundan rahatsız olurdu.

Bir defasında, o korkulu zamanda evinde teksir makinesini bulunduran Amcam, daha doğrusu Büyük Amca Oğlu İbrahim Gül hastaydı. Üstad Onu ziyarete gelmişti.

Diğer bir zaman da hususan Mustafa Gül amcamı ziyarete gelmiştir. Mustafa Gül amcamın bir trafik hadisesinden ayağında çarpılma olmuştu ve ayağı şişmişti, yürüyemiyordu. Üstad manen haberdar oluyor, köyün meydanlığına kadar geliyor ve Mustafa gül amcamı çağırtıyor. Gül amca yürüyemediğinden bir merkeple meydana geliyor. Hazreti Üstad da O'na dualar ederek teselli ediyor ve köyden ayrılıyor.

Bir keresinde de Marangoz Ahmed'in kabrini ziyaret etmeye, birkaç talebesiyle beraber geliyor. Kabrin başında Sure-i Amme ve birkaç kısa sûre okutup, duasını kendisi yaparak ayrılıyor.

Hazreti Üstad Sav ziyaretlerinde hiçbir kimsenin evine çıkmamıştır. Sadece Hacı Hâfız Mehmed'in torunu Hâfız Ahmed Avşar'ın evine bir defacık çıkmıştır. Onun da sebebi: Ahmed Avşar; "Üstadım, evimin üst katını dersane yaptım" demesiyledir. Dersaneye hürmeten Ahmed Avşar'ın evine çıkıyor... onbeş dakikalık bir süre içinde Risale-i Nur okutuyor, dinliyor ve sonra ayrılıyor.

Sinoplu Hasan Atıf Egemen'in Sav'da kalması

1943'lü yıllarda Sinoplu Hasan Atıf Egemen, Sav'da Hasan Can (R.h.) in evinde sekiz ay kalmıştır. Hiç dışarı çıkmadan devamlı olarak Nur Risalelerini yazmakla meşgul idi. Hasan Can ise, Denizli Mahkemesinde Üstadla beraber kelepçelenen ağabeyimizdi. Çok yaşlı idi. Yolda, mahkemeye giderken, âdeta Üstad'ın sırtında, Üstad'a dayanarak gidiyor… Üstad onu taşıyor… Hasan Can 90 yaşına kadar yaşayan bir ağabeyimizdi. Evi ise, Sav'ın en üst kısmında idi.

Hasan Atıf'ın Sav'a gelmesinin sebebi ise: Sinop'ta hizmet edememiş, sert mizaçlı insanlardan sıkılmış... Bunun üzerine Kastamonu'da bulunan Hazreti Üstad'ı ziyarete gidiyor. Üstad O'na: "Seni Sinap'a göndereyim" diyor. "Üstad beni tekrar Sinop'a mı gönderecek" diye bir hal almış onda. Sonunda, Hazreti Üstad: "Isparta'ya git, Hüsrev sana bir yer ayarlasın" diyor.

Hatıralarda bahsi geçen, Sav'daki SİNAP sokak

Hasan Atıf Isparta'ya geliyor. Hüsrev Efendi de onu, Sav'a, Hasan Can'ın evinde kalmak üzere gönderiyor. Hasan Can, Hasan Atıf'ı evinin alt katına yerleştiriyor. Ve orada hizmete, yazıya başlıyor. Sekiz ay burada kaldı. Çok güzel yazısı, gayet okunaklı Osmanlıca hattı vardı. Geldikten birkaç gün sonra Hasan Can; "gel seni bahçelerimizi gezdireyim, canın sıkılmasın" diyor. Köyün üst kısımlarındaki bahçelere ve orada bulunan Sinap'a çıkarıyor. Orada "Sinap" isminde bir yatır evliyaullah vardır. Hatta orada kuduz hastalığına iyi geldiğine inanılan şifalı bir su da vardır. Hasan Atıf, Sav'daki Sinap'a çıkınca Üstadın kendisine latif ifadesini hatırlıyor, tebessüm ediyor. Zira 'Sinop' ve 'Sinap' bir harf ile birbirinden ayrılıyordu… Bilahare Denizli Aydın arasında bulunan Sultanhisar'da ömrünü tamamlamıştır.

Hasan Atıf, bizim Sav'da sekiz ay kalıp ayrıldıktan sonra, Denizli Homa'ya taşınır. Her nasılsa, bir yanlışlıkla, bir karakol başçavuşunun sinsi hareket etmesiyle bir fitne başlar orada. O başçavuş; "ben çok aşıkım…" diyerek Hasan Atıf rahmetliyi yumuşatmış. Ve 5. şua'yı ondan almış. O da hemen doğru karakola ve savcıya şikâyette bulunmuş. İşte 1943 Denizli mahkemesi böyle başlar.

Hasan Atıf Sav'da kaldığı için burayı çok incelediler. Denizli mahkemesi sırasında bütün Sav'ı aradılar taradılar. Dedem Hâfız Mehmed o zaman erken tedbir almıştı. Dedemin evi o kadar sıkı aranıyor ki; yüklük dediğimiz yerleri bile boşalttırıp, lamba yaktırıp her tarafı, karanlık yerleri de arıyorlar. Tedbir alındığı halde buradan 8 kişi gitmiştir Denizliye. Sav Köyünden Denizli Mahkemesine gidenler şunlardır: Hasan Can –yaşı seksenin üzerinde-, Savalı Ahmed, Ali Gül, Salih Yıldız, Mustafa Yıldız, Hüseyin Beşli, Mehmed Soylu ve oğlu Ahmed Soylu. O sıkılığa rağmen her akşam dersler yapılır, hizmetler ihmal edilmezdi. Hacı Hafız Mehmed Avşar'ın (RH) evine de çok kere baskına geldiler. Fakat onun evinin iki kapısı vardı. Nöbetçi bırakılırdı. Baskın anında bahçe tarafındaki kapıdan halk boşalıverirdi… Bunlar çok olurdu o zamanlarda.

SİZE YAŞANAN BİZİM DE MÜŞAHEDE ETTİĞİMİZ BAZI HADİSELERDEN BAHSEDEYİM:

Hizmetle alakalı en küçük ihmal yaşanmazdı

1946'dan bir hatıra: Çok sıkı takibat ve baskınlar devri olmasına rağmen hizmetle alakalı en küçük ihmal yaşanmazdı. Bir yere ulaştırılacak bir eser, bir hizmet tekâsül gösterilmeden yerine getirilirdi.

Hazreti Üstad Emirdağ'ından Isparta'ya haber gönderiyor. "Elli kadar Zülfikar mecmuası Emirdağ'ına gönderiniz." Hemen, Hüsrev Efendi halen hayatta olan Sav'lı Hasan Kurt Ağabeyimizi çağırtıyor. Sırtına götürebileceği kadar bir çuvalla kitapları yüklüyor. Hasan Ağabey dağlardan, derelerden, patika yollardan giderek, Otuzbeş kilometrelik yolu, ana yola da uğramadan yayan geçip vazifesini yapıyor. Kitapları Eğridir'deki Ali Çilingir'e teslim ediyor. O da Emirdağ'ına..

Aynı zamanda Hasan Feyzi'nin (RH) yazmış olduğu Risale-i Nur hakkındaki bir manzumenin on kadarını Hüsrev Efendi Hasan Kurt ağabeyimize teslim ediyor. "Eğridir'den dönüşte Barla, Bedre, Atabey, Kuleönü'ne uğrayarak bunları dağıt" diye veriyor. Hasan ağabeyimiz Eğirdir'de Çilingir Ali Efendiye, Barla'da Sıdık Süleyman'a, Bedre'de Santral Sabri'ye, Atabey'de Tâhirî Mutlu'ya, Kuleönünde ise Büyük ruhlu Küçük Ali Efendiye teslim ediyor. Üstad bu manzumeler için: "Ben dua makamında okuyorum, çünkü o manzumeler ilhamla yazılmış, sizler de dua makamında okuyunuz" buyurmuş.

Hüsrev Efendinin ihlâs ve rıza-i İlâhî noktasında hizmeti çok sebkat etmiştir. Hazret-i Üstadla beraber Eskişehir, Denizli, Afyon, Isparta hapishanelerinde bulunmuştur. Bilhassa Isparta Hapishanesinde defalarca yatmıştır. 1971 sıkıyönetim döneminde 35 talebeyle birlikte tekrar Eskişehir Hapishanesinde yatmıştır. Yaşlılık ve hastalık raporu alınarak tahliye edilmiş, sonra çıkan af kanunu ile davası düşmüştür.

Hüsrev Ve Tâhirî ağabeylerin şaşırtan ifadeleri 

Teksir makinesiyle alakalı enteresan bir hâtıra:

Hüsrev Efendinin (RH) kalemiyle yazılmış, teksir edilmiş bir eser savcılığa intikal ettirilmiş. Hüsrev Efendi savcılığa ifadeye çağrılıyor. "Sen mi yazdın bunu?" "Evet, ben yazdım" diyor. "Kim yardım ediyor?", "Atabeyli Tâhirî Mutlu." "Makine nerede?" "Tâhirî Mutlunun evinde." Mahkeme açılmaya devam ediyor. Bu arada Hüsrev Efendi Sav'a acele haber gönderiyor. "Sav'da bulunan teksir makinesini hemen Atabeyli Tâhirî Mutlunun evine bırakınız" diye. Hemen o gece makine Savdan alınıp bir hayvanın sırtına yükletilerek otuz kilometre mesafede bulunan Atabey'deki Tâhirî Mutlunun evine bırakılıyor. Elbette ertesi günü Tâhirî Mutlunun evine taharri düzenleniyor ve makine oradan müsadere ediliyor. Mahkeme Tâhirî Mutlu ile Hüsrev Efendiyi celp ediyor. "Bu eserleri siz mi teksir ediyorsunuz?" "Evet!" "Parayı nereden buluyorsunuz?" "Kendi paramızla kâğıt mürekkep alıyoruz, teksir ediyoruz eserleri, kâğıt mürekkep bedeline dağıtıyoruz, onunla tekrar kâğıt mürekkep alıp devam ediyoruz." Savcı ve hâkim birbirine bakıyorlar. "Hayatımızda bu kadar rahat bir şekilde suçlarını itiraf eden böyle sanık görmedik", diyerek hayretler içinde kalıyorlar.

Hizmette inayet vardı

Bu hizmetin bir inayet altında olduğunu gösteren bir hatıra:

Bir torba dolusu Risale, Sav'da Ali Gül Amcama tashih etmesi için veriliyor. Ali Gül onları tashih ediyor. Ve kendi ellerimle Üstad hazretlerine teslim edeyim diye tedbirsizce bir torbaya doldurup Isparta'ya Üstadımızın evine geliyor. O günlerde Üstadımızın evinin karşısına gelen gideni devamlı gözetleyen polis var. Polis hemen Ali Gül'ün elinden tutuyor, 'burada ne işin var' diyerek karakola götürüyor. Torba da omzunda asılı. Ama kapıdan girerken Ali Gül torbayı karakolun kapısının dışına bırakıyor. Kendisini sorgulayacak hâkimin karşısına çıkarılıyor. Komiser "niçin geldin buraya?" diye soruyor. Amcam Ali Gül, birkaç kelime ile kısaca dolaylı bir şeyler beyan ediyor. Ve Komiser "bir daha oraya gitme" deyip, Amcam Ali Gül'ü salıveriyor. Böylece Amcam çıkarken torbasını tekrar omzuna alır ve çıkar gider. Torbaya bakmak akıllarına bile gelmiyor. Bir torba Risale-i Nur'da müsadereden kurtulmuş olur.

Acip bir hadise

Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa vardı. Küçük Ali Ağabeyimizin ağabeyidir. Risalelerde Barla Lâhikasında, İhtiyarlar Risalesinde… İsmi geçer. Çok gayretli bir ağabeyimizdi. Yalnız o biraz meczuptu, fakat keşfi de açık birisiydi. Devamlı dolaşır, dersler yapardı. Halk sohbetine doyamaz, insanlar kalkamazdı derslerinden.

Sene 1945'ler olsa gerek. Bir gün Sav'a geliyor ve bir eve misafir oluyor. İkindi vaktine kadar orada ders yapıyor… Ders bitiyor… İkindi namazını kılmak için kalkıyorlar…

O zatta bir hassasiyet vardı, tıpkı Üstad gibi. Risale-i Nurlara bir hücum oldu mu hasta oluyordu. Sünneti kılıyorlar, o imam olmaya geçiyor. Fakat birden, 'pat!' diye yere düşüyor. Halk: "Hocam çok mu rahatsızsınız?.." derken: "Hemen burayı terk edin! Çabuk burayı terk edin! Baskın geliyor!" diye bağırıyor. "Benim koluma biriniz girsin, beni şu büyük tepeye çıkarın" diyor. Benim bu hatırayı dinlediğim Hasan Çavuş -ki, halen Sav'da hayattadır, bu hatırayı o yazmıştır- koluna giriyor ve onu tepeye bırakıyor. Hakikaten az sonra baskına geliyorlar, evi didik didik aramaya başlıyorlar. O günler böyle idi.

Bazı talebelerde keşf ve kerametler açılmıştı

O zamanda bazı talebelerde keşif ve kerametler açılmıştı: Çobanisa Köyünden Ahmed isminde bir talebe vardı. Ben bu hadiseyi bizzat kendisinden dinledim. Ahmed Efendi bir akşam toplu bir sohbet ve zikir esnasında gözünü bir noktaya dikiyor, bir zaman bakıyor. Hiçbir kimseye bir şey söylemiyor. Ders bitiyor ve herkes evine gidiyor. Sabahleyin yanına bir arkadaşını çağırıyor "Isparta'ya gideceğiz" diyor ve gidiyorlar. Isparta'nın Karaağaç Mahallesine varıyorlar.

Orada, başlıyor akşam gördüklerini takip etmeye. Yani bir noktaya baktığında gördüklerini: Omzunda bir çuval kitap olan birisi o yolları yürümüş… İşte şuradan geçti, şu sokaktan çıktı, şu duvardan atladı, şu bahçeye girdi, şuraya gömdü" diyor. Bahçenin sahibi de bahçesinde imiş. "Amca küreğin varsa şurayı eşelim" diyor. İçi kitap dolu çuvalı çıkarıyorlar. O çuvalı oraya gömen kimse babasından kalan kitapları korkusundan oraya gömmüş. Çünkü o zamanlarda Risaleler, hatta Kur'an-ı Kerimler bile araştırılıp soruşturuluyordu. Ben bu hadiseyi, keşfi gören Ahmed Efendiden bizzat dinledim.

Eşkıya "Koruk Efe" Nur Talebesi oluyor

Hazret-i Üstad Barla'da iken, Çobanisa Köyünde yaşayan çok meşhur bir eşkıya 'Koruk Efe' ki bu hâtırayı bizzat kendi ağzından dinledim:

Bu adam eşkıyalıktan temin ettiği bir atı Barlalılara veresiye satmış. Bilahare atın parasını almak üzere Barla'ya gidiyor. Fakat atı sattığı adam tarlalara gitmiş. Onu beklerken Barla sokaklarında Barla insanlarıyla sohbet etmeye başlamış. Birden, dağ gezisinden dönen Hazret-i Üstad'ı, üstünde siyah cüppe ve beyaz sarıkla evine girdiğini görüyor. Koruk Efe "bu kimdir?" diye soruyor. Barlalılar: "Şarktan gelme çok değerli bir âlimdir" diyorlar. Koruk Efenin âlimlerle bir işi yok aslında. Aklına takılan, "bu adam şarklı olduğuna göre, belki yanında antika silah veya kasatura gibi şeyler vardır" diye düşünüyor. Ve Hazreti Üstadın evine çıkıyor, kapısını çalıyor. Üstad kapıyı açıyor, "buyurun" diyor. "Hocam sizin şarklı olduğunuzu duydum, ben antika meraklısıyım, tabanca kasatura gibi bir şeyin varsa alıvereyim" diyor. Hazret-i Üstad onun yüzüne bakarak, sana "Yâ Bâki entel Bâki" vereyim diyor. Cahil eşkıya bu ne demek diye düşünürken, üstad o mübarek esmanın tefsirini yapıveriyor. "Seni, beni ve bütün âlemleri yaratan Hâlikımın dostluğunu vereyim" diyor. Koruk Efe o güne kadar böyle bir hitaba muhatap olmadığından kendine bir heyecan basıyor. Kriz gelip yere düşüyor. Bir müddet baygın kaldıktan sonra gözlerini açıyor. Hazreti Üstad yerinden kalkıyor tavana astığı enva-i çeşit üzümlerden bir çıngıl koparıp birer birer tanelerini ağzına veriyor. Sonra kolundan tutup kaldırıyor. "Haydi, ben sana müsaade ediyorum, o atın parasını alma. 'Yâ Bâki entel Bâki' okuyarak evine git" diyor. Kapısından dışarıya çıkarıyor. At parasını almaya geldiğini söylemediği halde Hazret-i Üstadın: "O atın parasını alma" demesi ve "Yâ Bâki entel Bâki" münacatının manasını vakarla ve ciddiyetle ona anlatması, Koruk Efenin içini hıçkırıklarla doldurmuş. "Şu Barlanın sokaklarına çıkayım da bağıra bağıra bir ağlayayım" diyor.

Barla'dan uzaklaşınca başlıyor bağırarak ağlamaya, içi boşalmıyor. Sessiz sessiz içinden ağlıyor, fakat içi yine boşalmıyor. "Ben ne yaptım bu güne kadar, bu ömrü niye boşa geçirdim, bunca günahlar işledim…" deyip pişmanlıkla "Yâ Bâki entel Bâki" okuyarak evine geliyor. Barlaya eşkıya olarak giden Koruk Efe Çobanisa Köyüne tam bir Müslüman ve Nur talebesi olarak dönüyor.

Koruk Efe nur talebesi olduktan bir müddet sonra, başındaki takke yüzünden iki jandarma tutup onu karakola götürüyorlar. O zaman şapka kanununa muhalefetten mahkemeye veriyorlardı. Koruk Efe savcıya ifade verirken şöyle diyor: "Ben eşkıyalık, hırsızlık yaptım tuttunuz; sarhoş gezdim, karı-kız peşinde ahlaksızlık yaptım tuttunuz buraya getirdiniz. Tamam, bu yollar yanlış imiş, anladık. Bari Müslümanlığı yaşayayım dedim, tuttunuz yine buraya getirdiniz. Yahu Savcı bey! Bana bir yol gösterin de oraya gideyim!" deyince savcı jandarmalara: "Bu adamı niye getirdiniz" diyerek salıveriyor.

Üstad'ın yalana karşı hassasiyeti

Çobanisa Köyünde, Koruk Efe'nin birdenbire Müslüman'ca yaşamaya başlayıp nur hizmetleriyle ilgilenmesi, aynı Çobanisa Köyünden "Ala Deli" lakaplı bir adamın hayretine gidiyor. "Barladaki bu hoca nasıl birisi ki, böyle bir eşkıya, birden nur talebesi oluverdi. Şu hocaya bir de ben gideyim" diyor. Barla'ya gidiyor, Hazret-i Üstadın evini soruyor. Barlalılar: "Şimdi evinde olmaz, biraz sonra namaz için mescide gelir, o zaman arkasında cemaat olursun, hem görüşürsün" diyorlar. Nitekim öyle oluyor. Namazdan sonra Üstad: "Seni eve götüreyim de Risale-i Nurlardan vereyim" diyor. Giderlerken eski alışkanlığından adamın ağzından bir yalan söz çıkıyor. Üstad Hazretleri: "Burada kal!" diyerek onu evine almıyor. Yine de bir başkası ile eserleri gönderiyor. Burada Üstadımızın yalana karşı hassasiyetini anlamalıyız. Bu hatırayı da bizzat yaşayan "Ala Deli" denilen adamdan işitmiştim.

Risale-i Nur kendini koruduğu gibi, seni de korur

1958'de askere gittim. Askerliğimin acemiliğini iki ay İzmir'de yaptıktan sonra, Erzurum Aşkale'ye gittim. Orada şoförlüğü kazandım. İstanbul'da da iki ay iş makineleri kursu gördüm. Greyder operatörü olarak tekrar Aşkale'ye geldim. Askerliğimi orada bitirdim.

Gelibolulu hâfız bir arkadaşım vardı, beraber aynı bölükte askeriz. O karargâhta yazıcı idi. Risale- i Nurları duymuş ama daha görmemiş. İzne ayrılacaktım, bana; "Risale getir de okuyalım" dedi. Ben Aşkale'den Sav'a izne geldim. Büyüklerim bana: "Ona büyük kitap götürme de küçüklerden götür" diye tavsiyede bulundular. Ben de; "İhlâs Risalesi, Küçük Sözler, İktisat, Uhuvvet gibi…" cep kitaplarından götürdüm, arkadaşıma verdim. O bölük yazıcısı idi. Kitapları ihtiyatsızca masasına koyuyor. Bunu paşanın biri görünce; "Nereden aldın bunları, kim verdi sana?.." diye soruşturmaya başlıyor. İş Tugay Kumandanına kadar ulaşmış. Arkadaş kitapları kapıp bana getirdi, durumu anlattı. "Al bunları sakla" dedi. Ben de sakladım.

Sabah dokuz içtimasından sonra, hemen her tarafta alarm… O gün de Bölük Çavuşum bana: "Sen bulaşıkhanede kal. Tabakları güzelce bir yıka. Bugün içtimaaya çıkma" dedi. İşte Risale-i Nurlar insanı hiç sıkıntıya sokmazlar. Kendini koruduğu gibi, seni de korurlar. Neyse dışarıda büyük bir içtima olmuş. Bölük Kumandanı, üst üste bağırarak: "İçinizde nurcu var mı?.. İçinizde nurcu var mı?.. İçinizde nurcu var mı?.." diye üst üste defalarca sormuş. Tabi herkes birbirine bakmış. Benim Risale-i Nur okuduğumu kimse söylememiş. Sonra Bölük Kumandanı: "Sakın ha! Bediüzzamanın kitaplarından kimse bulundurmasın, buralarda görünmesin, çok sıkı takibat var…" diye tembihlemiş. Dağılmışlar. Öylece bize hiçbir şey olmadı elhamdülillah. Yalnız iki tane yedek subay vardı. İkisi de İstanbullu; birisi Ermeni, diğeri Müslüman. Onlar öyle bir peşime düştüler ki; günlerce yalvardılar. "İlla bu kitaplardan bize de ver" diye. Ne kadar; "siz bu kitapların kıymetini bilemezsiniz" dediysem de, "illa ki ver!" dediler. "Bir kötü hareket yapmayacaksanız vereyim madem" dedim. Artık ne ettiklerini bilmiyorum.

Askerdeyken Üstad vefat etti, çok ağladım.

Ben Aşkale'de asker iken 1960 Mart ayında o çok üzüntülü haber geldi. Çok ağladım askerde. Derdimi anlayacak bir kimsem de yoktu. Terhis olduktan sonra, bari Üstadımın kabrini ziyaret ederek döneyim diye Diyarbakır üzerinden Urfa'ya hareket ettim.

Akşam namazı sıralarında Urfa'ya geldim. Bir otele yerleştim. Otelciye dedim: "Askerden yeni geliyorum. Sizden bir ricam var. Bediüzzaman Hazretleri bu Urfa'da vefat etti. Buraya defnedildi. Ben onun kabrini ziyaret etmek istiyorum." Tuttu kolumdan beni çıkardı yukarıya. "Bediüzzaman Hazretleri burada, bu odada vefat etti. Bu odayı kimseye açmıyorum" dedi. Ve üstadın kabrinin yerini bana tarif etti. Baktım oralarda ihtiyar bir adam var. Adam o kadar korkmuş ki; şurada diyemedi bana. Sırtı kabre dönük, eliyle tam arkasını işaret etti. Ben anladım. Ama o günlerde de çok şiddetli takipler varmış. Kabrin etrafına demir çerçeveler takmışlar. Cam yoktu daha. Başımı çerçeveden içeri soktum. Bembeyaz mermerden bir kabir. Başucuna, Üstadın: "Faniyim… Fani olanı istemem. Acizim aciz olanı istemem… ilh." Şiirini yazmışlar. Küçük bir kitaplık yapmışlar. İçerisine birkaç tane kitap koymuşlar. O kitaplığın üzerinde iki yumruğum büyüklüğünde bir kuş oturuyordu. Ben orada iki saat kadar kaldım. Kur'an okudum. Sonra oradan ayrıldım. Ispartaya geldim. Bir hafta geçmedi, Üstadımızın kabrini oradan kaldırdılar.

Başefendiden çeneme şiddetli bir yumruk yedim

1960'da askerden geldikten sonra, beklide Türkiye'de ilk dersanelerden birini, şuradaki Tepecik camisinin yanına yaptırdım. Dersane açtım orada. Allah razı olsun. Komşularım baktılar, çok talebelerim var, oraya bir dersane yaptılar. Çok muazzam hizmetler nasip oluyordu orada. Fakat her kemalin bir zevali vardır ya…

Sene 1964 sonları. Ali İhsan Tola Ağabeyler bir düğün vesilesiyle 20 kişi kadar Sav'a geliyorlar. O zaman kalabalık bir cemaatle benim dersanemi de ziyarete geldiler. Yanlarında bir mektup getirmişler. Yeni yazı ile bir kardeşimiz yazmış. "Ey nurcu kardeşlerim!" diye başlayan takriz şeklinde çok güzel bir mektuptu. Gelenlerle Risale-i Nurlardan ve o mektup okundu. Bu mektup hoşuma gitmişti. "Bunu bize bırakında gelenlere okuyalım" dedim. Onu rulo yapmış yukarı bir rafa koymuştum.

Derviş bir adam vardı. Bizim yanımızda öğrenmeye çalışırdı. Pek de öğrenemezdi. Takke çok yasaktı o zaman. Takke giyenleri polis yakalar, 24 saat içeri atardı. İşte o derviş. Başında takke elinde bir bohça ile görülünce, polis; "ne var bu bohçada?" diye açtırıyor. Kitaplar çıkıyor ortaya. Polis: "Bunları ben de öğrenmek istiyorum. Sen bunların yerini bana bir tarif et" diyor. O da, benim dersanemi tarif etmiş. O polis işi karakola aksettiriyor. Geldiler, bizi apar topar götürdüler. Bir anda Kur'anları, kitapları toplamaya başladılar. O zavallı mübarek çocuklar ağlayarak arkamda kaldılar. Beni aldılar, epey gittikten sonra: "Yahu bu hocanın evini niye aramadık biz?" deyip döndüler. Evimi de aradılar.

İşte bu baskında o mektubu da bulmuşlardı. Yeni yazıyla olduğu için hemen okudular. Mektup için benimle epey uğraştılar. Başçavuş uğraştı, savcılık uğraştı… Yazanı da bilmiyorum. Kalabalık bir cemaat getirmişti bana. Bilsem de onların ismini verir miyim hiç. Zaten bizi cemiyet içersine sokmak istiyorlardı. Beni karakola götürdüler. O gün tevkifimi bitirmediler. Nezarette hapsettiler. Yalnız sabaha kadar askerler bana iyi baktılar. "Karnın acıktı mı? Su verelim mi?" diye hep sordular.

Said Gül. Sav Kahramanlarında İsmail Gül'ün Oğlu.

Sabah oldu. Nezarette iken duyuyorum, Başçavuş bağırdı: "Jandarma hocayı al gel!" dedi. Baştan, alttan almaya başladı: "Hocam, 24 saattir buradasın, bizden bir sıkıntı gördün mü?" "Görmedim başefendi sağ olun" dedim. "Öyleyse şu mektup işini halledelim de güle güle ayrılalım" dedi. Dedim: "Başefendi, ben yalan söylemem. Daha evvel dediğim gibi, ne yazanı biliyorum, ne de getireni…" Birden değişti. "Hocam, siz çok yanlış hareket ediyorsunuz. Bu Said-i Kürdi var ya; şarka gidiyor, 'evlenin çoğalın'; buralara geliyor, 'ahir zamandır, evlenmeyin çocuk yapmayın' diyor. Gayesi Kürtleri çoğaltıp, Kürt devleti kurmak. Siz bunu bilmiyorsunuz!.." diye kuru iftiralar atmaya başladı. Şöyle dinledim… dinledim… "Başefendi! Bunlar hiçbir kitabında ve konuşmalarında yoktur… Tam tersi böyle bir şeye eskiden mani olmuştur…" diyecek oldum. Birden bağırdı: "Ulan! Sen burada bana bu kürdü mü müdafaa ediyorsun?" dedi. Geldi yanıma, çeneme şiddetli bir yumruk attı. Allah'tan, bende hiç, ama hiç bir korkma, panik olmadı. Bağırarak: "Demek ben burada yalnızım diye beni döveceksin ha?.." dedim, bir adım üzerine yürüdüm. Korktu mu artık bilmiyorum. "Çık dışarı!" dedi. "Jandarma! Götür, kapat bunu. Konuştur bunu!.." dedi. Jandarma götürdü beni, tekrar nezarete kapattı, kendisi de kayboldu gitti.

On bir ay yattıktan sonra beni bıraktılar. O zaman bir içtihat kararı varmış: nurcu olduğun belli oldu mu, en az altı ay ceza veriyorlardı. Yalnız hemen vermiyorlardı da; daha çok, epey yattıktan sonra veriyorlardı. Toplam hapis süresi çok geçiyordu. Bana da altı ay vermişlerdi o zaman, on bir ay yattım. O zaman muvakkaten evlere alındı dersler. Durmak yoktu. Sonra benim yerime Osman Dikçar ve şimdi Medine'de yaşayan Said Gül dersanede hizmete devam ettiler. Said Gül benim sağ kolumdu zaten. Sonra onlar da basıldılar. Said Gül ve Babası İsmail Gül'ü benim yanıma hapishaneye gönderdiler.

1977'de çıkan af kanunuyla o sabıkam kalmadı. Kırk yaşından sonra imtihana girdim, resmi göreve başladım. Sav'da şu aşağıdaki Tepecik camisinde imam oldum… 23 sene imamlık yaptıktan sonra askerliğimi de ödeyerek 2000'de emekli oldum. Hizmetlere devam ediyoruz.

Hizmette çalışanların hedeflerinde ne vardı acaba?

Şimdi soralım: Bu Risale-i Nur hizmetleri için çalışanların hedeflerinde ne vardı acaba? Bediüzzaman'la cibilli akrabalık mı? Veya cibilli bir milliyet mi? Veya siyasi bir hedef mi? Veya bir cemiyet sevdası mı? Yok! Yok! Risale-i Nurları okuyanlar ve hatta okumayanlar bile, artık bunu apaçık görüyorlar. Sadece Allah rızası için, insanların imanla kabre girmesinin hizmeti ve gayreti vardır.

Gençlere iki önemli tavsiyem var. Birincisi: İhlâsı muhafaza etmek. Risaleleri başkası için değil, kendimiz için okumak. İkincisi de: Osmanlıcayı okumaları ve yazmalarıdır.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

Pekkolay, 2013-05-15 09:37:18

Allah Savlılardan hassasaten o zamanda yaşayıp hizmet-i Kur'ana destek olanlardan ebeden razı olsun.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DİĞER YAZILAR

YUSUF ÜNLÜ(1936 -)

YUSUF ÜNLÜ(1936 -)

Cübbeli Ahmed Ünlü hocaefendinin babası Yusuf Ünlü 1936’da Giresun’un Göreli İlçesinde

YILMAZ DUMAN(1938 -)

YILMAZ DUMAN(1938 -)

Denizlili Emekli Lise Öğretmeni Yılmaz Duman, 1951’de Türkiye’de ilk açılan yedi İmam Hat

ÜMMÜHAN ERGÜN(1913 – 1976)

ÜMMÜHAN ERGÜN(1913 – 1976)

Nur Fabrikası sahibi, Denizli şehidi, İslamköylü Hafız Ali Ergün’ün akıl sınırlarını

ÛLVİYE SÜMER (1895 – 1974)

ÛLVİYE SÜMER (1895 – 1974)

Ûlviye Sümer, Risale-i Nur’un Kastamonulu hanım kahramanlardandır… “Âsiye, Ulviye, Lütfi

TACEDDİN TOPAL(1927-2020)

TACEDDİN TOPAL(1927-2020)

Taceddin Topal ağabeyimiz Isparta/Yalvaçlıdır. Yalvaçlılar O’na Taci Dede diye biliyor ve ö

ŞÜKRÜ ALTUĞ(1914 – 1984)

ŞÜKRÜ ALTUĞ(1914 – 1984)

Isparta’nın Sav köyü bin kalemle Risale-i Nur eserlerini yazarak çoğaltan, Hz. Üstadın ifad

ŞEVKET AKIN(1923 -2021)

ŞEVKET AKIN(1923 -2021)

Batmanlı Şevket Akın, Bediüzzaman hazretlerini 1952 yılında Isparta’da ziyaret ediyor. Aynı

ŞAHABEDDİN ÜNLÜ (1945 -2021)

ŞAHABEDDİN ÜNLÜ (1945 -2021)

Bolvadinli Emekli Edebiyat öğretmeni Şahabeddin Ünlü ile Ankara’da halef selef oluyoruz. Biz

ŞAHABEDDİN GARGILI(1924 – 2017)

ŞAHABEDDİN GARGILI(1924 – 2017)

Molla Şahabeddin Gargılı, 1924 yılında Bingöl’ün Kığı ilçesinde doğmuştur. Erzurumlu

SÜLEYMAN ÇAĞAN(1930 - )

SÜLEYMAN ÇAĞAN(1930 - )

Malatya/Doğanşehirli Süleyman Çağan ağabeyimiz üç arkadaşıyla beraber Hz. Üstad’ı Ispa

SAİD NUR ÇELEBİ (1948 -)

SAİD NUR ÇELEBİ (1948 -)

Risale-i Nur hizmetkârlarından iki bahtiyar hanedanın silsilesi Said Nur Çelebi’de buluşuyor.

Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun.

Bakara, 185

GÜNÜN HADİSİ

Mü'minin sezgisinden sakının, çünkü o Allah'ın nuruyla bakar.

Taberani

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI