AV. GÃœLTEKÄ°N SARIGÃœL

Avukat Gültekin Sarıgül, 1937’de Antalya’nın Korkuteli ilçesinin, şimdiki adıyla Başpınar Köyünde dünyaya gelmiştir. Liseyi Antalya’da bitirdikten sonra, 1956’da Ankara Hukuk Fakültesine yazılır. Aynı sene ilk defa Bediüzzaman ismini duyar ve Risale-i Nurları okumaya başlar. 1959’da Isparta’da bulunan Üstad’ı ziyaret eder, iltifatına ve hayır dualarına mazhar olur. Av. Gültekin Sarıgül deyince akla ilk gelen şey Risale-i Nur davalarıdır.


Ömer Özcan

ozcannurs@hotmail.com

2013-01-16 05:15:59

Avukat Gültekin Sarıgül, 1937'de Antalya'nın Korkuteli ilçesinin, şimdiki adıyla Başpınar Köyünde dünyaya gelmiştir. Liseyi Antalya'da bitirdikten sonra, 1956'da Ankara Hukuk Fakültesine yazılır. Aynı sene ilk defa Bediüzzaman ismini duyar ve Risale-i Nurları okumaya başlar. 1959'da Isparta'da bulunan Üstad'ı ziyaret eder, iltifatına ve hayır dualarına mazhar olur. Av. Gültekin Sarıgül deyince akla ilk gelen şey Risale-i Nur davalarıdır.

1963 senesinde avukatlık ruhsatnamesini alır. Aynı sene rahmetli Av. Bekir Berk (RH) ile beraber ilk duruşmasına girer; bu da, Burdur'da bir Risale-i Nur davasıdır. Esasen, daha avukat olmadan, 1961'de Sivas'ta askerliğini yapmakta iken, bir gün yanlarına Av. Bekir Berk gelir. Ve kendisine: "Kardeşim ben henüz bu davalar için kendimi vakf-ı hayat etmedim. Ama bu mahkemeden sonra dünyevî davaları bırakıp, Allah lûtfederse vaktimi sadece Risale-i Nur davalarına hasredeceğim… Sen de kendini ona göre hazırla, inşallah bu davaları beraber takip edelim" teklifinde bulunur. Gültekin ağabey hiç düşünmeden: "Evet! Ben de öyle düşünüyorum" der. Bu şekilde bu iki büyük avukat kendilerini nur davalarına adamışlardır. Şüphesiz bu bir istihdam-ı İlâhiydi… Akılla, irade ile olacak şeyler değildi bunlar. İki avukatın aralarında 11 sene yaş ve kıdem farkı vardır.

Mahkemelerde, 1958 senesinin başından, 1991 sonlarına kadar 3.000'den fazla Risale-i Nur davaları açılmıştır. Bazen aynı anda 300'e yakın mahkeme devam etmiştir. Duruşma sayısının çokluğunu, çarparak toplayarak artık siz hesap edin. Bunlar aklın alamayacağı şeylerdi. Aklın idrak edemeyeceği başka şeyler de oluyordu o tarihlerde: Mesela bir kişi beraat ediyor; aynı şahıs, tekrar tekrar, üst üste 20–30 kere daha aynı ithamla mahkemeye veriliyordu. Olacak şey değildi… Ama olmuştu bunlar… Bu güzel memlekette, sanki birileri kırmızı görmüş boğa gibi çıldırmıştı… O birileri tarihte eşi benzeri görülmemiş dramatik sahneler yaşatmıştı bu mübarek Anadolu topraklarında. Ama unuttukları bir şey vardı: Nur Talebeleri bunların hikmetini biliyordu… Risale-i Nurlar ilan ediliyordu… Zaten nur talebeleri devletine küsmezdi.

Avukat Gültekin Bey, bu hatıralarında cemaatin o günkü kısıtlı imkânlarını da anlatıyor: "Davaların çokluğundan hakkından gelinecek gibi değildi. Bu sebeble, dünyevi, ticari kazançlar için davalar alamadık. Çoğu zaman yol paralarını bile veremiyordu cemaat, borç alıp öyle çıkıyorduk yola. Yoksulluk vardı o zaman. Bir pantolon, bir ayakkabı, bir elbise alacak paramız dahi olmazdı. Bir keresinde Bayram Yüksel ağabey Kilis'ten giyilmiş bir pardösü getirmişti bana…" İşte böyle devam ediyor Gültekin ağabey. İmkânlar kısıtlı, fakat yük ağır. Bu vazife onlara nasip olmuştu… İki avukatın vazifeden kaçma lüksleri hiç yoktu. Aslında istihdam-ı İlahi vardı, Allah onlara hizmet ettiriyordu.

İşte Avukat Gültekin Sarıgül, bu şartlarla 28 yıl boyunca 3 bine yakın davayı takip eder. Diğer efsanevi Avukat Rahmetli Bekir Berk, 1973'te Türkiye'den ayrılıp Cidde'ye yerleşince, davalar tamamen üzerine kalır. Ta ki; 1991'de 163. Madde kaldırılıncaya kadar... Bütün bunlar bu hatıralarda okunacaktır. Ama tamamı değil, bazı örnekleriyle… Tamamı için bir kitap ister.

Gültekin Sarıgül'ün iki hapishane hayatı da vardır. Birisi: 1967'de yedi ay Van Cezaevindedir. İkincisi: 1971'de İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından tevkif edilir, bir sene ceza alır, Avukatlık ruhsatı iptal edilir. Fakat daha sonra af kanunu çıkınca mesleğine geri döner.

Bu hatıralar bir devre ışık tutuyor. Bir zaman bir dostum, Risale-i Nurları yeni tanımıştı ve Tarihçe-i Hayatı okuyordu. Bir ara samimi ve safiyane bir şekilde: "Aklım almıyor! Nasıl olur böyle bir şey. Bir insan kitap yazdı veya okudu diye bir ömür boyu baskı altına alınıp takip edilir mi? Acaba bunda biraz mübalağa mı var?" demişti. Ben o devirleri 68'den beri biraz yaşamış birisi olarak, bu sözlere baştan çok üzüldüm. Fakat sonradan düşündüm: "Demek ki, gelecek nesiller, bu demokratik ortamlarda, bunları anlamakta güçlük çekecekler, idrakleri zorlanacak insanların. Öyleyse halen hayatta olan bu kahramanların hatıralarının kayda geçirilmesi lazımdır" diyerek, kendime vazife çıkardım. Bu üzüntüm bana daha ciddi bir çalışma şevki verdi.

Zahmet edip bizimle ilgilendiği için Gültekin Bey'e ve arşivi ile çalışmalarıma yardımcı olan DOST TV'ye teşekkür ederim. Hatıralar kendisine tashih ettirilmiştir.

Risale-i Nur'un avukatları

Üstadımızın davalarına giren avukatlar: Ahmed Hikmet Gönen, Ziya Sönmez, Abdurrahman Şeref Laç, Mihri Halev.

Binlerce defa, Nur Talebelerinin Risale-i Nur davalarına giren avukatlar: Bekir Berk ve Gültekin Sarıgül.

Nur Talebelerinin bazı davalarına giren avukatlar: Necdet Doğanata, Hüsameddin Akmumcu, Ali Haydar Aksay.

Nur Talebelerinin daha sonraki yıllarda davalarına giren avukatlar: Reşat Yazak, İbrahim Hilmi Ünlü.

Allah hepsinden razı olsun. Âmin.. âmin.. âmin..

***

Rahmetli Bekir Berk ile beraber bu davaları takip ettik, nasip oldu.

1937 senesinde Antalya'nın Korkuteli ilçesinin, şimdiki adıyla Başpınar Köyünde dünyaya geldim. İlkokulu kısmen köyde, beşinci sınıfı ve ortaokulu Korkuteli'inde, liseyi 1955–56 döneminde Antalya'da bitirdim. Aslında fenci idim, liseden pekiyi derece ile mezun olmuştum, fakat Allah nasip etmedi… Ankara Hukuk Fakültesine yazıldık. 1959–60 döneminde Hukuk Fakültesinden mezun oldum. Askerliğimi iki yıl, 1961–63 yıllarında, 27 Mayıs ihtilalinin akabinde yaptım. Askerlikten sonra avukatlığa intisap ettim.

 Cüppemi giyer giymez; ilk davam Burdur Ağır Ceza Mahkemesinde oldu. Risale-i Nur okudukları için haklarında dava açılan Mehmet Aynacılar ile alakalı bir davet vaki oldu. İşte ilk girdiğim 163. Madde ile alakalı dava da bu olmuştur. Artık ondan sonra davalar birbirini takip etti durdu. Ben mesleğimi ticari olarak icra etme imkânı bulamadım. Çünkü memleketin her tarafında yüzlerce Risale-i Nur davaları açılıyordu. Öyle ki bazen dava sayısı aynı anda 300'e kadar çıkıyordu. Rahmetli Bekir Berk ile beraber bu davaları takip ettik, nasip oldu.

BEDÄ°ÃœZZAMAN'I VE RÄ°SALE-Ä° NURLARI NASIL TANIDIM?

Üstad'ın müsaadesiyle Antalya 'ileri' matbaasında küçük risalelerden basılmıştı

1956'ya kadar Bediüzzaman'ı ve Risale-i Nurları duymamıştım. Hâlbuki 1952–54 yıllarında Antalya'da küçük kitaplar neşredilmiş, bunlardan benim haberim olmamıştı. Şimdiki Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türelin babası, Suphi Türel Bey Mahalli basın olarak "İleri" Gazetesini çıkarıyordu, halen hayattadır. İleri Gazetesi Demokrat Parti'yi destekleyen Mahalli bir gazete idi. Meğerse orada eski bir ağabeyimiz varmış; Recep Unaz.

Bediüzzaman ve talebeleri için açılan Afyon Mahkemesi, 1952 de beraatla neticelenince gazeteler bunu yazmamış. Zaten o tarihlerde hep böyle oluyordu. Nur talebeleri baskına uğradığında yazıyorlar, beraat ettiklerinde ise yazmıyorlardı. Nur cemaatine bu haberler ancak lâhika mektuplarıyla ulaştırılabiliyordu. Recep Unaz Ağabeyimiz, Suphi Bey'den ricada bulunarak, bu beraat haberini neşretmesini istiyor. Suphi Bey de "tamam" diyor. İleri Gazetesinde sür manşetten: "Adnan Menderes'e teşekkürler. Afyon Ağır Ceza Mahkemesinden Bediüzzaman ve Nur Talebeleri beraat ettiler" diye bir haber çıkıyor.

Bu haber çıkar çıkmaz Recep ağabey hemen bir nüshasını alıp, Isparta'ya, Üstad'a gönderiyor. Üstad Hazretleri de o kadar çok sevinmiş ki… Çocuklar gibi sevinmiş. Düşünün o günkü şartları, bir mahalli gazetede çıkan müspet bir haber Üstadı nasıl sevindiriyor. Artık ona göre tasavvur etmek lazım. Üstad Gazetenin sahibi Suphi Bey'i yanına davet edip, onu talebeliğine kabül etmiş. Tabi aile hayatı itibarı ile Suphi Bey'in kendine göre bir çevresi var. Bu sebeble, İslam'ın ibadet gibi pratik bazı cihetlerini yerine getiremiyor. Bunun için Üstad, ona biraz da ikaz ve nasihatlerde bulunduktan sonra: "Madem ki böyle bir hizmete vesile oldun, şimdiye kadar kitaplarımın neşri için kimseye yetki vermemiştim, ama sana veriyorum" demiş. İşte ilk defa, "Gençlik Rehberi, Hutbe-i Şâmiye, İhlâs, Uhuvvet, Küçük Sözler" bu İleri matbaasında bu şekilde neşredilmiş. Hatta Gençlik Rehberi Gazetede tefrika halinde neşrediliyormuş. Bizim haberimiz yok bunlardan.

'Sıtkı Üstad' Bediüzzamanın hafızasını anlattı

1956'da liseden mezun olunca Ankara Hukuk Fakültesine yazıldım. Fakat devam mecburiyeti olmadığı için genellikle Antalya'da bulunurdum. Antalya'da Şehir Kütüphanesi vardır. Şimdiki Merkez Bankasının bulunduğu yerde. Tek katlı güzel bir bina idi. O kütüphanenin Sıtkı Tekelioğlu diye bir müdürü vardı. Bastonla gezen ufak-tefek, bir adamdı. Abdülhamid Han zamanında mülkiyeyi bitirmiş, üç lisan bilirdi. Arapça, Farsça, Fransızca… Ayaklı kütüphane denilirdi kendisine. Ben arada sırada gider kendisine bazı sorular sorardım. Gayet tatminkâr cevaplar verirdi. Biz ona "Sıtkı Üstad" derdik.

Bir gün 1956'da yine bu kütüphaneye gittim. Ortada bir masa. Masanın üzerinde bir İleri Gazetesi vardı. Şuna bir bakayım dedim. İkinci sayfasını açtığımda enteresan bir şeyle karşılaştım. "Gençlik Rehberi. Müellifi Bediüzzaman Said Nursi." Bediüzzaman kelimesini ilk defa duyuyor, manasını da bilmiyordum. Merak ettim; "acaba ne demekti, hem kimdir bu zat?" Düşündüm; "bunu kim bilir? Bilse bilse Üstad bilir!" dedim. Baktım, Sıtkı Üstad kütüphanenin girişinde bir sandalyede oturmuş bekliyor. Hemen bir sandalye aldım, yanına oturdum. Dedim: "Üstadım İleri gazetesinde böyle bir tefrika var, siz bu zatı tanır mısınız?" "Tanırım! Hem de gençliğini bilirim" dedi. "Bana anlatır mısınız?" dedim.

Sıtkı Üstad başladı anlatmaya:

"İstanbul'da talebeyiz. Hürriyetten önceki yıllar… Talebe arkadaşlarla dolaşıyorduk. Baktım karşıdan bir zat geliyor, fakat üzerinde nev-i şahsına mahsus bir şark kıyafeti var. Ayaklarında çizme, üzerinde kenarları işlemeli bir şalvar, şalvarın üstünde bir Trablusgarp kemeri, kemerde de bir Çerkez Kaması; üzerinde cepken, başında poşu; sakalsız, bıyıklı, gayet müşekkel, yakışıklı bir zat; genç ve dinamik. (Sıtkı Üstad Tarihçe-i Hayatta yeğeni Abdurrahman ile gördüğümüz resmi tarif ediyordu.) Yanımdakilere: 'Kimdir bu zat?' dedim. 'Hey! Kendine gel. Ona Bediüzzaman derler' dediler. 'Nedir hususiyeti?' dedim. 'Sorulan her suale doğru cevap verir. Bütün İstanbul uleması ile münazaraları oldu, onların hepsini ilzam etti. Onun için ona Bediüzzaman derler' dediler. İyice merakıma mucip olmuştu..

Bir iki gün sonra Beyazıd Camii karşısında bulunan çay bahçesine gitmiştim. Elimde Sabah Gazetesi vardı; Osmanlıca, 10 sayfalık, şimdiki gazetelerden daha ebatlı bir gazete idi. Başımı kaldırınca baktım, Bediüzzaman Hazretleri beş adım yakınımda.. geliyor. Hemen ayağa fırladım: 'Üstadım lütfeder misiniz bir çayı mı içseniz?' Bana dedi ki: 'Prensip olarak çayını içmem, ama elindeki gazeteyi okumak isterim.' Gazeteyi verdim eline. Birinci sayfayı yukardan aşağıya şöyle bir süzdü, geçti ikinci sayfaya, yine yukarıdan aşağıya bir göz gezdirdi, geçti üçüncü sayfaya, dördüncü.. beşinci.. yani on dakikada bütün gazetenin sayfalarını gözden geçirdi. Sonra gazeteyi bana iade etti.

Merakımı mucip oldu, gayr-i ihtiyari sordum: 'Üstadım, yani siz şimdi bu gazeteyi okumuş oldunuz mu?' 'Evet okudum' dedi. 'İmkânsız' dedim. "Tecrübe edebilirsin" dedi. Aldım birinci sayfayı; hiç dikkati çekmeyen bir yeri sordum. İnanır mısın evladım, kelime kelime, olduğu gibi aktardı. Geçtim diğer sayfalara, hiç dikkati çekmeyen yerlerden bütün gazeteyi şöyle tarayarak sordum. Aynı şekilde her şeyi, kelimesi kelimesine cevap verdi. Sonunda bir de şuna gazetenin matbaasını sorayım dedim. 'Peki Üstadım! Bu gazete hangi matbaada basılmıştır?' 'Filanca matbaada' diye cevap verdi."

Sıtkı Üstad bana: "Evladım, tabi şimdi sen buna inanamamışsındır, ama bunun şahidi benim, bunu ben yaşadım. Bu zat bir sayfayı bir görüşte hafızasına alıyordu. Onun hafızasında ciltler dolusu kitaplar vardı. Böyle birisinin karşısına çıkılabilir mi? Bu fotoğrafik hafıza, o zata mahsus bir mevhibe-i İlahiyedir. Bunun şahidi benim, aynen vakidir." Ben hayretle Sıtkı Üstad'a dedim: "Üstadım sen bana Türkiye'de yaşadığını hiç tahmin etmediğim, Everest Tepesi gibi yüksek bir zatı tanıttın. Peki, bu zatı nasıl ziyaret edebiliriz, bundan nasıl istifade edebiliriz?" dedim. "Oğlum burnunun dibinde Isparta'da yaşıyor. Gençsin, Isparta'ya git duasını al" dedi. Sene sonu imtihanları olması hasebiyle Ben Ankara'ya gittim.

Atıf Ural Ağabeyimizden çok istifade ettim

Ankara Hukuk Fakültesinin arkasında Hukuk Yurdu vardı. Dolu olduğundan ben orada kalamıyordum, ama imkânlarından istifade ediyor, derslerimizi orada çalışıyorduk. Yukarı kattaki bir odayı da mescid haline getirmişlerdi, namazlarımızı orada kılıyorduk. O zaman ki İlahiyat Fakültesinde okuyan nur talebeleri ile tanışma fırsatım olmuştu. Allah Rahmet etsin, sonradan Bursa İlahiyat Fakültesinde dinler Tarihi Profesörü olan Mehmet Günay Tümer'le tanıştık, beni dersaneye götürdü.

Dersanede Atıf Ural Ağabeyimizle tanıştık. Atıf Ağabey savcı olmuştu, fakat genç yaşında 33'ünde vefat etti. 1956'da Risalelerin yeni harflerle matbaalarda tab edilme işi başlamıştı. İşte Atıf ağabey burada Risale-i Nurları yeni harflerle neşretmek için beş yılını feda etti. O bana Ankara'da ağabeylik yaptı. Çok mükemmel, çok kâmil, çok mütevazı; şair ruhlu, nurani, çok hassas bir insandı. Ondan çok istifade ettik. Sonra Üstadın hizmetkârlarından Mustafa Sungur Ağabey geldi. Sungur ağabeyden de Risale-i Nurlarla yapılacak iman Kur'an hizmetinin, nur mesleğinin inceliklerini anlama hususunda istifade ettik.

1959'da Üstadı ziyaret ettim

Üstadı ziyaret meselesine gelince:

O zaman ağabeyler diyordu ki: "Üstad ziyaretçi kabül etmez, kıymet ve ehemmiyet Üstadın şahsında değildir. Üstad kendisini bir merci, bir şeyh, bir mürşid, bir lider olarak kabül etmez. Kendisini ancak bir nur talebesi olarak kabül ediyor. Risale-i Nur'a talebe olun, o zaman doğrudan doğruya Kur'an'a talebe oluyorsunuz; burada merci kitaplardır, kitapları okuyun" diye bize telkin ediyorlardı. Hizmetlerin içinde olduğumuz halde, üç yıl bu sebeble ziyarete tevessül etmedik. Ama elhamdülillah Külliyatın tamamını alıp; okuma, anlama fırsatını bulduk.

1958 den sonra Nazilli'de, bir kahvede cereyan eden, kitap okuma bahanesi ile Mehmet Büker ve arkadaşları hakkında bir dava açılmış; gazeteler de aleyhte bir kampanya başlatmıştı. Bugün olduğu gibi, aynı şekilde, bilmediğimiz bir yerlerden düğmeye basılıyordu. Artık bunlar nereye dayanıyor… Bilemiyoruz, hesabını yapmaya da mecbur değiliz, mühim değil.

1959'da bu Nazilli hadisesi sebebiyle; Ulu orta, yalan yanlış, iftiralarla dolu bir tezyif kampanyası başlatmışlardı. Bunlara bir cevap hazırlamak icap etti. Atıf Ural ağabeyle istişare ettik, bana: "Sen hazırla, tashih edelim" dediler. Ben de âcizane ufak bir kitap halinde bir risale hazırladım. Sene 1959, Hukuk son sınıftayım. "Hem bunu takdim edeyim, hem de dünya gözüyle Üstad'ı göreyim" dedim.

Antalya'dayım, Kasım ayları başları idi. O zaman ki yol şartları malum, çok zorluk var. Araba günde bir tane, yollar stabilize. Isparta'ya vardım, gece otelde yattım. Isparta'da o zamanlar on tane kadar ağabeyimiz vardı. Halkta ürküntü hâsıl olmuştu. Korkutulmuştu halk. İnsanlar nur talebelerine tam yanaşamıyordu. Mustafa Ezener Ağabeyimiz vardır, Antalya'daki ilk neşriyatı takip eden de o idi. Isparta Mimar Sinan Camisi karşısında bir kulübesi vardı. Çorap örüp orada satıyor, geçimini temin ediyordu. Kendisini ziyaret etim: "Ağabey, Üstadı ziyaret etmek istiyorum, acaba imkân olur mu?" dedim. Meğerse gelip gidenlerden bıkmışlar, bu yüzden pek sıcak alaka göstermedi. Bana: "Bak bu iki üç kişi ziyarete gidiyorlar, git onların peşine takıl, nasibin varsa görürsün" dedi. Ben Üstadın evini bilmiyordum. Hemen onların peşine takıldım. Üstad kira olarak Fıtnat Hanımın evinin üst katında ağabeylerle kalıyordu. Fıtnat Hanım yaşlı mübarek bir ablamızdı.

Üstadın evine doğru giderken baktım, karşıdan zayıf nahif pos bıyıklı bir ağabeyimiz geliyor. Beni simamdan anladı, yanıma geldi: "Kardeşim sen nereye gidiyorsun?" dedi. "Ağabey imkân varsa Üstadımızı ziyaret etmek istiyorum" dedim. "Üstadımız hasta ziyaretçi kabül etmiyor, kusura bakma" dedi. Ben, "peki" deyip dönüş yaptım; "ama ithamlara cevap mahiyetinde bir şey hazırlamıştım. Onu takdim edecektim" dedim. "Nerde o?" dedi. "Otelde" dedim. "O zaman kardeş, sen onu çabuk getir. Araba hazırlandı, Üstad Eğridir'e gidecek. Sen Caminin orada dur, geçerken görürsün" dedi. Hemen koştum otele, kitapçığı aldım, caminin oraya geldim. Üstadın evi görünüyordu. Acaba yaklaşsam mı" diye düşünürken… Meğer o beni karşılayan Zübeyr ağabeymiş. Beni görünce koşarak geldi. "Kardeşim ben seni arayacaktım, Üstadımız seni istiyor" dedi. Hemen cümle kapısına koştum. Baktım araba hazır, bekliyor. Arabanın sağ tarafında uzun boylu, başında sarık Tâhirî Mutlu Ağabey, sol tarafında Bayram Yüksel ağabey, Direksiyonda da benim gibi bir delikanlı, Hüsnü Bayram ağabey var. Bir de İmam Hatip son sınıfta okuyan pardösülü, gözlüklü bir genç vardı, Zekeriya Kitapçı. O da arada sırada gelip Üstadın hizmetinde bulunurmuş. Şimdi Selçuk Üniversitesinden emekli dinler tarihi profesörüdür.

Baktım Üstadımız arabanın arka koltuğunda oturuyor, üzerinde de bir yorgan var. Zayıf, çok zayıf, bir deri bir kemik; ama gözler çok iri, bakışlar çok sert ve keskin. Dikkatle bana bakıyordu. Arabanın penceresi açıktı. Yanaştım, elini uzattı öptüm. Bayram ağabey takdim etti: "Üstadım, bu kardeşimiz Atıf'ın arkadaşı, Risale-i Nurlara hizmeti var, çalışıyor" deyince; "Maşallah… maşallah…" şeklinde başımı devamlı sıvazladı. Sonra ismimi sordu. "Gültekin Üstadım" dedim. Şöyle gözleriyle yukarıya doğru baktı, Heceledi: "Gül-te-kin!" Ben bir mana veremedim. Durdu.. durdu.. konuşmak istedi, fakat ses kesildi. Sadece dudak hareketi vardı. Tabi ben bir şey anlayamadım. Fakat yanındaki ağabeyler hemen anlıyordu. Bayram Ağabey dedi ki: Üstadımız "Yanımda otuz yıl hizmet etmiş bir talebe olarak seni kabül ettim. Anneni, babanı duama dâhil ettim, onlar da bana dua etsinler" diyor, dedi. Sonra ses birden açıldı: "Antalya'da Hanım talebeler var, onlara selam söyle, ben seni onlar için vekil tayin ettim." dedi.

Zekeriya Kitapçı, 17 yaşlarında. Üstadın kendisine hitap tarzı enteresandı. 90'a merdiven dayamış bir pir-i fani, ona 'kardeş' diye hitap ediyordu. Üstad: "Zekeriya Kardeş! Sikke-i Tasdik-i Gaybi'yi tashih edin, bu kardeşle Ankara'ya yollayın" dedi. "Peki Üstadım" dedi. Araba hareket etti. Üstadın selam tarzı; iki eliyle kucaklar tarzda yüzüne doğrudur. Böyle selamladı ve araba hareket etti.

Bir daha Üstadı son gelişlerinde Ankara'da, uzaktan gördüm. Emirdağ Lâhikasının son mektubu olan dersi verdiği otelde idim. Fakat çok genç olduğumdan bana sıra gelmedi ve yanına çıkamadım.

Üstadın evinde dünya yoktu

Tâhirî ağabeyle kalmıştık, beraber eve çıktık, salona geçtik. Salon dediğimiz yer: Tabanında hiçbir örtü yok, tamamen tahta taban… Üstadın kaldığı odaya baktım, tabanında çok eski bir kilim, sağ tarafta demir bir karyola, ortada sac bir soba. Pencerelerde perde yok, muayyen bir seviyeye kadar gazete yapıştırılmış. Kenarlarda da eskimiş tek kişilik minderler var. Hâsılı kelam orada dünya diye bir şey yoktu. Hem Üstadın kaldığı oda, direkler üzerine kurulu balkon gibi bir çıkıntı halinde idi. Yani altı boş. Orası nasıl ısıtılıyordu... Isparta bin metre yükseklikte yayla gibi bir yerdir. Yani çok soğuk olan bir yer. Altı boş bir oda nasıl ısıtılırdı. Ağabeylerin kaldığı oda da aynı şekilde: Eski bir kilim, perde yok, kenarlarda eski minderler. Bunları ben büyük bir ibretle müşahede ettim o zaman.

Üstadın günlük konuşmaları ile vazife anındaki konuşmasının farkı

Üstadla Isparta'da görüştükten sonra, Antalya için trende ikinci mevkide bilet almıştım. Koltuk numarası olmadığından yolcu çoksa yer bulunmazdı. Bir kompartımanı o telaşla açtım, baktım, genç, o günkü ölçülerle asrî diyebileceğimiz bir kadın, yanında da sakallı nurani bir zat var. Selam verdim, müsaade isteyip girdim. Elimde de el yapması bir asker bavulu var. Onu kaldırdım, yukarıya koyarken o zat bana bakıyormuş, dedi ki: "Evladım sen büyük bir zatı, Bediüzzaman Hazretlerini ziyaretten geliyorsun?" "Allah! Allah!" deyip şaşırdım. "Nerden anladınız?" dedim. "Evladım yüzün ifade ediyor" dedi. "Siz kimsiniz?" dedim. "Üstad Hazretleri Burdur'a ilk geldiğinde ona talebe olmuş, emekli muallim Hasan Melli" dedi.

Hasan Melli: "Ben birçok kerametlerine şahit oldum. Yalnız evvela sana bir şey sorayım: Üstadın konuşma tarzını nasıl buldun?" dedi. Tebessüm ettim: "Hal hatır sorarken Türkçe'yi az bilen, şark şivesiyle konuşan bir zat- ı muhterem" dedim. "Hah! Onu istiyorum ben işte, sen Bediüzzamanın hususi şahsiyetini görmüşsün. Onun dellal-ı Kur'an noktasındaki şahsiyetini görmeliydin" dedi. "O nasıl oluyor?" dedim. "Biz de ilk tanıdığımızda günlük konuşmaları aynı böyleydi. Ama o safha biter, sonra diz çöker oturur, euzu besmele, salâvat-ı şerife… Arkasından bir başlar konuşmaya; O, Risale-i Nurlarda okuduğun bedi, veciz ifadeler mübarek ağzından dökülmeye başlar. O zaman ne şark şivesi kalır, ne de bir şey. Haza bir İstanbul efendisi gibi, İstanbul şivesiyle konuşurdu. Bu ifadeler nerden geliyor diye, biz hayran kalırdık.

Hatta iki oda kitabı, kütüphanesi olan, Hatip Hoca denilen, Burdur'un en büyük bir âlimini götürdük yanına. O zaman Bediüzzaman başladı hitap etmeye. Hatip Hoca böyle adeta sindi, hiçbir şey konuşamadı kendisine. Biz dedik: 'Hocam, bir iki şey de siz konuşsaydınız ya." Dedi: "Bunun ilmi mevhibe-i i İlahiyedir, onun karşısında ben konuşamam. Bizim ilmimiz kesbî, yani okuyarak öğrendiğimiz şeylerdir. Onun karşısında konuşamam..." Böyle dedi Hatip Hoca.

Tren yolculuğumuz esnasında bu Hasan Melli ile beraber Sikke-i Tasdik-i Gaybiyi okuyup mütalaa etmiştik.

Üstadın Burdur hayatından...

Tren yolculuğumuz sürüyordu. Bu arada Emekli Lise Öğretmeni Hasan Melli ağabeyin yanındaki hanımın, kendisinin gelini olduğunu öğrendim. Bizi dikkatle ve feyizle dinliyordu. Hatta bir ara: "Allah'a hamd-ü senalar olsun. Bediüzzaman Hazretlerini bizzat gören iki gözü Cenab-ı Hak bana gösterdi" dedi. İçimden "Allah-u Ekber şu kadının iman ve teslimiyetine bak" dedim.

Bir ara Hasan Melli Ağabeye Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Burdur'daki hayatından anlatmasını rica ettim. Çok güzel, çok kıymetli hatıralar anlattı bana. Şöyle ki:

"Üstad Bediüzzaman Hazretleri Burdur'da[1] kaldıkları müddetçe Hilmi Bey ile beraber hep ziyaretlerine giderdik. Hilmi Bey ise, öğretmenlik yaptığım aynı lisede benden daha kıdemli bir muâllim idi. Üstad Burdur'da bir evde kalıyordu. Sohbet için yanına gittiğimizde, Hilmi Bey ayakkabılarını çıkarıp benden evvel girer, ben de arkasından aynı şekilde takip eder girerdim. Üstad makat denilen biraz yüksekçe bir yerde otururdu. Gelen cemaat da yerde halka teşkil edecek şekilde otururlardı. Hilmi Bey Üstadın elini öptükten sonra, Üstad ekseriya onu sağ yanına oturturlardı, beni de sol tarafına…

Üstad sohbete başlamadan evvel hâl hatır sorardı. Tıpkı şimdi senin müşahede ettiğin gibi şark şivesiyle kelimeleri kısaltarak konuşurdu. Bu fasıl beş-on dakika devam ederdi. Bilâhare diz üstü oturur; "şimdi biraz da hocalık yapalım" der, besmele ve salâvat-ı şerifeyi takiben mevzuya adeta gürleyen bir ırmak gibi girerdi. Mübarek ağzından, risalelerdeki o beliğ ve bedî ifadeler gibi kelimeler dökülmeye başlardı. O zaman ne şark şivesi, ne de başka bir şey kalırdı… Hâza bir Osmanlı İstanbul Efendisi gibi konuşurdu. Bu iki şahsiyeti arasındaki bariz fark bizi hayrette bırakırdı.

Vazife yaptığım lisede Kemal adında bir tarih muallimi vardı. Kendisi münkirdi, inançsızdı. Bir gün aramızda Hazret-i İsa (AS) hakkında çok şiddetli bir münakaşa geçmişti. Nerede ise yumruklaşacaktık. Neticede biz birbirimizden koptuk ve bir ay kadar konuşmadık. Ben bu hadiseyi kimseye de anlatmadım. Zaten anlatılacak bir şey de değildi. Bir ay sonra lisede Hilmi Bey ile beraber oturuyordum. Bir anda Kemal yanımıza geldi:

"Hep Bediüzzaman diye birinden bahsediyorsunuz… Çok da büyütüyorsunuz... Beni de yanına götürseniz ya... bak ona bazı sualler soracağım… bakalım altından kalkabilecek mi?.." dedi. Ben hemen kendisine mukabelede bulundum: "Sende din yok, iman yok, abdest yok… bu vaziyette seni nasıl O'na götürelim?.. Hem sen oraya ayakkabı ile de girmeye kalkarsın." Dedim. Hilmi Bey hemen araya girdi: "Eğer Kemal Bey hakikaten arzu ediyorsa bizim vazifemiz kendisini oraya kadar götürmektir. Ondan sonrası da Allah'a aittir" dedi. Ben de "peki" dedim ve beraberce buluşup Üstadın kaldığı eve doğru yola çıktık.

Üstadın evine vardık. Yalnız Kemal daha önceden ayakkabılarını çıkarmayacağını söylemişti. Kapıyı çaldık, açıldı.. içeriye önce Hilmi Bey ayakkabılarını çıkararak girdi. Sonra aynı şekilde ben girdim. İçerde yirmiye yakın kişi, iki halka şeklinde diz üstü oturmuş kemâl-i edeple Üstadı dinliyorlardı. Kemal Bey bu vaziyeti görünce hemen eğildi ve ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Üstad'a doğru yanaştık. Hilmi Bey elini öptü sağ tarafına, ben de elini öptüm, beni de sol tarafına oturttu. Sıra Kemal'e gelmişti… Kemal Üstada yaklaşınca, Üstad hiç yapmadığı bir tavır gösterdi. Başlarını mümkün mertebe aşağıya eğdi ve sağ elini imkân nispetinde yukarıya kaldırdı. Aslında normal hallerde Üstad elini pek öptürmezdi. Fakat bu şekilde, Kemal, ayakta Üstadın elini öpmeye muztar kalmıştı. Üstad kendisinin nereye oturacağını da göstermedi. Kemal, bir sağına, bir soluna baktı… Kıpkırmızı bozardı… Perişan bir vaziyette Üstad'ın dizinin dibine yığılıverdi. Bir kaç dakikalık soğuk bir duş yaşatmıştı Üstad ona… Akabinde Üstad Hazretleri konuşmasına kaldığı yerden devam etti:

"Evet Kara Kavak ağacından bahsediyorduk… Kavak ağacı, bahar gelince yapraklanır ve tomurcuklanır. Mevsimi gelince tomurcuklar kemale erer ve açılırlar. İçlerinden sinekler uçuşurlar. Sonra bildiğimiz kiraz ağacı… Bahar gelince çiçeklenir ve yapraklanır… çiçekler dökülür ve küçük tomurcuklar hasıl olur… mevsimi gelince de tomurcuklar erer iştihamızı çeker hale gelirler. Yemek için bir tane koparırsın. Bakarsın ki cidarında hiçbir delik yok. Ama açarsın içinde kurt teşekkül etmiş. Ben bu hususu tetkik ettim. (Yirmiye yakın botanik âlimlerinin isimlerini sayarak) filancanın.. filancanın eserlerini okudum. Hiç birisinin bu meseleye tatminkâr bir izah getiremediklerini müşahede ettim. İşte kavak ağacının tomurcuklarındaki sineklerin, kiraz içindeki kurt'un menşeine izah getiremeyenler -dizinin dibine çökmüş vaziyette oturan Kemal'e şehadet parmağı ile sert bir hareketle işaret ederek- Hazret-i İsa'ya (AS) peder ararlar!..

Halbuki ben, Kemal Bey ile aramızda geçen hadiseden, Hilmi Bey'i bile haberdar etmemiştim. Başka hiç kimseye de söylememiştim. Kendisiyle münakaşa ederken Üstad orada mıydı?.. Nasıl haberdar olabildi? Bu açık keramet karşısında donup kalmıştık…

Neyse sohbet bittiğinde Üstadın elini öpüp dışarıya çıktık. Kemal Bey ikimize de sarılarak: "Allah sizden razı olsun, benim hidayetime vesile oldunuz. Sizin bana anlattığınız Bediüzzaman ile şimdi gördüğüm Bediüzzaman arasında Himalaya'lar kadar farklar var" dedi. Çok memnundu. Biz de Allah'a şükrettik… sevindik.

Ertesi gün Kemal Bey yanımıza gelerek: "Arkadaşlar, hemen gidelim!" dedi. Biz zaten böyle bir teklifi bekliyorduk. Üçümüz yola koyularak Üstadın kaldığı eve vardık. Sohbet günü olmadığı için de Üstadımız yalnızdı. Kapıyı çaldık, açıldı, içeri girdik. Hilmi Bey elini öpmek istedi, vermedi.. bana da iltifat etmedi. Hemen Kemal Bey'in omzundan tuttu içeriye götürüp oturttu. Başını sıvazladı. Önüne üzüm leblebi karışımı kâseyi açtı. "Buyur Kemal'im!.. Ye Kemal'im!.." diyerek Kemal Bey'in başını sıvazlayarak mütemadiyen iltifatlar etti. İltifatlar artık Kemal'e idi. Hakikaten Kemal Bey de bu iltifatlara lâyık olduğunu zamanla gösterdi. Risale-i Nurları okuyarak anlamak ve anlatmakta bizleri fersah fersah geçti."

Hasan Melli Ağabeyimiz (RH) bunları anlattıktan sonra, kompartımanda formalar halinde Ankara'ya götürdüğüm, "Sikke-i Tasdik-i Gaybi" kitabından yerler okumaya devam ettim. Bazı noktalarda izahlar getirdi. Kitabın bir yerinde: "Uzaktan dağlar görünür, taşlar görünmez. Sekiz yüz senelik bir mesafeden görünen, hizmet-i imaniyenin şahikasıdır. Yoksa Said gibi karıncaların değil.. ilh…" okuyup bitirdikten sonra, sordum: "Muhterem Ağabey! Burada dağ gibi bir hadiseden bahsediliyor. Hâlbuki bugünkü haliyle (1959 senesiydi) ben ancak Anadolu'nun muayyen beldelerinde, bu hizmete gönül vermiş birer ikişer ağabeyi görüyorum. Bunların hepsini toplasan ancak büyükçe bir salonu doldurabilir…

Cevabı gecikmedi: "Evladım! Üstad ruh mertebesine terakki ettiği için mazi ve istikbal zaman-ı hâl hükmüne geçmektedir. Bu bakımdan istikbale Allah'ın izniyle nazar ederek bu cümleleri yazdırmaktadır. Ben yaşlıyım, göremem. Sen gençsin, göreceksin inşallah. Elli sene sonra bu kitapların dünya çapında bir hadise haline geldiklerini sen bizzat göreceksin."

Allah gani gani rahmet eylesin ve nur içinde yatsın. Hasan ağabeyimizin ifade ettiği günleri sonsuz hamd-ü senalar olsun gördük ve yaşıyoruz.

RÄ°SALE-Ä° NUR'UN MAHKEMELERÄ°!

Bekir Berk ağabeyin ilk Risale-i Nur davası

1958'de Nazilli'de Mehmet Büker ve arkadaşları hakkında bir hadise olmuştu. Bizim ağabeyler meselenin izahı için, bir beyanname hazırladılar. Bir gazete olmadığından, mecburen Ankara'nın muhtelif apartmanlarına dağıttılar. Bunun üzerine Zübeyr, Tâhirî, Atıf Ural, Sungur Ağabeyler başta olmak üzere 8–9 kişi tevkif edildi. Bunun üzerine Rahmetli Milletvekili Tahsin Tola ağabey Bekir ağabeyi arıyor: "Bekir Bey, bu davayı alır mısın?" diye teklifte bulunuyor. Bekir ağabey son derece zeki bir insandı: "Ağabey sen ne diyorsun, bana: 'Sana emrediyorum, gel bu davayı al' demeliydin" diyor.

Bekir Berk Ağabey son derece yakışıklı, kıvrak zekâlı, hitabesi kuvvetli bir insandı. Ankara'da hapisteki ağabeylerle görüşüp soruyor: "Ben sizin şahsınızı mı müdafaa edeyim, yoksa davanızı mı?" Diyorlar ki: "Hayır, şahsımızı değil sadece

Risale-i Nurları müdafaa edeceksin. Biz sana doküman vereceğiz." Bekir Bey güzel bir müdafaa hazırlıyor, sonradan kitap haline de getirildi. Bu da onun ilk risale-i Nur davası oluyor. Ve bu şekilde senelerce bitmeyen, bitirilmeyen, Risale-i Nur davalarının takibine başlıyor.

Av. Bekir Berk ile beraber verilen söz…

Bizler elbette ikinci hayat mertebesinde değiliz -ki, yazıhane masrafları filan var- Bekir Bey baştan bazı dünyevî davalar da alıyordu. Fakat 1961 de "Allah nasip ederse, ben artık vakf-ı hayat edeceğim" deyip bana da aynı teklifte bulundu. Bu şöyle olmuştu:

Askerliğimin bir yılını Sivas'ta, diğer kısımlarını Merzifon'da yapmıştım. Sivas'ta bulunduğum sırada, kaldığımız eve polisler tarafından baskın düzenlendi. Sami diye bir kardeşle kalıyorduk. Takibat Sami üzerine yürüdü, bana nasip olmadı. Bu davaya rahmetli Bekir Berk ağabey gelmişti. Ben stajımı bitirmediğimden henüz avukat değildim.

Bekir ağabeyle beraber müdafaayı hazırladık. Bana: "Kardeşim ben henüz bu davalar için kendimi vakf-ı hayat etmedim. Ama bu davadan sonra artık dünyevî davaları bırakıp, Allah lûtfederse sadece bu davalara bakacağım… İnşaallah. Sen de kendini ona göre hazırla, inşallah bu davaları beraber takip edelim" dedi. Ben de: "Benim de niyetim zaten budur, askerliğimi bitirir bitirmez stajımı tamamlayıp, bu davaları beraber takip edelim" dedim.

Askerlikten terhisten sonra, hemen İstanbul'da kendisini ziyaret ettim. "Ben seni bekliyorum, hemen cüppeni giy, inşaallah davalara beraber başlayalım" dedi.

Mahkemede, kardeşlerden biri elimdeki çantayı birden kaptı. Fırlayıp dışarıya kaçtı

1960-62'de tamamladığım iki yıllık askerliğimden sonra, 1963 senesinin sonlarına doğru stajımı bitirip Avukatlık ruhsatnamesini aldım.

Hemen Burdur'dan bir telefon geldi. Mehmet Aynacı'nın Risale-i Nur davası idi. Rahmetli Bekir Bey'de gelecek… Otobüse atladım Burdur'a gittim. Ahmed Feyzi Kul ve küçük biraderi Mehmed Emin Kul da gelmişlerdi. Hacı Refik Hafız isminde muhterem bir zat vardı, onun evinde misafir kaldık, gerekli hazırlıkları o evde yaptık. Ertesi sabah Burdur Ağır Ceza'ya girdik. İşte benim ilk davam bu Risale-i Nur davası olmuştur. Bu bizim için bir mazhariyetti hamdolsun. Zaten bundan sonra da kazanç sebebi olacak ticari gaye ile davalarımız olmamıştır. Artık o günden sonra 28 sene davadan davaya koşma zarureti çıkmıştı ortaya.

Doğrusu Burdur'da bazı acemiliklerim oldu. O ilk celsede biraz sıkılmadım değil. İkinci celsede bilirkişinin raporuna cevap verme durumu hâsıl olmuştu. Külliyatı çantama doldurdum. Mahkemede masanın üzerine koydum. Evvela Bekir ağabey bilirkişiye cevap mahiyetinde konuştu. Bilirkişi dediklerimiz de; öyle bitaraf, insaflı insanlar değildi. Neşet Çağatay gibi taraflı insanların raporlarıydı bunlar.

Sıra geldi bana: Bilirkişiye cevap verebilmek için sayfa numaralarını işaretlemiştim. Rapordan bir cümle okuyorum, sonra "bu yalandır" deyip, doğrusunu Risale-i Nurlardan okuyordum. Tek tek.. bu iftiradır, bu yalandır, bunun doğrusu budur…" diye cevaplayınca duruşma epeyce uzadı. Reis: "Yeter kardeşim, tamam sen vazifeni yaptın, yeter bu kadar…" dedikçe; "tamam.. tamam… bitiriyorum" deyip, devam ediyordum. Fakat en nihayet, bilirkişinin raporunun reddi kabül edildi, elhamdülillah. Başka bir yere havale edildi, ta'lik oldu.

Salonda da polisler var. O devirde polisler bir iş başardı mı mükâfat alırlardı. Meğer polisler benim için bir tertip hazırlamışlar. Çantam Risale dolu ya… ben çıkarken hemen çantaya el koyup elimden alacaklar. "Nurcuların avukatı kitaplarla beraber yakalandı…" diye bir haber olacak tabi. Fakat bunu salonda bulunan kardeşlerimiz polislerin hareketlerinden hissetmişler. Ben hemen kitapları çantaya koyup cüppeyi çıkarıp çıkacaktım ki; birden kardeşlerden biri elimdeki çantayı kaptı fırlayıp dışarıya kaçtı. "Yahu ne oluyor?" filan dedim, baktım ki polisler etrafımda, ama çanta yok... Ben: "Hayrola!" falan deyince; "gel, gel ağabey sana izah edelim" dediler bizimkiler. "Bunların niyeti kötü idi, biz çantayı kurtardık" dediler. İşte bakın ve düşünün, o zamanlarda bu kadar basitliklere tevessül ediliyordu.

Bir de o zaman şimdiki gibi değildi. Yani, şimdi bir avukat hakkında Adalet Bakanlığından izin almadan ifade alamazsın, dışarıda alacaksın ifadesini. Avukat mahkemede vazife ifa ederken dokunamazsın. O zaman bu da yoktu. Avukatlık kanunu felaketti, avukatın hiçbir teminatı yoktu. Diyelim hâkimle bir münakaşaya girdin, hâkim isterse seni tevkif edebilirdi.

Neyse bu bizim ilk, Burdur Risale-i Nur davamız, beraatla neticelendi. Fakat savcı bu kararı temyiz etti. Temyiz demek; Dava, Yargıtay 1. Ceza Dairesine gidiyor… Orada kim vardı? Yassıada hâkim ve savcıları, Salim Başol, Ömer Egesel… gibiler vardı. Şimdi bunlardan nasıl adalet beklersin. Tabii beklendiği gibi aleyhte bozdular. Bu bozmaya karşı müdafaa yapılacak. O zaman daha ben yeniyim. Bekir ağabey bana göre tecrübeli, aramızda 10–12 sene fark var.

Bekir ağabeye dedim ki: "Biz mahkemeye ısrar ettirmeyelim. Yoksa bu Ceza Genel Kurulu'na gider, onlar da zaten böyle bir şey bekliyorlar. Oradan aleyhte bir karar çıkarırlar.. ondan sonra bir şey anlatamayız" dedim. Bekir Ağabey: "Yok kardeşim biz vazifemizi yaparız.." dedi. Artık bir taraftan o, diğer taraftan ben yüklendik. Ve mahkeme eski beraat kararında ısrar etti.

Sonra gitti Ceza Genel Kuruluna. Bunu fırsat telakki ettiler, kitapları hiç incelemeden, Çetin Özek diye bir doçente bir nevi tezvirname hazırlattılar. Bu tezvirnameyi mehaz göstererek aleyhte bir karar çıkardılar. Tabi bu sırada zikretmek istemediğim bir takım mahfillerin, baskıları da oldu. Böylece adli teşkilat, siyasi bir hüviyete sokuldu. Bundan sonra beraat kararı hâkimin zihniyetine, kanaatine, dünya görüşüne bağlı bir hale geldi.

1965 yılında 300'e yakın dava vardı

Aslında Üstad Hazretleri daha hayatta iken, üç mahkeme tarafından, Risale-i Nurların incelenmeyen tarafı kalmamıştı. Tamamı beraatla neticelenmiş; sadece Eskişehir Mahkemesi tesettür Risalesi için 'kanaat-ı vicdaniye ile' altı ay ceza vermişti. Başka hiçbir ceza yoktur. Bu böyle 'kaziye-i muhkeme' haline gelmişken, başka davalar açılmaması gerekirdi.

Düşünün, 1960'lı yıllarda; mesela: Isparta'da Mustafa Ezener ağabey, 20–30 defa mahkemeye sevk edildi. Berat ediyor, kitapları alıyoruz, evine götürüyor… Fakat akabinde polis tekrar gelip kitaplarını alıp, doğru mahkemeye sevk ediyorlardı. Haydi bakalım tekrar baştan.. tekrar beraat ediyor.. yine aynı şekilde başa dönüyoruz. 20-30 defa bu şekilde.. Isparta Antalya'ya yakın olduğu için ekseriye ben giriyordum Ezener Ağabeyin mahkemelerine.

Mesela; Nazilli'de Terzi Mehmet Oğuz ağabeyimiz: Kitapları iade ediliyor, götürüyor evine; akabinde polisler tekrar geliyor, kitaplarla beraber alınıyor, karakola götürülüyor ve… işkence ile orada şehid ediliyor. Üstelik bunun vefatına sebeb olan komiser, terfi ettirilerek Antalya'nın Elmalı kazasına tayin ediliyordu. Bu komiserin davası takip edildi, fakat ufak tefek cezalarla geçiştirildi. Terzi Mehmed işkence ile şehid olan tek ağabeyimizdir, Allah rahmet eylesin. İnşaallah şehittir.

Maalesef 1965 den sonra en kötü bir şey yapıldı. Adliyeler siyasileştirildi. 1965 yılında benim hatırladığım kadarıyla 300'e yakın dava vardı. Tekirdağ'ın Demir köprü'sünden tut; Kars'a, Van'a kadar her vilayette davalar vardı.

1965 den sonra af kanunu çıktı. Adalet Partisi, Demirel Hükümeti çıkardı. Ama bunlarda samimiyet olmadığından, 163. maddenin 1. fıkrası dâhil edilmedi. Başta Dr. Mehmet Akay Kardeşimiz olmak üzere birçok kardeşimiz af kanunu dışında bırakıldı. Ve kararlar infaz edildi. Fakat bu, kısmen bir rahatlık sağladı, yani davalar azaldı. Yoksa davaların çokluğundan hakkından gelinecek gibi değildi. Biz iki avukat yetişemiyorduk. Ama takipler hiç durmadı, her yerde devam etti. Gazeteler devamlı yazıyordu: "Filan yerde otuz nurcu, ayin yaparken yakalandı…" gibi. Ayin diye yazarlardı. Biz hemen telefon ederdik. "Çabuk vekâletname çıkarın, yetişiyoruz" diye. Tevkifi takiben gidip aranmadığı zaman, kardeşlerin halet-i ruhiyeleri değişiyordu. Mutlaka gidip onlara bir aşk, şevk, teselli vermek icap ediyordu.

Bir pantolon, bir ayakkabı, bir elbise alacak kadar bile paramız yoktu

Benim fazla imkânlarım olmadığımdan uçakla gidemiyordum. Otobüs veya trenle gidiyordum. Benimle fazla alakadar olan da yoktu. Bekir Bey de öyle, bidayette çok sıkıntı çekti. Sonra iyi kötü bir yazıhane tahsis edildi. Yol masrafları karşılanır hale geldi. Ama ilk başlarda o da çok sıkıntı çekti. Bir pantolon, bir ayakkabı bile alamazdık, bir elbise alacak imkân yoktu. O, uçak bileti ile şarka gönderilebildiği için, yüzde seksen itibarıyla şarka o gidiyordu. Sivas'tan itibaren batıdaki davaları benim takip etmem icap ediyordu. Onbeş günde bir, Ankara'da bir araya geliyor, sen şuraya.. ben buraya diye aramızda vazife taksimi yapıyorduk.

Antalya'ya gelir acaba kimden borç para alayım da yola çıkayım" diye düşünürdüm. Mesela dönüşte ödenmek üzere birisinden 100 lira borç alırdım, öyle hareket ederdim. Kardeşlerin imkânları da kısıtlı olduğundan bize her yerde bilet alamıyorlardı. Cemaat o kadar maddi imkânlardan uzaktı. Yolların yüzde doksandokuzu stabilize idi. Bu yollarda kamyondan çevrilme, önden motorlu, kaloriferi olmayan otobüslerle gitmek icap ediyordu. Kışın buz kese kese gidiliyordu. Yollarda namaz için Bekir ağabeyin de, benimde vinleksten kesme seccadelerimiz vardı. Rica minnet otobüsü durdurup abdestimizi tutup; bazen buz gibi yerlerde, hemen iki rekât seferi namazlarımızı kılardık. Şoför bazen ikide bir korna çalıp "çabuk… çabuk…" diye bağırırdı. Şimdiki gibi dinlenme tesisleri olmadığı gibi, mescitler hiç yoktu.

1967 Ekim. Van hapishanesi korkulukları önünde Ağabeyim Mehmet Sarıgül ile. O zaman gençlik vardı, Cenab-ı Hak da bir hastalık vermedi çok şükür. Bu talepler fiili dua oldu. Kabül edildi inşallah. Bugün her dinlenme tesisinde mescitler, şadırvanlar yapıldı. Bir de o yolculuklarda biraz uyuklayabilirdik. Gittiğimiz yerlerde de bir iki saat ancak uyuyabilirdik. Dosyayı okumak müdafaa hazırlamak lazımdı. Bu şekilde hâkimin karşısına çıkardık. Artık hâkimin, bilirkişinin zihniyetine göre konuşurduk. Bazen ceza da alınırdı, ama çoğu beraat kararı olurdu. Biz bu beraatları toplar diğer mahkemelerin önüne koyardık. Cezaları elbette mevzubahis etmezdik. Zaten onları dosyalayıp ta kaşımıza çıkaracak bir merci de yoktu.

Bayram ağabey Kilis'ten giyilmiş bir pardösü getirdi bana

Bidayette davaların kesif olduğu dönemlerde her hangi bir dünyevi dava almak nasip olmadı. Tabi maddi fedakârlıklarla bunlar oluyordu. Mesela on yıl ben yazıhanemim kirasını ödeyemedim, ağabeyim ödeyiverdi. O da borç hanesine yazıyordu. 60 bin lira ağabeyime borçlanmıştım. O bir kısmını sildi, bir kısmını ödedik, Allah razı olsun halen seksen yaşındadır. O devirlerde bir elbise, bir ayakkabı bile alamazdık. Bunu şartları anlatmak için söylüyorum. Fazilet furuşluk olarak anlatmıyorum. Hatta Bayram ağabey Kilis'ten giyilmiş basit bir pardösü getirdi. Baktım bana büyük geliyor. Dr. Mehmet Akay'ı ziyarete gitmiştim. Baktım üzerindeki pardösü fena değil, ona dedim: "Akay kardeş, ben mahkemelere giriyorum, şu pardösüleri değiştirelim." "Hemen" dedi, değiştik. Ve o pardösü ile beş sene durumu idare ettik. O zaman durum bu merkezde idi. Elhamdülillah bu günlere gelindi. Sonradan da 163. Madde kaldırıldı. Devlet bizimle barıştı. Devlet nezdinde tabir caizse, iade-i itibar ettik.

Takdirle anılacak, çok mükemmel hâkimler de vardı

Bu arada takdirle anmak lazım, çok mükemmel hâkimler de vardı. Hatırladığım kadarıyla: Isparta'da yaşlı bir hâkim, Sıtkı Bey vardı. Vefatında Tâhirî, Mustafa Ezener, Tenekeci Mehmed ağabeyler ve ben bulunduk. Böyle bir şerefe nail oldu. Aleyhte bir karar çıkmış, hiç dinlemiyor, lehte karar veriyordu. Antep'te isimlerini hatırlayamadığım karı koca iki hâkim vardı. Bir de Burhaneddin İkizoğlu vardı.

Burhaneddin İkizoğlu merhum, Elmalı Ağır Ceza Mahkemesinin Başkanıydı. Yıl 1965. Devam eden bir davaya Bekir ağabeyle beraber gitmiştik. Başkan davayı uzatıyordu. Bekir ağabey de: "Hâkim Bey, bu işi bitirelim" diyordu. Burhaneddin Bey o zaman diyordu ki: "Bekir Bey, ben vicdani kanaatle karar vereceğim. Bu kitapları okuyorum, eğer suç unsuru varsa, kâinat birleşse benden beraat kararı alamazsınız. Ama suç yoksa Yargıtay şöyle karar vermiş, böyle karar vermiş beni hiç bağlamaz" dedi. Ben Bekir ağabeye bir dakika deyip izin aldıktan sonra: "Reis Bey, siz serbestsiniz! Tamam…" dedim. Bekir Ağabey: "Bu adam bir cevher" dedi. Mahkeme biraz uzadı ama, Burhaneddin Bey kitapları okuyor ve beraat kararları veriyordu. Bu bize bir istinad noktası olmuştu. Çok gayretli bir adamdı, sonrada Yargıtay Yedinci Daire Başkanı oldu. Ve hakkın rahmetine kavuştu. (R.H.) Elbette bu bir kazançtı, böyle hâkimler de geldi geçti.

Bir kardeşimiz yeni evlenmişti. O zaman Antalya'da bugünkü manada tesettür yoktu, eşarp da yok. Kadıncağız; siyah çarşaf gibi bir şeyle başına boydan boya örtüyor. Çoraplar siyah, üstünde manto. Bizim kardeşimiz sabah namazından sonra almış hanımını, şimdi Talya Oteli'nin yapıldığı yere götürmüş. Başlamışlar risale okumaya. Fakat halk bunu başka türlü anlamış, şikâyet etmişler. Polis geliyor: "Ne yapıyorsunuz?" "Kitap okuyoruz." "Ne kitabı?" "İşte bunu." "Ooo biz başka şeyler düşünmüştük, ama bu daha tehlikeli, haydi bakalım karakola." Evini de arıyorlar getiriyorlar kitapları.

O zaman Abdüsselam Bey Sulh ceza hâkimi idi. Davaya girdim, bana sordu: "Bilirkişi olarak kimi tayin edelim?" "Antalya Müftülüğü" dedim. Kabül edildi. Ve Müftü Muavini Osman Demirkıran bilirkişi tayin edildi. Raporu da ben hazırladım. Osman Hoca imzaladı verdi hakime.. Hâkim Abdüsselam: "Vallahi Hoca, bu rapor senin işin değil gibi ama…" demiş.

Sonradan, Hâkim, Osman Hocaya rastgelip soruyor: "O raporu sen mi hazırladın?" "Yok, Gültekin Abi hazırladı" diyor. "Ben de biliyordum ama… neyse ben zaten bu işlere karşı olmadığımdan beraat veririm her zaman için" diyor. Şuna inanıyorum ki, bunların beraat kararları, kendi âhiretlerinde beraatla neticelenecektir inşallah.

Hüsameddin Akmumcu'dan bir avukatlık inceliği öğrendim

1967'de Ahmed Feyzi Kul ağabeylerin, Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde davaları devam ediyordu: Refik arkadaşım Hüsameddin Akmumcu idi. Beraber girdik, tahliye talebinde bulunduk. Talebimizi incelemeye aldılar.

Hüsameddin Ağabeyden bir avukatlık inceliği öğrendim o zaman. Baktım mahkemenin kapı aralığından bakıp duruyor. Ne yapacağını ben de anlayamadım. İçeriye girdik, "tahliye kararının reddine" diye açıklanıyordu. Birden Hüsameddin Ağabey ayağa kalktı: "Sayın Başkanım bir dakika, içeride müzakere esnasında, sayın savcının sizinle beraber olduğu hususu zapta geçsin" dedi. Reis, Değişik bir sesle: "Ne demek istiyorsun?" Hüsameddin Akmumcu: "İçeride müzakere ederken savcı sizinle beraberdi. Onun benimle ne farkı var? O amme'nin müdafii, ben de maznunların müdafiiyim. Böyle bir şeye siz nasıl cevaz verirsiniz. Bu nasıl bitaraf bir karar olur?" dedi. "Yahu sen ne demek istediğini söyle, bize itimadın yok mu?" dedi reis. Yalnız o zaman ki hâkimlerde az çok bir haysiyet anlayışı vardı. Hâkim: "Avukat Bey! Bize itimadın var mı yok mu, söyle?" "Müvekkillerime sorun" dedi. Ahmed Feyzi ağabey de kalktı: "Biz size itimat ediyoruz efendim" dedi. "Peki efendim, müvekkillerim itimat ediyorlarsa ben de itimat ediyorum" dedi Hüsameddin ağabey. Hâkimler istinkâf edecekti, istinkâftan sarf-ı nazar ettiler.

Şimdi ben bunu nerede kullandım: Aynı Hâkimi, 1971'de İzmir 1. Ağır Ceza Reisi olarak gördüm. Mazlum Şule Yüksel Şenler'di. Savcı beraat talep ettiği halde, heyet mahkûm edecekti. Ben bunları istinkâfa davet ettim, istinkâf dilekçesi verdim, kabül etmediler. Böyle çıkış yolu arıyordum artık. Meşhur solcu Uğur Alacakaptan da bilirkişi idi. Bilirkişi raporuna itiraz ettim. İtirazım reddedildi. Alacakaptan tam o sırada Sıkıyönetim, yani Faik Türün Paşa tarafından, nezarete alındı mı? Hemen o gazete kupürlerini iliştirip bir dilekçe daha verdim. Ondan sonra istinkâf ettiler. Yani davadan çekildiler. Dava başka bir ağır ceza mahkemesine intikal etti ve Şule Hanımı bıçağın sırtından almış olduk, berat etti.

Yine İzmir'de, 1985–86 yıllarında Devlet Güvenlik Mahkemesine Münip Erdem ve arkadaşları aynı şekilde serbest olarak mahkemeye çıktıkları halde, tevkiflerine karar aldılar. Ama ben de Hüsameddin Akmumcu gibi kapı aralığından baktığımda, savcıyı heyetle beraber müzakereye iştirak etmiş surette gördüm. Kalktım dedim: "Bir Dakika, sayın savcının sizinle beraber müzakereye iştirak ettiğini lütfen zapta geçirin!" Başkan: "Yahu nereden çıkardın bunu?" dedi. "Ben kapı aralığından takip ediyordum sizi. Bunu nasıl yaparsınız, savcının benden ne farkı var, nasıl tarafsız karar verirsiniz bu şekilde?" dedim. Tabi epey bocaladılar, ama zapta da geçirmediler. Kendilerine: "Ben bunun peşindeyim, bunun icabına bakacağım" dedim. O zaman Turgut Özal iktidarda idi. Oltan Sungurlu da Adalet Bakanı. Yıldırım Akbulut vasıtasıyla gerekli temasları yaptık, çeşitli teşebbüslerde bulunarak; bütün DGM hâkimlerini değiştirttik. İzmir'deki de değişti. O şekilde netice alabildik.

Ankara'da çok enteresan bir dava:

Sadece bir duruşma sekiz saat sürmüştü

En son 1967 Ahmed Feyzi Kul ağabeyin davasından bahsetmiştim. Yine 1967 senesinde Said Özdemir, Mustafa Sungur ve arkadaşlarının davası vardır ki çok daha enteresan bir davadır.

Ankara'da Bent Deresinde Said Özdemir ağabeyin eski bir evi vardı, bu evin altı dersane idi. Bu dersanede bulundukları bir sırada: Sungur ağabey, Said ağabey, Mustafa Türkmenoğlu, İsmail Ambarlı, Şerafeddin Kartal, Vahdettin Karaçoğlu; burada sohbet ederlerken, polis bunları kitaplarıyla beraber alıp götürüyor. Sulh Ceza Hâkimi herhalde insaflı bir zattı ki bunları serbest bırakmış.

Aslında mutad olarak Ankara'da bu davalar 2. Ağır Ceza mahkemesine sevk edilirdi. Neden 2. Ağır ceza derseniz? Bu mahkemenin başkanı, Allah taksiratını affetsin, Mithat Sungur diye bir zattı. Bu tarz zatların yetişmiş olması maalesef Cumhuriyet devrinin dramatik sahnelerindendir. Mithat Sungur beş vakit namazını kılan bir insandır. Ama Şeriata da düşman birisi. Hâlbuki Şeriat, İslam'ın tamamı demektir. Hem beş vaktini kılacaksın, hem de İslam'ın hükümlerine karşı çıkacaksın. İtikaden bu ikisini telif etmek mümkün değildir. Ama işte böyle insan tipleri yetiştirilmişti. Bu yüzden Risale-i Nur davaları, mutad olarak hep 2. Ağır Cezaya sevk edilirdi. Biz bu mahkemeyi iyi tanıdığımız için, bizim maznunlarımızın serbest olarak mahkemeye çıkacağını, fakat sonunda tevkif edileceklerini biliyorduk. Çünkü bu alışkanlık haline gelmişti. Mutad olarak savcı tevkif ister, mahkeme de tevkif ederdi.

O zaman Bekir ağabey gelmemişti. Hüsameddin Akmumcu ile beraber bu davaya girmemiz icap etti. Şimdi biz bu tevkifleri nasıl önleriz diye düşünmeye başladık, İstişare ettik. Hüsameddin Akmumcu, "redd-i hâkim yapalım" dedi. Ama bu arada mahkeme, "tedbiren" diye, yine tevkif kararı alabilirdi. Buna mani olamazdık. İstinkâf istesek, istinkâf etmezlerdi. Yani yapacak bir şey yoktu.

Mecburen saat dokuzda mahkemeye girdik. Tabi duruşmada Reisle bizim aramızda adeta kavga sahneleri yaşandı. Şimdi sorgulama şekline bakın: "Kalk bakalım İsmail Ambarlı, söyle bakalım, heykel hakkında ne düşünüyorsun?" Tabii hemen kalkıyorum: "Reis Bey! Usul hakkında konuşmak istiyorum!" "Lütfen müdahale etmeyin, sorgulama yapıyoruz." "Sorgulama böyle olmaz. Suçun ve iddianamenin mahiyetine göre sorgulama yapmanız lazım." "Efendim müdahale edemezsin, lütfen oturun yerinize." "Söz istiyorum!" "Vermiyorum!" "Vereceksin!" "Kalk bakalım Mustafa Sungur! Resim hakkında kanaatin ne? Faiz hakkında kanaatin ne?" Biz bildiğimiz için, "müftüye sor" diye tembih etmiştik maznunlara. Böyle bir savaş işte...

O gün rahmetli Necip Fazıl'ın da bir basın davası varmış alt katta. Oraya da kalabalık bir grup girmiş. Onlara, "yukarıda bir mahkeme var ki seyredilmeye değer" diye bir haber ulaşmış. Kalabalık bir grup geldi. O zaman mahkeme salonu anfi şeklinde idi, beş yüz kişi alabilirdi.

Bu şekilde mahkeme salonuna saat 09'da girdik, tek bir duruşma, saat 17'ye kadar devam etti. Tek duruşma tam sekiz saat sürmüştü. Nihayet sorgulamalar bitti. Savcı kalktı tevkifleri istedi. Hüsameddin ağabey benden önce kalktı: "Sosyalist Nasır!" "Sayın avukat bey, mahkemeyi propaganda sahnesi haline getirmeyelim!" "Efendim bir konuşalım, Sosyalist Nasır!.." dedi. Hemen Reis Mithat Sungur yanındakilere eğilip istişare etti, ve: "Maznun vekilleri, mahkeme salonunu propaganda sahnesine çevirmek istemelerinden dolayı; celsenin gizli olarak icrasına ve dinleyicilerin dışarı çıkarılmasına karar verilmiştir."

Salonu boşalttılar, heyetle biz başbaşa kaldık. Alaylı bir şekilde: "Haydi şimdi konuşabildiğiniz kadar konuşun!" Hüsameddin ağabey güzel konuşurdu: "Sosyalist Nasır, Seyyid Kutup'a haber göndermiş, 'benden özür dilesin, kendisini affedeyim' diye; Seyyid Kutup'un cevabı: 'Bir Müslüman bir münafıktan hiçbir zaman özür dilemez' olmuş ve sürurlu bir şekilde idam sehpasına yürümüştür. Benim vekillerim de en az birer Seyyid Kutup'tur. Hapishane onlar için birer Medrese-i Yusufiyedir. Onlar sizden adalet namına hiçbir şey beklemiyorlar. Sizin kanaatiniz zaten bellidir" şeklinde bir konuşma yaptı.

Reis sonra bana: "Genç arkadaşım, sen kalk bakalım" dedi. Benden hiç böyle bir konuşma beklemiyordu. Dedim ki: "Sayın Başkan! Akşam müvekkilim Said Özdemir'i evinde ziyaret ettim, çantasını hazırlıyordu. Kendisine sordum: 'Hayrola niye çantayı hazırlıyorsun?' Dedi: 'Mithat Sungur'un karşısına ilk defa çıkmıyoruz ki, olacak şeyleri biliyoruz. Onun için ben kendimi hazırlıyorum. Gerisi Allah'a kalmış' dedi ve çantasını alıp geldi buraya. Biz de sizin karşınıza ilk defa çıkmıyoruz. Serbest olan maznunları sorgulayıp savcının isteği ile tevkif edeceğiniz bugün de belli. Aynı film tekrar oynuyor. Tabi arkanızda güvendiğiniz dağlar var. Ama size kat'i olarak haber veriyorum ki; o dağlara kar yağdığını göreceksiniz. O gün geldiğinde de bugün aldığınız gayr-i hukuki, keyfi kararlarınızdan dolayı mânevi mes'uliyetten hiç kimse sizi kurtaramayacaktır." "Sen beni tehdit mi ediyorsun?" dedi. "Nasıl telakki ederseniz edin" dedim ve oturdum. Aslında bizi tutuklayabilirdi de. Ama her şeyi göze almıştık.

Mustafa Türkmenoğlu (R.H.) da hazırlıksız gelmiş, çanta, elbise filan getirmemiş. Bundan dolayı biraz ağırdan almıştı. Jandarmalar geldiler, dipçiği sırtına dayadılar, ite kaka götürdüler.

Sonra bu dava, bir takım asayiş mülahazalarıyla; o zamanın içişleri bakanı Faruk Sükan vasıtasıyla Mersin'e nakledildi. Yedi kişi Mersinde mevkuf olarak dava devam etti…

VAN VE Ä°ZMÄ°R HAPÄ°SHANELERÄ°

1967'de Van'da yedi ay hapis yattık

Ankara Ağır Ceza Mahkemesinden çıktık, Van Mevlidine gidelim dediler. Halen sağdır, Sami Pala'nın ısrarı ile beni de arabaya bindirdiler, Van'a, Bediüzzaman için okunan mevlide gittik. Mevlidin sonunda rahmetli Mustafa Polat ve diğerleri, "bir veda konuşması yapacaksın" dediler bana, illa ısrar ettiler. "Lüzum yok" dedimse de oldu. Aslında benim konuşmamda bir şey yoktu.

Tam konuşmaya başlayacaktım, Antep'li Fethi diye birisi mikrofonu benim elimden kaptı, bir mektup okudu. O zaman ki şartlara göre propaganda sayılabilecek bir mektup, fakat buna mani olamadık. O zamanlarda provokatör, provokasyon nedir bildiğimiz de yoktu. Mektup bitince hemen kendisi kaçtı gitti. Hemen akabinde biz de dağıldık. Polisler kaldığım yere geldiler: "Avukat Bey! karakola kadar gideceğiz" dediler. "Bir abdest alayım gidelim" dedim. Abdest alırken içimden dedim: "Biraz sabırlı ol, yedi ay içeridesin." Yedi aya göre kendimi ayarladığım için hapishanede günlerimizin nasıl geçtiğini anlayamadık.

Jandarmaya gittik. Bir albay bana güya ders verecek: "Yahu ben bir avukata yakıştıramadım, böyle bir şeye nasıl girer, sana yakıştıramadım…" demeye başladı. Ben de: "Şartlarımız müsaid değil, siz albay rütbesiyle rahat konuşuyorsunuz; ama size hatırlatıyorum: "Siz yanılıyorsunuz, yanlış tanıyorsunuz, yanlış tanıtılmışsınız, beyniniz yıkanmış, sabit fikirli hale gelmişsiniz. Bu zat büyük bir mütefekkirdir, gençliği kurtaracak olan da bu eserlerdir, bunu böyle bilin" dedim. "Neyse… neyse… geç bunları, ben size muhatap olmam" dedi. "Siz muhatap olmazsanız, ben de size muhatap olmam" dedim.

Oradan polise götürüldük, yedi kişiyi bir kadın hâkim tevkif etti. Kadın hâkim sonradan sulh hukuk hâkimi olarak Antalya'ya gelmişti. Allah rahmet etsin, mazbut bir kadındı, o zaman daha evlenmemişti. İki gecedir uykusuz yorgun ve argın düşmüştük. Bizi hapishaneye götürdüler. Gardiyanların kaldığı yeri bize tahsis ettiler. Dışarıda da bir koğuş vardı, oraya da yalnız başına Selahaddin Akyıl'ı koydular. Biz yorgunluktan hemen uykuya daldık.

Hapishane, bahçe içinde eski bir binaydı. Bahçeye çıktığımızda etrafı, dağları, şehrin bazı yerlerini görebiliyorduk. Öyle sıkıcı bir yer değil, ama son derece pis bir hapishaneydi. Fareler bizim yastıkların altından gelip geçerdi. Hatta bir gün yemek yiyecektik. Porselen tabakları ranzanın altına koyuyorduk. Mustafa Ateşmen yemek saatinde o tabakları çıkardı. Baktık içinde dermansız bir fare. Rahmi Erdem de fareden korkarmış. Fareyi görünce çorabıyla birlikte kaçmaya başladı. Kış günüydü, her taraf çamur içinde. Gardiyan Selahaddin fareyi aldı eline, kovalıya kovalıya elli lira alıncaya kadar peşinden koştu. Böyle tatlı hatıralarımız da vardı.

Orada ikiyüz kişi kadar mahkûm vardı. Bir tek tuvalet yapılmış oraya. O ikiyüz kişi orada hem yıkanacak, hem tuvalet ihtiyaçları karşılanacak, hem de abdestler oradan alınacaktı. Gece ihtiyaç hâsıl oluyordu, koğuşu açtırıyorduk. İki kere hapis hayatı yaşadım, ikisinde de en bariz sıkıntılar hep tuvalet meselesinde olmuştu. İzmir'de de öyle idi. Biz yedi kişi, yedi ay beş gün Van Hapishanesine kalmıştık. Mahkûmların hemen hemen hepsi namaz kılar hale gelmişti. Çok dersler yaptık. Benim için yedi ay beş gün, bir hafta gibi oldu. Hapishanede çok hatıralar var, ama onlara şimdilik girmeyelim. İçerde Erol Kuralkan, Bahaddin Gürsoy, Mustafa Ateşmen, Selahaddin Akyıl, Rahmi Erdem, Müştak kardeşimiz, bir de ben yedi kişi idik.

Selahaddin Akyıl son derece muzip ve şakacı idi

Selahaddin Akyıl son derece muzip, şakacı idi. Bütün bir koğuşu eğlendiriyordu adeta. Çok ta seviliyordu, çok muzipti. Mesela birisine iki buçuk lira verir, "avukatın sırtına bir kartopu at" diye. Sırtıma gelir kartopu, ama ben ondan geldiğini bilirdim, aynen mukabele… Böyle şakalaşmalar içinde şenlenirdik. Kendisi hemoroit olduğu için sinemaki kullanırdı. Muziplik ya, bir gün bulunduğu koğuştakilere, "size güzel bir çay içireyim" diye sinemaki içiriyor. Koğuş sabaha kadar tuvalete taşınmıştı. Bundan dolayı kızdılar mıydı? Hayır, bilakis gülüyorlardı. "Selahaddin ağabey… Selahaddin Ağabey" diye ona hiç toz kondurmazlardı. Bazı kardeşler, "bu olmuyor.." falan dediklerinde ben: "Siz karışmayın, ondan memnunlar, hem Risale de okutuyor" diyordum.

O koğuşta da cemaatle namaz kılıyorduk, ben imam oluyordum. Bir gün ipsiz, sapsız, kopuk insanlar hepsi namaza durdular. Hatta dediler ki: "Bundan sonra namaz kılmayanı koğuşumuza sokmayacağız." Hapishanenin şekli değişmişti, fevkalede dersler oluyordu. Bitleniyorduk oralarda, ama dersler için mecburen gidiyorduk, bitlenmeye katlanıyorduk.

Yedi ayın sonuna doğru, Hamid Kuralkan ağabeyimiz vefat etti. Van ileri gelenleri faaliyete geçtiler ve Erol Kuralkan'ı tahliye ettirdiler. Arkadaşlara dedim ki: "Artık surdan bir gedik açıldı, bir hafta on güne kadar biz de çıkarız." Sonunda öyle oldu. Böylece Van'daki Medrese-i Yusufiye hayatımız sona ermiş oldu. Ama dava uzadı.. uzadı.. uzadı… 1971 İzmir sıkıyönetim davasının sonuna ve af kanunu çıkıncaya kadar uzadı.

 

 

 

 

[1] Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri 1925 senesinde, Burdur'a Van İlinden sürgün olarak gönderilmiştir. Masum ve mazlum Bediüzzaman'a Burdur'da da çok sıkıntılar çektirilmiştir. Altı ay kadar sonra da Burdur'dan Isparta'nın Barla Nahiyesine ikinci kere nefyedilmiştir. Burdur hayatı ile alakalı Tarihçe-i Hayat kitabında şu bilgiler vardır:

"Van'da mağaradan çıkarılıp Anadolu'ya hareket etmek üzere jandarmalarla sevk edilirken, yollara dökülüp "Aman efendi hazretleri bizi bırakıp gitme. Müsaade buyur sizi göndermeyelim. Arzu ederseniz Arabistan'a götürelim." diye yalvaran silâhlı gruplara, ahaliye ve ileri gelen zatlara: "Ben Anadolu'ya gideceğim, onları istiyorum." diyerek, hepsini teskin ediyor. Evvelâ Burdur Vilâyetine askerî muhafızlarla nefyediliyor. Burdur'da zulüm ve tarassutlar altında işkenceli bir esaret hayatı geçiriyor. Fakat asla boş durmuyor; on üç ders olan "Nurun ilk kapısı" kitabındaki hakikatleri bir kısım ehl-i imana ders verip, gizli olarak kitab haline getiriyor. Bu hikmet cevherlerinin kıymetini takdir eden müştak ehl-i iman, el yazılarıyla bu kitabı çoğaltıyorlar. Nihayet, "Burada Said Nursî boş durmuyor, dini musahabelerde bulunuyor." diye, gizli din düşmanları tarafından rapor tanzim ettiriliyor. Ve burada da, "Hücra bir köşede, mahrumiyetler, kimsesizlik ve gurbet hayatı içinde kendi kendine ölür gider" düşüncesiyle dağlar arasında tenha bir yer olan Isparta Vilâyetine bağlı Barla Nahiyesine gönderilmeye karar veriliyor.

Bediüzzaman Said Nursî Burdur'da iken; bir gün, o zamanın Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Mareşal Fevzi Çakmak Burdur'a geliyor. Vali, Mareşale: "Said Nursî hükümete itaat etmiyor; gelenlere dinî dersler veriyor" diye, şekvada bulunuyor. Mareşal Fevzi Çakmak; Bediüzzamanın ne kadar dâhî ve ne kadar manevî büyük ve müstakim bir zat olduğunu bildiği için diyor ki: "Bediüzzamandan zarar gelmez, ilişmeyiniz. Hürmet ediniz." (T. Hayat 150)

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

YUSUF ÜNLÜ(1936 -)

YUSUF ÜNLÜ(1936 -)

Cübbeli Ahmed Ünlü hocaefendinin babası Yusuf Ünlü 1936’da Giresun’un Göreli İlçesinde

YILMAZ DUMAN(1938 -)

YILMAZ DUMAN(1938 -)

Denizlili Emekli Lise Öğretmeni Yılmaz Duman, 1951’de Türkiye’de ilk açılan yedi İmam Hat

ÜMMÜHAN ERGÜN(1913 – 1976)

ÜMMÜHAN ERGÜN(1913 – 1976)

Nur Fabrikası sahibi, Denizli şehidi, İslamköylü Hafız Ali Ergün’ün akıl sınırlarını

ÛLVİYE SÜMER (1895 – 1974)

ÛLVİYE SÜMER (1895 – 1974)

Ûlviye Sümer, Risale-i Nur’un Kastamonulu hanım kahramanlardandır… “Âsiye, Ulviye, Lütfi

TACEDDÄ°N TOPAL(1927-2020)

TACEDDÄ°N TOPAL(1927-2020)

Taceddin Topal ağabeyimiz Isparta/Yalvaçlıdır. Yalvaçlılar O’na Taci Dede diye biliyor ve ö

ŞÜKRÜ ALTUĞ(1914 – 1984)

ŞÜKRÜ ALTUĞ(1914 – 1984)

Isparta’nın Sav köyü bin kalemle Risale-i Nur eserlerini yazarak çoğaltan, Hz. Üstadın ifad

ÅžEVKET AKIN(1923 -2021)

ÅžEVKET AKIN(1923 -2021)

Batmanlı Şevket Akın, Bediüzzaman hazretlerini 1952 yılında Isparta’da ziyaret ediyor. Aynı

ŞAHABEDDİN ÜNLÜ (1945 -2021)

ŞAHABEDDİN ÜNLÜ (1945 -2021)

Bolvadinli Emekli Edebiyat öğretmeni Şahabeddin Ünlü ile Ankara’da halef selef oluyoruz. Biz

ŞAHABEDDİN GARGILI(1924 – 2017)

ŞAHABEDDİN GARGILI(1924 – 2017)

Molla Şahabeddin Gargılı, 1924 yılında Bingöl’ün Kığı ilçesinde doğmuştur. Erzurumlu

SÜLEYMAN ÇAĞAN(1930 - )

SÜLEYMAN ÇAĞAN(1930 - )

Malatya/Doğanşehirli Süleyman Çağan ağabeyimiz üç arkadaşıyla beraber Hz. Üstad’ı Ispa

SAİD NUR ÇELEBİ (1948 -)

SAİD NUR ÇELEBİ (1948 -)

Risale-i Nur hizmetkârlarından iki bahtiyar hanedanın silsilesi Said Nur Çelebi’de buluşuyor.

Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.

Nûr, 38

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

İşçinin alın teri kurumadan hakkını veriniz.

Ä°bn-i Mace

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI