NAZIM AKKURT

Nazım Akkurt Ağabey 1924 senesinde Ağrı’da dünyaya gelmiştir. Daha çocuk yaşlarında iken İslamiyet’e fıtri bir meyli vardır. Bu sâikle İlm-i Kur’ânı tahsil etmek ister. Fakat ne çare ki, devir, yasaklar devridir. Kur’ân talimini tamamlayamaz. Kendisini muhafaza edebilmek için bir tarikata girer. Bir zaman sonra da tarikat şeyhi olur, tarikat vermeye başlar. 50-60 müridi de olur... Fakat her şey yolunda değildir… huzursuzdur. Aradığı bir şey vardır…


Ömer Özcan

ozcannurs@hotmail.com

2013-06-24 09:54:59

 

Nazım Akkurt Ağabey 1924 senesinde Ağrı'da dünyaya gelmiştir. Daha çocuk yaşlarında iken İslamiyet'e fıtri bir meyli vardır. Bu sâikle İlm-i Kur'ânı tahsil etmek ister. Fakat ne çare ki, devir, yasaklar devridir. Kur'ân talimini tamamlayamaz. Kendisini muhafaza edebilmek için bir tarikata girer. Bir zaman sonra da tarikat şeyhi olur, tarikat vermeye başlar. 50-60 müridi de olur... Fakat her şey yolunda değildir… huzursuzdur. Aradığı bir şey vardır…

Ve bu samimi talebi cevapsız kalmaz. Aradığını bulur. Bediüzzaman ve Risale-i Nur nasip olur ona. Bulduğu şey içini doldurmuştur. Sağlam bir gemidedir artık. 1952'den itibaren üç kere Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini ziyaret eder. Üstadı ona çok alâka gösterir. Hatta yanında devamlı kalmasını bile teklif eder... Üstadın mesajlarla dolu konuşmaları olmuştur.

Nazım Ağabey; öğretmenlikten, maliye memurluğuna; manifaturacılıktan; fırıncılığa ve müteahhitliğe kadar çeşitli işler yapmıştır. Çok güzel daktilo kullanmaktadır… Şimdi emeklidir ve 1974'den beri Antalya'da ikamet etmektedir. Üstadının bir temennisini emir telakki ederek; gittiği, yaşadığı her yerde dersane-i nuriyeler açmıştır. Kendisinin, Ağrı'da bulunan Molla Nusret Hocaefendi ile akraba olduğunu bu hatıraları alırken öğrendik.

Nazım Akkurt, 2007 senesi itibariyle 83 yaşında yaşayan bir tarih… Bugünkü neslin zor anlayabileceği garip hadiseler yaşamış… Hatıraları; bir cihette, bir devirde yapılan hataların ve bu milletin fıtratına uymayan zorlamaların hikayesi… Onun şahsında Risale-i Nurların eğitimde ve ilimde yaptığı tecdidi görebiliyoruz. Asırlardır devam eden bir gelenekten tahkik mesleğine geçişin ip uçları ve boşluktaki bir adamın mânevî tatmini var bu hatıralarda…

Kendisi diyor ki: "Ben bu hatıraları on sene evvel, daktilo ile 20-30 sayfa halinde yazmıştım. Fakat bastıramadım. Çünkü Üstadımız: "Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir…" Diyor. İşte onun için bastırmadım, öyle duruyordu."

Bu hatıraları, kıymetli dostlarım, İdris Görmez ve Nazif Demir Bey'lerin yardımıyla görüntülü olarak kaydettik. Arzumuz üzerine de, Nazım Akkurt Ağabey, 23 sayfalık daktilo yazısıyla, tarihi bir belge niteliğindeki hatıralarını adresimize göndermiştir. Hatıraların son şekli kendisine tekrar okutturulmuştur. Allah Kendisine uzun ve hayırlı ömürler versin. Âmin…

 

NAZIM AKKURT ANLATIYOR

Ömer Özcan Kardeşimin hatırlatması ve teşviki ile, geçmişte Nurlarla alâkalı yaşadığım bazı hatıralarımı daktilo etmek niyetiyle işe başladım… İnşallah istifadeli mesajlar çıkar. Ve rahmetle anılmamıza vesile olurlar.

 

Yoksulluk zirvede. Nüfus çok, para yok..

Ben 1924'de (1340) Ağrı'da dünyaya gelmişim. Fakat aslımız Azerbaycan'ın Bakü Şehrine dayanmaktadır. Her nedense dedelerimiz 1700 yıllarında Kars'ın Ani Köyüne hicret etmişler. Dedelerim tekrar geri dönmüşler, fakat bir kısmı tekrar Bakü'den Ani'ye ricat etmişler. Babamın dedesi 'Kelte Mehmet Ağa' Ani Köyünden Kıymet isminde bir hanımla evlenmiş. Çocuklarından bazıları Ağrının Eleşkirt İlçesinin Cimikan Köyüne yerleşmişler.

İşleri ve huzurları iyi iken 1. Cihan Harbi patlamış ve dedelerimin hepsini askere almışlar. Bunlardan bazıları şehit olmuş. Altı yedi tane şehit vermiş ailemiz. Kalan çoluk çocukları da Rus işgalinden kaçarak Kangal ve Gürün'e gitmişler. Harp bitince dedelerimden sağ kalan bir tanesi 15 yetimle beraber tekrar Eleşkirt'in Köylerine gelmişler. Anam, Babamdan 15 yaş büyük olmasına rağmen yetimlerin hatırına evlenmişler. Evde, beş on akrabamız beraber kalıyor. Fakr-ü hal içinde, ekmek yok, yiyecek yok... Öyle ki, otuz kişi iki yorganın altında yatıyor. Yoksulluk zirvede. Nüfus çok, para yok. Ruslar her yeri tahrip etmişler.

Babam bu kıtlık içinde iken Ağrı'nın Bahçelievler Mahallesinde bir mutfak yapmış. Önüne bir de giriş koyarak orada ikamete başlamışlar. Aynı yerde 1924 Haziran aylarında ben dünyaya gelmişim. Sonra biz oranın yanına başka ilaveler koyduk. Güzel bir ev oldu. En sonunda dersane yaptık orayı.

 

Kur'an öğrenmek için mezarlığa gittik, beşinci kere yine basıldık

Onbir yaşlarında iken namaza başladım. Fıtraten İslâmiyet'i çok seviyordum. Kur'ân okumayı öğrenmek için hocaya gitmek istiyordum. Fakat O tarihlerde Kur'ân öğretmek ve öğrenmek yasaktı. Kur'ânı öğretenleri ve öğrenmeye gidenleri hapsediyorlardı. Düşünün; adam mektup yazmış; "ihvanlarıma selam…" diye. İhvan (kardeş) kelimesi için adamı hapsettiler. Böyle garip şeyler oluyordu o zaman.

Yine de ben hocaya gittim. Adı Bilal'di. Dedim: "Hocam ben Kur'ânı öğrenmek istiyorum." "Bana gel" dedi. Babama söyledim. Babam: "Oğlum sen delimisin? Hem Kur'ân 2-3 ayda öğrenilmez.." dedi. "Baba ne öğrensem kâfidir" dedim. Başladık, üç kişiyiz. İlk dört gün bizim evde okuduk. Beşinci gün baktık, polisler evin önünde dolaşıyor bizi takip ediyorlar, basılacağız. Yer değiştirelim dedik, gittik öteki arkadaşın evine. Üç gün de orada okuduk. Polisler orayı da buldular. Hocaefendi, "bizde okuyalım" dedi. Hocanın evine gittik. Orayı da takibe aldılar. Ama biz onlara baskın imkanı vermeden hep tedbirli davranıyorduk. Çünkü: Yasak, Kur'ân öğrenmek yasak. Kur'ân okumayı bilen de yok. Bir adam ölse arkasından Ya-sin okuyacak kimse yok. Bizim pencereyi yavaşça tıklarlar, "Nazım gelsin de okuyuversin" derlerdi.

Neyse… En sonunda Bilal Hocamız dedi ki: "Âhir zamanda Deccal mezarlara gelmez. Biz gidelim mezarlıkta okuyalım." Gittik mezarlığa, yine takibe aldılar bizi. Hocamız çok kızdı: "Bu ne haldir böyle? Ben bunu Rusya'da bile görmedim. Artık gidelim camide okuyalım" dedi. Bu sefer de camide okumaya başladık. O zaman ezan, "Tanrı uludur…" şeklinde idi. Hocaefendi kapıyı kilitliyor, önce içeride normal ezanı okuyor. Sonra çıkıp minarede yeni ezanı okuyorduk biz.

İşte o zaman tahsil hayatımız daha 27 gün olmuştu. 27. gün polisler yine geldiler, camideyiz. O hâtıra hala mücessem olarak gözümün önündedir: Polislerin başlarında miğfer, girdiler içeriye. Ben hocayla yan yana oturmuştum. İleri gelen talebeyim ya. "Ne yapıyorsunuz?" dedi birisi. Bilal Hocaefendi dedi ki: "Kur'ân okuyoruz!" "O ne yapıyor?" dedi. "O da Kur'ân okuyor! Bu da Kur'ân okuyor! Yahu siz gavur musunuz? Ben Rusya da hocalık yaptım. Böyle bir şey görmedim! Allah'tan korkun be! Habisler! Mel'unlar!.." diye başladı hakaret ederek bağırmaya. Allah'ın hikmeti. Bir tek kelime konuşamadılar. Dönüp gittiler. Biz o zaman 16. cüz'e gelmiştik. Ve tahsil hayatımız da bu kadarla kalmış oldu.

Fakat az da olsa bu Kur'ân talimimiz bize dindar hoca vasfı vermişti. Başka bilen de çok azdı… Bir cenazesi olan gece pencereyi tıklar; "aman teyze Nazım'ı al da gel, biraz okuyuversin" derlerdi. O halde idik. Cenazeye Ya-sin okuyacak kimse yoktu… İşte bu hizmetten dolayı Ağrı'da hemen herkes beni tanıdı. Ben de, herkes bana o nazarla bakınca, "Festakim Kema Umirte" sırrınca, bana bakış açısına göre hareket etmeyi kendime şiar edindim.

 

Vekil öğretmenlik yaptım

Orta Mektebe gittim. Fakat Müdürler ve muallimler din düşmanlığı yapıyordu. Oruç tutanlara kırık not veriyorlardı. Hatta bir ara zorla su içirerek oruçları bozdurmuşlardı. Herkes Kur'ânları ve Kur'ân yazısı ile yazılan kitapları saklıyordu. Çünkü yasaktı. Tekkeler, medreseler kapalı, camiler ambar olmuş, ezanlar değiştirilmiş... İşte böyle bir sırada Risale-i Nurlar zuhur etmiş. Medreseler, tekkeler yerine Nur Dersaneleri açılmış... Camilere adam toplanmaya başlanmış… Kur'an hattı muhafaza edilmiş… Allah Üstadımızdan ebediyen razı olsun. Bahsettiğim 1940'lı seneler.

Orta mektebi bitirdikten sonra lise geldi. Fakat Ağrı'da lise yok. Erzurum'da kadro dolu. Mecburen Sivas Lisesine gittim. Çok başarılı olmama rağmen bazı sebeplerden dolayı bitiremedim… Fakat sevk-i İlahi ile bir dönem vekil öğretmenlik yaptım. Ağrı'nın Eleşkirt İlçesinde 4. ve 5. sınıfları okuttum. Bu arada namazım beni hiç bırakmadı…

Eleşkirt'te vekil öğretmenlik yaparken, bir kahvenin odasında aylık beş liraya kira ile kalıyordum. 1940'lı yıların başı. Alman Harbi (2. Dünya savaşı) devam ediyordu. Eleşkirt'te iki tane anot-katot kutuplu radyo vardı. Biri Kaymakamda diğeri benim kaldığım Saraç Ahmet denen adamın kahvesinde. Herkes harbi merak ediyor… saatlere bakılıyor… ajans saati bekleniyordu. Caminin imamı, müezzini, yaşlı başlı herkes ajans için toplanıyordu. Namaz vakti geliyor, geçiyor… cami ve cemaat terk ediliyordu… Çoğunun akşam namazları geçiyor, radyo yorumları dinleniyordu. Kahve sahibi ise saniyeleri hesap ediyordu… zira o anot-katot'u doldurmak ayrı bir meseleydi.

Ben ise çok gençtim. Bazı şeyleri, vakta ki Risale-i Nurları okudum, ancak o zaman farkına varabildim. Aynı tarihlerde; Üstad Bediüzzaman, sanki bizimle berabermiş gibi, harp boğuşmalarını takip etmek için, 'cami ve cemaati terk etmenin vartalarını yazıyordu. İnsanın asli vazifelerini nazara veriyordu. Kendisi de bu harp boğuşmaları sormuyor ve dinlemiyordu.

Eleşkirt'te üçüncü senemde beni beş sınıflı Mollasüleyman Köyüne gönderdiler. Bir sene de orada muallimlik yaptım. Sonra askerliğim geldi. Sene 1944.

 

Şeyh Olmuştum. Müritlerim vardı

1941'de başlayan kıtlık artarak devam etti, yoksulluk had safhaya geldi. Millet inliyordu. Bir inek sekiz lira, bir teneke buğday 15 lira idi… Tarlalar daha ekilmeden millet borçlandırılıyor... karın tokluğuna bir sene çalışanlar vardı.

Bu şartlarla askere gittim. Orada da müthiş kıtlık vardı. Koğuşta her sabah tayin çalınıyor, hırsızlık yapılıyordu. Askerliğimi İslahiye'de yaptım. Acemilikten sonra beni Tümen yazıcısı olarak aldılar. İyi daktilo yazardım. Askerlik dört sene idi, ama orta okulu bitirenler iki ay az yapıyordu.

Askerde namaz kılmak, oruç tutmak resmen yasaktı. Biz onbeş kişi cemaat olarak gizli namaz kılıyorduk. O sırada Halveti Tarikatına mensup bir sıhhiye onbaşı ile tanıştım. Ahmed Ahıskalı. Şahsiyeti çok kuvvetli bir insandı. Bana tarikatı anlattı… onun şahsına bakarak tarikata girdim ve talimat aldım. O birkaç ay sonra terhis olacaktı. Ben Tümen yazıcısı olarak mecbur olmadığım halde, gönüllü olarak nöbet tutuyordum. Gizlice zevkli zikirlere devam ettik. Cemaatimiz birden çoğaldı… Bana tarikatı veren hocamız terhis oldu. Bu sırada ben bir rüya gördüm. Bunu o hocaya yazdım. O da şeyhine arz etmiş. "Artık şeyhlik ondadır" demiş. Talimatı vererek beni şeyh ilan ettiler, tarikat verme yetkisi verdiler. Artık rüyaları ben tabir ediyordum. Tarikatı ben veriyor, zevkli zikirler içinde ibadetimize devam ediyorduk. Yalnız bunlar gizli oluyordu… Cemaatim çoğalmıştı.

Bir gün Tümene giderken yol üstünde camiye benzer tek bir oda gördüm. O zaman ki karargah komutanım inançlı birisiydi. Ona: "Komutanım biz pis yerlerde namazımızı kılıyoruz. Buranın anahtarı ile biraz battaniye verseniz…" dedim. Verdi. Artık haftada bir orada gizlice toplanıp namaz kılıyor, zikir yapıyorduk. Ama 40-50 kişi olmuştuk. Şeyh bendim. Zikir anında yer gök inlemeye başladı. Allah sesleri yerleri titretiyordu… Benim bütün arzularım yerine gelmiş… bu tatlı hava içinde devam ediyorduk...

Fakat! Bir gün ikindi namazından sonra oradan çıkarken, Sıtkı Onan adlı bir Paşa beni ve arkadaşlarımı gördü. Adamın aklı başından gitmişti. "Kim bunlar? Bu nedir? Bu ne demek? Bir asır evvelline mi gidiyoruz? Bunların elebaşı kim?.." diye bağırmaya başladı. Beni gösterdiler. Dedim: "Paşam elebaşı eşkıyada olur. Burada namaz kılıyoruz. Bana elebaşı değil de imam derseniz ayağınızı öperim" Hiddeti iyice artmıştı. O zaman askerde bıyık serbesti. Bıyıklarımın yarısını kesip beni maskara etti ve bana dayak attı. "Yedi gün katıksız hapis!.." diye bağırdı. Hapse gittim. Fakat inayet-i İlahiye… Levazım müdürü yazıcısız kalmış, beni hapisten aldı bürosuna götürdü. Kahirden lutfa uğramıştım. Bir hafta ibadetlerimi yaptım, yeme-içme ise mükemmeldi…

İkinci gün aynı paşa camiyi temelinden yıktı, sıfırladı. Cemaatimizde biraz dağılma oldu. Ama biz yine dar yerlerde gizlice namazlarımızı kıldık. İki ay sonra o paşayı başka yere verdiler. Yerine gelen ise mert bir adamdı. Bıyık konusunda: "Birinci veya ikinci Reisicumhur gibi olmak lazım" diyerek bıyık bırakmayı serbest bıraktı.

Ben her ne kadar zahiri halde şeyhliğimi sadakatle idare ediyorsam da… Müritlerime karşı kendimi küçültmüyordum. İşin aslı şu idi: Ben acizin hiçbir meziyetim yoktu. İlmim yok.. irfanım yok.. Maneviyattan bîbehre halim devam ediyordu... Halbuki müritlerim bana tam bir veli nazarıyla bakıyor ve öyle de hareket ediyorlardı. Ben de: "Kardeşlerim, dağılın, bende bir şey yok. Ben bu vazifeye layık değilim…" diyemedim. Bu büyüklüğü gösteremedim. Korktum. Bu halimle devamı daha uygun buldum. Tezkere alıncaya kadar şahsi ibadetlerimden taviz vermeden böylece devam ettik.

 

Allah aşkına Ahmed Ağa, çok sıkıntıdayım. Bana yardım et. Bana bir şeyh lazım

Askerden geldikten sonra Maliyeye müracaat ettim. Önce tebliğ sonra tahsil memuru oldum. Bu dört buçuk sene sürdü. 1951'de memuriyetten istifa ettim. Bir manifaturacı dükkanı açtım. Koyun ve inek sürülerim oldu. Maddi durumum iyiydi.

Bu arada tarikata devam ettim. Sene 1948. 24 yaşındayım. Şeyh Muhammed Küfrevi Hazretlerinin Tarikatına mensup arkadaşlarım vardı. Sonra Eski Alay Reislerinden Ahmed Alpaslan ile tanıştım. Hakikaten büyük bir zâttı. Ağrı'nın Milletvekillerinden Fecri Bey'in babasıdır. Onun evinde de zikirler yapmaya devam ettik.

Bir gün Ahmed Ağa'ya dedim ki: "Biliyorsun ben şeyhim. Fakat, ben ilmi olmayan, kerameti olmayan, zayıf, cahil bir kimseyim. Bir gün gelecek aczim bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacak. Mesela: geçen gün yedi kişi bana ziyarete gelmişti…. Sakallı hepsi. Yanımda böyle büzülerek oturuyorlar. Ben sordum: "Bizim Hasan ne yapıyor?" "Hasan nehirden geçerken öldü. Allah rahmet etsin şehit oldu" dediler. "Mustafa ne yapıyor?" dedim. "O da çok acılı halde... arazide uyurken bir hayvan taş yuvarlamış, başını ezmiş." O gün hep böyle şeyler konuştuk. O zaman ben kendi kendime düşündüm: "Başına taş gelenden haberin yok, boğulandan haberin yok… Böyle şeyhlik mi olur?.. Ben de şeyhsem!.. Şeyh dediğin bütün müritlerinin halini bilecek…" Bunları söyledim Ahmed Alpaslan'a.

Sonra dedim: "Allah aşkına Ahmed Ağa çok sıkıntıdayım. Ben tarikatımı değiştirmek istiyorum… bana yardım et. Bana bir şeyh lazım. Yoksa diğer şeyhlere de su-i zan etmeye başladım." Bana, "tevazu ediyorsun" dese de… "Senin aradığın birisi var. Ben ona Burdur'da altı ay hizmet ettim. Ancak o zât seni tatmin eder. Adı: Bediüzzaman Said Nursi'dir" dedi. "Onu nerde bulurum?" dedim. Dedi ki: "Valla ya Ankara'da, ya İstanbul'da, ya Isparta'da, Ya Burdur'da, ya Afyon'da, ya Kütahya'da, ya Eskişehir'dedir." "Desene Türkiye'dedir" "Öyle. Şimdi ben yerini bilmiyorum. O sana hem şeyhlik eder, hem de tarikat verir. Başka seni tatmin edecek adam bulamazsın. Hatta ben ona Burdur'da altı ay hizmet ettim. Bana bu kitabını verdi, al buna bak" dedi.

Baktım, Ahmet Alpaslan bana Bediüzzamanın Gençlik Rehberi kitabını vermiş. Ama Kur'ân hattıyla yazılmış. Onu okuyabilen de yok. Kur'ân okumayı bilenler bile el yazısı Osmanlıcayı okuyamıyorlar. Ben bir Ramazan günü bir sahifesini sahura kadar okudum. Bu sefer içime Üstadın aşkı girdi. "Nasıl bulurum bu zâtı?" diye düşünmeye başladım. Elime bir de Mektubat geçti, onu okumaya çalışıyorum. Ama tam okuyamıyorum. Molla Ömer diye, Üstadı görmüş bir hoca vardı. Ona götürüyorum, o da okuyamıyor. Böyle bir zamandayız. Ama tarikattan soğudum.

 

Üstadın çektiği şu sıkıntıya bakın

Böylece 1948den beri, Bediüzzaman aşkıyla aylar, seneler geçti. 1952'ye kadar geldik. 'Biz en iyisi Bediüzzamanı bulalım' dedim. Üstadı aramaya karar verdim. İsa Kaya isminde halen sağ olan bir arkadaşım vardı. Benden yaşlıdır. Ona söyledim. O, "Ben Said Nursi Hazretlerini gençliğimde, İstanbul'da iken elini öpmek için otelinin önünde beklemiştim. Fakat o zaman nasip olmadı. Şimdi beraber onu bulalım" dedi. Anlaşmıştık.

Önce Afyona geldik, orada yok. Ispartaya geçtik, yok. Soruyoruz, cevap veren de yok. Bolvadin'e, İstanbul'a sorduk, yok. Geldik Eskişehir'e. Orada Şükrü ve Muhiddin Yürüten diye iki kardeş vardı. Onlara dedik: "Biz üstadı arıyoruz?" "Yerini bilmiyoruz" dediler. Orada âmâ bir hâfız vardı. O, "Kardeşim niye söylemiyorsunuz? Bırakın gitsinler! Belki hizmete vesile olurlar" dedi. Meğer Üstad Emirdağ'ında imiş. "Ama, yasaktır isterseniz gidin" dediler.

Biz Emirdağ'ına geldik. Tabi o zamanlar gidiş geliş fazla olmadığı için, bir yabancı hemen tanınırdı. Birisi dikildi karşımıza: "Nerelisiniz?" dedi. "Ağrı'lıyız." "Niye geldiniz?" Arkadaşım dedi ki: "Biz çoban keçesi alacağız." Ona dedi: "Git de babanın çocuğunu kandır. Burada keçe ne arar, keçe Afyondadır. Siz Hocaefendiyle görüşmeye gelmişsiniz belli. Ama, Bediüzzaman kimseyle görüşmüyor. Beni sever ama. Ben gittim mi kabül eder… fakat ben de bugün gidemem. Bugün iyi değilim. Yalnız onun hizmetinde Mustafa (Acet) Hoca var" dedi ve camisini bize tarif etti.

Camiyi ve Mustafa Hocayı bulduk. Fakat Mustafa Hoca bize: "Üstad kimseyle görüşmüyor" dedi. Israr ettik. Dedi: "Kardeşim mümkün değil. Kapıda iki tane polis bekliyor." Dedim ki: "Hocam senin vazifen bizim halimizi o zata iletmek. Sen söyle, kabül buyurursa elini öperiz, kabül buyurmazsa geçer gideriz." "Peki. Evini size göstereyim, fakat sakın eve doğru bakmayın, polisler sizi götürür döverler." Dedi.

Üstadın evine geldik. Baktık bahçe kapısı kilitli. Sağda da iki tane polis oturmuş bekliyorlar. Bizden evvel bir hacı gelmiş. Ben onu tanıyorum, Hacı zahir. O eve, Üstadın kaldığı eve bakıyormuş. Polis, "sen ne yapıyorsun?" demiş. Türkçe de tam bilmiyor. "Hocaefendiye bakim" demiş. "Gel sana göstereyim!" deyip karakola götürmüşler. Dövmüşler, dövmüşler... hatta sakalını yolmuşlar, cımbızla kıl çekmişler. En sonunda komiser: "Dövmeyin artık bunu günahtır" demiş. "Seni buraya kim gönderdi? Bunu söyle seni bırakalım" demişler. Tabi bu çok acaip bir sual, kimi söylese olmaz. Tam Türkçe de bilmiyor. Demiş ki: "Polos Aga! Heva güneş vardır? Güneş kim gösterecak? Güneş göstermak lüzum yok! Güneş kendi kendi gösterecak!" demiş. Aynen böyle demiş Zahir Hoca. "Bediüzzaman güneş gibidir. O kendi kendine gösteriyor." Onu bırakmışlar.

Neyse… bizim Mustafa Hoca (Acet): "Ben dünyada gidemem. 24 saate ancak bir kere gidebilirim." Dedi. Üstadın çektiği şu sıkıntıya bakın siz. Hizmetinde bulunan kişi 24 saatte bir kere gelebiliyor yanına. O da sabah namazından sonra, polislerin olmadığı zamanda. Geliyor üstadın evini süpürüyor, temizliyor. Üstada ne lazımsa alıyor. Bir daha da yanına giremiyor. Üstad kapıyı içerden kilitliyor, o da dışarıdan kilitliyor.(*) 

 

Sormadan her soruya cevap verdi

Emirdağ'ında o geceyi zor geçirdik. Sabahleyin, namaza, camiye gittik. Mustafa Acet'in imam olduğu camiye... Beraber kıldık namazı. Üstadın evinin karşısında kahve vardı. "Siz burada oturun" dedi bize. Gitti Üstadın evini süpürdü geldi. Dedi: "Ben Üstada söyledim. Sizi içeri alacak, buradan ayrılmayın." Daha güneş doğmamıştı. Polisler de yok henüz. O gitti, süt aldı geldi.

O önden biz arkadan, girdik Üstadın evinin avlusuna. Benim o günkü o hali tarif etmem mümkün değil. Ben her şeyi lüks gördüm o gün. Bahçeye giriyorum, yerleri granit taşlı ayna gibi o parlak görüyorum …. Cam gibi çok parlak. Oradan içeriye girdim, baktım öyle antika halılar, perdeler var ki gözlerim kamaşıyor. Lüks görüyorum her yeri. Her şey lüks görünüyordu bana.

İçeri girdik. Hemen üstadın elini öptük. Üstadı ben şeyh biliyorum, hani ben de şeyhim ya. Üstadın yüzü kıbleye karşı. Biz de arkamızı kıbleye karşı verdik karşısına oturduk. Ondan evvel de ne soralım diye dışarıda anlaşmıştık.

Arkadaşım Türkçe'yi benim kadar bilmediğinden ben üç şey diyecektim: "Efendim siz şarkta doğdunuz, niye şarka gelmiyorsunuz? Ben şeyhliğimi zayıf görüyorum, bana tarikat ver. Elimizde kitap yoktur, bize kitap ver." Bu üç şeyi diyeceğim ben. Arkadaşım da diyecekti ki: "Efendim bizi mürit kabül et." Biz böyle anlaşmıştık dışarıda.

Biz oturduk. Üstad sağ elini sol dizine vurarak başladı konuşmaya: "Maşallah, siz hoş gelmişsiniz" dedi. "Çok iyi ettiniz gelmekle. Ben çok memnun oldum. Mustafa, ben sana demedim mi, 'on beş gündür iki kardeşe dua ediyorum' diye. Bak demek ki oradan bu Nazım gelecekmiş. Sen Nazım, sen İsa. Maşallah çok iyi ettiniz. Çünkü ben çok darlanmıştım. Ben niye darlandım? Çünkü şark'ı çok özledim. Ama biz tek kelime konuşmuyoruz. Şarkı çok özlemiştim. Şarka gelmek istiyorum. Orada benim hocam var. Fakat ben şark'a gelirsem, hükümetin nazarı şark'a döner; benim yüzümden şark zarar görür. Nazım Kardeşim ben seni vekil ettim. Sen bana vekaleten git oraya. Şeyh Masuma selam söyle. Şeyh Muhammed Celalin mahdumları Nizameddin'e, Mola Sıddık'a selam söyle. Bana dua etsinler. Ben orayı çok arzu ettim. Fakat gelemiyorum. İyi maşallah, çok iyi ettiniz geldiniz. Memnun oldum."

"Kardeşim biliyor musunuz? Risale-i Nur varken buraya kadar gelmeye de lüzum yoktu. Her sayfada bir Said vardır. Ben de zayıfım, okuyamıyorum… Ben hem şeyh değilim. Ben tarikat vermiyorum. Tarikatın zamanı değil. Şimdi iman kurtarmak zamanıdır. Risale-i Nur okuyun. Evlerinizin bir odasını dersane yapın. Yahut bir dersane açın. Maşaallah hakikaten taa Karaköse'den (Ağrının eski adı) buraya geldiniz. İyi ettiniz geldiniz. Kardeşim bizde şeyhlik-müritlik yok. Fakat ikinizi de yirmi senelik talebe gibi Risale-i Nura kabül etmişim. Kardeşim ben de çok zayıfım, hastayım, hizmet geri kalmış bilmiyorum. Ben şeyh değilim. Bana üstad diyorlar. Bunu da kabül etmiyorum. Ben talebeyim. Ben de Risale-i Nurun bir talebesiyim. Soranlara böyle söyleyin. Benden taraf çok selam söyle. Kimseyi de gönderme, sen benim vekilimsin. Bir iki saat burada oturmanız… yirmi senelik talebeliğe, inşallah Risale-i Nur kabül etmiştir. Ben daha önce de dua ediyordum Karaköse'ye. Siz hemen şimdi kalkın gidin. İlk arabayla gidin, burada beklemeyin." 1952'deki ilk ziyaretimiz böyle geçmişti.

Üstad bu şekilde epey şeyler söyledi bize. Bütün suallerimizin de cevaplarını almıştık. Ben bir şeye dikkat ettim. Üstad, böyle bizim gibi şark şivesiyle konuşuyordu. Ama bu Risalelerdeki ifadeye, belagata bakıyorum, çok farklı…

Daha önce bir şey okumuştum: "Hakiki mürşidin yanına girince bir şey soramazsın. O sana kalk git demezse gidemezsin. Hakikaten öyle oldu. Bir şey soramadık. Ama O her şeyi dedi. Ben hemen otele geldim. Hazma Emek vardı orada. Otelciydi o. Dedi: "Senin nüfus cüzdanını polis götürdü. Git al." Gitsem beni de dövecekler, gitmedim. Fakat sonra MİT'le Ağrı'ya bildirmişler. Nüfus cüzdanımı da göndermişler. Müdür milliyetçi idi, bir şey demedi bana.

 

Zübeyir Ağabey okuyor. Üstad bize, "sen nasıl anladın?" diye soruyordu

Bir sene sonra 1953'de ikinci defa Üstadı ziyaret etmek için Ispartaya gitmeye karar verdim: Fakat ben bereyle geziyordum o zamanlar. Orası üstadın memleketi ya. Bereyle gitsem, Üstad zarar görecek. Manifaturacılık yapıyordum o tarihte. Bu sebeble İstanbul'a gitmiştim. Oradan bir şapka aldım kendime. Hem de Borsalina, meşhur ithal fötr şapka. Ama kumaşı da en iyisinden. Rengi de yeşil. Cehalet işte… O fotorün yanlarını sonradan kestik, sarık sardık, senelerce dersanede kullandık.

Ispartaya gelince bereyi çıkardım, onu giydim. Geldik Üstadın evine. Kapıyı Bayram Ağabey açtı. "Giremezsin, Üstad çok hasta" dedi. Dedim: "Kardeşim Üstad Bizim memleketlimiz. Memleketlimizi aldınız yetmiyor mu ki, şimdi de bizi içeri koymuyorsun. Çekil! ben gireceğim!" dedim. Tabi latife yapıyordum. "Dur, ben sorayım geleyim" dedi. Biraz sonra "gel" dedi. Şapkayı çıkardım odunların üstüne koydum.

Baktım, hakikaten Üstad çok hasta. Dedi: "Kardeşim ben çok hastayım, kalkamıyorum, konuşamıyorum. Bana verdikleri zehirin nöbeti geldi. Hoş gelmişsin, nasılsın kardeşim?.." Baktım, Üstad çok zor konuşuyor. Elini öptüm, çıktım beklemedim artık.

Üstadın yanında kapıcı olmakta mesele. Her gelene soruyorlar ve akıllarında tutuyorlar: "Nerelisin? Nereden geldin? Burada nerde kalıyorsun? Ne zaman gideceksin? Hangi otobüsle geldin? Hangi arabayla geldin? Nerde bineceksin?.." Bunları tek tek soruyorlar ve akıllarında tutuyorlar.

Ben ayrıldıktan sonra Üstad açılmış, kalkmış: "O Nazım mıydı gelen? Gidin çağırın onu" demiş. Bayram Ağabey beni çarşıda buldu. Gittik. Öğlen namazı yeni kılınmış. Üstad: "Kardeşim ben hastaydım. Seninle ilgilenemedim…" dedi. Sonra Üstad, Tevafuklu Kur'ânı 18 madde olarak bana anlattı, ama hiç aklımda kalmadı. Anlamadım daha doğrusu. O zamanlar bilmiyoruz ya daha. Üstadın tabancası vardı. İndirdi, onu gösterdi bana. Benim de belimde vesikalı tabancam vardı. Hem de aynısından. Ama utandım göstermedim.

Üstad çok şeyler izah etti o zaman. Biz onbir kişiydik. Üstad kıbleye karşı yatağında oturuyordu yine. Biz de diz çökmüş etrafında oturuyoruz. Dedi ki: "Zübeyr ders yapacağız. Kardeşleri çağır." Onbir kişiden aklımda kalanlar: Zübeyr, Bayram, Sungur, Ceylan, Rüşdü, Ezener…" idi. Zübeyr Ağabey dersi ayakta okudu. Ben baktım ki; Zübeyr Ağabey okuyor, Üstad izah ediyordu. Orada, "Risale-i Nuru izah etmeyin" diyenlere cevap buldum. O zaman Üstad soruyordu sırayla. "Sen nasıl anladın?" diye, tam onaltı kere sordu bize. Ama, baktı ben bir şey anlamıyorum ya, en çok bana sordu, Üstad izah etmese ben bir şey bilmiyorum ki… anlamıyorum ki. Saymıştım on altı kere sordu…

1959'da Üstad Arapça Mesnevi-i Nûriyeyi izah ederek anlattı. Ondan sonra serptiği o tohumlar her tarafa yayıldı. Risaleler 60'dan sonra anlaşılmaya başlandı. O devirler zaten yazıp neşretme devri idi. Manaya çalışan pek fazla yoktu.

 

Risale-i Nurları, talebeler düzelterek yazıyor zannederdim

Bu 1953'deki ikinci ziyaretimde gördüm ki: O gün Zübeyr Ağabey ders okuyup, Üstad izah ederken, Üstad da tam bir hitabet tarzı vardı. Aynı Risale-i Nurun belagatı tarzında… aynı kelime, aynı tarz ile izah ediyordu. Hatta inanın, bir ara, acaba Üstadın yanında birisi mi var diye şöyle bir baktım. Gördüm ki Üstad tek.

Ben ilk başlarda, Üstadın günlük konuşmalarına bakınca: "Bu Risale-i Nurları Üstad söylemiş ama, herhalde talebeleri sonradan bunları düzelterek yazmıştır." Diye düşünüyordum. Fakat utandığımdan da kimseye soramıyordum.

Bu düşünceye de şuradan kapılmıştım: Bizim bir Müftü Abdullah efendi vardı. 13-14 yaşlarında iken babasıyla, köyden 3-5 kişiyle beraber İstanbul'a Üstadın yanına gitmişler. Eski Said devrinde oluyor... Orada bir odada oturmuşlar, Üstada soru soruyorlarmış. Birisi fıkıhtan bir soru sormuş. Üstad birden dönüp: "Bunu da sen söyle Karaköse Müftüsü" demiş. O zaman Karaköse'de müftü ne arasın. Köy kadar bir yer. (Karaköse Ağrının eski adı.) Üstad öyle deyince, Abdullah sağına soluna bakınmış, 'acaba kime diyor?' diye. Üstad, "Sen, sen Abdullah!" diye tekrar ona hitap etmiş. Hakikaten bundan sonra, 30-40 sene geçti. Bu adam Ağrı'da müftü oldu. 

Ben iyi daktilo yazardım. İşte bu Müftü Abdullah Efendi, bazen bana dilekçe yazdırırdı. O bana dilekçenin sözünü söyler, ben onu rötuşlar, cümlelerini kurardım. İşte Üstadı da o güne kadar ben böyle zannediyordum. 'Kendisi söylüyor, yanındaki talebeler düzelterek yazıyorlar' diye düşünüyordum. Ama utandığımdan kimseye de soramıyordum. İşte o günkü Isparta ziyaretimde, her şeyi fark ettim. Üstad, o gün yanımızda tam Risale-i Nur tarzında konuşuyordu. Belagat, fesahat, selaset… hepsi vardı. Buna ben şahit oldum. İnan, bir ara yanında yardımcı birisi var zannettim.

Üstadın yüzüne bakamıyoruz. Bir ara ellerine baktım: "Kardeşim biz Dünyaya tenezzül etmiyoruz. Yoksa dünya elimizde top gibi…" dedi. Ben birden Üstadın elinde küre-i arzı gördüm. Çok korktum ve şöyle bir titredim. Başımı önüme eğdim.

Sonra ben Üstadın evine baktım ki; Emirdağ'ında Üstada ilk ziyaretimde gördüğümü zannettiğim lüks halılar, aynalar filan yok. Hatta çuvalları yamamışlar örtü yapmışlar. Üstadın yaşadığı yer öyle bir durumdaydı.

 

Ben şimdi olsa Üstadın yanına gidemem

Neyse Üstadın Zübeyir Ağabeye okutup kendisinin izah ettiği ders bitti. Yan odaya istirahata geçtik.

Baktım Zübeyr ağabey iki tane çay getirdi. Dedi: "Bunun biri Nazım'ın, biri de Sungur'un." Ben de Sungur'u tam tanımıyorum. Daha yeni görüyoruz. Oradaki kardeşler bundan bir mana çıkardılar. "Biz onbir kişiyiz. Niye iki tane çay geldi. Biri Nazım'a, biri Sungur'a. Bunun özelliği nedir?" diye konuşmaya başladılar. Bayram ağabey dedi ki: "Nazım, sen Üstadın yakını imişsin, onun için de seni içerde zorluyordu." Sungur Ağabey: "Bayram yanlışsın. Nazım Kardeş Üstadın mahiyetini, makamını bilmiyor da ondan." Hakikaten ben şimdi olsa Üstadın yanına gidemem. O zamana kadar da Üstadın makamını, şahsiyetini tam bilmiyordum. Üstad'da kendini bilmeyenleri severmiş.

Aynı anda Üstad da geldi yanımıza. Biz hep beraber ayağa kalktık. "Oturun" dedi. "Biliyor musun Sungur? Bu Nazım senin gibidir. Ben bunu şarka göndermişim. Bu da şarkta Sungurdur." Ben Sungur necidir? Şark nicedir? Katiyen bir şey bilmiyorum. Orada kardeşler bize iltifat ettiler.

Ben Üstadımızın "Nazım Sungur gibisin" demesini ben şöyle anladım: Sungur Öğretmen, ben de öğretmenlik yaptım. O evli, ben de; onun bir çocuğu var, benim de; o kelimeleri boğarak konuşur, ben de; o her şeyi her yerde unutur, ben de; o Karabüklü, ben Karaköse'li…

Bir ara; Ben, Said Özdemir, Salih Özcan... birkaç kişi daha vardı. Diyanet İşleri Reisini görmeye gittik. Sıra bekliyoruz, Reisi görmek için. Oradaki müdür: "Sen Sungurun neyisin? Nasılda benziyorsun ama" dedi. Ben önem vermedim ona. Bir gün de Kastamonu'ya gitmiştim. Bir evdeyiz. Münasebetsiz bir yere oturmuşum. Bir kitap aldım, ders okudum. Baktım cemaatte bir fısıltı başladı. Dedim: "Bir hata mı ettim?" "Yok Abi. Dün Sungur Ağabey vardı burada. O da oraya oturdu ve aynı yeri okudu. Sen de geldin aynı yere oturdun ve onun okuduğu yeri okudun" dediler. Ben yine bir şey demedim. Sonra Sungurun memleketine gittim. Birisi bana: "Sungur Abi hoş gelmişsin" dedi… Benzerlik var demek ki. Üstad demişti ya: "Sungur senin gibi."

1960'da ihtilal oldu, beni arıyorlardı. Bir dükkanda oturmuş, Lem'aları okuyor, anlamaya çalışıyordum. "Adem-i Kabül, Kabül-ü Adem…" diye geçiyor ya... Ben şöyle başımı öne eğmiş, "bu nedir? diye düşünüyordum. Birisi selam verdi, ve: "Kardeşim sen niye uyuyorsun, sen şarkın Sungur'usun! Şimdi uyuma zamanı mı?" diyor. Dedi: "Benim adım Mehmed Kırkıncı." Ben daha evvel Erzurum'a gitmiştim, ama o yoktu o zaman. Öyle tanışmış olduk.

Tabi Üstad Hazretlerinin yanında pek bir şey konuşma imkânı yoktu. Üstad bazen insanın kalbine bakıyordu. Bana: "Sen burada kal" dedi. Ben de zannediyordum ki; "bir iki gün kal" diyor. Zübeyr ağabeye: "Şu odada devamlı kalsın" diye talimat vermiş, yatağı odaya serdirmiş. Ben daktiloyu iyi yazardım. Halbuki işlerim çoktu, manifaturam vardı. Bir iki gün bile kalamazdım. İçimden, "işlerim var, ben giderim" diye düşünüyordum. Üstad: "Peki peki öyleyse git" dedi. Halbuki tek kelime konuşmamıştım. Üstad içimi okudu. Maalesef bunları bilemedik. Bu fırsatları terk ettik, çıktık geldik maalesef... Ama o zaman tarikat da bitti artık. Cenab-ı Hak ihsan etti. Risale-i Nurları okuduk.

Üstad o zaman dedi ki: "Kardeşim bir dersane, medrese açın orada. Olmazsa evinizin bir odasını dersane yapın. Benden tarafa çok selam söyleyin. Buraya gelmesinler. Risale-i Nur varken beni görmeye lüzum yoktur." dedi. Allah'ın hikmeti, o günden itibaren ben nereye gitmiş isem, mutlaka dersane açıldı. Mesela fırın yaptık üstü dersane. Kayseri'ye gittik üstü dersane. Isparta'da öyle. Burdur'da otel yaptık, dersane açtık. Ağrı'da iki üç tane dersane açtık. Yani Üstadın o temennisi emir yerine geçti bizim için.

 

Üstad bana beş altı tane zarf verdi

1954'de bir ziyaretim daha oldu: Bu üçüncü ziyaretim.

Üstad o zaman neşeliydi. Çok memnun oldu. Bana beş altı tane zarf verdi. Bunları al: "Birini Başvekile, birini dahiliye vekiline, birini adliye vekiline, birini hariciye vekiline ver" dedi. Ben de o zaman Başvekile falan gidemem kolay kolay. Üstad zarfları verirken: "Tamam mı Kardeşim? Bunlar Risale-i Nura muhtaç. Risale-i Nur bunlara yol gösterecek. Sen bunları götür ver." Böyle diyordu Üstad. Ama içimden, "ben bunları nasıl veririm" diye düşünüyordum. Fakat Üstada diyemiyorum. Üstad: "Tamam mı kardeşim? Eğer sen götüremezsen ver Atıf'a, Atıf götürsün. Bunların akılları başlarında değil, Tamam mı kardeşim? Sen hiç bekleme bunları götürüyorsun, bunları ver. Atıf Cebeci'de, Tuna apartmanının karşısındaki mescitte bulursun…" dedi. Üstad bunları o gün söylüyordu, ama ben ikinci gün oluyorum orada. Acaba Atıf camide olur muydu? Gittim. Baktım birisi oturuyor orda. Selam verdim. "Adın nedir?" "Atıf Ural." Zarfları verdim...

 

Hapishanede yüzlerce insan namaza başladı

1954'deki Üstadı ziyaretimden sonra Ağrıya döndüm. Artık hep Risale-i Nurları okuyup anlatmakla hizmet ediyordum. Ağrıda iki tane dersane açtık. Demokrat Parti listesinden beni belediye Azası yaptılar. Sonra, Ağrı Belediye Reis Vekili oldum. Fakat hem Risale-i Nur, hem de siyaset olmaz diye, beni bazı kardeşler şiddetle tenkit ettiler. 1960 ihtilalinde mahkemeye verildik. Erzurum'da yargılanıyorduk. Bu sebeble sık sık Erzurum'la irtibatımız oldu. Bir kış günü Erzurum'dan Ağrıya giderken şiddetli bir fırtınaya tutulduk. Yolda Horasan'a sığındık. Bu tanışmamızla orada bir dersane açılmış oldu. Orası merkezi bir yerdi. 

1966'da İstanbul'dan Erzurum'a gidiyorum. Yanımda altı yaşında oğlum var. Adı Dursun. Araba Bayburt'a kadar olduğundan Bayburt'ta indik. Bize birisi yaklaştı. Çocuğu sevdi davet etti. Meğer rüyasında aynı bizi, manzarayı… görmüş. Ehl-i tarik birisi. Adı Şerif'ti. Ona Risale-i Nur okuduğumuzu söyledim. Haber saldı, iyi bir cemaat toplandı. İçlerinde bir de avukat vardı. Orada üç gün kaldım. "İyi bir yerde dersane açalım dediler" ve nasip oldu.

Patnos'ta terzi Memduh Haser kardeş vardı. Gidip geliyorduk. Orada Ağrıdan daha mükemmel hizmetler ifa edildi, elhamdülillah. Tuzluca, Kağızman, Iğdır'a da hizmete gittik.

Amma beni bazen ayda üç defa hapse atıyorlardı. Fakat hemen çıkıyordum. Bir keresinde tevkif kararını yeğenim getirdi. İstişare ettik. Bana, "firar et" dediler. Çünkü suçsuz yere eziyet ediyorlardı. Ben de Hoca Nusrettinin (Nusret Kocabay) Köyü Karacehennem'e kızakla gittim. Beni arıyorlar bulamıyorlar. Ben hoca Nusreddinin misafiri olarak Karacehennemde kaldım. Orada Mesnevi-i Nûriye'yi ve Lemaat'ı ezberliyordum. Rahatım çok iyiydi. Bakırköy Müftüsü Ali Bey Ağrı'da askerdi. Bazen onun elbiselerini giyip Ağrı'da derslere iştirak ediyordum. Sonra yer değiştirdim başka bir dağ köyüne gittim. Birkaç kere jandarma o köyde beni aramaya geldi. Fakat köylüler sakladılar… vermediler. Bu arada beni aramak için Ağrı'da dersaneyi basmışlar. Kardeşlere eziyet etmişler.. Biz af kanununu bekliyorduk. Fakat gecikti. Sonra Av. Bekir Berk Efendi "teslim olsun" diye haber salmış.. Ben hapse girince diğer kardeşleri bıraktılar. Hapishanede iki ay kadar hizmet ettik. Yüzlerce insan namaza başladı. Doğrusu oradaki hizmet lezzetini dışarılarda bile bulamadım. Cemaatle namazlarımızı kılıyorduk.

Beni sık sık hapse attılar. Hatta yatağımı hapishaneden getirmemiştim. Ayda iki üç kere yatıyordum. Ama hep beraat ettim. Hiçbir sabıkam yoktur.

 

Kırkıncı Hoca mantık deryası

Sene 1964. Kırkıncı hoca ile Trabzon'a bir dersane açmıştık. Birkaç gün kalıp Trabzon'dan ayrıldık. Dersane kirası 15 lira idi. Dersaneyi orada matbaa dükkanı olan Müslim Selçuk'a bırakıp ayrıldık. Yirmi gün sonra Kırkıncı Hocamla beraber tekrar Trabzon'a gittik. Müslim Selçuk Kardeş: "O para boşa gitti. Siz buradan ayrıldıktan sonra kimse gelmedi dersaneye. Boş duruyor." dedi

Tabi Kırkıncı Hoca mantık deryası.

Dedi: "Müslim, senin anan hiç toyukları yumurtanın üzerine yatırıyor muydu?" "Evet" "Kaç yumurta koyuyordu?" "Onbeş-yirmi" "Peki toyuk ne yapıyordu? Yumurtanın üzerinden hiç ayrılıyor muydu?" "Hayır. Tavuk ayrılsa yumurtalar bozulur. Civciv çıkmaz." "Eh kardeşim senin aklın o tavuk kadar yok mu? Sen hiç dersanede yattın mı? Sen orada bir tavuk kadar yatsaydın, şimdi orada 15-20 tane nur talebesi olacaktı. Hiç olmazsa ananın yatırdığı tavuktan ders alaydın bari…" Dedi Kırkıncı Hoca. O da güldü... Biz de dersanede sebat edip kalmayı tavuktan ders almaya başlamıştık.

 

1960 ihtilalinde Ağrı'da Sıkıyönetim komutanımız kimdi?

1960 İhtilali oldu. Bir ay içinde Ağrı'ya üçüncü sıkıyönetim komutanı geldi. Bizim dükkan da Tümen'e iki dakikalık bir mesafede. Her yeni gelen paşa bir miting yapıyor, ben de dinlemeye gidiyordum. Nedense buna gitmemiştim. Dükkanıma iki polis geldi: Nazım Akkurt kim?" dediler. "Seni paşa çağırıyor…" deyince, zaten her an bekliyorduk.

Beni Tümen Komutanını evine kadar yayan götürdüler. Ama çok korkuyorum. Çağıran paşaydı… O sıkıntıyı tarif edemem. Sanki darağacına asılmaya gidiyorum. Dizlerim titriyor… Paşanın evinin bahçesinde üç kere dizlerim katlandı… zor ayakta durdum. Şuursuz olarak ne yaptığımı bilmeden yürüdüm. İçeri girdim. Omuzu demir dolu sert bakışlı iriyarı bir paşa… Kendimi toparlamaya çalıştım… Paşa: "Otur!" dedi. "Beni tanıyor musun?" dedi. "Evet tanıyorum, Sıkıyönetim Komutanısınız" dedim. Yok, şahsen tanıyor musun?" "Yok. İçende olduğum hal sizi tanımama manidir" dedim. Kızına, "ağabeyine bir kahve yap" dedi. Ben de bunu idamlığın son isteği gibi düşünmeye başladım.

Komutan halet-i ruhiyemi anlayınca sordu: "Sen nerde askerlik yaptın? O mescidi ve battaniyeleri hatırladın mı?" dedi. Aklım başıma gelmişti. Ardan seneler geçmişti. "Beni nasıl unutmadınız?" dedim. "Nasıl unuturum seni!. Eğer sen o gün mescidi ve battaniyeleri benim verdiğimi söyleseydin, ben bugün paşa değildim. Sen dayak yedin, hapis yattın, her şeye dayandın, beni söylemedin… Şimdi sana mükafat olarak; her gün beşte bana geleceksin. İhbarlara bakacağız… lüzumsuz olanları imha edeceğiz " dedi. En çok ihbar da benim hakkımda gelirdi… Paşa inançlı bir insandı. Yıllarca önce bizim askerde ibadetlerimiz için kolaylıklar sağlamıştı. Artık bundan sonra rahat ettik.

 

Nazım Akkurt'a sorulan bazı sorular:

Ömer Özcan: Bu kitabın birinci cildinde, Ağrı'lı Molla Nusret Hocamızın hatıralarını yayınlamıştım. Orada: "Üstad, ziyaretimde bana 4 şey tembih etti. Bunlardan birisi de; 'Nazım Akkurt'la imtizaç et.' Demesiydi." Diyor hatıralarında. Sizce bu ne demektir? Molla Nusret Hocamla aranızda bir şey mi vardı ki, Üstad Hazretleri böyle ismen tembihatta bulunuyor?

Nazım Akkurt: Aramızda hiçbir şey yoktur. Olmaz da zaten. Akrabamdır aynı zamanda. Ağrıda hep beraberdik. Sözler'i başından sonuna kadar, ikimiz beraber okuduk. Bana çok sevgisi vardır. Hürmeti de var tabi, yaş bakımından. Yaşça ben ondan büyüğüm. O, o zamanda daha Türkçe bilmiyordu. Şimdi O âlimdir, ben âlim değilim. Burada Üstadımızın sözü şu manadadır: "Nazımın nizamiyle imtizaç ederek beraber çalışın." Demektir.

Size bir hatıramızı anlatayım: Nusret Hocaefendi Ağrı'nın Karacehennem Köyündendir. Onların bu köyüne bir okul yaptım ben. Orada hizmetin bir kerametine şahit olduk. Şöyle ki: O köye araba filan çıkmıyordu. Bir ayda ancak beş altı mikap kum çekebildim. Bir gün bir sel geldi onu da aldı götürdü. Ben de okulu yapmaktan vazgeçtim. "Hocam ben bu okulu yapamayacağım" dedim. "Olmaz…" falan dedi, üzüldü tabi. Allah'ın ikramı olarak bir müddet sonra bir başka sel geldi. Cenab-ı Hak bize 300 mikap birden kum gönderdi. Hem de, kum yukarıdan aşağıya gelmesi gerekirken, sanki aşağıdan yukarıya doğru çıkmış... Okulu da yaptık o zaman. 

Ömer Özcan: Yine Nusret Hocamdan aldığım hatıralarda: Ahmed Nadir ile Nazım Akkurt, 'Burdur'da sürgün iken Üstada hizmet etmiş' diyor? Halbuki anlattığınız hatıralarda böyle bir şeyden bahsetmediniz? Siz Burdur'da sürgün olarak Üstadla bulundunuz mu?

Nazım Akkurt: Hayır, ben bulunmadım. Burdur'da sürgünde iken Üstada hizmet eden Ahmed Nadirdir. Meşhur Kör Hüseyin Paşanın oğludur kendisi. Kör Hüseyin Paşanın adı, Üstadın Tarihçe-i Hayatının 'ilk Hayatı' bölümünde çok geçmektedir.

Ömer Özcan: Bir de aynı hatıralarda: "Ahmet Nadir, Kör Hüseyin Paşanın oğlu, CHP Ağrı Milletvekili Ahmet Alparslan'ın da babasıydı." Diye geçiyor. Halbuki sizin anlattıklarınızda farklı geçti?

Nazım Akkurt: Kısmen yanlış o. Evet Ahmed Nadir Bey (Süphandağlı) Kör Hüseyin Paşanın oğludur. Fakat Ahmed Alpaslan (Fecri Alpaslan'ın babası) Ahmed Nadirin oğlu değil, arkadaşıdır. Ahmed Alpaslan, Aladağdan İbrahim Ağanın oğludur.

Ömer Özcan: Nazım Abi çok teşekkür ederim. Çok güzel hatıralar aldık. İnşallah şimdiki ve gelecek nesillere mesajlar vardır. Allah size uzun ve hayırlı ömürler versin.

(*) Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ'da çektiği sıkıntılara kendi ifadeleri ile iki numune: Afyon Emniyet Müdürü ile alakalı mektuptan: "…Kat'î emir verilmiş ki: "Said'i cebren hükûmete getiriniz." Bekçiler ve bir onbaşı gelmişler. Kapımı kapamıştım, kilitlemiştim. Onlar demişler: "Biz istifa ederiz, onun kapısını kırmayacağız." Dönmüşler, gitmişler. …O bedbaht, hükûmette, vazife sandalyasında bana şetmedip hizmetçime der: "Git, ona söyle." Hükûmetin nüfuzunu serseri şahsına mâlederek meydan okumuş ve Eski Said'in bende irsiyet kalan damarıma çok ilişti. Fakat fevkalâde ehemmiyetli olan sükûn ve temkin ve itidal-i dem ve sabır ve tahammülün kat'î lüzumu beni teskin etti." (Emirdağ Lahikası 173) Erzurum eski mebusu Yeşil Salih'e yazdığı mektuptan: "…Buranın maddî ve manevî havasıyla imtizaç edemiyorum. Sıkıntılarım pek fazla. İkametgâhımı hem dışarıdan, hem içeriden kilitliyorum. Her cihetle yalnızım. Ve bir cihette de komşusuz, sıkıntılı bir odada, hasta bir halde hayatımı geçiriyorum. Bazan bir günü, Denizli'de bir ay hapisten fazla beni sıkmış. Bu yirmi sene dehşetli zulüm ile hürriyetime ve serbestiyetime ilişmek artık yeter. Ben de herkes gibi hürriyetime sahib olsam, belki tebdil-i hava için mutedil havası bulunan bu kazanın bazı köylerine gitmeme müsaadekâr bir iş'ar burada olsa, münasib olur. Size ve oradaki Nur dostlarıma çok selâm ve dua ediyoruz. (Emirdağ Lahikası 196)

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

YUSUF ÜNLÜ(1936 -)

YUSUF ÜNLÜ(1936 -)

Cübbeli Ahmed Ünlü hocaefendinin babası Yusuf Ünlü 1936’da Giresun’un Göreli İlçesinde

YILMAZ DUMAN(1938 -)

YILMAZ DUMAN(1938 -)

Denizlili Emekli Lise Öğretmeni Yılmaz Duman, 1951’de Türkiye’de ilk açılan yedi İmam Hat

ÜMMÜHAN ERGÜN(1913 – 1976)

ÜMMÜHAN ERGÜN(1913 – 1976)

Nur Fabrikası sahibi, Denizli şehidi, İslamköylü Hafız Ali Ergün’ün akıl sınırlarını

ÛLVİYE SÜMER (1895 – 1974)

ÛLVİYE SÜMER (1895 – 1974)

Ûlviye Sümer, Risale-i Nur’un Kastamonulu hanım kahramanlardandır… “Âsiye, Ulviye, Lütfi

TACEDDÄ°N TOPAL(1927-2020)

TACEDDÄ°N TOPAL(1927-2020)

Taceddin Topal ağabeyimiz Isparta/Yalvaçlıdır. Yalvaçlılar O’na Taci Dede diye biliyor ve ö

ŞÜKRÜ ALTUĞ(1914 – 1984)

ŞÜKRÜ ALTUĞ(1914 – 1984)

Isparta’nın Sav köyü bin kalemle Risale-i Nur eserlerini yazarak çoğaltan, Hz. Üstadın ifad

ÅžEVKET AKIN(1923 -2021)

ÅžEVKET AKIN(1923 -2021)

Batmanlı Şevket Akın, Bediüzzaman hazretlerini 1952 yılında Isparta’da ziyaret ediyor. Aynı

ŞAHABEDDİN ÜNLÜ (1945 -2021)

ŞAHABEDDİN ÜNLÜ (1945 -2021)

Bolvadinli Emekli Edebiyat öğretmeni Şahabeddin Ünlü ile Ankara’da halef selef oluyoruz. Biz

ŞAHABEDDİN GARGILI(1924 – 2017)

ŞAHABEDDİN GARGILI(1924 – 2017)

Molla Şahabeddin Gargılı, 1924 yılında Bingöl’ün Kığı ilçesinde doğmuştur. Erzurumlu

SÜLEYMAN ÇAĞAN(1930 - )

SÜLEYMAN ÇAĞAN(1930 - )

Malatya/Doğanşehirli Süleyman Çağan ağabeyimiz üç arkadaşıyla beraber Hz. Üstad’ı Ispa

SAİD NUR ÇELEBİ (1948 -)

SAİD NUR ÇELEBİ (1948 -)

Risale-i Nur hizmetkârlarından iki bahtiyar hanedanın silsilesi Said Nur Çelebi’de buluşuyor.

Artık Allah'a, Peygamberine ve indirdiğimiz o nûra (Kur'an'a) inanın. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Teğabün, 8

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.

Tirmizi, Savm 82, (807); İbnu Mace, Sıyam 45, (1746)

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI