ABDÃœLKADÄ°R GEYLANÄ° HAZRETLERÄ°

Şeyh Abdülkadir Geylanî, hicrî 470 senesinde Gilan eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. İlk eğitimini Gilân’daki ilkokullarda aldı. On sekiz yaşına geldiğinde (488h./1098 m.) devrin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’a gitti. Aynı yıl Gazalî, Bağdat’tan ayrılıp Şam’a gitmişti.


2015-04-29 12:15:11

Şeyh Abdülkadir Geylanî, hicrî 470 senesinde Gilan eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. İlk eğitimini Gilân'daki ilkokullarda aldı. On sekiz yaşına geldiğinde (488h./1098 m.) devrin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat'a gitti. Aynı yıl Gazalî, Bağdat'tan ayrılıp Şam'a gitmişti.

O dönemde Bağdat'ta dinî ve edebî ilimlerde mütehassıs olan seçkin âlimler kaynıyordu. İlim meclislerinde, ders halkalarında dersler ve konferanslar veriliyor; halifeler, vezirler ve ilme değer veren kimseler ilmî faaliyet yürüten kurumlara vakfetmekte ve bağış yapmakta adeta yarışıyordu. Bu durum İslam âleminin dört bir yanından âlimlerin ve ilim talebelerinin oraya akın etmesine yol açmıştı.

Bu hummalı ilmî etkinliğin yanı sıra Cüneydî Bağdadi'nin takipçileri, sapkın tasavvufî akımlara karşı, sünnî tasavvufu destekleyip berkitmeyi hedefleyen aktif bir faaliyet gösteriyorlardı.

Abdulkadir Geylânî'nin Eğitimi ve Tasavvuftaki Seyr-u Sûlükü

Abdulkadir Geylânî'nin biyografisine yer veren kaynaklar, onun eğitim safhasına ve zühd yolundaki yürüyüş sürecine ilişkin bilgileri kısa tutmuş. Fıkıh ilmini, Hanbelî mezhebine göre ders alarak usul, füru ve hilaf ilimlerini gereğince tahsil ettiğini, Kur'anî ilimleri okuduğunu ve edebiyat dersleri aldığını, ardından zühde ve manevî ilimlere yöneldiğini belirtmekle yetinmişler.

Bu konudaki rivayetlerin mahiyeti ne olursa olsun, kaynakların zikrettiği farklı bilgiler, Abdulkadir Geylânî'nin Hanbelî fıkhını öğrenip bu konuda uzmanlaştığına, sonra vaaz ve ders vermeye başladığına, vaaz faaliyetleri esnasında edindiği tecrübeler sonucu vaaz meydanından çekilip, kendisini zühd yoluna verdiğine delalet ediyor. Bu sebepledir ki, ünü Bağdat'ta nispeten ileri sayılan bir yaşta yayıldı. Nitekim bu şöhret hicri 521 yılında (1127 m.) başlamıştır. Bu da onun elli yaşına girdiği yıla denk düşer. Bu yaşta kazanılan ün, geride talebelik ve gençlik yıllarından bu yana devşirilen uzun tecrübelere dayanıyordu.

Bu meyanda akla gelen soru şu: Abdulkadir Geylanî'yi, Hanbeli olmasına karşın –ki sonraları bu fıkhın otoritesi olacaktır- Hanbelî fıkhı ile sûfî zühdünü cemetmeye sevk edene nedir?

Abdulkadir Geylanî döneminde kaleme alınmış kaynaklar ve onun biyografisini kaleme alan teracim eserleri, onun zühd deneyimi bağlamında yalnızca Şeyh Ebû'l-Hayr Hammad b. Müslim ed-Debbâs'a, ardından da kendisine irşad ve terbiye icazetnamesi veren, kendisini medresesinin başına halef tayin eden Ebû Said el-Muharrimî'ye yaptığı talebeliğinden bahsediyor. Ne var ki o dönemde egemen olan düşünsel ve toplumsal atmosferi, Abdulkadir Geylânî'nin arkasında bıraktığı eserleri, amel ve sûlükteki metotlarını ince bir tahlile tabi tutuş, onun iki durumdan etkilendiği kanısını uyandırıyor bizde:

Birinci durum: İbadet ve mücahede için halvete çekilmeden önceki dönemde Abdulkadir Geylânî, verdiği dersler ve yaptığı vaazlar vasıtasıyla edindiği tecrübeler.

Çevresindeki fakihlerin ve vaizlerin dinle, kamu yararıyla alakası olmayan, büsbütün kişisel çıkar ve emellere dayanan davranış tarzlarını gözlemleme sonucunda edindiği bu tecrübeler, onu kendisini bu çevreden soyutlamak zorunda bırakmıştı. Hanbelîlerin o zamanki büyük âlimleri ve Geylânî'nin hocalarından Ali b. Ukayl de kendi zamanındaki bu kabilden fakihlerin yaşam pratiklerine, ateşledikleri mezhepsel hasımlaşmalara, şahsi menfaatleri için ya da yöneticilerin mezheplere bakış açısına göre mezhep değiştirmelerine değinmiş ve eleştirmiştir.

Abdulkadir Geylânî'nin bıraktığı eserler, onun kendi hocası İbn Ukayl gibi sıkıntı ve nifaktan çok çektiği ve onun vardığı kanaatleri paylaştığını göstermektedir. Şu farkla ki, İbn Ukayl'in kanaatleri kendisini "bu zamanın fakihlerine güven ziyana uğramaktır, onlara dayanmak iflas etmektir, Allah'tan gayrisine el açılmasa gerektir" deme seviyesine getirmişken, Abdulkadir Geylânî'nin kanaatleri bu kanaate şunu da eklemiştir, "Fakihlerin nifakı, onlar kalplerini takva ile imar eden ve marifet makamına ulaştıran yolda sûlük etmedikçe, kaçınılmaz bir neticedir."

Abdulkadir Geylânî'nin son demlerinde "bunlar bir alay eşkıya, insanları Allah'tan alıkoyuyorlar" diye niteleyecek denli âlimlere yönelttiği sert eleştirilerin açıklaması da bu olsa gerek. 

İkinci Durum: Abdulkadir Geylânî'yi etkileyip zühd yoluna iten etken, Gazâlî'nin tasavvuf alanındaki çabalarıyla sünnî tasavvufun manevi eğitimde eriştiği dikkate değer konumdu.

Bizim bu tespitimiz, yalnızca salt zihnî spekülasyonlara dayanmıyor; aksine bunu ilmî gerçekler ve nakli deliller de desteklemektedir. Gazâlî'nin ün saldığı dönem, Abdulkadir Geylânî'nin gençlik devresine rast gelir. Hanbelî mezhebinin önde gelen âlimleri, Gazâlî'nin ders halkalarında bulunmaya gayret eder ve buna büyük bir önem verirlerdi. Nitekim bu âlimlerin içinde sonraları Abdulkadir Geylânî'ye hocalık yapacak kimseler de vardı. Gazâlî, hicrî 505 yılında vefat ettiğinde Abdulkadir Geylânî otuz beş yaşındaydı.

Kaldı ki, Gazâlî'nin etkisi, Abdulkadir Geylânî'nin yazılarında ve ilmî eserlerinde çok aşikar olarak görülür. Öyle ki, kimi zaman Gazâlî'nin kitaplarından tek bir harfine dokunmadan paragraflar alıntılar. Abdulkadir Geylânî'nin "el-Ğunye lî tâlibi Tariki'l-Hakk" isimli kitabı, Gazâlî'nin "İhya-u ulümid'dîn" adlı eseri ile aynı tarzda kaleme alınmıştır. Keza, Gazâlî'nin etkisi, Abdulkadir Geylânî'nin kendisi için seçtiği ve kaynaklarda nefis mücahedesi için "Geylânî'nin seyahati" diye tesmiye olunan seyr-u sûlük metodunda da görülür. Bu sûlük on yıla yakın bir zaman dilimi boyunca devam etmiş; ardından Şeyh Abdulkadir, tekrar ders halkalarına ve vaaz kürsülerine dönmüştür. Bu, Şam'a ve Hicaz'a seyahat ettikten sonra tekrar eğitim ve öğretim faaliyetine dönen Gazâlî'nin uyguladığı "çekiliş ve dönüş" ilkesinin tatbikidir.

Şu da var ki, Gazâlî'nin bu etkisi, belli bir vakit devam etmiştir; sonraları Abdulkadir Geylânî, özgün bir düşünüş ve davranış tarzı oluşturmuştur.

Gördüğümüz kadarıyla Şeyh Abdulkadir Geylânî tasavvufî tecrübede tedrici olarak üç merhaleden geçmiştir:

1-Gazâlî'nin fıkhı ve tasavvufu cemeden metodundan ilham aldı.

2-Seyr-i Sûlükü Debbâs ve Muhârrimî'nin gözetiminde tecrübe etti.

3-Kendi özgün tarzı oluştu ve böylece fıkıh ile tasavvufu en ideal şekilde cemetti.

Kuşkusuz ki, Abdulkadir Geylânî'nin almış olduğu, kaynak eserleri talebeyi Kur'an, sünnet ve salih selefin eserlerine diğer herhangi bir ekolden daha çok ve doğrudan bağlayan Hanbelî kültürü, onun metotlarına etki etmişti. Böylelikle Gazâlî'nin kimi yazı ve düşüncelerine renk veren felsefenin, kelam ilminin, sezgiye dayanan sûfî tefsirlerinin etkisinden uzak kalmıştı.

Şeyh Abdulkadir'e Göre Eğitim ve Öğretim

Abdulkadir Geylânî'nin uyguladığı eğitim ve öğretim sistemini ince bir tahlile tabi tutuş, onun Gazâlî'nin takip ettiği metottan büyük oranda etkilendiğini ortaya koyar. Abdulkadir Geylânî, İmam Gazâlî'ninkine benzer mütekâmil bir metot belirleyerek talebe ve müritleri marufu emretme-münkeri nehyetme etkinliğine ehil kılma doğrultusunda hem ilmî, hem ruhî ve hem de sosyal bakımdan hazırlamayı hedeflemişti. Kendi özgün metodunu, kendi ismi ile bilenen ribâtta/tekkede tatbik etme fırsatı bulmuştu. Nitekim orada eğitim ve öğretim yönünde tatbiklerde bulunuyor, tasavvufî deneyimi uyguluyor ve talebe ile müritleri barındırıyordu.

Kadiriye medresesine ilişkin haberler, bu medresenin Şam beldesinde haçlı tehlikeyle mukavemet eden neslin hazırlanmasında temel bir rol oynadığına delalet etmektedir.

Bu medrese haçlı istiladan kaçıp Bağdat'a göçen ailelerin çocuklarını alıp onları donatıyor ve Zengî yönetimindeki direniş mıntıkalarına gönderiyordu. Bu medresede yetişin kimi talebeler, sonraki dönemlerde büyük bir üne kavuştu. Sonraları zamanlarda Selahaddin Eyyübî'ye hem siyasî hem de askeri müsteşarlık yapacak olan Vaiz İbn Necâ, Hafız Rehavî, düşünsel etkinliğe katkı sağlamak üzere Şam'a giden Şeyh Abdulkadir'in oğlu Musa, Selahaddin Eyyubî'nin müsteşarlarından ve "el-Muğnî" isimli eserin sahibi Muvvafukuddîn, akrabası hafız Abdulğanî bu talebelerden bazıları idi.

İbn Kuddâme, Şeyh Abdulkadir'in eğitim tarzını ve talebeleri üstünde bıraktığı etkiyi şöyle anlatmıştır:

"561 yılında Bağdat'a girdiğimizde gördük ki, gerek ilimde, gerek amel ve hâlde/tasavvufta ve gerekse fetvada önderlik Abdulkadir Geylânî'de karar kılmış. Farklı ilimlerdeki engin birikimi, ilim talebesine verdiği bıkkınlık tanımayan uğraşı, ders anındaki büyük sabrından dolayı verdiği dersler talebelere yetiyor ve başka bir hocaya gerek bırakmıyordu. Heybetiyle göz dolduruyordu. Yüce Allah, onda güzel nitellikler ile ulvî halleri cem etmişti. Ondan sonra onun gibisini görmedim."

Şeyh Abdulkadir'e Göre Dinî ve Kültürel Donanım

Bu donanım talebenin ya da müridin yaşı ve durumuna göre belirlenirdi. Eğer talebe ibadetlerin doğru şeklini öğrenmek isteğindeki avamdan yaşı büyük bir kimseyse, Şeyh Abdulkadir, ona Gazâlî'nin "İhay-u ulümid'dîn" isimli eseriyle aynı tarzda yazmış olduğu "el-Ğunye lî Talibî Tariki'l-Hak" isimli kitabının muhtevasını oluşturan "ehli sünnet itikadı" ve "ibadet fıkhı"nı ders verirdi. Bu kitapta Gazâlî'nin söz konusu kitabında değindiği konuların aynısını bahse konu etmişti. Buna ek olarak kabiliyetli talebeler, insanlar arasında davetçi olarak yetişsinler diye marufu emir-münkeri nehy etmenin ehemmiyetine, vesilelerine, üsluplarına ve dönemin düşünsel mezheplerine, hâkim fırkalarına(1)ilişkin derslere de yer vermişti. Bu nazari bilgilerin yanı sıra vaaz ve hitabetle ilgili dersler tatbikli olarak işleniyordu.(2)

Eğer talebe medrese öğrencilerinden biriyse, kendisine yukarda zikri geçen derslerin yanı sıra on üç dolayında ilim tahsil ettirmek suretiyle daha etraflı bir donanıma tabi tutulurdu. Bu ilimler: tefsir, hadis, fıkıh, mukayeseli fıkıh, usul, nahiv ve kıraat ilimleriydi. Abdulkadir Geylânî, talebelerini kelam ve felsefe ilminden uzak tutuyor ve bu ilimlerde yazılmış yaygın kitapları okumalarını yasaklıyordu.(3)

Müritler için fıkıh ile sünnî tasavvufu bir arada bellemek temel şarttı. İbn Teymiyye, Fetâvâ'sının "Tasavvuf ve sûlük ilmi" konusuna ayırdığı ciltte, Şeyh Abdulkadir'in kendi manevî eğitim metodunda Kur'an ve sünnette varit olan usullere, nefsi tezkiye etmeye bağlı kalış keyfiyetini etüt eder.(4)

Şeyh Abdulkadir'e Göre Ruhî Donanım

Ruhî hazırlık, öğrencinin veya müridin iradesini eğitmeyi hedefler. Ta ki bu eğitim neticesinde bulanıklıktan büsbütün uzak olan berrak bir hale erişsin; aklı, duyguları ve mana âlemi bakımından Nebi (s.a.v)'le özdeşlik kursun ve O'nu kendisine rehber ve önder edinsin.(5)

Talebe, bu düzeye ermek için her hususta sünnette bağlı kalmalı; esası mücahede, azim sahibi kimselerin amelleriyle bezenme olan nitelikleri kendi benliğinde barındırmalıdır. Azim sahibi kimselerin amelleri şunlardır:

1-Ne yalan ne de doğru yere, ne kastederek ne de unutarak Allah'ın adı ile yemin etmemeli; çünkü bu hali benliğinde iyice kaim kıldığı takdirde bu onu yemin etmeyi kökten terk etme seviyesine yükseltecektir. Böylelikle Yüce Allah, ona etkisini kalbinde hissedeceği nurlarından bir kapı açar; yücelik, sebat ve insanlar nezdinde saygınlık lütfeder.

2-Gerek şaka ile ve gerek gerçekten yalan söylemekten kaçınmalı. Bunu adet haline getirdiğinde Allah onun göğsünü açar, amellerini berrak kılar, dürüstlük onun ayırıcı vasfı haline gelir ve bu durumun eseri üzerinde açıkça görülür.

3-Vaat ettiği şeyleri yerine getirmeli ve vaat etmeyi kökten bırakmaya çabalamalı; zira bu hal, ona sözünden dönmeme ve yalana kökten girmeme güvencesi temin eder. Böyle davrandığında kendisine cömertlik kapısı açılır, hayâ dereceleri verilir ve sadıklar içinde sevilen bir konum bahşedilir.

4-Yaratıklardan herhangi bir kimseyi, nesneyi lanetlemekten ve onlara zerre kadar hatta zerreden az eziyet vermekten sakınmalı; zira bu, ebrâr ve sıddıkların ahlakıdır. Bunun semeresi, onu helake uğramaktan koruyucu, esenliğe eriştirici, kulların merhametini kazandırıcı bir işlev görmesidir. Bu tutum aynı zamanda Allah'ın ona yüksek dereceler ve zat-ı akdesine yakınlık bahşetmesini sağlar.

5-İnsanlara beddua etmekten kaçınmalı, kendisine haksızlık yapan biri olduğunda dili ile onu durdurmamalı ve ona sözlü ya da fiili bir mukabelede bulunmamalı. Böyle davranıp bu tutumu bir prensip haline getirdiği takdirde Yüce Allah nezdindeki değeri büyür ve bütün yaratıkların sevgisine nail olur.

6-Ehli kıbleden olan hiç kimsenin şirkine, küfrüne, nifakına tanıklık yapmamalı; zira bu merhametli olmaya daha yakın, sünnet ahlakına daha uygun, bilgiçlik iddiasından daha uzak ve Allah'ın rızasına daha yakındır. Bu tavır, bütün mahlûkatın merhametini sağlayan ulu bir kapıdır.

7-Günahlara bakmaktan sakınmalı ve organlarını onlardan alıkoymalı; zira böylelikle yüce makamlardaki tırmanışını daha seri olarak yapabilir ve uzuvlarını itaatte daha kolay kullanabilir.

8-Küçük olsun, büyük olsun kendi ihtiyaçlarını karşılama hususunda başkasına yük olmaktan kaçınmalı; zira bu abitler için izzetin kemali ve muttakilerin şerefidir. Bu tavrı prensip edinmekle marufu emir ve münkeri nehy etme faaliyetinde etkin olur, Allah'tan başkasından müstağni kalır, onun keremine güvenir, hakkı dillendirme hususunda bütün insanlara eşit tavır takınır. Bu da ihlâs kapısına daha yakındır.

9-İnsanlardan bir beklentisi olmamalı; zira bu has zenginliktir, en büyük izzettir, en doğru tevekküldür. Bu zühd kapılarından bir kapıdır, vera'ya onunla ulaşılır.

10-Mütevazı olmalı; zira alçak gönüllülükle abid mertebesine yükselir. Tevazu, ahlakın esasını oluşturan haslettir. Bu hasletle kul dirlik anlarında da sıkıntı vakitlerinde de Allah'tan hoşnut olan salihlerin makamına erişir. Bu haslet takvanın kemalidir.(6)

Şeyh Abdulkadir Geylânî'nin tevazu anlayışı, İmam Gazâli'ninki ile aynıdır. Onlara göre tevazu: "kul karşılaştığı her kimseyi kendisinden daha üstün görmeli, karşılaştığı kişi küçükse 'bu Allah'a itaatsizlik etmemiş bense ettim, kuşkusuz ki o benden daha faziletli' demeli; büyükse eğer 'bu Allah'a ibadet etmeye benden önce başladı' demeli, alimse eğer 'buna benim erişmediğim verilmiş ve bu benim nail olmadığıma nail olmuş, bilmediklerimi biliyor ve ilmiyle amel ediyor' demeli; cahilse eğer 'bu Allah'a bilmeden itaatsizlik yaptı, bense bilerek yaptım, hem ben benim akıbetimin ve onunkinin nasıl olacağını bilmiyorum' demeli; kafirse eğer ' kim bilir belki de bu Müslüman olacak ve hayırlı amellerle ömrü son bulacakken ben küfre düşüp kötü amellerle ruhumu teslim edeceğim' demeli." İşte, bu, şefkat ve korku kapısıdır.

Abdulkadir Geylânî'nin terbiye vesilelerinden biri de müridi, heva ve hevesin esaretinden kurtarmaya yönelik çaba sarf etmesiydi.

Onun terbiye anlayışında belirttiğimiz bu bireysel çerçeveyi aşıp cemaatsel bir boyut kazanan kimi ruhî terbiye uygulamaları da var. Bu uygulamalar esnasında şeyhin gözetiminde müritler bir araya toplanır. Zikir meclisleri ve toplu ibadetler bu kabildendir.(7)

Bu patrik uygulamaların yanı sıra müridin gündelik hayatında uyguladığı mücahede ve ibadetlerin maksadına yönelik teorik bilgi veren derslerde yapılıyordu.

Şeyh Abdulkadir bu suretle ruhî tezkiyeyi, uyguladığı yöntemler hususunda müridi, ikna etmeyi hedefleyen bir düşünce üzerine kurmuştu.

Virtler ve zikirlere yönelik(8), takva ve vera'ya ilişkin, nefsin hallerini ve şeytanın müdahalelerini konu alan, müridin üzerine bulunması gereken ahlakı beyan eden çeşitli derslerde vermekteydi. "el-Ğunye" ve "Fütûhu'l-Gayb" adlı eserleri Şeyh Abdulkadir'in bu doğrultuda faaliyet alanı sağladığı birçok yöntemin izahını yapan geniş konular ihtiva eder.

Şimdiye değin bahse konu ettiğimiz "tezkiye"nin gayesi, fena makamına erişmektir. Fena makamı, fakr makamıdır.(9) Şeyh "fena makamı" ile ne kastettiğini şöyle açıklamıştır: "Fakr, şeyhin mahremiyetini/haklarını muhafaza etmek, ihvanla iyi geçinmek, büyükler ve küçüklere karşı samimi ve dürüst olmak, dinî olmayan durumlarda husumeti terk etmektir…" , "fakrın hakikati, kendi hemcinslerine ihtiyaç duymamandır; zenginliğin hakikati, hemcinslerinden müstağni olmandır."(10) Yani fakr, senin hiçbir insana gereksinim duymaman ve her insandan müstağni kalmandır. Ya da fakr, Allah'a muhtaç olmak, zenginlik Allah'la zengin olmaktır. Fakr makamı, zahitlerin isimlerine eklemekte yarışır hale geldiği bir özelliğe dönüşmüştü; nitekim kendilerini "el-fakir ilallâh: Allah'a muhtaç olan" diye niteliyorlardı.

Abdulkadir Geylanî'nin Müritlerin Birbirleriyle Olan Alakalarını Tanzim Etmesi

Müritlerin yekdiğeriyle olan münasebetlerinin düzenlenmesine gelince, Şeyh Abdulkadir, kendi talebe ve müritlerine birbirleriyle olan arkadaşlıklarını isar, fütüvvet ve hoşgörü üzerine kurmalarını vazife kılmıştı. Şu davranışlara göre birbirleriyle muamele etmelerini istemiştir:

1-Her fert diğer arkadaşlarına hizmet etmeli ve ihtiyaçlarını gidermeli.

2-Kimse başkasının üstünde bir hak iddiasında ve talebinde bulunmamalı.

3-Arkadaşlarına, tüm sözleri ve eylemleri hususunda uygun görüş belirtmeli.

4-Onların muhalefetlerini iyiye yormalı, onlar için mazeret bulmalı, onlardan nefret etmemeli, onlarla çekişmemeli, kusurlarını görmezden gelmeli.

5-Hoşlarına gitmeyecek şeylerden kaçınmalı ve onların sevgilerini kaybetmeden diri tutmalı.

6-Hiçbirine karşı kin tutmamalı, arkadaşlardan birinin kalbine kendisine karşı bir soğukluk düştü mü, onu giderene kadar ona yaranmalı.

7-Onlarla iletişimini sürdürmeli ve onlara iyilikte bulunmalı.

8-Onlara eziyet vermekten, onların gıybetini yapmaktan sakınmalı.

9-İçinden zengin olanlar, fakir olanları yemek, giysi, yer bakımından ve diğer bütün hususlarda kendi nefsine tercih etmeli. Bunu yaptığı zaman kendini üstün saymamalı, minnet beklentisi içinde olmamalı. Aksine kendisini onlara hizmet etmeye ehil kıldı diye Yüce Allah'a şükretmeli; çünkü dinibütün fakirler Allah'ın ehli ve has kullarıdır.

10- Mürit, kendi eşyalarını kardeşlerinden sakınmamalı, kendisinden ödünç bir şey istendiğinde vermeli, elinde bulunan şeylere Allah'ın mülkü gözüyle bakmalı. Başkalarının elindekine gelince, orda şer'i hükümlere ve vera'ya uygun davranmalı.

11-Bir tekke yahut medreseye yerleştiği takdirde şeyh ve müritlere karşı edebini takınmalı, onların yanında çok nafile namaz kılmamalı, dünyevî şeylerden bahsetmemeli, onlarla olan birlikteliği boyunca şer'i adaba riayet etmeli.

Abdulkadir Geylânî'nin Tasavvuftaki Islah Etkinliği

Şeyh Abdulkadir, tasavvufun ıslahına ve onu "zühd, takva ve ihsan" kavramlarının anlam alanına geri getirmeye, ardından da İslam'a hizmet ve toplumu ıslah misyonunu tekrar devralmasına özel bir önem gösterdi. Bu yönde vuku bulmuş çabalarını zikredecek olursak:

Önce, tasavvufu ona sonradan katıştırılmış olan düşünsel ve tatbikî inhiraflardan arındırmak; ardından onu bir terbiye ekolü olma yönündeki aslî vazifesine irca etmek. Esas hedefi, sahici bir arınmışlık ve sahih bir zühd. Büyük şeyhin "el-Ğunye lî Tâlib-i Tariki'l-Hakk" ve "Fütûhu'l-Ğayb" isimli iki eseri, bu alandaki fikirlerinin özeti mesabesindedir. Zikri geçen eserlerden ikincisini İbn Teymiyye, Fetâvâ'sının onuncu cildini teşkil eden "Kitabu's-sûlük" unvanındaki bölümle şerh ve izah etmiştir. Ve bu yapıtı, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebevî'nin teşvik etmiş olduğu "zühd"e model olarak sunmuştur.

Bu misyon doğrultusunda faaliyet gösteren Abdulkadir Geylânî, salt teorik araştırmalarla, söz ve vaazlarla yola koyulmuyordu; aksine kendi medrese ve tekkesinde tatbikî eğitimle bu doğrultudaki gayelerinin tahakkukunu sağlıyordu.

Sonra, Aşırılıkçı sûfîler üzerine yaptığı hamle: Şeyh Abdulkadir kitap ve vaazlarında tasavvufu bid'at ve hurafe eklentisine maruz bırakanlara, tasavvufun anlam alanını kirletenlere karşı amansız bir hamle yapar. Çünkü sahih tasavvuf, arınmışlık ve sıdktır(11). Bu iki haslet, "Yaratılışı değiştirmekle, bet benzi sarartmakla, süzülüp büzülmekle, salihlerin hikâyelerini dile pelesenk etmekle, tesbih ve tehlil(12) çekerek parmakları oynatmakla elde edilemez. Bu meziyetlere erişmek Yüce Allah'ı talep etmekte sahici olmakla, dünyaya olan hırstan arınmakta samimi olmakla, yaratılmışları kalpten söküp atmakla, gönlü masivadan soyutlamakla mümkündür ancak."

Abdulkadir Geylânî, sûfiler arasında yaygınlık kazanmış olan nağmeli zikir dinleme, zikir esnasında raks etme ve Kitap ile Sünnet'e uymayan diğer bid'atleri tenkit emiştir. Kesin ve net bir dille ifade etmiştir ki: Samimi bir müridi, Allah'ın kelamı dışında hiçbir söz vecde getirmez. Onun ne şiire, ne kadın sesine, ne nağmeye, ne de sözde sûfilerin haykırışlarına gereksinimi vardır. Bu etkinlikleri tasavvufa katanlar, şeytanın ortakları, heva ve hevesin binicileri, nefis ve insanda içkin olan şer yetisinin binekleridir; bunlar her bağıran ve anıranın izi sıra gidenlerdir.

Dipnotlar

1-Eş-Şatnûfî, Behcetu'l-esrâr, 7.

2-Abdulkadir Geylânî, el-Ğunye lî tâlibi'l-Hakk, 1/71–84.

3-Et-Tedafî, Kalâidu'l-cevâhir, 3.

4-İbn Teymiyye, Fetâvâ, İlmu's-sûlük, cilt 10; İbn Teymiyye, Fetâvâ, kitabu't-tasavvuf, c. 11.

5-Abdulkadir Geylânî, el-Fethu'r-Rabbânî, 206.

6-Abdulkadir Geylânî, Fütûhu'l-Gayb, 171–174.

7-Abdulkadir Geylânî, el-Fethu'r-Rabbanî, 23.

8-Abdulkadir Geylânî, el-Gunye, 2/81, 86; el-Fethu'r-Rabbanî, 58.

9-Abdulkadir Geylanî, el-Fuyûdâtu'r-Rabbanîyye, 7.

10-Abdulkadir Geylânî, el-Fuyûdâtu'r-Rabbanîyye, 36.

11-Sıdk: Samimiyet ve dürüstlük.

12-Tesbih çekmek: Sübhanallâh demek. Tehlil çekmek: Lailâheillallâh demek.

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Hala mı Allah'a tövbe etmezler ve O'ndan bağışlanma istemezler? Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

Maide, 74

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Her insan hata yapar. Hata edenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir."

Tirmizi

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI