TÃœRK-Ä°SLAM TARÄ°HÄ°NDE ULEMANIN SÄ°YASAL TAVRI

Türk-İslâm tarihinde toplumsal hayatın yapılanması ve inşasında ulemaya ve genel olarak bilim adamlarına çok önemli bir rol verilmiştir. Ahlâkî normların belirlenmesi, yasaların yapılması, yorumlanması ve değiştirilmesi, meşruiyet sınırları ve kriterlerinin ortaya konması, toplumun etrafında kenetleneceği ve bütünleşeceği genel ilkelerin tespit edilip


Bünyamin Duran, (Prof. Dr.)

2015-05-14 05:33:56

Türk-İslâm tarihinde toplumsal hayatın yapılanması ve inşasında ulemaya ve genel olarak bilim adamlarına çok önemli bir rol verilmiştir. Ahlâkî normların belirlenmesi, yasaların yapılması, yorumlanması ve değiştirilmesi, meşruiyet sınırları ve kriterlerinin ortaya konması, toplumun etrafında kenetleneceği ve bütünleşeceği genel ilkelerin tespit edilip toplum katlarında yaygınlaştırılması, yönetici seçkin kadrolardan vatandaş kesimlerine yönelebilecek her türlü açık ve kapalı baskı ve dayatmanın önlenebilmesi, siyasi iktidarın kanun ve yasalar çerçevesinde icraatta bulunup bulunmadığının denetlenmesi, bulunmadıklarının ortaya çıkması durumunda yöneticilerin uygun bir dille uyarılması gibi son derece kapsamlı ve anlamlı görevler, ulema ve bilim adamlarının görev ve sorumlulukları arasında idi.

Doğal olarak ulemanın rol ve etkinlik derecesi her zaman ve mekânda aynı düzeyde gerçekleşmemiş, toplumsal hayatın niteliğine bağlı ve paralel olarak sürekli değişmiştir. Kimi dönemlerde ulema da diğer toplum kesimleri gibi resmî ideoloji tarafından etkisiz hale getirilmiş ve baskı altına alınarak asimile edilmiş, kimi dönemlerde ise bu süreç işlememiş, aksine ulema etkin bir konumda bulunmuştur. Memluklularda birinci sürecin, Osmanlılarda da ikinci sürecin hâkim olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Aynı şekilde Osmanlılarda da altı yüz sene söz konusu sürecin değişmeden işlediğini iddia etmek de doğru değildir. Mesela Osmanlılarda 17. yüzyıla kadar ulema etkin bir konumda iken izleyen yüzyıllarda etkiliği giderek azalmış, Tanzimat'tan sonra ise asgariye inmiştir. Etkinliğinin azaldığı dönemlerde bile ulema günümüzle karşılaştırıldığında toplumsal hayatta ileri derecede belirleyiciliğini devam ettirmiştir. Yeniçeri Ocağının kaldırılmasında bile en etkin kurumun yine ulema kurumu olduğunu hayretle görüyoruz. Ocağın kaldırılması ile ilgili örgütlenmelere gidilirken sürekli toplantıların Şeyhülislamın konağında yapılması, toplantıya davet edilen üyelerin çoğunun ulemadan olması; hatta Yeniçerilerin bile ulemayı yanlarına çekmek için sürekli çaba göstermesi ulemanın ne ölçüde etkin ve belirleyici bir güç olduğunu gösterir.

İslâm toplumlarının tarihsel sürecinde ulemanın rolü ve etkinliği yerli ve yabancı birçok bilim ve düşünce adamı tarafından geniş şekilde incelenmiştir. Bunlardan en dikkate değer inceleme Ernest Gellner tarafından yapılmıştır. Burada düşünürün tezi ve çözümlemesi üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır.
Ünlü İslâm yorumcusu Ernest Gellner İslâm, toplumlarının değişim yasasını çözümlerken "Seçkinci İslâm" dediği ulemaya önemli bir fonksiyon yükler. Gellner, Seçkinci İslâm'ın toplumun şekillenmesi ve istikrarında son derece etkin rol üstlendiğini vurgular.

Gellner'e göre, hâkim devlete karşı kalıcı tehdit oluşturan şey, Hazret-i Peygamberin getirdiği İlâhî hukuk etrafında zaman zaman birleşen kabilelerin birbirleri arasında kurdukları ittifaktı. Dolayısıyla siyasi merkezdeki idarecilerin mutlakiyetçilikleri bir yandan kabilelerin mahallî yönetim güçleri tarafından, diğer yandan da bağımsız ve manipüle edilmesi imkânsız İlâhi hukukun varlığı tarafından sınırlandırılmıştı. (Gellner, 1994, s.24 vd.)

Gerçekten de Gellner'in ifade ettiği gibi İlâhî hukuk hayatın hemen her yönünü en ince ayrıntısına kadar belirlemiş; yönetici kesime son derece sınırlı bir manevra alanı bırakmıştır. Anayasal ilkelerin net ve açık bir şekilde belirlenmesi ve bu ilkelerin yöneticilerin keyfi kararlarından geniş ölçüde bağımsız olması, İslâm toplumlarının uzun müddet istikrarlı bir çizgide yaşamalarına imkân hazırlamıştır. Arka arkaya hanedanların devrilmesi karşısında toplumun sosyo-ekonomik formasyonunun çok fazla değişmeden sürmesinin altında yatan neden bu olsa gerektir.

Düşünür incelemesinde başka ilginç sonuçlara da ulaşır. Ona göre ulemanın İslâm tarihindeki en önemli fonksiyonu yönetime karşı muhalefet fonksiyonunu yüklenmesiydi. Gellner'e göre, Müslüman yöneticilerin karşı karşıya kaldıkları tehlike otonom mahalli güçlerle İlâhî hukukun temsilcisi ulemanın birleşmesiydi: Bir tarafta insicamlı, silâhlı, askeri açıdan deneyimli, belli bir özerkliğe sahip mahallî topluluklar tarafından beslenen silahlı güçler, öbür tarafta ise ulaşılması imkânsız dini hakikatin korunması, ya da restore edilmesini üstlenen aşkın dürüstlüğün temsilcisi ulema. Bu iki gücün koalisyonu, merkezi yöneticilerin tepesinde "Demoklesin kılıcı" fonksiyonunu görüyordu. Bu koalisyon aynı zamanda yeniden dirilişlerin de "dölyatağını" oluşturuyordu.

Burada toplumsal yapılanmada çok önemli bir rol yüklenen ulemanın özellikle yönetimden taleplerinin, neler olduğunu inceleyebiliriz. Acaba ulema toplumu yönetme talebinde bulunmuş mudur? İslâm tarihinde ulemanın konum ve tavrı incelendiğinde son derece ilginç sonuçlarla karşılaşılmaktadır. Ulemanın en dikkate değer tavrı, olabildiğince yönetime mesafeli bulunmak olmuştur. Ulema, maddeye, maddeleşmiş dünyaya, kirli işlerle içli dişli olan yönetime mesafeli durarak son derece aşkın bir konumda yer almıştır. Genel olarak tarih boyunca ulemanın bu tavrı onların her dönemde toplumun en önemli güven kaynağı olma niteliğini taşımalarına neden olmuştur denilebilir.

Mevlâna'dan Şeyh Edebali'ye, Sirhindi'den (İmam-ı Rabbanî) Bediüzzaman'a genellikle tüm aşkın ulemanın yönetime yaklaşımı mesafeli, yönetimden beklentisi ve talebi de son derece asgari ve sınırlı olmuştur. Ulema günlük rutin yönetim işlerine olabildiğince uzak durup, toplumun eğitilmesi gibi büyük projelerle ilgilenmek yolunu seçmişlerdir. Mevlâna'nın Emir Pervane'yi huzuruna kabul etmemesi ve emirin üzülmemesi için de şu haberi göndermesi konumuz açısından son derece ilginç ipuçları taşımaktadır:

"Emir bizim ziyaretimize gelmesin ve rahatsız olmasın. Çünkü bizim birçok halimiz vardır. Bir halde konuşuruz, başka bir halde susarız, bir halde insanlarla ilgileniriz, başka bir halde yalnız kalırız, bir halde hayret ve istiğrak içinde bulunuruz. Allah esirgesin! Emir böyle bir haldeyken gelir de hatırını soramayız, ona vaaz edip onunla konuşmaya halimiz elvermez. Bunun için dostlarla meşgul olmaya, onlara fayda vermeye durumumuz elverişli olduğu zaman bizim gidip onu görmemiz daha iyi olur..." (Mevlana, 1990, s.56.)
Yüce misyonlarla donatılmış kudsi şahsiyetlerin günlük rutin ve basit işlerin peşinde koşma yerine; o tip işleri ehline bırakıp, büyük dev projelerle ilgilenmeleri hem hikmetin, hem de aklın gereği olmalıdır.

Gazalî'den Ahmed Yesevi'ye, Şeyh Edebali'den Mevlâna'ya tüm ulema günlük rutin işleri devlet yöneticilerine bırakmış ve alabildiğince aşkın olan bireyin eğitim-öğretim faaliyetleriyle ilgilenmiştir. Son derece engin bir hoşgörü ve şefkatle hem toplum fertlerini, hem de yöneticileri kucaklamış; onlara "tahakküm" ederek değil, belki "lütuf"la yardım etmeye çalışmıştır. Şeyhin, Osman Beyin elinden tutup tâ Konya'ya Mevlâna'nın dergâhına götürmesi; Osman Beyin Mevlâna'nın "himmet" ve "feyzi"nden yararlanmasını sağlaması, ulemanın yönetime yaklaşım tarzının tipik bir yansımasıdır. Şeyh Edebali, isteseydi halkı isyan ettirip Osmanlı hanedanını yıkıp kendi hanedanını ikame edebilirdi. Ancak, Şeyh, üstadı Mevlâna gibi basit işlerle değil de, aşkın işler ve faaliyetlerle ilgilendiğinden yönetimi ele geçirmeyi aklından bile geçirmemiştir, denilebilir.

Şeyhin doğrudan sultan veya Osman Beyin vezir-i âzamı olması yerine, Viyana'dan Bingazi'ye, Bosna saray'dan Erzurum'a kadar uzanan yüksek bir medeniyet kuracak Horasan Erenlerini yetiştirmeyi tercih etmesi herhalde aklın, iradenin ve İslâmî misyonun gereği olsa gerek. Çünkü hem Mevlâna, hem de Şeyh Edebali, İslâm tarihinin yöneliş ve hareketinin istikametini çok iyi biliyor; yatırımlarını ona göre belirliyordu. Kısa dönemde yüksek kâr getirip, ama uzun dönemde işe yaramayacak yatırımlar yerine; kısa dönemde fazla kâr getirmese de çok uzun dönemde yüksek kârlar getirecek alanlara yatırım yapıyorlardı.

Ulemanın yönetimle olan ilişkisi kişiden kişiye değişen bir ilişki değildi. Bu ilişki seti, geniş ölçüde gelenekselleşmiş ve kurumlaşmıştı. Ulema-yönetim ilişkisini Hanefi Mezhebinin kurucusu ünlü hukuk bilgini İmam-ı Azam geniş ölçüde çerçevelemişti. Öğrencisi İmam-ı Ebu Yusuf'a vasiyeti bilim-yönetim ilişkilerini net bir şekilde açıklar niteliktedir. Bazı noktalarını zikredelim:

"Sultana saygılı ol. Kendi vakarını da muhafaza et. Onun makamı ve mevkiine de tazim et (saygılı ol). İlmî bir mesele veya bir ihtiyaç dolayısı ile seni çağırmadıkça huzuruna girmekten kaçın. Çünkü onun huzuruna lüzumlu lüzumsuz girip çıkarsan sana itibar etmez kıymet vermez, onun indinde (yanında) değerin düşer. Mevkiin sarsılır."
"Sultan ile ilişkilerinde ateşten faydalandığın gibi faydalan: Uzakça dur; ona çok yaklaşma. Ateş çok yaklaşanı yakar, uzakta kalana fayda sağlamaz. Sultan da ateş gibidir. Her şeyi kendisinde görür; kendisinde gördüğünü de başka kimsede görmez."

"...Sultanla buluşmak için onun adamlarını ve etrafındaki kişileri vasıta olarak kullanma. Sultanla doğrudan doğruya kendin buluş, görüş. Etrafındakilerden uzaklaş ki, sultan indinde şerefin ve merteben yerinde kalsın."
"...Sultana yakın olmak için vesile ve aracı arama. Sultanın seni yakınları arasına almasını da arzu etme. Şayet sultan kendiliğinden seni yakınları arasına alırsa, bu durumu da halka açıklama. Çünkü bu durumu halka açıklarsan sana birtakım işler havale ederler. Bu işleri takip edip üzerinde durursan sultan seni hoş karşılamaz. Bu işleri takip etmez ve üzerinde durmazsan bu sefer de halk seni ayıplar. Her iki hal de senin için küçüklüktür."

"...Sultanından ve âmirinden dine uymayan bir hal ve davranış gördüğün zaman kendisine itaat etmekle beraber onu bu hususta münasip bir dille ikaz et. Çünkü o iktidar cihetiyle senden kuvvetlidir. Mesela ona şöyle diyebilirsin: 'Siz benim âmirim ve sultanımsınız. Bundan dolayı emrinize itaat ederim. Şu kadar var ki, dine uymayan hal ve davranışlarınızı size haber vermekten kendimi alamıyorum.' Bu ikazı bir defa yapman yeterlidir. İkazını tekrarlar ve bu hususta ileri gidip aşırı davranırsan sultan seni azarlar ve müşkül durumda bırakır. Netice itibariyle ikaz hususundaki tekrar ve ısrarın şahsınla birlikte dinin tatbikatta alçalıp, zayıflamasına sebep olabilir. Eğer, o sultan veya âmir dine aykırı hal ve hareketini birkaç defa tekrarlarsa bizzat kendin, o yalnızken huzuruna çık ve din konusunda kendisine nasihatta bulun. Eğer, o sultan veya âmir, bidatçı (kanun dışıcı) veya te'vilci (yasaları kendi keyfine göre yorumlayan) ise, onunla çekinmeden ilmî münazara ve tartışmada bulun."

Ulemanın yönetime yaklaşımı ve yönetimden taleplerini değerlendirirken ulemanın içinde yaşadığı toplumsal ortam ve coğrafya parçasının da dikkate alınması gerektiği inancındayım. Ulemanın yönetime ve genel olarak topluma karşı tavrı geniş ölçüde toplumun içinde yaşadığı coğrafya parçasına bağlı olarak değişmiştir. İslâm medeniyetinin kırılma bölgelerinde yaşayan İslâm toplumlarına ulemanın yaklaşım tarzı ve üslubu, merkezlerde yaşayanlardakine göre farklı olmuştur. Şeyh Edebali, Sirhindî ve Bediüzzaman gibi sınır ve kırılma noktalarında yaşayan ulema, yönetimde "asgari iyi"lerle yetinmiş; bunun üzerindeki gelişmelerden sonsuz mutluluk duymuşlardır.

Gerçekten İmam-ı Rabbani'nin Mektubat adlı kitabında yönetime karşı sergilenen tavır son derece hoşgörülü ve sıcak bir tavırdır. İmam, genel olarak ümmetin "felâketler ve helâketler" içinde kıvrandığı, İslâmî yaşantının günden güne ortadan kalkmakta olduğu, İslâmî hükümlerin artık tatbik edilmediği, bazı bölgelere çok uzun zamandan beri kadı tayininin yapılamadığı, İslama uygun hareket edenlerin işgalci güçler tarafından koyunlar gibi boğazlandığı, ümmetin derin bir ümitsizlik ve şaşkınlık içinde olduğu; buna karşılık küfür âleminin her geçen gün güçlenip her tarafa hâkimiyet kurmaya başladığı, böyle giderse o bölgelere bir daha İslâm'ın hâkim olamayacağını derin bir acı çekerek anlatıyor. İmam, bu felâketten kurtulmak için mevcut olan sultanın mutlak olarak desteklenmesi gerektiği, ilmi olanın ilmiyle, malı olanın malıyla, gücü, kuvveti olanın mevcut yönetime destek çıkmasının zaruri bir vacip olduğunu ısrarla vurguluyor; günahkâr ve yetersiz de olsa mevcut sultanın kıymetinin bilinmesini bütün samimiyeti ile ümmetten rica ediyordu. Hatta, sultanın birkaç "mütedeyyin" ulemayı danışman olarak ataması karşısında adeta göklere uçuyor: "...Müslümanlar için bundan daha müjdeli bir şey, ehl-i matem için bundan daha teselli verici bir haber olabilir mi?" diyerek mutluluğunu ifade ediyordu.

Buna karşılık dört bir yanı Müslüman topluluk ve devletlerle kaplı merkezî konumdaki ümmetin önder ve ulemaları ise "asgari iyi"yi değil "azami iyi"yi aramış, devlet yönetiminden ve ümmetten son derece yüksek performans beklemişlerdir.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, ulemanın tarih boyunca son derece homojen ve tutarlı bir tavır sergilediğini ifade etmek imkânsızdır. Zaman zaman bazı ulemanın resmi ideoloji tarafından asimile edildiği bir gerçektir. Ancak bu eğilim sınırlı kalmış, ulemanın kahir ekseriyeti bağımsız kalmaya özen göstermiştir. Mansıp, şöhret ve para için esas fonksiyonunu kaybeden ulema da ümmet nazarında "ulemaus'sû" (kötü âlim) olarak nitelendirilmiştir. Bazı ulemanın "Ehli dünya"ya yaklaşması, onların güdümüne girer gibi olması dönemlerinde "sofî" ve "dervişan" kesimi ulemanın tepesinde "Demoklesin kılıcı" rolünü oynamışlardır. İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ı zalim yöneticilerin dümen suyunda gidip ümmeti felâkete sürükleyen "ule-mâu'su"nun aşağılanması temalarıyla doludur.

Bu konuda İslâm tarihinde yaklaşık şöyle bir süreç yaşanmıştır: Tekke ve zaviye kaynaklı "sofiyan", ulemayı; medrese kaynaklı ulema, yine kendilerinden olan fakat devletin resmî icra makamını temsil eden kadıları; kadılar da devletin diğer yönetim kesimini baskı altında tutarak yasalara uygun hareket etmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Söz konusu etkileşim sayesinde her türlü inanç, ibadet, düşünce, kazanma ve yaşama hakkı garanti altına alınmaya çalışılmış, geniş ölçüde de alınmıştır, denilebilir.

Sonuç olarak; Türk-İslâm tarihinde ulema önemli bir kurum olarak toplumsal hayatı derinden etkilemiştir. Özellikle hukukun yapılması, korunması, yorumlanması ve değiştirilmesinde önemli görevler yüklenmiştir. Aynı şekilde yönetimlerin icraatlarının meşru olup olmamasını belirleme ve denetleme konusunda da güvenilir bir kaynak olmuşlardır. Saygın ve etkin konumlarına rağmen ulema hiçbir zaman toplumu yönetme hevesine kapılmamış; aksine günlük rutin işleri ehline bırakarak yönetimle arasına sürekli belli bir mesafe koymuştur. Ancak, yöneticilerin zulme ve haksızlığa kaçan keyfî karar ve davranışlarının karşısında da aşılmaz bir set olmuşlardır. Yönetimlerin özellikle adalet, şefkat, güvenlik ve iffet gibi ilkeler çerçeve- sinde icraatta bulunmalarının sigortası olmaya çalışmışlardır.

Anlaşıldığı kadarıyla çağımız ulemasının da (ülkemiz ölçeğinde) "selefleri" gibi yönetimden bekledikleri yine adalet, şefkat, güvenlik, iffet, iktisat ve bilime saygı gibi ilkelerin optimum ölçüde hayata hakim kılınması olmuştur. Hiçbir zaman yönetici elit olma talebinde bulunmamışlardır. Ülkemiz insanının bugün ve yarınlarının huzur ve refah içinde olabilmesi de kanımca sözü edilen ilkelerin hayata hâkim kılınması ile olacaktır. Aksi durumda toplumsal barış ve konsensüsün sağlanması mümkün olamayacaktır, denilebilir.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali verdik.

Zümer, 27

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Allah'ım! Bizi sevgin ve bizi sana yaklaştıracak olanların sevgisiyle rızıklandır.

Tirmizi, Daavat:72-73

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI