MUSTAFA ÖZCAN HOCAMIZ İLE COĞRAFYAMIZDAKİ SORUNLAR ETRAFINDA-1

Takdim Kıymetli ziyaretçilerimiz, geçtiğimiz ay değerli araştırmacı-yazar Mustafa Özcan beyefendi ile sitemiz adına üçüncü mülakatımızı gerçekleştirdik. Hocamız gibi İslam dünyasındaki sorunlara vakıf zatlarla görüşmek, konuşmak gerçekten de insana çok şey kazandırıyor.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2015-05-14 05:42:10

Takdim

Kıymetli ziyaretçilerimiz, geçtiğimiz ay değerli araştırmacı-yazar Mustafa Özcan beyefendi ile sitemiz adına üçüncü mülakatımızı gerçekleştirdik. Hocamız gibi İslam dünyasındaki sorunlara vakıf zatlarla görüşmek, konuşmak gerçekten de insana çok şey kazandırıyor.

Küresel ve ülkesel bazda birçok imtihanlarla karşı karşıya olduğumuz bu zaman diliminde itidali kaybetmemek, ifrat ve tefritlere savrulmamak için sağlam ve rasih bir altyapıya-akide, amel, ahlak cihetlerinde-ihtiyaç olduğu bir gerçek. Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.

 Evinde görüştüğümüz hocamızla birçok sorunumuzu görüştük. Hususiyet arz edenleri ayıklayarak bu gün istifadenize arz ediyorum. Hocamıza bir kere daha teşekkürlerimi arz ederim. Saygılarımla. Salih Okur/cevaplar.org

- Hocam, 1980'li yılların İslamcılarında-genel itibarıyla- bir bütünlük görüyoruz. Şu an ayrı ayrı yerlere savrulmuş pek çok zevat o sıralar bir arada idiler. Bu savrulmanın sebepleri sizce nelerdir?

-Tabii bunun çok yönlü cevapları var ama kavramlar manasına bir "Bâbilleşmeyi" de yaşadık, özellikle 12 Eylül 1980 sonrasında..

12 Eylül öncesi sağ camia, "Milliyetçi-Mukaddesatçı" olarak ele alınıyor, ifade ediliyordu. Dolayısıyla, 'atomize olma' seksenli yıllardan sonra daha da arttı. Bâbilleşme dediğimiz bir süreç başlamış oldu.

Daha önce ortak bir kültür vardı. Hatta bunu Osmanlılara kadar geri götürebiliriz. Yani Osmanlılık dokusu, gelenek dokusu o dönemde bayağı kuvvetliydi. Rahmetli Ahmet Kabaklı'nın bir sözü var. Diyor ki; "Osmanlıların ortak bir kültürü vardı. Bu ortak kültürü besleyen kitaplar, ortak değerler vardı. İşte Muhammediyye, Ahmediyye, Mızraklı İlmihal, Envarü'l Âşıkin okunurdu. Ondan dolayı insanlarda benzer bir algı vardı. Kim ne konuşuyorsa, birbirini anlıyordu."

Fakat daha sonraları referanslar sisteminde bir kayma oldu. Gelenek giderek dumura uğradı. Dış etkiler arttı. Dolayısıyla hakikaten bir savrulma yaşandı. Bunun sui etkilerini son dönemlerde daha fazla görüyoruz maalesef.

Yani yaşadığımız günler referans kaynaklarının çok çeşitlendiği bir zaman dilimi. Tabii bu çeşitlenme, bunun her zaman için doğru olduğu anlamına gelmiyor. Çeşitlendi ama bu sıhhatli bir çeşitlenme değil aslında. "Kayma" diye tabir edebiliriz bu durumu.

Bunların tekrar tashih edilmesi lazım. Şöyle bir soruyu gündeme getirmek gerekiyor; "Ehl-i bid'at karşısında duruşumuz nasıl olmalı?" Hatta ehl-i bidatin de ötesinde gayr-i Müslimler konusundaki duruşumuz da çok sarsıldı.

Bir takım gurupların diyalog çalışmaları altında-bu diyaloga külliyen karşı olma manasında değil ama diyalogun da saptırılması anlamında- yozlaştıklarını, farklı mecralara kaydıklarını görüyoruz.

Dolayısıyla, ortak bir rabıta, ortak değer, ortak değerlendirme, ortak muhakeme kalmadı. Bunun acı sonuçlarını maalesef yaşıyoruz.

-Ehl-i Sünnet'e meydan okumalar sizce en çok hangi meselelerde yoğunlaşıyor?

-Ehl-i Sünnete meydan okumaları son dönemlerde iki uç noktasında değerlendirebiliriz. Ümmet uçlara kaydı. Osmanlının yıkılmasından sonra ümmetin iradesi veya zimamı, yuları bir şekilde uçların etkisine geçti. Ben bu hususu birkaç yazımda ifade ettim. Bir tanesi Milli Gazete'de idi, zannediyorum bir diğeri Yeni Akit'te idi. "Uçlara Savrulan Ümmet" veya "Uçların Kıskacındaki Ümmet." Yani, Selefilik ve Şia. Bu çok açık ve bariz bir şekilde kendini gösteriyor.

Öbür tarafta Fransız devriminden itibaren modernizmin de etkileri var. O "arzileşme" veya "pozitivistleşme" olarak da ifade edilebilir. Batılılaşma diye de adlandıracağımız bu tehdit, doğrudan dine yönelik bir şey. Bu dine yönelik olan saldırılar aslında mezhebi zemini de zayıflatıyor.

Ondan dolayı son sıralarda Türkiye'de ulusalcılar "mezhep kavgasından" en çok şikâyet eden taraf oldu. Hâlbuki biz mezhep kavgasına maruzuz. Yani sail veya saldırgan pozisyonunda değiliz. Aksine müdafi mevkiindeyiz. Nefs-i müdafaa pozisyonundayız. Buna rağmen Türkiye'de ulusalcılar, Sünnileri bir şekilde "mezhepçilikle" suçluyorlar. Ben her zaman yazıyor, söylüyorum. Onların ne dini bir hassasiyetleri, ne mezhebi bir hassasiyetleri kalmış.

Ama Ehl-i Sünnete yönelik en büyük saldırı bir uç olarak İran'dan geliyor. Diğeri de maalesef Selefilik'ten geliyor. Bunların Osmanlıdan sonra hâkim cereyanlar haline gelmesi aslında dünya düzeninin bir sonucu. Hiçbir şekilde tesadüf değil. Dünya düzeni nasıl Osmanlının yıkılmasını istediyse, onun yerine de Suudi Arabistan'daki selef anlayışının yerleşmesini, aynı şekilde İran'da İran Devriminin husule gelmesini murad etmiştir, esbabını hazırlamıştır.

Nasıl? 1969'da A.B.D dış işleri bakanı John Foster Dallas'ın bir ifadesi var; "İsrail'i rahatlatmanın yolu İran'da Şii bir devrimden geçiyor" demiştir.

Rabıta teşkilatının kuruluş aşamasında Iraklı ünlü fakih merhum Emced Zehavi 1960'lı yıllarda Suudi Arabistan'a gidiyor. Masonluk-Komünizm ve Batılılaşma kıskacı karşısında ümmetin ittifakından bahsediyor. "Ama" diyor "ne zaman Arabistan'a gitsem, bakıyorum hep ihtilaflı meseleleri kurcalıyorlar." Çünkü kafaları oraya takılı. Ümmetin selameti, esenliği adamları pek fazla ilgilendirmiyor. İlgilendikleri birinci derecede konular, onların hayat damarlarını ilgilendiren konular, yani hilafiyat meseleleri.

Maalesef ümmetin talihsizliği bu noktada düğümleniyor. Türkiye'de biz bunu fazla fark edemedik. Edenler de bir şekilde dışlandı. Bir yazar anlatıyor; "1979'daki devrimden sonra bir arkadaş İran'a gitmiş, gelmişti. Fatih Camiinde ona "İran'ı nasıl gördün?" diye sorduk. Anlattığı İran bizim şablonlarımıza aykırıydı. Adamı oradan kovaladık" diyor ve şimdide bunu –tabiri caizse- bir günah çıkartma olarak ifade ediyor. Hal-i pürmelâlimiz maalesef böyle.

Ertuğrul Düzdağ'ın bir ifadesi var, diyor ki; "79'da İran devrimi oldu. Benim sakallı zatım da Humeyni'nin peşinde tezahürat yapmaya başladı. Ne İran'ı tanır ne Humeyni'yi" O yıllar böyle bir hamaset oldu. Ama bu yanlış bir coşkuydu.

Böylece Ehl-i Sünnet anlayışına yönelen tehlike giderek büyüdü. Neden? Kademe görevlerimizi yapmadık. Kademe görevler nedir? Yıkıcı hareketlere karşı fikri reçeteler sunan kitaplar neşretmek. Çok sistematik olarak bunları yapmamamız lazımdı. Bunu sistematik olarak yapamadık. Mesele çok amatör ellerde kaldı. Yapamadığımız için de kamuoyu oluşturamadık.

En büyük eksikliklerimizden birisi, Ehl-i Sünnet konusunda gerekli bir hassasiyet oluşturamadık. Oluşturamadığımız için de insanlar başka mecraların mürevviçleri tarafından yönlendirildiler. Kafaları bir şekilde o düşüncelerle ekildi. Hatta bu noktada-benim de yazılarımda zaman zaman dile getirdiğim gibi- Muhsin Başkan'ın(Yazıcıoğlu) güzel bir sözü vardı; "Tarlamızı başkaları önceden ekmişler" diyordu.

Gerçekten de İranlılar çok sistematik bir şekilde, çok haksız ve batıla dayalı olmalarına rağmen Türkiye'de ve İslam coğrafyasında çok bakir zihinleri maalesef ektiler. Ondan dolayı bir cehl-i mürekkep meydana geldi. Bu cehl-i mürekkebi izale etmek için ekstra çabalara ihtiyaç var. Önce yanlış bir fikri izale edeceksiniz, ardından doğru fikri ikame edeceksiniz.

Bir de bunun psikolojik zemini var ki en zor olan da o. Tarlanız ilk olarak birileri tarafından sürüldüğü zaman o etkiyi hayatınız boyunca atmanız çok zor. Fikri anlamda kolay ama psikolojik anlamda çok zor. Bu zihni bir problem değil, kalbi bir problem.

Ben zannederim Kelile Ve Dimne'de okumuştum, "ilk göz ağrısı" diye bir şey var. Oradaki hikâyede Hindistan'da bir adam ölüm döşeğindeki hanımıyla vedalaşıyor. Hanımı ona bir tavsiyede bulunuyor; "Bu tavsiyem hayatın boyunca kulağına küpe olsun. Benden sonra evleneceksen, muhakkak bir bakire hanımla evlen. Çünkü beni bir siyahî kaçırdı. Onu hayatım boyunca unutamadım" diyor.

Evet, İranlılar Türkiye'de birçok Ehl-i Sünnet beyni iğfal etti. Bundan fikri olarak kurtulmak kolaydır. Ama gönül olarak o tortulardan kurtulmak çok zor. İstikamet kazanmak çok zor. Bu açıdan bize düşen görev gerçekten çok büyük. Bunun idraki içinde olmak lazım. Sadece zihinler değil, gönüller de ekilmiş. Gönülden silmek daha zor.

-Genel itibarıyla Şia konusunda çekinceleri ileri sürenlere de "sen mezhebini öne sürüyorsun, mezhebini din edinmişsin. İttihad-ı İslam lazım' diyerek yaklaştılar değil mi?

-Çok doğru..Bu, mezhebi bilmemekten kaynaklanıyor. Bir din olup da onun mezhebi olmaması mümkün değil. Çünkü "din nedir" sorusunu bizi doğrudan mezhebe götürür. Çünkü ilahi vahy ile insanın muhatabiyetinin ortaya çıkarmış olduğu sentez bir şekilde mezheptir. Başka türlü olması mümkün değil.

Mezhebi doğrudan doğruya dinin yerine koyamayız ama dinin tanımında dine en yakın bir yaklaşım, bir anlayış vardır, biz ona "Ehl-i Sünnet" diyoruz.

Elbette İslam Ehl-i Sünnet'ten ibaret değil ama İslam'ın doğru okunması Ehl-i Sünnet ile kâimdir. Ehl-i Sünnet bir iltihak-ı efkârla-İmam Rabbani ve Bediüzzaman'ın dedikleri gibi- birbirini teyid ede ede, tashih ede ede bugüne kadar gelmiştir. Bu bir çığır. Yoksa o "mezhepsiz İslam" filan falan denilen meseleler fasarya şeyler. Bunların gerçeklerle hiçbir şekilde alakası yok. Pratikle hiçbir şekilde alakası yok. Öyle bir şey olmaz. Dolayısıyla, İslam'ın en doğru şekilde anlaşılması Ehl-i Sünnet ile kâimdir.

-Şia ve Ehl-i Sünnet arasındaki mezhepleri yakınlaştırma(takrib-ül mezahib) çalışmaları hakkında neler dersiniz?

- Bu takribü'l mezahib de İran'ın işi. Buna şah döneminde başlamışlar.

-Altmışlı yıllarda Mısır ve Irak gibi yerlerdeki Ehl-i Sünnet âlimlerinden bazıları niçin buna sıcak baktılar?

-Ben size söyleyeyim, Mısır'da Muhammed Abduh'la ve Cemaleddin Afgani ile başlayan modernizm ve Batıya olan meftuniyete baktığımızda mesele bugünün sorunu değil.

Cemaleddin Afgani'nin İranlı olmasına rağmen Afganlı kisvesiyle Mısır'a gitmesi ve orada ulemayı iğfal etmesi gösteriyor ki, ulema Mısır'da acınacak bir halde.

Onu Mehmed Arif Bey "Bin bir Hadis Tercümesi" adlı eserinde ve sair kitaplarında da bahsediyor. Yani 19. Yüzyılda ulemanın Masonluğa iltifatı söz konusu. Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh vesaire.

-Ama ona şöyle bir itiraz gelebiliyor; "o zamanlar masonluğun neden ibaret olduğu, gayesinin neden ibaret olduğu bilinmiyordu. Masonların o zamanki sloganları şöyleydi; "masonların gayesi insanlığa hizmettir." İnsanlar da o zaman bunları böyle algılamışlar. O vakit masonluğun hakikati belli değildi. Kimse bilmezdi, gizli idi, hafi idi. Onlar da "madem bu cemiyetin gayesi insanlığa hizmettir. O zaman Müslümanlar ve İslâm âlimleri bu işte önder olmaları gerekir" düşüncesi ile bu işe girmişlerdi. Ama masonluğun neden ibaret olduğunu gördüklerinde, hemen ayrılmışlardır."

-Bunun doğru tarafları da var, dediğinize uygun tarafları da var. Ama mesele bundan ibaret değil. Ben şunu anlatmak istiyorum; Cemaleddin Afgani gibi bir adam, serazat bir adam, Şii bir adam, Muhammed Abduh tarafından Hanefi diye takdim edilen bir adam nasıl gizli kalabiliyor? Muhammed Abduh burada tebrie yapıyor. Yani onun Şii olmadığını bilmemesi asla mümkün değil.

-Merhum Mehmed Akif'in onun hakkında yazdıkları da var. Hatta "şu anda bir Cemaleddin yok" diyor, onun vefatına üzüntüsünü öyle dile getiriyor.

- Cemaleddin Afgani'yi asli hüviyetiyle tanıyamamış o dönemde. Cemaleddin Afgani Humeyni gibi biri. Humeyni'nin seleflerinden birisi denebilir. Maceraperest, ihtilalci birisi olduğu bir gerçek.

 Şia meselesinde biz de bir yanılsama var. Bazı kimseler ihbardan yola çıkarak vakıayı meşrulaştırıyorlar. Bu hiçbir şekilde kabul edilemez. Yani, adam senin ümüğüne sarılmış, seni boğuyor. Diyorsun ki; "gelecekte bu adam iyi bir adam olacak." Kardeşim, sen o sırada nefs-i müdafaada bulunacaksın. Adam ileride iyi olabilir, olmayabilir. O hüküm ilerisi için geçerli. Mesela; "Aleviler ıslah olacak, Şia ıslah olacak" falan filan. Bunu bilemeyiz, olabilir de. Fakat bugünkü yaptıklarıyla biz mukabele ederiz.

-Bir de Sünni göründükleri halde "biz ehl-i beyt mektebiyiz" diyenler, Sünni dünyaya göstermedikleri hoşgörü ve kucaklamayı Şia'ya gösterenler var.

 -Kimse "ayranım ekşi" demez. Bir kere İran'ın ehl-i beyt tanımı ile bizim tanımımız aynı değil. Ehl-i Beyt mektebi diye onları kendilerine baş tacı edenler cevap versinler; tarihte onikinci imam diye birisi var mı?

Şia hadis külliyatına baktığımızda, yüzde doksanı imamlardan gelen rivayetler. Onlar zaten imameti nübüvvetin bir devamı olarak görüyorlar. Dolayısıyla oniki imamın konuştuklarını bir şekilde hadis olarak değerlendiriyorlar. O, onları alakadar eder ama –Mahmud Şeltut'un hilafına-onlardan bize aktarılan sözler doğru mudur? Bir garantisi var mıdır? Yoktur. Kesinlikle yoktur. Çünkü Şia, mezhepler tarihi içinde en yalancı fırka olarak bilinen bir fırkadır. Çünkü takiyye adamların inanışında var.

-Mesela Haricilerde yalancıya pek rastlanmaz.

-Evet. Haricilerde bakın adamların yanlışları var. Seni-Araplar sabran diyorlar- işkenceyle öldürebilir, tamam, anladık. Ama en azından yöntem olarak yalana başvurmuyorlar. Yalan şahsi, düzeyde kalıyor. Şia'da sistematik, kurumsal, mezhebi.. 

-Bu iki uç haricinde, özellikle İlahiyat çevrelerinde "sünneti red etme " de ayrı bir tehdit kaynağı olmuyor mu? Buna da üçüncü bir tehdit diyemez miyiz?

-Doğru..doğru.. Oluyor. İşte bunlar temelleri zayıflatıyorlar, dindarlığı zayıflatıyorlar. Dindarlığın en müşahhas yaşanacağı seviye-müstabâ diyor Araplar-sünnet seviyesidir. Peygamber(aleyhissalatu vesselam)ın hayatını esas almak. Onu üsve-i hasene olarak almak ve onun hayatını bir şekilde hayatımıza yansıtmak.

İmam-ı Gazali'nin dediği gibi "bizim bir masum imamız vardır, o da Hz. peygamberdir." Dolayısıyla, onun yaşantısını esas alırsak ancak sıhhatli bir dini hayata merhaba diyebiliriz. Aksi takdirde mümkün değil.

Onun için son zamanlarda sünnete karşı olan taan, hücum aslında İslam'ın özüne bir saldırıdır. Peygamber efendimizi ve sünneti sildikten sonra Kur'an bir şekilde sursuz kalır. Hani Bediüzzaman'ın rüyasında Kur'an'ın etrafında surların yıkıldığını görmesi var ya..Kur'an'ın ikinci derecedeki surları sünnettir. Hz. Ali'nin(r.a) bir sözü var; "Kur'an çok yönlüdür." Hadisler onu tahdit eder. Hadisler olmazsa Kur'an'ı nasıl anlayacağız? Keyfi olarak anlayacağız. Yani herkes farklı anlayacak.

Mesela Şiilerin belki en büyük kusurlarından birisi hadisler alanında. Mesela orada imamlara masumiyet atfedilmesi söz konusu..Abdülkerim Suruş diyor ki; "eğer hurma aşılama hadisi bizde olsaydı, belki Şia kendini gözden geçirebilirdi, tashih edebilirdi" diyor. Hazret-i Peygamber(aleyhissalatu vesselam) Medine'ye geldiği zaman hurmalıkları aşıladıklarını görüyor da "bu nedir" diyor. Onlar da bunu bir emir telakki edip aşılamıyorlar. Ertesi yıl, aşılanmayan meyveler acı meyve veriyor. Peygamber efendimize geldiklerinde, "bu işin bir tecrübe işi olduğunu" söylüyor. Orada bir ufuk açıyor. Bu neyi gösteriyor, Peygamberimiz beşeri tecrübelere açık.

Ama Şia'da öyle bir şey yok. Ali Şeriati'nin dediği gibi, imam bir yanda göklerde Allah ile birlikte oturuyor. Bir anda sultanın huzurunda ona yalakalık yapıyor.

-Sırası gelmişken sorayım, Ali Şeriati'ye mutedil bir Şii denebilir mi?

 -Bazı açılımları güzel. Şiayı içeriden tanıması açısından yararlı oluyor. Fakat o çizgiyi tekemmül ettirememiş. Mesela "Muhammedi Sünnilik" diyor ama bundan kastettiği nedir anlaşılmıyor. Ama Safevi Şiiliğini red ediyor.

Onun ötesinde, bir arayışı var aslında. Bu arayış, sonuç itibarıyla tekemmül etmiyor.

-Safevi Şiiliğini red ediyor ama Osmanlı Sünniliğini de red ediyor..

-Red ediyor. İdealist bir adam. Şia içinde gördüğü bazı yanlışları söylüyor. Belki o vasatta kendisini çekip çıkaracak adam bulamıyor. Muhammed İkbal'in veya Mevlana'nın şöyle bir sözü var; "Ben Hallac'ın yanında olsaydım, Hallac'ı bir kademe öteye taşırdım." Yani onu düştüğü vartadan kurtarırdım demek istiyor.

Ali Şeriati'nin "İnsanın Dört Zindanı" adlı bir kitabı var. Coğrafyadadır, şudur budur..Kendisi de bulunduğu coğrafyanın etkisinden, mezhebin etkisinden tam kurtulamamış. Belki büyük çapta insanlar olsaydı, elinden tutsaydı, belki de o vartadan kurtarabilirlerdi.

Yani adamın bir noktaya gelmesine ramak kalmış. Talihsizlik şurada ki, adam ne İran devrimini ne de sonrasını gördü. İran devrimi ise onu tepe tepe kullandı. Aslında İran devrimiyle hiçbir alakası yok. Fakat dışarıda İran devriminin ma'kesleri onun üzerinden oldu. Talihsizlik burada. Eğer İran devriminden sonra yaşasaydı, kesinlikle İran devrimini kabul etmezdi.

Dediğimiz gibi doğruları da var, hataları da. Tam istikamet noktasına gelememiş ama Şia içinde bir kırılmayı temsil ediyor. Fakat devrim anında onun fikirleri intişar ettiğinden dolayı devrimle onun fikirleri iç içe geçti, anlaşılamadı. Ondan dolayı da maalesef gençliğin İran tarafından bir şekilde çelinmesine, istemeden katkısı oldu. Bu da bizim ve onun talihsizliği..

-İyi niyetle yazılmış bazı İslam tarihi eserleri de maalesef tahkiksiz olduğu için Şia'nın elini desteklemekten geri kalmıyor hocam..

-Doğru, çok doğru.. Maalesef bu konularda hevaiyat var. Hz. Osman(r.a) anlaşılamamış. Orada bir hevaiyat var. Rafet el Başa diyor ki; "Hz. Osman'ın yaptığını kötü bir adam yapsa kâle bile alınmazdı. Değerlendirmezlerdi bile" Yani, Hz. Osman hakkındaki ithamlar onun iyiliğinden. İyiliğe karşı bir düşmanlık..

Hz. Ali(r.a) için de başarısız diyenler var. İnsanların ağızları torba değil ki dikesin. Gerçekten, sahabe-i kirama baktığın zaman, Allah tarafından seçilmiş bir topluluk olduğunu görürsün. Nereden belli? Onlara bulunan öyle yüce bir ruh ki, kısa zamanda yeryüzünün o zaman ki büyük bir kesimine huzur sulh ve sükûnu götürmüşler, Bediüzzaman'ın dediği gibi "medeni milletlere üstad olmuşlar." O ruha sahip olmayan bir topluluk bunu asla yapamaz. Yani Araplar sıfırdan başlamışlar. Tek sermayeleri iman..Bu sermayeyle Allah'ın dinini yaymışlar, cihangir olmuşlar vesaire..

Bu durum o neslin seçilmişliğini gösteriyor. Zaten hadis-i şerifte de "en hayırlı asır benim asrımdır, sonra onu takip eden, sonra onu takip eden" buyrulmasıyla buna işaret ediliyor.

Kusurlar da imtihanın bir gereği..Bize göre kusurdur, başka bir zaviyeden kusur değildir. İnsanların kusurları olabilir. Sonuç itibarıyla biz 'sahabeler masumdur" demiyoruz. Ama onları tezyif etmek İslam'ı anlamamaktır ve zındıkaya alet olmaktır.

Bu konuda bizim Salih Ekinci hocanın yazıları gerçekten çok uyarıcı, tatmin edici ve doğru yazılar. İnşallah daha dikkatli olunması lazım.

Sahabeler arasında bazı nahoş şeyler yaşanmış. İnsanların arasında böyle şeyler her zaman olabiliyor. Bu, hayatın fıtratından. Burada önemli olan şey şu; biliyorsunuz Hz. Ömer(r.a) sahabeleri Medine dışına çıkarmıyor. Onları adeta bir meşveret ordusu gibi görüyor.

Fakat Hz. Osman(r.a) döneminde, fitne dönemlerinde ayrılıyorlar. Bediüzzaman'ın o konudaki yorumu çok ilginç. Diyor ki; "onlar ondan sonra afaka yayılarak İslam'ı yaydılar" diyor. Böylece dünya sahabeleri gördü, tanıdı. Onların kahramanlıklarını tanıdı. O Ebu Eyyub-i Ensari(r.a) efsane gibi adeta, İstanbul'da duruyor.

Abdülkadir Geylani ile ilgili bir doktora çalışmasında da onu gördüm yani. Onun zamanında da Bağdat'tan insanlar açılıyorlar, afaka yayılıyorlar ve İslam'ı yayıyorlar. Arıların bir taraftan bal için çiçek çiçek dolaşıp onları aşılaması gibi, onlar da aşılama yapıyorlar. O fikri, o imanı aşılıyorlar gittikleri yerlerde.

Yani, fitnelerin de hikmet nazarıyla faydaları var. Eğer fitneler olup da sahabeler etrafa yayılmasa belki de insanlık onları tanımayacak. Onun için meseleye bütüncül bakmak lazım.

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

YAVUZ BÃœLENT BAKÄ°LER BEYEFENDÄ° Ä°LE MÃœLAKATIMIZ-3

YAVUZ BÃœLENT BAKÄ°LER BEYEFENDÄ° Ä°LE MÃœLAKATIMIZ-3

-Hocam, dilimize sadece Arapçadan ve Farsçadan değil diğer dillerden mesela Yunancadan veya baş

YAVUZ BÃœLENT BAKÄ°LER BEYEFENDÄ° Ä°LE MÃœLAKATIMIZ-2

YAVUZ BÃœLENT BAKÄ°LER BEYEFENDÄ° Ä°LE MÃœLAKATIMIZ-2

Hocam dilde tasfiyeler ile 300-500 kelimeyle konuşabilen bir nesil nasıl büyük düşünebilecek?

YAVUZ BÃœLENT BAKÄ°LER BEYEFENDÄ° Ä°LE MÃœLAKATIMIZ-1

YAVUZ BÃœLENT BAKÄ°LER BEYEFENDÄ° Ä°LE MÃœLAKATIMIZ-1

Takdim Kıymetli ziyaretçilerimiz, değerli mütefekkir, şar ve yazar Yavuz Bülent Bakiler beyef

SEYDA FETHULLAH AYTE Ä°LE OHÄ°N MEDRESELERÄ° ETRAFINDA SOHBETÄ°MÄ°Z

SEYDA FETHULLAH AYTE Ä°LE OHÄ°N MEDRESELERÄ° ETRAFINDA SOHBETÄ°MÄ°Z

Seyda Fethullah Ayte Hocaefendi ile Şark medrese eğitim zincirinde çok önemli bir rolü olan Ohi

MUSTAFA ÖZCAN HOCAMIZ İLE COĞRAFYAMIZDAKİ SORUNLAR ETRAFINDA-2

MUSTAFA ÖZCAN HOCAMIZ İLE COĞRAFYAMIZDAKİ SORUNLAR ETRAFINDA-2

-Demin biraz değindik ama şöyle sorayım, Mezhebinin görüşünü savunan bir mümin “mezhebin

MUSTAFA ÖZCAN HOCAMIZ İLE COĞRAFYAMIZDAKİ SORUNLAR ETRAFINDA-1

MUSTAFA ÖZCAN HOCAMIZ İLE COĞRAFYAMIZDAKİ SORUNLAR ETRAFINDA-1

Takdim Kıymetli ziyaretçilerimiz, geçtiğimiz ay değerli araştırmacı-yazar Mustafa Özcan be

SALÄ°H EKÄ°NCÄ° HOCAEFENDÄ° Ä°LE TARTIÅžILAN MESELELER ETRAFINDA-4

SALÄ°H EKÄ°NCÄ° HOCAEFENDÄ° Ä°LE TARTIÅžILAN MESELELER ETRAFINDA-4

-Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde naklettiği bazı hadisler için “keşke bunları nakletmese

SALÄ°H EKÄ°NCÄ° HOCAEFENDÄ° Ä°LE TARTIÅžILAN MESELELER ETRAFINDA-3

SALÄ°H EKÄ°NCÄ° HOCAEFENDÄ° Ä°LE TARTIÅžILAN MESELELER ETRAFINDA-3

-Eş’ariler ile Maturidiler arasındaki fikri çatışmaların dini yorumlamada zarar verdiğini s

SALÄ°H EKÄ°NCÄ° HOCAEFENDÄ° Ä°LE TARTIÅžILAN MESELELER ETRAFINDA-2

SALÄ°H EKÄ°NCÄ° HOCAEFENDÄ° Ä°LE TARTIÅžILAN MESELELER ETRAFINDA-2

-Usul-i fıkıhta bir şeyin vacip veya mendup olmasında yeni bir usul olarak şu söylenmektedir;

SALÄ°H EKÄ°NCÄ° HOCAEFENDÄ° Ä°LE TARTIÅžILAN MESELELER ETRAFINDA-1

SALÄ°H EKÄ°NCÄ° HOCAEFENDÄ° Ä°LE TARTIÅžILAN MESELELER ETRAFINDA-1

Salih Ekinci Hocaefendi ile son röportajımız

SALİH EKİNCİ HOCAEFENDİ İLE MODERNİST DÜŞÜNCE VE BİD’ATKAR MEZHEPLER ÜZERİNE-3

SALİH EKİNCİ HOCAEFENDİ İLE MODERNİST DÜŞÜNCE VE BİD’ATKAR MEZHEPLER ÜZERİNE-3

-Seyda izninizle başka bir soruya geçiyorum. Vehhabiler ehl-i sünneti müşrik olarak mı görmek

"Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

Ahkaf,13

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

"Her şeyin bir alameti vardır. İmanın alameti de namazdır."

Münavi

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI