KUR'AN'IN TERCÜMESİ MESELESİ

Tercümenin sözlük anlamı: Bir sözü bir dilden diğer bir dile nakletmektir.(1) Istılah mânâsı ise: Bir kelimenin mânâsını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir."(2) Tercümenin değişik türleri söz konusu olmakla beraber;(3) genel olarak tercüme, harfî (lafzî) ve tefsiri (manevî) olmak üzere iki şekilde değerlendirilebilir.(4)


Niyazi Beki(Prof. Dr.)

niyazibeki@gmail.com

2015-11-30 21:33:25

Tercümenin sözlük anlamı: Bir sözü bir dilden diğer bir dile nakletmektir.(1) Istılah mânâsı ise: Bir kelimenin mânâsını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir."(2) Tercümenin değişik türleri söz konusu olmakla beraber;(3) genel olarak tercüme, harfî (lafzî) ve tefsiri (manevî) olmak üzere iki şekilde değerlendirilebilir.(4)

Harfî tercüme: Nazım ve tertibe bağlı kalarak veya diğer bir ifadeyle asıl dildeki kelimelerin eşanlamlıları kullanılarak bir dildeki bir ifadenin diğer bir dile aktarılmasıdır.(5) Tefsiri tercüme ise: Asıl dildeki lafızların nazım ve tertibine bağlı kalmaksızın, kelimelerin denkliği gözetilmeksizin, herhangi bir dildeki bir ifadenin diğer bir dille açıklanmasıdır.(6)

Kur'an'ın tercümesi meselesi eskiden beri konuşulmuş, lehinde ve aleyhinde çokça söz söylenmiş bir konudur. Ancak şu hususun bilinmesinde yarar vardır: Kur'an'ın tercümesi konusu, hedef ve gayesi itibariyle genel olarak iki şekilde kendini göstermektedir.

Birincisi: "Tefsiri tercüme" denilen kısa bir meal veya açıklamalı tercümedir ki, maksadı Arapça bilmeyen müslümanlara Kur'an'ın az da olsa bir nebze mânâsını öğretmek ve mesajını iletmektir. İbadetlerde ise yine Kur'an'ın asıl metni esastır. Bu gün mevcut Türkçe ve benzeri dillerde yapılan meal ve tefsir çalışmaları bu kısımda mütalaa edilir. Şüphesiz bunların faydası tartışmasızdır. Bazen zararları olsa da azdır.

İkincisi: Kur'an tercümesini, bizzat Kur'an'ın asıl metni yerinde kabul eden ve Arap olmayan milletlerin, söz konusu tercümeleri ibadetlerinde olduğu gibi okumalarını öngören bir gayeye yöneliktir. Bu çeşit bir Kur'an tercümesinin caiz olmadığı hususunda âlimler arasında ittifak vardır.(7)

Cumhuriyet'in ilk yıllarında tartışılan ve icraata konmak istenen tercüme şekli böyledir. Bu gayeye yönelik olarak yapılan çalışmalar, sadece Türkiye'de değil, aynı tarihlerde Mısır gibi diğer İslâm ülkelerinde de sözkonusu yapılmıştır. O zamanın Ezher Şeyhlerinden Mustafa el-Merağî gibi ilim adamlarının bu düşüncelerine cevap vermek için Şeyhü'l-İslâm Mustafa Sabri Efendi gibi devrin büyük âlimleri, bunun doğru olmadığını vurgulamışlardır. Mustafa Sabri, "Mes'eletu Tercemeti'l-Kur'an"(8) adıyla kaleme aldığı bir eserinde bu görüşlerin çürüklüğünü ortaya koymaya çalışmıştır.(9)

Bediüzzaman Said Nursi de bu red cephesinde yerini almış ve bütün gücüyle bunun zararlarını ortaya koymaya çalışmıştır. O'nun konu ile ilgili bir değerlendirmesi şöyledir: Bir kısım tahkik ehlinin dediği gibi, Kur'an'ın lafızları, hatta zikir ve teşbih lafızlarının her biri birçok yönden insanın manevî latifelerini aydınlatır ve onlara manevî gıdalar verir. Buna göre -denilebilir ki- eğer bu lafızların mânâları anlaşılmazsa, pek faydası olamaz. Lafız ise, bir elbise gibidir; değiştirilse, her millet kendi diliyle o kutsî mânâlara lafız elbisesini giydirse daha faydalı olmaz mı?

Buna cevap olarak deriz ki: Kur'an ve Nebevi tesbihat lafızları, câmid ve cansız elbise değil; bilakis cesedin hayattar cildi gibidirler. Hatta zamanla mânâların birer cildi haline gelmişlerdir. Elbise değiştirilir, fakat cild değişse vücuda zarardır.

Kaldı ki, namazda ve ezandaki mübarek lafızlar, örfî mânâlarına birer özel isim olmuşlardır. Özel isim ise değiştirilmez.(10)

Kur'an gibi, kutsi kelimelerin sadece fikir cephesine bakan yönlerinin bulunmadığını, aynı zamanda usanmak bilmeyen ve gafletten bile müteessir olmayan bir çok latifeye de hitap ettiğini belirten Bediüzzaman şöyle der: "Bizzat tecrübemle sabittir ki, ezan, tesbihat ve her zaman tekrar edilen Fatiha ve İhlâs sûreleri başka türlü ifade edilmez. İmam-ı Azam'ın "La ilahe illallah (tabiri), tevhide alem ve isimdir" dediği gibi, teşbih ve zikirlerin özellikle ezan ve namazda olanların çoğu alem ve isim hükmündedirler. Öyleyse, değişmeleri şer'an mümkün değildir. Her mümine bilmesi lazım olan mücmel mânâları, yani muhtasar (kısa) bir meali ise, en âmi bir adam dahi çabuk öğrenir."(11)

Bu konuda bahane arayanlara karşı Bediüzzaman'ın cevabı net ve oldukça serttir: Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler lüzumsuz malumat ile dolduran bir kimse, bir-iki haftada ebedi hayatın anahtarı olan şu mübarek kelimelerin kısa bir mealini öğrenmemesine ne gibi bir mazeret gösterebilir? Nasıl müslümanım diyebilir? Böyle kimselere "akıllı insan" denilebilir mi? Böyle harflerin hatırı için o nur menbalarının mahfazalarını bozmak akıl kârı değildir.(12)

Bediüzzaman'a göre, Kur'an'ın hakîki tercümesi mümkün değildir ve gerek de yoktur. Üstadın, bu işin gereksizliğini ve imkânsızlığını gösteren görüşlerini şöyle birkaç madde halinde sıralamak mümkündür:

Hangi milletten olursa olsun insan, ibadetlerde, zikir ve tesbihatta kullanılan kelimelerden "Allah'ın takdis ve ta'zim edildiğini" anlar. Kişinin aklına bakan mânâlar bir defa öğrenmekle yeterli olur. Hâlbuki bu kudsî lafızlar günde defalarca tekrarlanır. Bu tekrarlarda akıl, hissesini almakla beraber daha çok diğer latifeler feyiz alırlar.

Aklın hissesi olan mânâdan ziyade Allah'ın kelâmı ile karşı karşıya olduğunu düşünmekten ileri gelen nurlar ve feyizler başka hiçbir şekilde elde edilemez.

Dinî hükümlerin nişaneleri ve kudsî mahfazaları olan İlâhî lafızların yerine hiçbir şey ikame edilemez, yerini tutamaz ve görevini ifa edemez. Geçici olarak bazı şeyleri ifade etseler de sürekli ifade edemezler. Dinin nazarî olan kısmının anlaşılması ise, lafızların değişmesini gerektirecek bir şey değildir. Çünkü, va'z-u nasihat, eğitim ve öğretimle bu ihtiyaçlar yerine getirilebilir.

Kaldı ki, nahiv ve sarf dili olan Arapçanın geniş kapsamı ve Kur'an'ın mucizeli lafızlarının hakîki tercümesi imkânsızdır. Tercüme dedikleri şey, gayet kısa ve noksan bir mealdir. Böyle meal nerede; hayattar, canlı ve çok cihetlerle değişik ilim dallarına kaynaklık vazifesini yapmış olan âyetlerin hakiki mânâları nerede?(13)

Kur'an-ı Hakim'in hakîki tercümesinin mümkün olmadığını, onun manevî i'cazındaki yüksek edebî üslûbunun tercüme kabul etmediğini 25. Söz isbat etmiştir."(14) Meselâ:

 الحمد للّهbir cümle-i Kur'aniyedir. Bunun en kısa ve öz mânâsı, Nahiv ve Beyan ilminin kaidelerine göre şudur:

كل فرد من افراد الحمد من اي حامد صدر وعلي اي محمود وقع من الازل

 الي الابد خاص و مستحق للذات الواجب الوجود المسمي باللّه

Yani: Ne kadar hamd ve övgü varsa, kimden gelirse gelsin, kime karşı yapılırsa yapılsın, ezelden ebede kadar, Allah diye adlandırılan Vâcibu'l -Vücûd'a mahsustur.(15)

Bediüzzaman'a göre, "ne kadar hamd varsa " hükmü, istiğrak mânâsına gelen ve bir tarif edatı olan "el" takısından çıkıyor. "Kimden gelirse gelsin " kaydı ise, "Hamd" kelimesinin içinde vardır. "Hamd" bir mastardır. Fi'li terk edildiğinden böyle makamda geneli ifade eder. Yine mef'ulün terkedildiği böyle hitabı makamlarda genel anlamlar sözkonusu olduğu için "kime karşı yapılırsa yapılsın" hükmüne işaret vardır. "Ezelden ebede kadar" kaydı ise, fiil cümlesinden isim cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delâlet ettiği için o mânâyı ifade ediyor. "Allah'a mahsustur" mânâsını "Lillah" daki "lam-i cerr" ifade ediyor. Çünkü o "lam" ihtisas ve istihkak içindir. "Vâcibu'l -Vücud" ismi ise, Ulûhiyetin bir gereği ve Zât-ı Zülcelâl'e karşı bir mülahaza unvanıdır. "Lafzullah" bir ism-i a'zam olduğu itibariyle, diğer isim ve sıfatlara delâlet-i iltizamiye ile işaret ettiği gibi; Vâcibu'l-Vücud unvanına da delalet ediyor.(16)

Acaba Arapça dil bilginlerinin ittifakla kabul ettiği şu "elhamdülillah" cümlesinin en kısa ve zahir bir mânâsı böyle olursa, hakiki manâsıyla başka bir lisana nasıl tercüme edilebilir? Müellifin ifadesiyle "Acaba o cami' ve i'cazdârâne olan lisan-ı nahvî ile mucizekârane bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimat-ı Kur'aniye sair elsine-i terkibiye ve tasrifiyye vasıtası ile zihni cüz'i, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimât-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir. Hatta diyebilirim ve belki isbat edebilirim ki, tek bir harf-i Kur'an bir hakaik hazinesi hükmüne geçer. Bazen bir tek harf bir sahife kadar hakaiki ders verir. "(17)

"Bediüzzaman'ın ,"Kur'an'ın hakikî tercümesinin kabil olmadığını söylemekle beraber, "bir şey tamamıyla elde edilmediği takdirde, o şeyi tamamıyla terketmek caiz değildir." kaidesine göre hareket ettiğini belirtmiş, "acz ve kusurumla beraber, Kur'an'ın bazı hakikatlarıyla nazmındaki i'cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım" diyerek, Kur'an'ın pek çok âyetlerini tefsir ve tercüme etmiştir"(18) şeklindeki değerlendirme, indî bir mütalaadır. Adı geçen ifadeler, sadece İşârâtu'l-İ'caz tefsirinin te'lifi ile ilgilidir. Tercüme konusu ile hiçbir ilgisi yoktur.

Tercümenin Kur'an'ın Tahrifine Yol Açacağı Endişesi

Bediüzzaman'a göre, yakın tarihimizde bilinen şekliyle Kur'an'ı Türkçe'ye tercüme etmek isteyenlerin maksatları dini tahrif ve tahrip etmek idi. O, bu konuda şunları söylemektedir: "Bundan oniki sene evvel işittim ki; en dehşetli ve muannit bir zındık, Kur'an'a karşı sû-i kasdını, tercümesiyle yapmağa başlamış ve demiş ki: Kur'an tercüme edilsin tâ ne mal olduğu bilinsin. Yani lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat, Risale-i Nur'un cerhedilmez hüccetleri kati isbat etmiş ki, Kur'an'ın hakîki tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı arabî yerine, Kur'an'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez. Ve herbir harfi on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur'aniyenin mucizâne ve cem'iyetli tabirinin yerini, beşerin âdi ve cüz'i tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı."(19)

İslâm'ın şiarı ve nişanelerini değiştirmek isteyenlerin delilleri, diğer kötü şeylerde olduğu gibi yine körü körüne yabancıları taklitten ibarettir. Diyorlar ki: İngiltere gibi yabancı ülkelerde müslüman olanların, ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi dilleriyle yapmaları ve İslâm âleminin de bunlara karşı itiraz etmemeleri bu işte şer'i bir ruhsatın var olduğunu gösteriyor.(20) Üstadın bu soruya verdiği cevap şöyledir: Türkiye'yi, yabancı ülkelere kıyaslamak son derece yanlıştır. Yabancıları din konusunda taklit etmek ise, akıl kârı değildir. Öncelikle şu bilinmelidir ki, şeriat dilinde, yabancı ülkelere "Diyar-ı Harp" denir.

Çok şeyler var ki "Diyar-ı Harp" te caiz olabilir, fakat "Diyar-ı İslâm" da caiz değildir.(21) Ayrıca Batı ülkeleri gibi yabancı ülkeler, Hristiyanlığın tahakkümü altında olduğundan, İslâmî ıstılahların anlamını geniş çapta anlatan bir ortam yoktur. Bu sebeple de oralarda mânâlar lafızlara tercih edilmiş ve ehvenü'ş-şer ihtiyar edilmiştir. Halbuki İslâm memleketlerinde bu kutsi ve İlâhî kelimelerin mânâlarını her yerde en âmi olanlara da bir İslâm şiarı olarak anlatan bir atmosfer sözkonusudur. Öyle ki, şu memleketin mabetleri ve dinî medreselerinden başka, mezarlıkların mezartaşları bile, birer telkin edici ve birer muallim hükmünde, o kutsî mânâları müslümanlara ders veriyorlar.(22)

Ezher Üniversitesi Rektörlerinden Merağî, "e's-Siyâsetü'l-Usbû'iyye" ve "el-Ehrâm" adlı dergilerde neşrettiği makalelerinde, Kur'an'ın asıl metnini okuyabilseler bile, yabancıların namazda Kur'an'ın kendi dillerindeki tercümesini okuyabileceklerine fetva vermiştir.(23) Buna şiddetle karşı çıkanlardan biri de Mustafa Sabri Efendi'dir. Daha önce de zikredildiği üzere o, yazdığı "Mes'eletü Tercemeti'l-Kur'an" adlı eserinde Bediüzzaman gibi bu görüşleri şiddetle reddetmiştir.(24)

Bediüzzaman, İmam-ı Azam'ın bir fetvasını delil olarak kullanan bazı din adamlarının görüşlerine şiddetle karşı koymuş ve şu görüşlere yer vermiştir: Ehl-i ilhâda kapılan ulemâu's-sû, milleti aldatmak için diyorlar ki: İmam-ı Azam, diğer imamların aksine demiş ki: İhtiyaç olsa, İslâm merkezinden uzak yerlerde, Arapçayı hiç bilmeyenlere, ihtiyaçları nisbetinde Fatiha yerine, onun Farsça tercümesinin okunması caizdir. Öyleyse, biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz. Hâlbuki İmam-ı Azam'ın bu fetvasına karşı, başta Hanefi mezhebinin büyük imamları ve diğer oniki müçtehit imamlar, o fetvanın aksine fetva vermişlerdir.(25) Âlem-i İslâm'ın cadde-i kübrası, cumhuru teşkil eden imamların caddesidir. Bu büyük ümmet ancak büyük caddede gidebilir. İnsanları dar yollara sevk edenler onları yoldan çıkarırlar.(26)

Bediüzzaman'a göre İmam-ı Azam'ın fetvası beş yönden husûsi bir özellik arz etmektedir: Birincisi: İslâm merkezinden uzak yerlerde bulunanlar içindir. İkincisi: Gerçek ihtiyaca göredir.(27) Üçüncüsü: Bir rivayette Cennet ehlinin lisanı sayılan Farsça diline mahsustur.(28) Dördüncüsü: Fatiha sûresine mahsus olarak cevaz verilmiş, ta ki Fatihayı bilmeyenler namazı terk etmesinler. Beşincisi: Bu fetva, imanın kuvvetinden çıkan bir İslâm hamiyyetiyle, Fatihayı bilmeyen insanların, hiç olmazsa mukaddes mânâları anlamaya yönelik istekleri sebebi ile verilmiş. Halbuki imanın zayıflığından kaynaklanan ve menfî milliyet fikrinden çıkan Arab diline karşı nefretin ve imanın zayıflığının bir göstergesi olan bu tahribat arzusu doğrultusunda, sûrelerin ve diğer kutsî kelimelerin Arapça aslını terketmek dini terketmek demektir.(29)

Dipnotlar

1-bkz. ez-Zerkânî, Menâhilu'l-İrfân fi Ulûmi'l-Kur'an, II/120.

2-bkz. ez-Zerkânî, 11/121; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 216.

3-Konu ile ilgili geniş bilgi için bkz. Aydar, Hidâyet, Kur'an-ı Kerimin Tercümesi Meselesi, 236-270.

4-bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, I/24-27; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 217.

5- bkz. Zerkâni, ll/121; Cerrahoğlu, a.g.e., 217: Aydar, 58.

6-bkz. a.g.y.

7-bkz. ez-Zerkânî, 11/154-165; Cerrahoğlu, a.g.e., 217.

8-Bu eser 1351 'de Kahire'de basılmıştır.

9-bkz. ez-Zehebî, I/26; Mustafa Sabri, Mevkifü'l-Akli ve'l-ilmi ve'l-Âlemi Min Rab-bi'l-Âlemin ve Ubbadihi'l-Murselin, IV/351-352. Ülkemizde ezan ve namaz gibi ibadetlerde Arapça yerine Türkçenin ikame edildiği dönemde, önemli bir mücadele de Reşit Rıza ile Ferid Vecdi arasında cereyan etmiştir. Ferid Vecdi, "el-Ehram" ve "el-Feth" dergilerinde konu ile ilgili yazdığı yazılarından dolayı, Türkiye'de ezan, namaz ve benzeri ibadetlerde Arapça yerine Türkçenin ikame edilmesi gibi bid'atlara taraftar çıktığı gerekçesiyle Reşit Rıza tarafından eleştirilmiştir. Ancak Ferid Vecdi, öne sürülen hususların doğru olmadığını ısrarla vurgulamış ve yapılan eleştirilerin haksız olduğunu bildirmiştir, bkz. Mustafa Sabri, IV/454-458.

10-Mektûbat, 316-317: Bediüzzaman'ın Kur'an'ın Tercümesi ile ilgili görüşleri için ayrıca bkz. Ahmed Şükri, Şâpsuğ, 1997.9-10."Ulûmu'l-Kur'an ve Tefsir fi Resâil-i Nur", Tebliğ, (Bediüzzaman en-Nursî: Fikruhu ve Da'vetuhu Sempozyumu), Ürdün, 1997. 9-10.

11-a.g.e., a.g.y.

12-a.g.y.

13-bkz. a.g.e., 316-317.

14-bkz. a.g.e., 316.

15-bkz. Mektûbat, 367.

16-a.g.e., a.g.y.

17-bkz. a.g.e., 367

18-Aydar, 212.

19-bkz. Şualar, 213.

20-bkz. Mektûbat, 405-406.

21-Bediüzzaman bu ifadeleriyle Türkiye'nin Dâru'l-Harb değil, "Daru'l-İslâm" olduğunu da vurgulamış oluyor.

22-bkz. Mektûbat, 406.

23-bkz. Mustafa Sabri, İV/351 -352.

24-bkz. a.g.e., g.g.y.

25-es-Suyûtî de, Kur'an'ın hangi dilde olursa olsun, tercümesinin onun yerinde okunmasının caiz olmadığını söylemiştir. O'na göre, hiç bir dil Kur'an'ın i'cazını gösterecek durumda değildir. Bu sebepledir ki, namazdaki zikirle ilgili kelimeleri telaffuz etmekten âciz olan bir kimse, onları başka bir dildeki tercümeleri ile okuyabilir. Ancak, Kur'an'ın kıraati ile ilgili hususta, onun tercümesine başvurmak caiz değildir. Olsa olsa, onun yerine teşbih, tehlil gibi zikirle ilgili kelimelerin tercümelerini okur. Çünkü, hadislerin manen rivayeti caiz ise de, Kur'an'ınki caiz değildir. Çünkü, Kur'an'ın İlâhî kimliğini ortaya koyan i'caz, ancak Arapçadaki nazmı ile kendini gösterebilir. Başka diller bu görevi yapamaz, bkz. es-Suyûtî, İtmamu'd-Dirâye li Kurrai'n-Nukâye (Sekkakî'nin Miftahü'l-Ulûmu ile birlikte), 24; ez-Zerkanî de, Kur'an'ın yerine ikame edilecek bir tercümenin hem din hem de ilim ve mantık açısından mümkün olmadığını, böyle bir tecümenin namazda okunmasının âlimlerin cumhuruna göre caiz olmadığını belirtmiştir. Ayrıca dört mezhebin değişik kaynaklarından naklettiği görüşlerle bunu desteklemeye çalışmıştır. İmam-ı Azam'ın, bilinen görüşünden vaz geçtiğine dair geniş bilgi için bkz. ez-Zerkanî, 11/154-187.

26-Mektûbat, 406.

27-Hanefi âlimlerinin bu fetvası, fatihanın anlamını bilmeyenlere değil, onun Arapça olarak lafızlarını öğrenmekten gerçekten âciz olan kimseler içindir. Nitekim bu görüşü, el-Haskefî, "Mezhebin fetvası budur" cümlesiyle; İbn Âbidin de "itimada şayan fetva budur" ifadesiyle vurgulamışlardır. Adı geçen âlimler tarafından imam-ı Azam'ın, önce mutlak olarak verdiği fetvasını, sonradan Arapçayı öğrenmesi imkânsız olan kimselerin ancak Arapça dışında bir dil ile (İmama göre Farsça ile) Fâtiha'yı okuyabileceğine dâir imameynin görüşüne katıldığı özellikle belirtilmiştir, bkz. ibn Âbidin, I/484; M. Alaaddin el-Haskefî ed-Durru'l-Muhtar (İbn Âbidin ile birlikte), I/484; Aynı hususu Şurunbulâlî de vurgulamıştır. bkz. Merâki'l- Felah (Haşiyetü't-Tahtavî ile birlikte), 187; Mustafa Sabri de "Hanefi âlimlerinin bu fetvası, Kur'an'ın anlamını bilmeyenler için değil, bizzat onu Arapça lafızları ile okumaktan âciz olanlar içindir" diyerek görüşünü açıkça belirtmiştir, bkz. Mustafa Sabri, İV/355.

28-Hanefî âlimlerinden el-Berdeî, Arapçayı bilmeyen kimselerin namazdaki bazı zikirleri Farsça olarak yapabileceğini söylemiş ve bunun gerekçesini de bu dilin Arapça ile eş tutulduğunu gösteren "Cennet ehlinin dili Arapça ve Farsçanın Deriyye lehçesidir." şeklindeki hadise dayandırmıştır, bkz. el-Haskefî, I/483.

29-bkz. Mektûbat, 406.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.

TAHRÎM,6

GÜNÜN HADİSİ

Sadakaların en efdali, iki kişi arasını düzeltmektir.

Seçme Hadisler, s.237

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI