Ayakların kaydığı ve kaydırıldığı bir zemin: Kader sırrı
İlk defa ateizm düşüncesinin çıktığı günden bu yana ateistler ve kendini ateist zannedenlerin -bunu özellikle ifade ediyorum.. çünkü ateizmin ülkemizdeki temsilcileri genelde bu ikinci gruba giriyor.. yeri geldiğinde bunun da izahını yapacağız- soruları hep belli bir çerçevede kalmıştır. Bu çerçeve içine giren konulardan birisi kader mevzuudur. Vakıa biz ateist sitelerdeki soruları taradıktan sonra bunları gruplar halinde konu başlıkları altında toplamıştık. Bugün kaderle alakalı sorulan sorulara cevaplar vereceğiz. Esasen günümüze kadar pek çok alim kaderle alakalı sorulan bu sorulara cevaplar vermişlerdir. Biz malum referanslarımız ışığında çağın idrak ufkunu da nazar-ı itibara alarak soruların cevaplarını vermeye çalışacağız. Öncelikle isterseniz bu sorulardan bazılarını verelim: “Kaderimiz çiziliyse kararlarımızdan niye sorumlu tutuluyoruz? Yok eğer hür irademiz varsa, niye bazı şeyleri seçtiğimizde cehenneme atılıyoruz? Seçme yeteneğimiz var, fakat bazı şeyleri seçmememiz isteniyorsa bu yeteneğin ne kadar anlamı var? Buna cevap olarak toplum kurallarını örnek gösteren bir analoji kurulursa, örneğin, hırsızlık yapma seçeneğimiz var, ama hırsızlık yaparsak toplum bizi cezalandırır, dolayısıyla Allah’ın da bizden bazı şeyleri talep etme hakkı vardır deniyorsa, bu analojinin geçersizliğine dikkat ediniz. Çünkü soru, topluma veya herhangi bir şeye zararı olmayan seçimlerden bile bazılarını yapmakta niye özgür değiliz sorusudur. Örneğin, benim namaz kılmamamın veya Allah’a inanmamamın kimseye zararı yok. Böyle seçimlerden dolayı dine göre neden cezalandırılmam gerekiyor? Tanrı her şeyi biliyorsa (geçmiş, gelecek, vs), o zaman geçmiş de, gelecek de daha yaratılış anında belli demektir. Belli olan bir şeyi değiştirmek icin, kitap, peygamber, vs göndermenin mantığı ne o zaman?” Bu soruları cevaplandırmaya geçmeden önce kader mevzuunu kısaca anlatmakta fayda var. Önce İslam’ın kader anlayışını anlayalım. Daha sonra zaten soruların cevapları kendiliğinden verilmiş olacak. Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hâl ve geleceği bir nokta gibi görüp, bilen ve esasen kendisi için geçmiş, hâl ve gelecek diye hiçbir şey mevzubahis olmayan Cenâb-ı Hakk'ın mikro âlemden makro âleme, zerrelerden sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla normo âlem insana kadar en küçükten en büyüğe, bütün kâinatı ilmî plânda, ilmî vücudlarıyla plânlayıp programlaması, ezel ebed çizgisi üzerinde olmuş ve olacak, iyi- kötü her şeyin oluş zamanını, yerini ve her türlü özelliklerini alim sıfatıyla bilmesi, iradesiyle takdir ve tespit etmesidir. Kaza ise, zamanı gelince Allah'ın, ilmine ve takdirine uygun olarak eşya ve olayları yaratmasıdır. Kader ile irade birbirine zıt değil midir? Esas itibariyle, insan irâdesiyle kader arasında bir zıddiyet yoktur. Yani insan irâdesiyle kader, omuz omuzadır. Şimdi bunu biraz açalım: İnsanlar işledikleri sevaplarla cennete, günahlarla da cehenneme gitmeleri bir vakıa ise, bunların kader dilinde, Cenâb-ı Hakk tarafından tasdik edilmesi, bir bakıma irâdelerinin kuvvetlendirilmesidir. Demek insanda, onu hayra, sevaba ve cennete sevkeden veya tamamen tersine, kötüye, günaha ve cehenneme yuvarlanmasına sebep olan bir güç var ki, takdire esas teşkil ediyor. İşte bu güç irâdedir. Ve bu irâdenin var olması Allah'ın takdirine mâni değildir. Esasen bütün fiillerimiz için de böyle düşünebiliriz. Meselâ, elimizi kaldırmak istediğimizde, fizikî bir ârıza söz konusu değilse, elimizi kaldırabilir; konuşmak istediğimizde de konuşabiliriz. Bu fiilleri işlemeye muktedir oluşumuz bize bir şeyi, yani bizde bir irâdenin oluşunu ispat eder. İster buna irâde, ister cüz'-i ihtiyarî, isterse meşîet veya dileme deyin, netice değişmeyecektir. Mahiyetini bilmediğimiz bu şeyin varlığı her türlü isbat gayretinin üstünde, gün gibi ayândır. İlâhî takdirin ma'nâsına gelince; sanki Cenâb-ı Hakk, insana şöyle demektedir: "Ben, şu zamanda, iradeni şu istikamette kullanacağını biliyorum. Onun için de senin hakkında bu işi o şekilde takdir buyuruyorum." İşte bu, iradeyi sağlamlaştırmak demektir. Evet, eşyayı yaratan Allah'tır. Ancak insan iradesinin söz konusu olduğu yerde, yapılan takdirde, insan iradesinin hangi tarafa sarf edileceği Cenâb-ı Hakk tarafından bilinmekte ve takdir ona göre yapılmaktadır. Öyle ise kader, insan iradesini sağlamlaştırıyor, iptal etmiyor. Yani, bir bakıma kader, insan iradesini de içine alıp kuşatıyor, ihata ediyor. Bu ise iradeyi sağlamlaştırmak demektir; iptal etmek değildir... Kader ilim nevindendir Kader, Cenâb-ı Hakk'ın ilminde eşyaya biçilen bir plân ve projedir. Bir şeyi bilmek ise o şeyi vücuda getirmek, demek değildir. Meselâ, siz kafanızda bin tane binanın plânını tutsanız, yüzlerce fabrikanın fizibilitesini tasarlasanız bunlardan hiçbiri sırf kafanızda tuttuğunuzdan dolayı vücuda gelmez. Onların vücuda gelmesi için, irâde ve kudrete ihtiyaç vardır. Aksi halde, kafanızda tasarladığınız bina veya fabrikayı sadece siz bilirsiniz. Hayalen onun içinde dolaşır durursunuz ve hayalinizdeki en küçük bir kesinti de o fabrika veya o binayı ortadan kaldırıverir. Hatta, muhayyileniz yardımını kestiğinden dolayı hiç düşünmemiş ve tasarlamamış gibi olursunuz. Kader ilim nevindendir. İlim ise daima malûma tâbidir. Yani birşey nasılsa ve nasıl olacaksa öyle bilinir. Yoksa, malûm ilme tâbi değildir. Durum böyle olunca, bizim ne yapacağımızı, iradelerimizi nasıl kullanacağımızı Cenâb-ı Hakk biliyor ve takdirini de bildiği istikamette yapıyor. O'nun ilmi muhittir, herşeyi kuşatmıştır. -"Cenâb-ı Hakk'ın ilmine tâbidir" şeklinde bir ifade kullanmak sû-i edeptir. Biz bu tâbiri sadece meseleyi akla ve anlayışımıza yaklaştırmak için kullanıyoruz.- Bir tren düşünelim. Bu trenin iki istasyon arasında katedeceği mesafe, zamanlama açısından bellidir. İnce hesaplarla hesaplanmış bu netice, trenin hareketinden çok önce bilinir ve bazen de bu ma'lumat matbu hâle getirilir. İşte bu bilinen netice bir plân ve projedir. Meseleyi, mevzumuza kıyas edecek olursak biz buna "Kader" deriz. Şu kadar var ki, elimizdeki bu malumat ve kader, treni harekete geçiren cebrî bir güç değildir. Yani tren bu plân ve projeden dolayı, denilen saatte, denilen istasyona gitmiyor, belki tren o vakitlerde oralara gideceği için bu plân ve projede, yani trenin kaderinde bu böyle yazılıp kaydediliyor. Çünkü ilim maluma tâbidir. Nasıl olacaksa öyle bilinmekte ve hakkındaki takdir ona göre yapılmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın ilmi, çok yüksek bir nokta olmuş ve olacak bütün eşyaya bir anda ve bir noktaya baktığı gibi bakar. O'nun ilminde, sebep-netice, başlangıç ve sonuç iç içedir ve hepsi tek noktanın içine sıkıştırılmıştır. O'nun için orada evvel-âhir, önce ve sonra diye bir şey yoktur. Yani Cenâb-ı Hakk'ın ilmi herşeyi, bütün yönleriyle kuşatmıştır. Takdirini de bu ilmiyle yapmaktadır. Öyleyse bu takdir, iradî fiillerde, irade devre dışı tutularak yapılmamıştır. Kaderle alakalı en önemli mesele Allah’ın bilmesi meselesidir.. yani nasıl oluyor da bir şey daha olmadan önce bilinebiliyor. İşte en büyük hata da burada yapılıyor. Yani insan, kendi bilmesiyle Allah’ın bilmesini kıyaslıyor ve çıkmaza giriyor. Halbuki insan sınırlıdır ve sınırlı olan sınırsızı asla kavrayamaz. Yazıyı biraz uzattık. Sizleri sıkmamak için burada şimdilik keselim. Önümüzdeki yazıda bu mesele üzerinde duracağız. Yani Allah’ın bilmesi meselesi. Çünkü bu mesele çok önemli. Bunu anlayınca zaten kader meselesi de anlaşılmış olacaktır.