DERS: 20 ONSEKİZİNCİ PENCERE
Yirmi ikinci Söz'de izah edilen şu temsile bak ki: Nasıl mükemmel, muntazam, san'atlı, saray gibi bir eser, bilbedahe muntazam bir fiile delalet eder. Yani bir bina, bir dülgerliğe delalet eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure mükemmel bir fâile ve mahir bir ustaya, bir dülgere delalet eder.
اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكُوتِ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ
("Onlar, göklerin ve yerin iç yüzüne (özüne) bakmadılar mı?" A'râf Sûresi,185)
Yirmi ikinci Söz'de izah edilen şu temsile bak ki: Nasıl mükemmel, muntazam, san'atlı, saray gibi bir eser, bilbedahe muntazam bir fiile delalet eder. Yani bir bina, bir dülgerliğe delalet eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure mükemmel bir fâile ve mahir bir ustaya, bir dülgere delalet eder.
Ve mükemmel usta ve dülger ünvanları, bilbedahe mükemmel bir sıfata, yani san'at melekesine delalet eder.
Ve mükemmel sıfat ve o mükemmel meleke-i san'at, bilbedahe mükemmel bir istidadın vücuduna delalet eder. Ve mükemmel bir istidad ise, âlî bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delalet eder. Öyle de: Zeminin yüzünü, belki kâinatı dolduran müteceddid eserler, bilbedahe gayet derece-i kemalde bulunan ef'ali gösteriyor.
Ve şu nihayet derecedeki intizam ve hikmet dairesindeki ef'al, bilbedahe ünvanları ve isimleri mükemmel olan bir fâili gösteriyor.
Çünki muntazam, hakîmane fiiller, fâilsiz olmadığı kat'iyyen malûm.
Ve son derece mükemmel ünvanlar, o fâilin son derece kemaldeki sıfatlarına delalet eder. Çünki fenn-i sarfça nasıl ism-i fâil masdardan yapılır. Öyle de, ünvanların ve isimlerin dahi masdarları ve menşe'leri, sıfatlardır.
Ve son derece-i kemalde sıfatlar, şübhesiz son derece mükemmel olan şuunat-ı zâtiyeye delalet eder.
Ve kabiliyet-i zâtiye -tabir edemediğimiz- o mükemmel şuun-u zâtiye, bihakkalyakîn hadsiz derece-i kemalde olan bir zâta delalet eder.
İşte bütün âlemdeki âsâr-ı san'at ve bütün mahlûkat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe'ne ve şe'n ise zâta şehadet ettikleri için; masnuat adedince birtek Sâni'-i Zülcelal'in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi'rac-ı marifettir. Hiçbir cihette içine şübhe girmeyen müteselsil bir bürhan-ı hakikattır.
Şimdi ey bîçare münkir-i gafil! Silsile-i kâinat kadar kuvvetli şu bürhanı ne ile kırabilirsin? Şu masnuat adedince hakikatın şuaını gösteren hadsiz delikli ve kafesli şu pencereyi ne ile kapatabilirsin? Hangi perde-i gafleti üstüne çekebilirsin?"
Burada, Cenab-ı Hakk'ın hem zatının, hem şuunatının, hem sıfatlarının, hem isimlerinin, hem yaptığı iş ve icraatlarının ve eserlerinin nihayetsiz kemalde ve cemalde olduğunu, baştan aşağıya, aşağıdan başa doğru gösteriliyor. Eserden yola çıkılarak, eser sahibinin zatı, sıfatı ve isimleri hakkında bilgi ediniliyor. Felsefe ve ilm-i kelamda, en sağlam yol ve ikna edici delil, eserden müessire doğru gitmek olarak kabul edilmiştir. Yani, eser sanatlı ve hikmetli ise, eser sahibi de sanat ve hikmet sahibidir, neticesine ulaşmak gibi. Ortada mükemmel bir sanat harikası vardır. Bu sanat harikasına sahip olmak için, o sanatta görünen isimlere sahip olmak gereklidir. O isimlere sahip olmak, sıfatlara sahip olmayı gerektirir.
"Kezalik kâinatta görünen âsârın kemali, hadsî bir müşahede ile ef'alin mükemmeliyetine, ef'alin kemali de fâilin kemal-i esmasına, esmanın kemali sıfâtın kemaline, sıfâtın kemali şuunat-ı zâtiyenin kemaline, şuunatın kemali Zât-ı Zülcelal'in kemaline delalet eder." (Mesnevi, 14.Lema,19)
Burada şuunat kelimesi geçiyor. Buna kısaca temas edelim:
Allah, kâinatı yaratmadan önce Zatında "yaratıcılık" şe'nine sahipti; yani, Kendi Zatında yaratıcılık özelliği vardı. Kâinatı yaratmasıyla da "Halık" (Yaratıcı) ismi tecelli etmiş oldu.
Daha iyi anlamak için kendimizden örnek verelim: Mimar Sinan da istidad ve kabiliyet vardı. Ne zaman camii ve köprü yapmaya başladı o zaman "mimar" adını aldı. Marangoz da böyledir. İnsan da marangozluk istidadı ve kabiliyeti vardır. Ne zaman masa ve sandalye yapmaya başlarsa "marangoz" adını alır. Aynı şekilde insanda "yazarlık" istidat ve kabiliyeti de vardır. Ne zaman kitap yazmaya başlarsa, o zaman "yazar" adını alır. İşte örneklerde geçen insan ruhundaki özelliklerden "mimarlık", "marangozluk", "yazarlık" gibi istidat ve kabiliyetler, şuunata birer örnektir.
Teşbihte hata olmasın, Cenab-ı Hakk'ında Zatında, canlıları yaratmadan önce "Rezzakiyet" (rızık vericilik) özelliği vardı, o zaman " Razık" (rızık verici) ismi tecelli etti. Malikiyet, Rububiyet, Hâkimiyet gibi Zatında diğer kutsal özellikler de böyledir. Bütün bu özellikler, O'nun Yüce Zatında ezelden beri vardır. Kâinat yok olsa da, yine baki kalacaklardır.
İşte Risale-i Nur'da "rızık vericilik" gibi Cenab-ı Hakk'ın Zati özelliklerine "şe'n" denilmiştir. Ancak burada şuna dikkat etmek gerekir. Cenab-ı Hakk'ın şuunatı, insanların istidat ve kabiliyetlerine asla benzemez. Zira O'ndaki şuunatın misli, misali, eşi ve benzeri kesinlikle yoktur. İnsanlar ki "mimarlık" , "marangozluk", "yazarlık" gibi ruhsal istidat ve kabiliyetler, o mukaddes şuûnatın varlığını keşfedebilmek için birer küçük dürbün hükmündedir, kıyas için değildir.
Şuûnat kelimesinin diğer anlamı "kerem ve şefkat gibi yüksek vasıfların mahiyetlerinde bulunan lezzet güzellik saadet ve kemal" şuûnatın diğer bir manasını teşkil eder. 32. Söz de "lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye" ifadeleriyle İlahi şuûnat dikkatimize arz edilir. Hatta teveddüt (sevdirme) , taarruf(bildirme, tanıtma) gibi manaların da birer şe'n olduğu belirtilir. Orada bu şe'nleri anlayabilmemiz için bazı temsillerde verilir. (Sözler, 32.Söz,2. Mevkıf,673-675)
Özet olarak, eserden hareketle eser sahibine intikal etmek kati ve sağlam bir tevhit yoludur. Şimdi bunları işleyeceğiz.
''Nasıl mükemmel, muntazam, san'atlı, saray gibi bir eser, bilbedahe muntazam bir fiile delalet eder. Yani bir bina, bir dülgerliğe delalet eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure mükemmel bir fâile ve mahir bir ustaya, bir dülgere delalet eder.''
Kitap; yazmak fiiline, yazmak fiili, yazar ismine (unvanına), yazar ismi, yazarlığın yapılabilmesi için gerekli olan görmek, işitmek, konuşmak, hayatlı olmak, ilim ve kudret sahibi olmak gibi sıfatları iktiza ediyor. Bu sıfatlar da yazarlık şuunatını yani kabiliyetini iktiza ediyor. Sıfatlar olup kabiliyet olmasa o mükemmel kitap ortaya çıkamaz. Şuunat yani kabiliyet de mükemmel bir şahsa ve zata işaret ediyor.
" Evet, işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi fâilsiz olamaz. Ve isimler müsemmasız olması muhal olduğu gibi, sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir."(Şualar, 4. Şua,73)
Mesela, ikram etmek bir fiildir.
Bu fiili yapan kişiye ''Mükrim''denir. (İsim)
Bir kişi ikram etme özelliğine sahip ise güzeldir. (Sıfat)
İkram edicilik güzel bir hal ve yüksek bir meziyettir. (Şe'n)
Bu eser ile Zat-ı Akdes arasındaki müteselsil yapı, farklı bir zatı, ya da farklı bir merci akla getirmemelidir, aksi takdirde şirk olur. İsimlerin çıkış noktası sıfatlardır. Sıfatlar da Allah'ın Zatı ile kaim şeylerdir. Üstad Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret ediyor:
''Ve mükemmel usta ve dülger unvanları, bilbedahe mükemmel bir sıfata, yani san'at melekesine delalet eder. ''
Ortada mükemmel bir sanat harikası vardır. Bu sanat harikasına sahip olmak için, o sanat'ta görünen isimlere sahip olmak gereklidir. O isimlere sahip olmak, sıfatlara sahip olmayı gerektirir.
O sıfatlar ise, Zatın hal ve keyfiyetinden kaynayıp geliyor. Yani, şuunattan geliyor. O şuunatın mahalli ve dayandığı yer ise, ulvi bir varlık olan Zat-ı Akdesdir.
Elbette derece ve nispet bakımından aralarında fark vardır. Allah'ın mükemmel icraat ve sanatlarının arkasında, mükemmel isimler işliyor. O isimler, farklı mana ve tecelliler ile, eser ve sanata şekil ve estetik katıyor. O mükemmel, sayısız isimlerin arkasında ise, mükemmel, ezeli ve ebedi, yedi sıfat duruyor. "yedi sıfât-ı sübutiye olan Hayat, İlim, Kudret, İrade, Sem', Basar ve Kelâm sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir."(Şualar,7. Şua, 1.Hakikat, 142)
Bu yedi sıfat, yani hayat, ilim, irade, kudret, sem, basar ve kelam isimlerin gerçek arka planıdır. Yani bütün isimler bu yedi sıfattan türer, çıkar. Bu yedi sıfat olmasa isimler işlemez, çalışmaz. Bu yedi sıfat, biri birisiz olmaz. Yani, ilim, kudretsiz, kudret ilimsiz olmaz. Hepsi birbirine lazım ve vacip derecesinde lüzumludur. Bu mükemmel yedi sıfat'ta, şuunat-ı Zatiye dediğimiz, Allah'ın zatına ait, anlamaktan aciz olduğumuz, ama varlığını ve tecellilerini gördüğümüz, hal ve keyfiyetlerdir.
Cenab-ı Hakkın zatı bilinmez, ama zatının varlığına mahlûkat adedince şahitler mevcuttur. O'nun mukaddes sıfatları da kemaliyle idrak edilemez, ancak o sıfatların varlıkları ve sonsuz oldukları bilinebilir. Bu sıfatlarda ne bir azalma ne de artma düşünülebilir. Bizdeki sıfatlar, İlahi sıfatların ancak varlıklarını bildirebilir, mahiyetleri hakkında hiç mi hiç fikir vermez.
''Ve mükemmel sıfat ve o mükemmel meleke-i san'at, bilbedahe mükemmel bir istidadın vücuduna delalet eder. Ve mükemmel bir istidad ise, âlî bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delalet eder.
Öyle de: Zeminin yüzünü, belki kâinatı dolduran müteceddid eserler, bilbedahe gayet derece-i kemalde bulunan ef'ali gösteriyor. ''
Kâinatta her eşya ve her mevcut sürekli olarak tecdit ve tazelendiriliyor. Tecdit ve tazelendirmek, kâinatı kuşatan mükemmel bir fiil, mükemmel bir eylemdir. Mükemmel bir fiil de, mükemmel bir faili ve ustayı akla gösterir.
Nasıl güzel bir nakış işlemesi, mükemmel bir nakkaşı gösteriyor ise; eşya ve mevcudatın mükemmelen yenilenip tazelenmesi de, mükemmel bir Zat'ı akla ve kalbe tasdik ettirir. "Madem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz. San'atlı bir nakış, nakkaşını bildirmemek olmaz. Nasıl olur ki; bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?" (Sözler,22. Söz 1. Makam 5. Bürhan 308)
Bir mahlûkun mükemmelliği, halk etme yani yaratma fiilin mükemmelliğini, o ise Halık isminin mükemmelliğini o da Halık olma vasfının (sıfatının) mükemmelliğini, o da Halıkıyet (yaratıcılık şe'ninin) mükemmelliğini gösterir.
Bütün bu mükemmellikler, sonsuz kemalde olan bir Zatın varlığından haber verirler. "Malûmdur ki; mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel san'atlar, gayet güzel bir proğrama istinad eder. Mükemmel ve güzel bir proğram ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delalet eder. Demek ruhun manevî güzelliğidir ki; ilim vasıtasıyla san'atında tezahür ediyor."(Sözler,32. Söz,2. Mevkıf,3.Remiz,3. Hüccet,671)
''Ve şu nihayet derecedeki intizam ve hikmet dairesindeki ef'al, bilbedahe ünvanları ve isimleri mükemmel olan bir fâili gösteriyor. Çünki muntazam, hakîmane fiiller, fâilsiz olmadığı kat'iyyen malûm. Ve son derece mükemmel ünvanlar, o fâilin son derece kemaldeki sıfatlarına delalet eder. Çünki fenn-i sarfça nasıl ism-i fâil masdardan yapılır. Öyle de, ünvanların ve isimlerin dahi masdarları ve menşe'leri, sıfatlardır.''
Masdar, fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekline denir, yani fiil köküne denir: okumak, yazmak, kitabet ve kıraat gibi.
Hâsıl-ı bilmasdar ise, hakiki müessirden hâsıl olan fiildir. Meselâ: Bir şeye vurmak, masdardır; o vurmaktan hâsıl olan sesin çıkması, hâsıl-ı bilmasdırdır. Tüfek atarak bir adamı öldürmekte tüfek atmak fiili masdar, adamın ölmesi ve tüfekten ses çıkması da hâsıl-ı bilmasdar'dır.
Sarf ilmine göre fail, mastardan türetilir, hâsıl-ı bilmastardan türetilemez. "Öyle de, ünvanların ve isimlerin dahi masdarları ve menşeleri, sıfatlardır." cümlesinin izahı ise şöyledir:
Tabiat bir sanattır sanatkâr olamaz, bir fiildir fail olamaz, bir edilgendir etken olamaz, bir mistardır mastar olamaz, vehmi bir kurgudur hakikat ve gerçek olamaz.
Mistar ustanın sanatında kullandığı bir alettir, mastar ise, işi yapan hakiki fail demektir. Şimdi binayı yapan usta meydanda dururken ustanın aletine işaretle "işte binanın mucidi bu" demek ahmaklığın en acaibi olur.
Tabiat ve esbap denilen şeyler olsa olsa Allah'ın sanatlarında bir alet bir araç bir bahane olabilir. Bundan fazlasını bunlara vermek akla aykırı bir durumdur. "Okumak mastarı bu kitabı okudu." denilemez, "Ali bu kitabı okudu." denilir. Aynı şekilde "yazmak mastarı bu kitabı yazdı" denilemez, "Ahmet bu kitabı yazdı" denilir, gibi.
''Ve son derece-i kemalde sıfatlar, şübhesiz son derece mükemmel olan şuunat-ı zâtiyeye delalet eder. Ve kabiliyet-i zâtiye -tabir edemediğimiz- o mükemmel şuun-u zâtiye, bihakkalyakîn hadsiz derece-i kemalde olan bir zâta delalet eder.''
Allah'ın Zat-ı Akdes'ine ait kabiliyet, yetenek ve keyfiyetler şeklinde kısaca özetleyebiliriz. Ama kabiliyet kelimesine insanlar örfi bir mana yüklediği için, biraz dikkat etmemiz gerekecektir. Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarının tecellisiyle mahlûkatta tezahür eden sıfat şe'nlerin benzerliği olamaz.
Mesela bir talebe, hocasından ilim öğrenmekte ve böylece kendisi de bir miktar ilim sahibi olmaktadır. Fakat talebedeki bu ilim, hocanın ilmi değil, belki o ilmin bir tezahürüdür. Alim bir zatın bir vecize yazığını farzediniz. Bu vecizede o zatın ilmi görünür. Fakat o yazı ve ne de yazıdaki mana o âlim zatın ilminin kendisi değildir. Sadece, ilim o yazıda tezahür etmiştir. Kalemin ucunda da yazının kendisinde de ilim bulunmamaktadır. İnsanların kabiliyeti daha çok kuvveden fiile doğru geliştirilmesi gereken birer yetenek şeklinde değerlendirir. Hâlbuki Allah'taki bu kabiliyetler kemal bir noktadadır, gelişmesi söz konusu değildir. Bu yüzden her bir şuunatın başına mukaddes ibaresini koymak gerekiyor.
Mesela, lezzet-i mukaddese de olduğu gibi. Allah da lezzet alır, ama insanların lezzet alması gibi değil, ulûhiyetin kudsi mahiyetine uygun bir şekilde lezzet alır ki, bu lezzete lezzet-i mukaddese denir.
Bir koyuna, bir kuşun daldan dala uçmaktan aldığı zevki anlatmak mümkün değildir. Çünkü o, zevk denince sadece kırlarda dolaşıp otlamayı anlar.
Deniz dibindeki balıklara, üniversitelerden ve orada okuyan insanlardan bahsetseniz, üniversite bir başka deniz, okumayı ise kum yutma olarak tahayyül edeceklerdir.
Çalı yiyen bir keçiye, yanı başında ilim tahsil eden bir zatın ilimden aldığı zevki nasıl izah edebilirsiniz? Keçi de çalıdan bir zevk almaktadır. Bu zevk ile âlimin aldığı zevkin ölçülmesi kabil değildirİşte mahlukata ait lezzet alma arasında bu derece fark olursa, elbette ki mahluk zevkinin terazisiyle, Halık-ı Zülcelal'in –tabiri caizse- kainatta yapmış olduğu devamlı faaliyetten aldığı ve Esma-i Hüsnasının her an mahlukatta tecellisinden duyduğu Zat-ı Akdesine mahsus ve münasip olan "lezzet-i mukaddese"si ölçülemez ve anlaşılamaz.
Evet, Allah'ın bütün mahlûkatının ihtiyaçlarını görmekte bir lezzet-i mukaddesesi vardır. Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten yahut doyurmaktan aldığımız lezzet gibi değildir. .(Mehmed Kırkıncı Hocamın Hikmet Pırıltıları adlı eserinden)
''Her bir faaliyette bir lezzet nev'i vardır''. (Mektubat,18. Mek.90) Hakikatından hareket ederek kâinata nazar ettiğimizde Cenab-ı Hakkın her bir fiilini icra etmekte, her bir ismi tecelli ettirmekte bir lezzet-i mukaddese olduğu aklımıza görünür. Bu lezzetin keyfiyetini ise aklımız idrak edemez.
''İşte bütün âlemdeki âsâr-ı san'at ve bütün mahlûkat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe'ne ve şe'n ise zâta şehadet ettikleri için; masnuat adedince birtek Sâni'-i Zülcelal'in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi'rac-ı marifettir. Hiçbir cihette içine şübhe girmeyen müteselsil bir bürhan-ı hakikattır.
Şimdi ey bîçare münkir-i gafil! Silsile-i kâinat kadar kuvvetli şu bürhanı ne ile kırabilirsin? Şu masnuat adedince hakikatın şuaını gösteren hadsiz delikli ve kafesli şu pencereyi ne ile kapatabilirsin?''
Buradaki sıfat kavramı iki anlamda kullanılmıştır. Birincisi subuti sıfat anlamında ki, Ayetül Kübra risalesinde şu şekilde izah edilmiştir " Ve bu celâldarâne ve cemâlperverâne cilvelenen Esmâ-i Hüsnâdan ve perdesinin arkasında, sıfât-ı seb'a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücutları ve tahakkukları anlaşılır.
Ve bu yedi kudsî sıfatın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle, hem hayattarâne, hem kadîrâne, hem alîmâne, hem semîâne, hem basîrâne, hem müridâne, hem mütekellimâne nihayetsiz bir surette tecellileriyle bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir mevsuf-u Vâcibü'l-Vücudun ve bir müsemmâ-i Vâhid-i Ehadin ve bir fâil-i Ferd-i Samedin mevcudiyeti, güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda, kalbdeki İmân gözüne görünür gibi kat'î bilinir." (Şualar, Ayet-ül Kübra, 141)
İkincisi ise rahmaniyet, rahimiyet, hakimiyet, adiliyet anlamında kullanılmıştır. Rahman isim, rahmaniyet ise sıfat anlamında kullanılmştır. Şöyleki; yazmak fiili bir yazıcıya (isim), yazıcı ismi ise yazabilme vasfı olan (sıfat) birine delalet eder. İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz, şüphesiz, o fâilin kemâl-i evsâfına delalet eder. Zîrâ, sıfat mükemmel olmazsa sıfattan neş'et eden isimler, ünvanlar mükemmel olamaz.
"Nasılki işlenmiş bir eserin güzelliği işlemesinin güzelliğine ve işlemek güzelliği ustalığın o san'attan gelen ünvanının güzelliğine ve ustadaki san'atkârlık ünvanının güzelliği o san'atkârın o san'ata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği kabiliyet ve istidadının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği zâtının ve hakikatının güzelliğine derece-i bedahette gayet kat'î bir surette delalet eder."(Şualar, 4. Şua,6. Hasbiye,1. Bürhan,73)
Netice olarak, kâinat ve kainattaki her şey, Allah'ın bir sanatlı icraatı ve mükemmel bir fiili olmasından, her şeyde Allah'ın varlığına ve birliğine açılan bir pencere vardır. O pencereden baktığın zaman, Allah'ın bin bir ismini ve birliğini çok açık bir şekilde görürsün.
Mesela, bir çiçek, bir elma, bir nar, Allah'ı yüzlerce ismi ile bize tarif ve ispat eder. Öyle ise kâinat ve içindeki sanatlı mahlukat, birer menfez ve delik hükmündedirler, o delik ve menfezlerden baktığın zaman, Allah'ı bin bir ismi ile görebilirsin.
Üstad'ın, burada delikli ve kafesli pencereden kastettiği şey; bütün âlemdeki âsâr-ı san'at ve bütün mahlûkatın, Allah'a ve isimlerine olan işaret ve delaletidir. Hangi perde-i gafleti üstüne çekebilirsin?
"Evet, meselâ, her bir kelimesi bir kitabı ve her bir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtibsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelî'nin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar ancak Nakkaş-ı Ezelî'ye iman etmekle kitab-ı kâinata şahid olabilirler." (Mesnevi, Lasiyyemalar,35-36)
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
DİĞER YAZILAR
DERS: 33 SÖZLER, LEMAAT MADDE RİKKAT PEYDA ETTİKÇE, HAYAT ŞİDDET PEYDA EDER
Allah madde ve manayı beraber yaratmış, biri birisiz olamaz. Tıpkı ruh ve beden gibi. Mesela ru
DERS: 32 OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ BİRİNCİ PENCERE
Üstad, ‘’Haşir Risalesin’’deki hakikatlara ’’bab ’’ diyor, burada da ‘’pencere
DERS: 31 ÂYETÜ’L-KÜBRA RİSALESİ İKİNCİ BAB İKİNCİ HAKİKAT
Ayetü’l-Kübra baştan sona Allah’ı anlatıyor. Kur’an-ı Kerimde de ‘’Ayetü’l-Kübra
DERS: 30 KASTAMONU LAHİKASI -RİYA HAKKINDADIR-
Bu konuyu Üstadımız, Kastamonu Lahikasında üç nokta halinde sunmuştur. Riya hakkında genel b
DERS : 29 Kastamonu LAHİKASI TAKVA VE AMEL–İ SALİH
Konumuz takva ve salih amel olup, bu terimleri anlamaya ve hayatımızda tatbik etmek için azim gay
DERS: 28 ONALTINCI SÖZ, ÜÇÜNCÜ ŞUA
‘‘Ey haddini aşarak insana sürekli vesvese veren nefis’ deniliyor. Neden haddinden tecavüz
DERS: 27 On dördüncü Lem'anın İkinci Makamı
Besmele Kur’an’da da yüz on dört kere nazil olmuş. Besmele çok sırlı bir ayettir. Kur’an
DERS: 25 YİRMİ ALTINCI MEKTUP DÖRDÜNCÜ MESELE
Sual: Mütekellimîn üleması; âlemi, imkân ve hudûsun ünvan-ı icmalîsi içinde sarıp zihnen
DERS: 24 ONİKİNCİ LEM'A
Bu günkü dersimizin konusu Re’fet Ağabey’in, Üstad’a sorduğu iki sualinin cevabı hakkın
DERS: 23 10.SÖZ 7.HAKİKAT (HAŞİR BAHSİ)
Kuran-ı Kerim’in dört esası vardır. Bunlar; Tevhid-Nübüvvet-Haşir, Adalet ve İbadet’tir.
- DERS: 22, ONALTINCI SÖZ, BİRİNCİ ŞUA
- DERS: 21 ON ÜÇÜNCÜ SÖZ
- DERS: 20 ONSEKİZİNCİ PENCERE
- DERS: 19 ONSEKİZİNCİ SÖZ İKİNCİ NOKTA
- DERS: 18 ONDÖRDÜNCÜ SÖZÜN ZEYLİ
- DERS: 17 YİRMİ İKİNCİ MEKTUP İKİNCİ MEBHAS
- DERS: 16 YİRMİ ALTINCI MEKTUB DÖRDÜNCÜ MEBHAS DÖRDÜNCÜ MES’ELE
- DERS: 15 İKİNCİ LEM'A
- DERS :14 ON ALTINCI MEKTUP BEŞİNCİ MES’ELE
- DERS: 13 MÜNAZARAT’tan
- DERS: 12, 14. SÖZ “HÂTİME”
- DERS: 11 MESNEVİ-İ NURİYE 10. RİSALE
- DERS: 10 SÖZLER, LEMAAT’tan "EL-HAKKU YA'LÛ" BİZZÂT, HEM AKİBET MURADDIR
- DERS :9 2.ŞUA 1.MAKAM ÜÇÜNCÜ MEYVE
- DERS : 8, 13.SÖZ HÜVE NÜKTESİ
- DERS : 7 YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUB
- DERS: 6 ONDOKUZUNCU LEM’A 5. VE 6. NÜKTE
- DERS: 5 YİRMİBİRİNCİ MEKTUB
- DERS: 4 11. ŞUA. DÖRDÜNCÜ MESELE
- DERS : 3 YİRMİ İKİNCİ MEKTUB HÂTİME (Gıybet hakkındadır)
- DERS: 2 MESNEVİ-İ NURİYE, KATRE HATİME
- DERS: 1 19.MEKTUB 13.İŞARET
- ÖNSÖZ
Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.
SAFF, 3
GÜNÜN HADİSİ
İçinde Allah'ın anıldığı ev ile içinde Allah'ın anılmadığı ev diri ile ölüye benzer.
Müslim
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...