SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-1

Kıymetli ziyaretçilerimiz, vefatının 56. Senesine girmiş olduğumuz Üstad Bediüzzaman hazretleriyle alakalı dev bir çalışmanın muhtasar bir halini sizlere sunmaya başlıyoruz.


Necmeddin Åžahiner

2016-03-01 11:35:38

TAKDÄ°M

Kıymetli ziyaretçilerimiz, vefatının 56. Senesine girmiş olduğumuz Üstad Bediüzzaman hazretleriyle alakalı dev bir çalışmanın muhtasar bir halini sizlere sunmaya başlıyoruz.

Yarım asırdır Üstad, eserleri ve talebelerinin tanıtılmasında büyük gayret ve hamiyeti müşahede edilen muhterem Necmeddin Şahiner beyin altı ciltlik Son Şahitler adlı eseri konuyla alakalı çalışma yapacakların istiğna edemeyecekleri dev bir çalımadır. Bu eseri sitemizde tanıtırken şöyle demiştik; "Bu eseri hazırlayan Necmeddin Şahiner bey, altmışlı yılların sonlarından itibaren-merhum Zübeyir Gündüzalp'in de teşvikleriyle- Üstadı tanıyan, gören, bilenlerin peşine düşmüş, Anadolu'yu karış karış dolaşmış, bulduğu en küçük bir ipucunun bile zayi etmemiş, aşkla, şevkle bir ömrü bu uğurda harcamış, bahtiyar bir şahsiyet..Allahu Teala sa'yini meşkur eylesin..

Son Şahitler'in ilk ciltleri 70'li yıllarda neşredilmiş ve büyük alaka uyandırmış. Eski Said dönemine dair şahitlere ulaşabildiği ölçüde yer verildiği gibi, üstadın cumhuriyet sonrası hayat sürdüğü mahallerdeki zevatla da bir bir görüşülerek çok kıymetli hatıralar gün yüzüne çıkartılmış..Kitap bu yönüyle, özellikle araştırmacılar için bir başucu eseri.."

Bu kıymetli eseri dostlar meclisinde okurken, ehl-i hizmete faydalı olacak şekilde bir muhtasar şekle getirmemi arkadaşlar tavsiye ettiler. Bunun üzerine eseri baştan sona tarayarak notlar almaya başladım. İstifadenin kolay olmasını sağlamak için de hatıraları tarihi safhaya göre tasnif etmeye gayret ettim. Daha sonra merhum Mehmed Kırkıncı Hocamın "Bediüzzaman'ı Nasıl Tanıdım" ve Hayatım Hatıralarım" adlı eserlerinden de Üstadla ilgili hatıraları ekledim. Böylece 250 sayfalık bu çalışma vücut bulmuş oldu.

Çalışmayı gören kardeşlerimiz sitemizde neşri ile daha çok kimseye ulaşmasının yerinde olacağını söylediler. Bunun üzerine Necmeddin Şahiner ağabeyimizi 29 Şubat akşamı arayarak sitemizde neşri için izin ve onayını rica ettim. Kendileri de izin verip dua ettiklerini söylediler. Tekrar teşekkürlerimi arz ederim.

 Böylece ilk bölümü Mart ayında başlamak üzere neşrine başladığımız bu çalışma için muhterem ağabeyimize bir kere daha "Allah razı olsun" derken, merhum hocamıza da Allah'tan rahmet diliyoruz. Saygılarımla. Salih Okur/cevaplar.org

KAYNAKLAR:

1- Necmeddin Şahiner, Son Şahitler(6 Cilt), Nesil Basım Yayın

Ä°stanbul-2008

2-Mehmed Kırkıncı, Bediüzzaman'ı Nasıl Tanıdım, Cihan Yayınları, İst. 1990

3- Mehmed Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, Zafer Yayınları, İst. 2013

Not: Çalışmada Hocamdan yaptığımız alıntılar da eserlerinin ismi belirtildi. Son Şahitlerin ise cilt ve sayfa numaraları verildi.

TAHSÄ°L HAYATINA DAÄ°R HATIRALAR

Şeyh Muhammed Celali'nin oğlu merhum Nizameddin Arvasi anlatıyor; Ben 1912 yılında dünyaya gelmişim. Arvasî sülâlesindenim. Arvasîler dayım olurlar. Ben kendim Üstad Bediüzzaman'ı görmedim. Annem Sekine (Şeker kadın), ağabeyim Molla Muhammed Sıddık, Halife Yusuf ve Molla Şerif'ten Üstad hakkında birçok mâlûmatlar almıştım.

"Bediüzzaman doğuda birçok medrese ve ulemânın yanına gidip, kendi ilim ve zekâ seviyesine uygun ders verecek âlim bulamayınca, 1887'lerde on dört yaşındayken babamın medresesine gelmiş. Babama meşhur ve maruf Hacı Seyyid Muhammed Celâlî derler. Üstad babamın medresesinde üç ay tahsil görmüş. Sonraki üç ayda ise ders almayıp, babamla ilmî münazaralarda bulunmuş.

"Babamın doksan civarında talebesi varmış. Talebelerin en küçüğü Bediüzzaman'mış. Ama o zaman kendisine Molla Said denmekteymiş. Talebelerin en küçüğü olmasına rağmen, bütün talebeler tarafından çok hürmet görürmüş. Diğer talebelerin hepsine müderris ve müftü Sadullah Efendi tarafından dersler verilirken, tek başına yalnız Bediüzzaman babamdan ders alırmış. Ders esnasında kimseyi de yanlarına almazlarmış.

Bediüzzaman babama, 'Bu kitaplar okuyup öğrenmekle baş olmaz, bu ilmin hazinesinin anahtarı sizdedir,' diyerek her ilimden sadece birer ders almış. İlimde ve zekâda bütün talebelerin fevkinde imiş. Gündüzleri babamdan ders alırken, Perşembe geceleri de Ahmed Hanî'nin türbesine gidermiş. Şüphelenen babam, küçük Said'in arkasına Halife Yusuf ve Molla Şerif'i takipçi koymuş, Türbeye varan takipçiler, küçük Said'i göremezler, fakat içeriden; 'Belî Seydâ, belî Seydâ (evet hocam, tamam hocam)' diye sesler duymuşlar. Durumu gelip babama bildirmişler. Babam talebelerine 'Bundan sonra Said'e kesinlikle kimse karışmayacak' diye emir vererek, yaşça büyük olan Molla Şerif'i de Bediüzzaman'ın hizmetine vermiş.

Molla Şerif'in anlattığına göre, ders esnasında bazan babam, bazan da Bediüzzaman sinirlenirmiş. Bediüzzaman sinirlendiği zaman dışarı çıkarak medreseden uzaklaşırmış. Talebeler Bediüzzaman'ın medreseyi terk ettiğini söyleyince, babam, 'Bırakın Said'i, bırakın Said'i, ona sizler karışmayın, o biraz sonra yine gelir' diyerek cevap verirmiş. Gerçekten de Üstad sinirleri yatışınca tekrar medreseye dönermiş.(C:1, s: 35-36)

Üç aylık bu tahsilden sonra babam, Küçük Said'e 'Artık sen ilmi tekemmül eyledin. Bizim sana verecek bir şeyimiz kalmadı' diyerek icazetini vermiş. Üstad, babamın elini öperek medreseden ayrılmış. Daha sonraları, Birinci Cihan Harbine kadar, her yıl evimize gelerek, babamı ziyaret edermiş. Bazı yıllar, Van'da açtığı medresedeki talebelerini de yanına alır, öyle gelirmiş, Babam Bediüzzaman'a, 'Yetiştirdiğim talebelerin hepsinin de üstadı sensin' dermiş. Üstad bir defasında babama hediye olarak bir çift yün çorap getirmiş. Babam sadece talebelerden Halife Yusuf'la Üstad Bediüzzaman'ın bize gelmelerine müsaade edermiş.

"Daha sonraları Üstada annem de hediye olarak çorap vermişti. 1953 yılında babamın doksan dokuzluk yüsr tesbihini Üstada gönderdim.. Üstad da bana kehribar doksan dokuzlu bir tesbih, bir mektup, ayrıca Nur Risalelerinden Tılsımlar, Mektubat ve Zülfikar eserlerini göndermişti. (C:1, s: 37)

"Bediüzzaman'ı bizim tarifimiz, bir kuşun ummandan aldığı katrelere benzer"

Gıyaseddin Emre anlatıyor: "Bizim gibilerin Bediüzzaman misâli şahsiyetlerden bahsetmesi kolay birşey değildir. O derece büyük bir şahsiyetin sıfatlarını tâdât, târif gücümüzün çok üstündedir. Çünkü öylesine zevat, kat'î surette bizim gibilerin tavsif ve târifinin hududuna sığmazlar. Onun çok daha ötesinde bir târif gerektirir. Bizim târifimiz, âdeta bir kuşun ummandan aldığı katrelere benzer. Bütün bunlara rağmen, kendi sohbetlerinde zamanlar olsun, kendilerinden kudretim nisbetinde istifade edebildiğim hususlar olsun, âilemden, pederimden ve büyük amcam Şeyh Alâeddin Efendi Hazretlerinden kendisi hakkında söyleyen sözler olsun hâfızamda kaldığı kadarı ile söylemeye çalışacağım.

"Biliyorsunuz ki, Bediüzzaman Nurs köyündendir. Nurs, Bitlis'e bağlı sarp bir yerde ve derenin içinde bir köydür. Fakat insan bakımından çok münbittir, büyük insanlar çıkmıştır. Bilhassa Bediüzzaman'ın mensup olduğu bir âileyi yetiştirmitir. Bediüzzaman'ın kardeşlerinin her birisi de, birer dehâdır. Ama Bediüzzaman ortada olduğu içindir ki, onlar pek fazla şöhret ve revaç bulamamışlardır. Yoksa kardeşleri de her birisi ayrı bir kıymet, ayrı bir meziyet, ayrı bir dehâdırlar.

"Onun ağabeyi, benim dedemin yanında okumuş, onun talebesidir. Ayrıca Bitlis'teki Farukî Tekkesi sahibi olan Şeyh Fethullah Efendi gibi büyük bir âlimin de talebesidir. Ağabeyi, Hoca Abdullah Efendi, dedemin yanında okuduğu için, Molla Said de bir müddet Şeyh Fethullah Efendinin rahle-i tedrisinde bulunmuştur. Şeyh Fethullah'ın yanında okuduğu zamanlar, enterasan hâdiseler cereyan etmiştir.

"Molla Said ileride din-i İslâm'a büyük hizmetler yapacaktır"

"Şeyh Fethullah Efendinin yanında bulunan büyük âlimlerden Hoca Abdülkerim, bir gün Şeyh Fethullah Efendiye,

"Kurban (Efendim Hazretleri), nedir bunu bu kadar çok şımartıyorsunuz, her kitaptan bir iki ders verip geçiyorsunuz? Çocuk zekî, ama böyle olunca şımaracak, böyle yapmayın' diye ikazda bulunmuş, Fethullah Efendi ise,

"Sen benim Said'ime karışma! O ileride din-i İslâma büyük hizmetler yapacaktır' diye cevap vermiş. O şekilde Molla Câmi'ye kadar okur. Tabiî, İzzî'den Molla Câmi'ye kadarki kitaplar, üç-dört senede bitmez; fakat o, iki-üç ay gibi kısa bir zamanda okuyup bitiriyor.

"Bediüzzaman'ın giyimi büyük bir aşiret reisinin giyimini andırıyordu"

"O zaman Bediüzzaman'ın giyimi çok garip bir şekildeymiş. Büyük bir kaması ve hançeri varmış. Şirvan taraflarında ve Şirvan Beylerinin giydiği şalvar, şepik giyiyormuş (oranın tâbiriyle söylüyorum). Başında külah, külahın etrafında o zaman büyük âşiret reislerinin başlarına sardıkları ipekli sargılar varmış, yani âlim giyiminde değil, büyük bir âşiret reisinin giyiminde birisi... O zaman yaşı da çok gençmiş.

"Üstad, dedemin yanında okuduğu zaman, hem büyük amcam Şeyh Alâeddin, hem de pederim daha küçük yaştaymışlar. Dedem, Hicrî 1317'de vefat etti. Tabiî son zamanlarda birbirleri ile müşerref olamadılar. Ancak vasıtalarla, gelen gidenlerle haberleşmişlerdi. Selâm ve hürmetlerini, böylece birbirlerini gönderme imkânını bulabilmişlerdi. Biliyorsunuz, 1950'ye kadar zaten çok sıkıydı. Doğudan birisinin kalkıp onun yanına gelmesi çok zordu. Zaten bizimkileri bırakmıyorlardı. İstanbul'a gelseler dahi, ziyaretine gitmeye bırakmazlardı. Hatta amcam Şeyh Alâeddin Efendi'nin bir-iki kere görüşmek için teşebbüsü olmuştur. Ankara'ya kadar gelmiş, ondan sonra geri gönderilmiştir. Zaten onlar da 1950'den evvel tarassut altındaydılar. 1949'un Kasımında Şeyh Alâeddin Efendi de vefat etti. Pederim ise, 1975'de çok yaşlı bulunduğu halde vefat etti.(C: 3, s: 271-272)

ÃœSTAD ERZURUM'DA-1907

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi anlatıyor; "1946 yılının Mart ayında bir gün Hacı Faruk Efendi'nin ziyaretine 40-45 yaşlarında bir misafir geldi. Hocamın elini öptükten sonra:

"Ben Isparta'dan geliyorum, Bediüzzaman Hazretleri'nin sana selâmı var." dedi. Hocam da hürmeten hemen ayağa kalktı ve selamı aldı. Hoş geldin faslından sonra misafire Bediüzzaman'ın hâl ve sıhhatinin nasıl olduğunu ve gözaltında olup olmadığını sual etti. Misafir gittikten sonra Hocam'a:

"Hocam, siz Bediüzzaman Hazretleri'ni tanıyor musun?" diye sordum.

"Ben Erzurum'da Bediüzzaman'a otuz beş gün hizmet etmişimdir." dedi ve şunları anlattı: "Cihan Harbi'nden evvel Erzurum'a geldi. O zamanlar Bediüzzaman'a Molla Said-i Meşhur diyorlardı. Bu zat, Van Valisi Tahir Paşa'ya:

"Ben Dersaâdet'e gidip Padişaha Şark'ın bir Darü'l Fünun'a ihtiyacı var." diyeceğim. Bu Darü'l Fünun için tahsisat alacağım" demiş.

Tahir Paşa da "İstanbul'a gitmeden önce Erzurum'a git, Erzurum uleması ile görüş, onların da fikirlerini al. Orada Yetim Hoca namıyla maruf meşhur bir zat var. Benim Hoca'mdır. Ona bir mektup yazayım seni misafir etsin ve ulema ile görüşmene vesile olsun. Ben gençliğimde kendisinden bir süre ilim tahsil etmiştim." demiş.

Bediüzzaman Erzurum'da Yetim Hoca'nın Havuzlu Han'daki medresesine gelmiş." Yıllar sonra bu ihtişamlı gelişi Sakıp Efendi şöyle anlattı.

"Sabahın erken saatlerinde ders okuyorduk. Birden kapı açıldı. İçeriye elinde ince bir bastonla bir zat girdi. Deri ceketli, çizmeli, Pakistan papaklı, heybetli ve genç bir zattı. Yetim Hoca'ya bir mektup verdi. Hoca mektubu okudu ve "Sen o Said Efendi misin?" dedi. hâl hatır faslından sonra, talebelerinden birini yanına çağırarak:

"Sen bu zatı Kurşunlu Müderrisi Süleyman Efendi'ye götür. Orada daha rahat eder." dedi."

Bundan sonrasını Hacı Faruk Efendi de şöyle anlattı:

"Medresede ders okunurken Bediüzzaman Hazretleri içeri girmiş. Yetim Hoca'nın gönderdiği talebe Bediüzzaman'ı Süleyman Efendi'ye tanıtmış. Süleyman Efendi de hürmeten ayağa kalkarak:

"Molla Said-i Meşhur denilen genç sen misin?" demiş. Sonra Faruk Efendi'ye dönerek:

"Faruk! Sen beyzadesin, Said Efendi'yi en iyi sen ağırlarsın. O, senin medresende misafir kalsın." demiş. Hoca'm da:

"Baş üstüne." diyerek kabul etmiş.

Hoca'm o zamanları şöyle anlatırdı:

"Üç dört günde bir çamaşırını yıkardım. Sabah erkenden kahvaltısını yapar, akabinde pişirdiğim kahvesini içtikten sonra Kur'an okur ve kitap mütalaa ederdi. Ben O'nun en çok Kur'an okumasına meftun olurdum. O güzel sesiyle öyle bir Kur'an okuyuşu vardı ki, iliklerime işlerdi.

Bahar ayları olduğu için Erzurum'un bütün çarşı ve yolları çamurdu. Biz çeşmeye gidip gelinceye kadar üstümüz başımız çamur olur, Molla Said'in o kadar gezmesine rağmen bırakın elbisesini çizmelerinde bile bir tek çamur lekesi olmaz, tertemiz pırıl pırıl dururdu.

Her akşam şehrin ileri gelen ağalarının evinde ziyafet verilir ve ardından da sohbet edilirdi. Bu sohbetler de ekseriya Bediüzzaman Hazretleri Erzurum ulemasına Avrupa'nın ilim ve teknikte ilerlediğini, bizim ise sadece dinî ilimleri okumakla yetindiğimizi, bu yüzden Avrupa'ya yetişemeyeceğimizi anlatırdı. Dinî ilimlerin yanı sıra dünyevi ilimleri de okumak gerektiğini tavsiye ederdi. Şarkta kurulacak bir darü'l-fünuna bütün İslam ülkelerinden talebeler geleceğini, böylece İslam Birliğinin temelinin atılmış olacağını anlatırdı. Bize de sadece ulum-u nakliye ile değil, ulum-u akliye ile de meşgul olmamızı söylerdi. Sadece nakli ilimle meşgul bazı hocaların, ilmin ve fennin kabul ettiği birtakım hakikatlere karşı çıktıklarını, bunun da İslam'a zarar verdiğini söylerdi. Bazı safdil medrese ehlinin hâlâ dünyanın sabit ve düz olduğunu iddia etmelerini üzülerek anlatır, bu ve benzeri yanlışlıklara düşülmemesi için medreselerde dinî ilimler yanında fennî ilimlerin de okutulması gerektiğini tekrarlardı.

Bazı medrese ehlinin ayet ve hadislerde geçen mecazi manaları hakikat telakki ederek din düşmanlarının İslam'a saldırmalarına zemin hazırladıklarını söylerdi.

Bir defasında yine bu manayı anlatırken, "Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşerse, hakikat telakki edilir ve hurafata kapı açar." buyurmuştu. O'nun bu sözünü hayretle karşıladık ve doğrusu bu gencin fikirleri ve sohbetleri bizde derin izler bıraktı. O'nu takdir etmekten kendimizi alamadık.

Daha sonra ben Risale-i Nur Külliyatından Muhakemat'ı mütalaa ederken Üstad'ın bu meselelere şöylece temas ettiğini gördüm ve meselenin ne kadar ciddi ve önemli olduğunu anladım. "Maatteessüf benim ile şu zamanın kıtasında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten 13. asrın evladıdırlar. Fakat fikir ve terakki cihetiyle kurun-u vustanın yadigârıdırlar. Hatta bu zamanın çok bediiyyatı onlarca mevhumat sayılır."

Hoca'm Faruk Efendi, Üstadın bu fikirlerinden etkilerenek fennî ilimler tahsil etmeye başladığını, hatta diploma alarak harf inkılabına kadar lisede o günkü adı ile idadide muallimlik yaptığını anlattıktan sonra şöyle dedi:

"Bediüzzaman ekser Cuma namazlarını Esat Paşa Cami'inde kılardı. Her gün ikindi namazına Gürcükapı Camiine giderlerdi. Eğer o, caminin sağ tarafına oturursa cemaat sağa döner, sol tarafa oturursa cemaat sola döner, onu seyrederdi. Her şeyi garip ve bedi' idi. Giyinmesi, yüzü, boyu, sesi, kısaca her şeyi garipti. Erzurum'da üstadı tanıyanlar onun gittiği camiye giderlerdi. Akşamları sohbete gittiği ev tıklım tıklım dolardı. İkindiden sonra Kurşunlu Camiinde oranın müderrisi Süleyman Efendi'nin verdiği tefsir derslerini kemali sükûtla dinledi. 

Daha sonra bütün ulemanın ve de Erzurum halkının katıldığı büyük bir merasimle Bayburt'a uğurlandı. Oradan da Erzincan ve Trabzon üzerinden İstanbul'a gitti. Bediüzzaman Hazretleri İstanbul'a gidince Ahmet Ramiz adında bir gazeteci "Şarkın yalçın kayalıklarından bir ateşpare-i zekâ İstanbul afakında tülû etti. Başlıklı bir yazı yazarak, Bediüzzaman'ın İstanbul'a teşrifini haber verdi." (M. Kırkıncı, Hayatım, Hatıralarım, s: 27-31)

Hacı Faruk Tivnikli Hocaefendi anlatıyor; "Bediüzzaman, başındaki kalpağından, belindeki gümüş hançerine ve ayağındaki çizmesine kadar o bedi' kıyafetiyle herkesin nazar-ı dikkatini çekerdi. Bakışları celalliydi. Gözlerinden zekâ fışkırırdı. Sür'atli, fakat ahenkli konuşurdu. Sohbetleri fevkalâde te'sirliydi. Nezahete, temizliğe son derece dikkat ederdi. Nazarı engin ve siması daima mütebessimdi.

Eserlerinde ise, zengin bir mantık, yüksek bir ilim ve fikir dokusu vardı. Mantık hususunda te'lif ettiği "Kızıl Î'caz" isimli eser şark ulemâsının fevkalâde takdir ve teveccühünü celbetmişti. O'nun beni meftun eden üstün meziyetlerinden birisi de Hak yolunda her türlü meşru zevkini, hatta istirahatını severek feda etmesiydi.

O, sohbetlerinde bu asrın hastalık ve ızdıraplarını hakkıyla teşhis ederdi. O'nun bu mümtaz meziyetleriyle, istikbalin manevî bir hekimi olacağını tâ o zamanlar hissetmiştim. Daha sonra yaptığı hizmetler ve yazdığı eserler bu kanaatimi tescil etti."

Hizmetinde bulunduğum müddet içerisinde pek az uyuduğuna şahid oldum. Çokça Kur'an okur ve kitap mütalâa ederdi. Kur'an'a o derece meftun idi ki, O'nunla meşgul ola ola aklı, fikri, kalbi ve bütün hissiyatı O'nun nuruyla âdeta meczolunmuştu. Vüs'atli ve parlak bir hayale sahipti. Ateşin bir zekâ ve derûnî bir vicdana mâlikti. Fıtratındaki füyuzat, öyle bir derecedeydi ki, iki-üç saatte bir risale yazabilme kaabiliyetindeydi."(M. Kırkıncı, Bediüzzaman'ı Nasıl Tanıdım?)

* Solakzâde Sadık Efendi de Bediüzzaman Hazretlerinin hayranlarındandı. Üstad'dan sık sık bahseder ve şöyle derdi:

"O, nadirü'l-vücüd bir insandı. Muhakkik ve müdakkik idi Erzurum'da kaldığı müddetçe birçok sohbetlerinde bulundum. Doğrusu, ilmin ve irfanın zirvesinde bir zat idi. Âl-i himmetdi. Ruhunda büyük bir cihad aşkı vardı. Onda bu memleketin terakkisine mani bütün engelleri aşacak bir istidat görünüyordu. Görülmemiş bir celâdet, büyük bir cesaret, sarsılmaz bir gayret, yılmaz bir azm ve müstesna bir irade sahibiydi. Biz O'nu sadece bir medrese hocası olarak değil, aynı zamanda bir içtimaiyatçı olarak da tanıdık. Memleket ve milletin terakki ve tealisi hakkında fevkalade fikirler serdederdi. Ulûm-u diniyyede olduğu gibi fünün-u medeniyyede de çok geniş malûmat sahibiydi. Medreselerde fen ilimlerinin okutulmasının vücub derecesinde bir zaruret olduğunu söylerdi. Tedris sisteminde bir tecdid hareketi düşünmekteydi. Bu hususu padişahla görüşmek için İstanbul'a gideceğinden bahsederdi." (M. Kırkıncı, Bediüzzaman'ı Nasıl Tanıdım?)

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

ERGÄ°N, 2016-03-01 13:52:50

Rabbim hocamızın ve sizin emeğinizi bereketli kılsın. Hocamızın muhtasar kitabı çıktımı acaba. Temin edebilirmiyiz

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-18

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-18

URFA’DA VEFATI Üstad, vefat edeceği tarihi bildirmişti Abdunnur Sezgin anlatıyor O günlerde

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-17

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-17

SON YILLARI-1958-1960 "Üstadın ikinci defa Ankara'ya teşrifleri" Hasan Okur anlatıyor; "Üstad

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-16

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-16

ISPARTA HAYATI(1953’DEN SONRA) "Üstada Isparta'da ev kiraladım" Mehmed Babacan anlatıyor; "19

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-15

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-15

EMÄ°RDAÄž HATIRALARI Ãœstadın ilmî dehası Namık Åženel anlatıyor; "Diyanet Ä°ÅŸleri eski BaÅ

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-14

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-14

Gençlik Rehberi mahkemesi Muhittin Yürüten anlatıyor: "Biz erkenden gidip mahkeme salonundaki y

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-13

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-13

AFYON HAPSİ SONRASI DÖNEM-1949-1950 Diyanet işleri riyasetinde Selahaddin Çelebi anlatıyor; "

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-12

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-12

İLK EMİRDAĞ DÖNEMİ-1944-1948 Hamza Emek anlatıyor; 1944'de İstanbul Vefa Lisesinde talebeydi

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-11

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-11

DENİZLİ MAHKEMESİ VE HAPSİ -1943 "Aradığınız nedir?" Selahaddin Çelebi anlatıyor; "1942

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-10

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-10

KASTAMONU HATIRALARI(1936-1943) Yıl: 1936 Nasrullah Şadırvanına, ilk defa gördüğü yaşlı

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-9

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-9

KISA SÜRELİ ISPARTA DÖNEMİ(1934) "Üstad bize çay getiriyordu" Onun bu nezaket ve tevazuunu

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-8

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-8

BARLA HATIRALARI-1926-1934 Köye bir Hoca Efendi gelmiş Bahri Çağlar hatıralarını şöyle an

Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.

Ankebut:45

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Hiç bir vâli yoktur ki, o, müslüman ahâli üzerinde icrâ-yı velâyet ederken zulüm ederek ölür, muhakkak Allah Cennet kokusunu ona haram kılacaktır.

Ma'kıl İbn-i Yesâr (r.a)'dan rivayet olunur.

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI