SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-5

ESARET SONRASI İSTANBUL HAYATI Ali Rıza Sağman anlatıyor; "Meşrutiyetten sonra bu zatı görmek, konferanslarını dinlemek nasip oldu.


Necmeddin Åžahiner

2016-03-31 12:14:28

ESARET SONRASI Ä°STANBUL HAYATI

Ali Rıza Sağman anlatıyor; "Meşrutiyetten sonra bu zatı görmek, konferanslarını dinlemek nasip oldu.

"Birinci Cihan Harbinden evvel, kendisinin elini öpmek de müyesser olmuştu.

"Zamanlar geçti. Takvim 1918 yaşına varmıştı. Menhus mütarekenin, siyasî ufuklardan zifir sızdırdığı kara günleri ve karanlık geceleri hohlamaktayız.

"Bayezid Camiinde mukabele okuyorum. Kalabalık cemaat arasında bu Bediüzzaman da görülüyor. Her gün ayrı bir iltifatına kavuşmakla bahtiyar oluyorum.

"Her gün başka bir eda ile devam eden iltifatın hülâsası şudur:

"Var ol hafızım! Çok yaşayın muhterem hafızlar! Siz bugün, irşad vazifesini hocalardan, vaizlerden daha geniş ve sağlam olarak görmektesiniz. Allah sizi çoğaltsın. Yolunuz, sesiniz, kalbiniz açık olsun! Okuyun, dinletin, ağlatın, Müslümanların kalblerini parlatın.'

"Bu büyük zattan Allah razı olsun.'(C:1, s;162)

Av. Hulusi Bitlisi Aktürk anlatıyor; "Mütarekeden sonra Irak'ın Süleymaniye'sinden, Mardin bidayet, müteakiben Diyarbakır İstinaf âzalığına geçtiğim zamanda, bu vatanî ve ilahî mücahidin biraderi Abdülmecid, Diyarbakır Askerî Rüştiyesinde Arabî muallimi idi. Bediüzzaman'ın maiyetindeki diğer biraderzadesi Abdurrahman, amcası Abdülmecid'e İstanbul'dan bir mektup yazıyor, pek hazin bir lisanla inliyor ve diyor ki: 

"Said amcamın haline şaşıyorum"

"Said amcamın haline şaşıyorum. Dünyevî bütün ümitlerim söndü. Çünkü hükümet kendisine yüksek maaş veriyor, sarfiyatımızın fazlasını biriktiriyordum. Birkaç eser telif etti. Bir gün bana dedi ki, 'Git, filân matbaa müdürünü çağır.' Gittim, çağırdım geldi. Eserlerini müdüre verirken bana dedi ki: 'Abdurrahman, biriktirdiğin paraları getir, müdür beye ver.' Ben de getirdim verdim. Müdür paraları alıp çıkınca benim gözlerim yaşardı. Bilâhare kendi kendime mütesellî oluyor, eserler basılınca satılır, paralarını yine biriktiririm diyordum.

"Birkaç gün sonra yine beni yolladı. Matbaa müdürünü çağırdım. Bu sefer de matbaa müdürüne dedi ki: 'Eserlerimin üzerine yazın: bu kitaplar İslâm milletine meccanen tevzi olunacaktır.'

"Matbaa müdürü çıktıktan sonra, senelerden beri büyük amcama karşı beslediğim ruhî saygı âdeta sarsıldı. Hasbelbeşeriyye ağladım ve dedim ki: 'Amca, birkaç para biriktiriyordum, memlekete dönersek düşman istilâsından harap olarak kurtulan süknâmızı belki imar ederdik. O ümidimi de öldürdün. Böyle olur mu?' Bunun üzerine derin bir tebessümle dedi ki: 'Yavrum Abdurrahman, hükûmet bize fazla maaş veriyordu. Kifaf-ı nefsimizden artanı Beytülmala ait olduğundan, bu vesile ile o fazlayı Müslümanlara iade ediyorum. Senin bu işlere aklın ermez. Allah dilerse mukaddes vatanın her yerinde sana ev verilir.'"

"İşte, tarihî hakikatlere otuz beş sene evvel şahid olduğum için, kendi tabirince ölen eski Said, Bediüzzaman'dır diyorum. Bu fıtratta yaratılan bir zat, acaba yirmi seneden beri neden iptilâ imtihanından kurtulamıyor? Acaba mahbeslerdeki bazı sapıkların dinini, imanını min tarafillah tasfiye için mi iptilâya maruz kalıyor? (C:1, s: 150)

"Bediüzzaman'la Beyazid Camiinde buluşurduk"

 Tevfik Demiroğlu anlatıyor; "Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini, Doğu Anadoluda yapmak istediği Medresetü'z-Zehra (İslâm Üniversitesi) zamanından duymuştum. Zaten o zaman şöhreti büyük, her yerde bilinir ve tanınırdı. Fakat ilk görüşmemiz Eyüp'teki Sokullu Medresesinde oldu. O zaman Şeyh Şefik Efendi vardı. Büyük bir adamdı.

Esasen benim bir dayım vardı. Seyyid Tahâ Efendi. Uzun zaman Van Mebusluğu yaptı. Üstad ile o birbirlerini çok severlerdi. Bu sebeple bir ay mütemadiyen geldi ve bizde beraber yatarlardı. Bir ay Sokullu Medresesinde oturduk. Sonra İdrisî Köşkünde oturmaya başladık. Çok müzeyyen, ahşap, şenlikli bir şeydi. Tâ Çamlıca'ya kadar her yeri görürdü. Aslı Yavuz Sultan Selim zamanında yapılmış, III. Sultan Selim de bu binayı tamir ettirmiştir. Uzun zaman bu köşkte kaldı. Bilahare aşağıda, türbenin yanındaki odada kaldı.

"Daha sonra Dâr-ül-Hikmet'ül-İslâmiye azası olduğu zamanlar Reşadiye Otelinde kaldı. Sonra Vezneciler'de bir eve geçti. Biz kendisiyle ya Beyazıt Cami-i Şerifinde veya Şehzadebaşında çayhanede buluşurduk. 

Uzun birader

"Eyüp'te iken şöyle bir hatıramız oldu: Eyüp meydanındaki yoğurtçudan yoğurt alırdı. 'Merhaba yoğurtçu efendi 'derdi.

"Hiç unutmam. Örme bir kesesi vardı, onu çıkarır parasını verirdi. Yoğurdu alıp yukarıya çıkarken, köpekler peşimize düşerdi. Köpeklere 'Pist birader, pist birader' derdi. Bir gün, ben, 'Üstad'ım; o birader, ben birader. Böyle olur mu?' dedim.

"O da: 'Sen uzun biradersin' dedi.

"Otuz yıl sonra 1952'de Sirkeci'de Akşehir Palas Otelinde ziyaretine Eşref Edip Beyle gittiğimizde beni bu nam ile yine tanıdı. 'Ve aleyküm selâm! Uzun birader' dedi.

"Şimdiki Sultan Selim Camiinde imam Ali Rıza Sağman Bey vardı. Son zamanlarda Sultan Selim'li Hafız Ali diye tanınırdı. Onu çok severdi ve önünde otururdu. 'Hafız oku oku, bizim vaaz u nasihatlerimiz, para etmez. Sizin okuyuşunuz belki bu milleti ıslâh eder' derdi.

Çamlıca'ya çok giderdik

"Üstad Bediüzzaman'la Çamlıca'ya çok giderdik. O zamanlar Yusuf İzzeddin Paşa Köşkünde kalırdı. Bir kuyu kenarına oturur sohbette bulunurduk.

"Üstad'ın ekser vakti, Eşref Edip Beyin yanında geçerdi. M. Akif Bey de gelirdi.(C:1, s: 216-217)

EÅŸref Edip'in Dilinden Ãœstad

Eşref Edip Bey, Üstad Hazretleri'nin Rusya esaretinden İstanbul'a dönüşünün İstanbul'da bir bayram havası estirdiğini söyleyerek şöyle devam etti:

"Başta ulema ve bazı ordu mensupları Üstadın İstanbul'a gelişini büyük bir sevinçle karşıladılar. Üstadı kendisine hiç danışılmadan "Darü'l-Hikmeti'l İslamiye" azalığına seçtiler.

O zamanlar Darü'l Hikmeti'l İslamiye; İzmirli İsmail Hakkı Efendi, Elmalılı Hamdi Efendi, Ferid Kam, Mehmet Akif gibi büyük âlim ve mütefekkirlerden oluşan bir irfan mektebiydi. Üstadın bu mektebe iştiraki bütün azaları fevkalade sevindirdi.

Üstad Allah'dan, hak ve hakikatten başka hiçbir şeye boyun eğmemişti. Kefeni boynunda gibiydi, ölüme her zaman hazırdı. Fıtratındaki bu celadetle her türlü tehlikeye karşı dayandı. Bu hâlini Darü'l Hikmet'te de muhafaza etti, yanlış fetvalara karşı pervasızca mücadele verdi.

İngilizler İstanbul'u işgal ettiklerinde Hutuvat-ı Sitte'yi bizzat Üstad söyledi, ben yazdım. Bu risale İngilizlerin başına balyoz gibi indi. O sırada Üstad Hazretleri Eyüp Sultan Camii'ndeki bir medresede kalırdı. Biz kendisini orada ziyaret eder, beyanat alır ve neşrederdik. Cenab-ı Hakk'ın hıfzı ile İngilizler kendisini yakalayamadılar.

Neticede İngilizler İstanbul'dan çıktılar. Ben öyle zannediyorum ki, Cenab-ı Hak, Üstad'ın ihlâs, sadakat ve duasının hürmetine İngilizleri İstanbul'dan çıkardı. Yoksa hiç kimsenin İngilizleri İstanbul'dan çıkaracak bir gücü yoktu.

Üstad Hazretleri İngilizlere karşı verdiği mücadeleyi Ankara Hükümeti takdirle karşıladı ve kendisini Ankara'ya davet etti. Üstad Hazretleri bu davete icabet ederek Ankara'ya gitti. Orada büyük bir tezahüratla karşılandı.(M. Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s: 173-174)

Ömer Nasuhi Bilmen Efendi anlatıyor

"Bediüzzaman ile Darü'l Hikmet-ül İslamiye'de iken tanışmıştım. Bütün İstanbul ulemasının takdirlerini kazanmıştı. Ben bizzat birkaç kez sohbetinde bulundum. O dönemde yazdığı bütün makalelerini okudum. Fikirlerinde fevkalade bir tesir vardı. Telif ettiği eserlerden yalnızca "Sözler" isimli eserini mütalaa ettim, harikulade bir eser idi. Doğrusu ilm-i kelamda bir tecdit hareketi yaptı. İmanın bütün rükünlerini kemal-i vuzuhla ortaya koydu. Cenab-ı Hak bu millet-i islamiyeyi sahipsiz bırakmamıştır. Her asırda büyük müçtehidler, mücedditler ve mürşitler göndermiştir. Bediüzzaman da o zatlardan birisidir. O, cebir ve kuvvetin, zulüm ve tahakkümün hüküm ferma olduğu bu devirde gönderilmiştir."(M. Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s: 218)

Abdürreşid İbrahim'in Üstadın Misafiri Oluşu

İbrahim Hakkı Konyalı anlatıyor; "Türkistanlı meşhur seyyah, büyük bir İslam âlimi ve mücahidi olan Abdurreşid İbrahim Daru'l-Hilafet olan İstanbul'a geldiğinde Bediüzzaman Hazretleri'ne misafir olmuştur. Abdurreşid bey, çok iri yapılı, baba yiğit biri idi. Yemesi, içmesi fevkalade idi. Üstad ise az yer, üç bardaktan fazla çay içmezdi. Abdurreşit İbrahim Bey tahminime göre yirmi bardaktan fazla çay içti. Üstad da onu yalnız bırakmadı. O çay içmeyi bitirinceye kadar üstad da onunla beraber çay içti." (M. Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s: 292)

Ä°STANBUL'UN Ä°ÅžGAL SENELERÄ° VE Ä°STÄ°KLAL HARBÄ°

Hutuvat-ı Sitte'yi dağıtırdım

Tevfik Demiroğlu anlatıyor; "İstanbul, İngilizlerin işgalindeyken Üstad'ın biraderzâdesi Abdurrahman'la beraber Hutuvat-ı Sitte'yi dağıtırdım. Nerede içimize güven ve emniyet hissi veren bir kişi çıksa ona verirdik. Bu tarzı da ben tavsiye ettim. Çünkü tuhaftır. Amerikalıların bir neşir yurdu vardı. 'Rabilhous' diye. Kitab-ı Mukaddes'i basıyorlardı. Orada bir Ermeni vardı. Ben onu görünce selâm verir ve halini sorardım. O beni gözüne kestirmiş. İncil'den ufak risaleler yaptırmışlar. Küçük kitapçıklar halinde, bana bunlardan 5-10 tane verir. "Tevzi eder misin?' derdi. Biz de alır, götürür ve yakardık.

"Ben bunu Üstad'a söyledim. 'Siz müsaade edin böyle yapalım' dedim. 'Peki' dedi.

'Abdurrahman'la bu işi yapın.' Kitaplar Vezneciler'de bir çayhanedeydi. İngiliz işgali olmasına rağmen korku diye birşey bilmiyorduk. Ben Türbe'de bir İngiliz polisini dövmüşümdür. Yerlerine göre bazan yüzlerine tükürüp hemen kaçardık. Tabii peşimize düşerler. Türk polisi de bize talimat verir. 'Sağa sap' der, onu sola götürür. Böylece izimizi kaybettirirdik.(C:1, s: 217)

*Mustafa Barçın anlatıyor; "Bizler Konya'da talebeydik. O günlerde duymuştum: Kürdistan'da bir talebe varmış, okuduğunu unutmazmış, çok büyük bir âlimmiş. 'On bir Buçuk' isimli bir eseri varmış (Divan-ı Harb-i Örfi) diyorlardı. Ben de 'Keşke bu zat bizim Konya taraflarına gelse de bir görsek' derdim arkadaşlara. Sonra üç-dört sene sonra İstanbul'a gelmiştim. Yine bu harika zatı düşünüyordum. O zamanlarda tramvay Edirnekapı'ya kadar gidiyordu. Bir gün Fatih otobüs durağında tramvaydan bir zat indi. Külahlı, ayaklarında çizmeler, sırtında bir kürk, belinde kılıç gibi uzun bir kamasıyla hemen dikkati çekiyordu. İçime bir ilham geldi, 'Aradığım adam mutlaka budur' diye bir düşünce geldi içime. Bu zatın peşinden gitmeye başladım:

"Yavaş yavaş Fatih medresesine çıktık. Medrese'de yüksek tahsil yapan Vanlı Nimetullah vardı. Nimetullah, Van'dan beri Üstad Bediüzzaman'ı tanıyormuş. Beraber arkasından Üstad'ın odasına girdik. Fırsat bekliyoruz, oturup konuşmak istiyorum, ellerini öpmek istiyorum. Medreseden beş altı talebe arkadaş daha geldi. Onlar da Üstada karşı çok hürmetkârlardı. Orada ellerini öperek hemen oturdum. Biraz konuşup, tanıştık. Koltuğunda bir takım kitaplar vardı. Bu kitaplardan bir kaç tanesini bana verdi, Bu kitaplardan herkese birer tane "hediyemdir" diye dağıttı. Bunların içinde İşarat'ül-İcaz'ı hatırlıyorum. O zamanlar İstanbul İngiliz işgali altındaydı, herhalde sene 1920-21 günleriydi.(C:1, s: 223)

"Üstad'ı ilk görüşüm"

Refet Barutçu anlatıyor; "1921'lerde idi sanıyorum, Beyazıt'ta Yüzbaşı Ziya Beyle beraber sahafları gezerken, Abdurrahman Nursi tarafından kaleme alınan pembe kaplı küçük bir kitap gördük. Bu kitabı merakla karıştırdık. Kitap Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatını anlatıyordu. İyice hatırlamıyorum, beş kuruş mu ne, verdim ve kitabı satın aldım. O akşam ilk işim bu kitabı okumak oldu. Kitabı okuyup bitirince büyük bir şahsiyetle, kurtarıcı bir ruhla karşı karşıya olduğumu hissettim. Bu hadiseden ne kadar sonra idi bilemiyorum.

Yine Ziya Beyle Beyazıd civarına gitmiştik. Ziya bey Diyarbakırlı olduğu için Üstadı işitmiş ve görmek arzu ediyordu. Namaz vakti gimiştik; bizde namaz için camiye girdik. Namazdan sonra camide Kur'ân dinliyorduk, bu sırada kulağıma doğru eğilen Ziya Bey 'İşte.... işte...' diye birisini gösteriyordu. 'Kim?' deyince: 'İşte, işte Bediüzzaman' dedi. Gösterdiği tarafa baktım, heybetli bir zat diz üstü oturmuş, ellerini birbirine kavuşturmuş, başını eğmiş, huşu içinde okunan Kur'ân'ı dinliyordu. O oturuş, o dinleyiş, ne hâl idi anlayamadım. Hâlâ o tesir altındayım. O an, hayatımın en unutulmaz tatlı bir levhasıdır. Öyle bir dinleyişi vardı ki, saadet asrından gelen Kur'ân sadasını dinliyordu sanki...

"Kur'ân bitti, ben pür dikkat takip ediyordum. Hattâ şurası da hayretimizi mucip oldu. Yalın ayak namaz kılacakken çizmeleri ile kıldı. Elinde çizmelerin üzerine giydiği lastikler olduğu halde etrafını tetkik ederek camiden çıktı, kapının perdesinin kapanmasıyla gözden kayboldu. Arkasından baka kaldım."(C:1, s:382-383)

*Dr. Tahir Barçın, Bediüzzaman Said Nursî'yi ilk defa Birinci Cihan Harbinin sonlarında, İstanbul'da gördüğünü şu şekilde anlatmıştı bize:

 "İlk mektebi köyümüz olan Sarıveliler'de bitirdim. Altı yaşında Ermenek'e geldim. Daha sonra iki sene Konya'da okudum. İstanbul'a geldiğimizde şehir işgal altındaydı. Ağustos ayında İstanbul'a geldiğimizden iki ay sonra Ekim'in 6'sında kurtuluş oldu. O zamanki mekteplere kayıt olmuştum. İbtidai hariç üçte idim. (Şimdiki İmam-Hatip'in üçüncü sınıfına muadil olmaktadır.)

"Fatih Camiinin güney tarafında güreş kulübü bulunmaktadır. O zamanlar ağabeyim Mustafa Barçın ve Sedat Çumralı (İhtilâl sonrası koalisyonlarının adli ye vekillerinden) ile medresede talebe olarak okuyorlardı. o zamanki ifade ile sahn iki'de idi ağabeyim. Sedat Çumralı ile oradaki medreselerde bir odada kalıyorlardı. Ben Sultanahmet'teki medreselerde kalıyordum. Bu medrese Sultanahmet türbesinin hemen bitişiğindeydi.

Bazı günler ağabeyimin yanına gelirdim. Yine böyle bir gelişte ağabeyimle birlikte Fatih Camiine ikindi namazına gitmiştik. Sene 1922."Camiden çıkarken büyük bir kalabalık vardı. Önde heybetli bir zat vardı, benim dikkatimi çekti, yanındaki ve arkasındaki kalabalık hep elpençe divan vaziyetindeydi. Mahallî kıyafetli, bellerinde kamalar vardı. Camiden çıkarak merdivenle çıkılan, Fatih'in odası olduğu söylenen kısma çıktılar. Ben on altı yaşlarındaydım. O zaman hatırımda kaldığına göre 'Bediüzzaman denilen bir âlimmiş' diyorlardı. O tarihlerde Eşref Edip Bey de oraya gelip gidiyordu. Sonra ağabeyimden öğrendiğime göre, Üstad Bediüzzaman orada kalıyormuş. Ağabeyim ziyaretine gitmiş, onda iki Mekteb-i Musibet'in Şehadetnamesi isimli eseri vardı. Onu, okuyorlardı. Sonra İstanbul'dan ayrıldı, Ankara'ya gitti."(C:2, s: 430-431)

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-18

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-18

URFA’DA VEFATI Üstad, vefat edeceği tarihi bildirmişti Abdunnur Sezgin anlatıyor O günlerde

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-17

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-17

SON YILLARI-1958-1960 "Üstadın ikinci defa Ankara'ya teşrifleri" Hasan Okur anlatıyor; "Üstad

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-16

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-16

ISPARTA HAYATI(1953’DEN SONRA) "Üstada Isparta'da ev kiraladım" Mehmed Babacan anlatıyor; "19

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-15

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-15

EMÄ°RDAÄž HATIRALARI Ãœstadın ilmî dehası Namık Åženel anlatıyor; "Diyanet Ä°ÅŸleri eski BaÅ

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-14

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-14

Gençlik Rehberi mahkemesi Muhittin Yürüten anlatıyor: "Biz erkenden gidip mahkeme salonundaki y

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-13

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-13

AFYON HAPSİ SONRASI DÖNEM-1949-1950 Diyanet işleri riyasetinde Selahaddin Çelebi anlatıyor; "

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-12

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-12

İLK EMİRDAĞ DÖNEMİ-1944-1948 Hamza Emek anlatıyor; 1944'de İstanbul Vefa Lisesinde talebeydi

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-11

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-11

DENİZLİ MAHKEMESİ VE HAPSİ -1943 "Aradığınız nedir?" Selahaddin Çelebi anlatıyor; "1942

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-10

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-10

KASTAMONU HATIRALARI(1936-1943) Yıl: 1936 Nasrullah Şadırvanına, ilk defa gördüğü yaşlı

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-9

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-9

KISA SÜRELİ ISPARTA DÖNEMİ(1934) "Üstad bize çay getiriyordu" Onun bu nezaket ve tevazuunu

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-8

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-8

BARLA HATIRALARI-1926-1934 Köye bir Hoca Efendi gelmiş Bahri Çağlar hatıralarını şöyle an

Kendilerine ait bir takım menfaatlara şahit olsunlar; Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken Allah'ın adını ansınlar; siz de onlardan yiyin, yoksulu ve fakiri doyurun.

Hacc Suresi:28

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

"Kim bir oruçluya iftar verirse, oruçlunun sevabından hiçbir şey eksilmeksizin, oruçlunun sevabı gibi sevap alır."

Tirmizî.

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI