SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-11

DENİZLİ MAHKEMESİ VE HAPSİ -1943 "Aradığınız nedir?" Selahaddin Çelebi anlatıyor; "1942 yılında Kars Gümrük Muhafaza Teşkilâtına intisap etmiştim. Altı ay sonra kurs için Ankara'da İnhisarlar Vekâletinin (Tekel Bakanlığı) üst katı Gümrük Muhafaza Genel Komutanlığı Teşkilâtına tahsis edilmişti. Bir gün kursta iken, 'Sizi Genel Komutan Lütfi Karapınar Paşa istiyor' dediler


Necmeddin Åžahiner

2016-05-15 17:34:20

DENÄ°ZLÄ° MAHKEMESÄ° VE HAPSÄ° -1943

"Aradığınız nedir?"

Selahaddin Çelebi anlatıyor; "1942 yılında Kars Gümrük Muhafaza Teşkilâtına intisap etmiştim. Altı ay sonra kurs için Ankara'da İnhisarlar Vekâletinin (Tekel Bakanlığı) üst katı Gümrük Muhafaza Genel Komutanlığı Teşkilâtına tahsis edilmişti. Bir gün kursta iken, 'Sizi Genel Komutan Lütfi Karapınar Paşa istiyor' dediler. Bu esnada hatırıma ilk gelen şey, Ankara'da Risale-i Nur'un vekâletten vekâlete elden ele dolaşmasıydı. O tehlikeli zamanda Askerî Şura azasından rahmetli Yümni Bey, Şurânın resmi toplantısı bittikten sonra Risale-i Nur okuyordu. Herhalde bir general beni Karapınar Paşa'ya haber verdi, zannıyla odasına gittim. Paşanın yüzü sertti. Vaziyetin vehametini anladım. Masasının önündeki koltukta yakasındaki rüzette istiklâl yazılı birisi oturuyordu. Arkasında da ayakta bir subay hazır ol vaziyetinde bekliyordu. Rozetli şahıs bana 'Üzerinde ne varsa çıkar' dedi. Ben de üzerimde ne varsa hepsini çıkardım. Bunlardan not defterimi aldılar, para çantamı ve diğer eşyalarımı geri verdiler. 'Bizimle beraber gelecek, ' diye Paşa'dan müsaade aldılar. Çalıştığım odaya gittik. Masamdan da çantamı aldılar. Oradan da geceleri kaldığım Ulus'taki Cihan Oteline gittik. Hususi odamda arama yaptılar, fakat birşey bulamadılar. Bana hiçbir şey söylemiyorlardı. 'Aradığınız nedir? Söylerseniz belki yardımcı olurum' dedim. 'Risale-i Nur ismindeki kitapları arıyoruz' dediler. 'Söyleseydiniz size verirdim. Hiç yorulmazdınız. Bunlar imanî ve İslâmî eserlerdir, gardroptadır. Fakat siz görmediniz' dedim. Tekrar açtılar, elbiselerin arkasından otuz kadar eser çıkardılar. 

"İftira mı edeyim?"

"Kitaplarla beraber 1. Şubeye, Hacı Bayram Camiinin karşısındaki, şimdi yıkılmış olan pasaport binası olan yere geldik. Mahallinde tutulan zabıtta 'kendi göstermesi üzerine' eserler bulunmuştur, kaydını yazdırttım. 1. Şube Müdürü'nün nezareti altında, iki gün, iki gece ifademi aldılar. Bir kaç kere tercüme-i halimi, Risale-i Nur'daki hizmetimin harfiyyen yazılmasını, kimlerle temas ettiğimi ve eserleri okuyanların kimler olduğunu sordular. Yerli, yersiz suallerine verdiğim cevaplarla bir türlü tatmin olmuyorlardı. Hacı Bayram Camiine namaz vakitleri giden cemaata bakmam ve bunlardan kimlere kitap vermişsem göstermem için cam kenarına iki polisle birlikte oturttular. 'Ankara halkının günahına girmem, birine mutlaka iftira mı edeyim?' dedim. Not defterimdeki isimlerin kime ait olduğunu sordular. 'Hacı Bayram Camiine gelen bir kaç kişinindir. Fakat bunların adreslerini bilmiyorum. Ancak camiye geldiklerinde tanıyabilirim' dedim. Hacı Bayram Camii karşısında kitapçılık yapan Muhsin Bey vardı. O vakit orada güzel bir yazıhanesi vardı. Müteahhitlik yapıyordu. Onun yazıhanesinde bazı şahıslara kitap verdiğimden ismi Muhsin diye zapta geçirilmişti. Muhsin Beyi getirdiler. 'Bu çoluk çocuk sahibi, bırakın bu zatı. Bunun Risale-i Nur'dan haberi bile yok. Yalnız bu adamın yazıhanesinde bir-iki zatla görüştüm. Camiye giderken, imanî Risalelerden verdim' dedim.

"Bir de o civarda, ufak bir caminin imamı vardı. Saçları, kaşlar sarı, çok müttakî, mübarek bir insandı. Onun da ismi geçtiğinden bir hayli zavallıyı dövmüşler ve sıkıştırmışlardı. Bunu da bilâhare öğrendim. 

"Selahaddin korkma"

"Üçüncü gün çift aynalı bir odaya girdik. Büyük boy hususi yapılmış, tahminen, elli-yetmiş santimetre kare ebadında, ciltli bir defteri, albüm yapmışlardı. Türkiye'deki din adamlarının sağ, sol, profil ve cepheden görünüşlü üç resmi ve altlarında da tercüme-i halleri yazılı idi. Bu albümde tanıdıklarımı söylememi istediler. Yanımdaki memur sayfaları çeviriyordu. Abdülhakim Arvasi'nin resmini göstererek: 'Bu da tevkif edildi' dedi. Ben de: "Tanıyorum, âlim bir zattır. Bayezit camiinde dersini dinlemiştim' dedim. Bu defa bir başkasını gösterdi: 'Evet... Bu da Hacı Süleyman Efendidir. "Tanımıyorum. Fatih'te oturuyor' dedim. 'Bu da tevkif edildi. Biri Bursa'ya, diğeri Kütahya'ya sevkedildi' deyince Fatih'te evinde ziyaret ettiğim Hacı Süleyman Efendi olduğunu anladım. Sünnet-i seniyyeyi tatbik eden takvâ bir zattı. Bana Arapça yazılı, çerçeveli, dört-beş satırlı bir levhayı okuyup tercüme etmişti. Bana, 'Kur'ân'a kasem ederim ki, ben Mehdiye asker olacağım, ondan sonra öleceğim' demişti. Seksenin üzerindeki bu yaşlı zatın 'asker olacağım' demesi beni o zaman güldürmüştü. Tevkifini ve sürgüne gönderildiğini öğrenince, içimden 'O yaştaki insan ancak bu şekilde asker olabilir. Arzusu yerini buldu' dedim. Bir kaç hafta sonra da mübarek hocanın vefat haberi geldi. Bu sırada Komiser Naci Bey telâşla geldi. 'Sürpriz,' diye bağırdı.

"Bediüzzaman Hoca Efendiyi Kastamonu'dan getirmişler. Geceyi Çankırıkapı'da bir otelde geçirmiş. Otelde müstahdem yerine polisler geçmiş. Hizmetine de garson kıyafetinde bir komiser vermişler' dedi.

"Bir müddet sonra 1. Şube Müdürünün odasına beni çağırdılar. İçeri girdim. Üstad oturuyordu. Derhal elini öptüm. Çok hararetli olan elini bırakamadım. Şiddetli hasta ve yorgundu. Buna rağmen Müdüre hitaben:

 

"Bunlar bu vatanın fedakâr, imanlı evlâtlarıdır. Bunlar emniyet ve asayişi ihlâl etmez. Bilâkis muhafaza ederler' dedi. Bana dönerek, 'korkmayınız' dedi.

 

"Üstad'ı tekrar otele götürdüler. Ertesi sabah beni iki polis refakatinde vilayete götürürken, ileride kalabalık bir grupla Üstad'ı da vilayete götürüyorlardı. 50 metre geriden, biz de onları takip ediyorduk.

"Daha sonra alt kata inerken, orada evraklar tanzim edildi. Üstad'ın yanında dört beş jandarma ve birkaç polis vardı. Hükümet binasının çıkış kapısında durdular.

"Kıyafeti her zaman olduğu gibi millî ve yerli kıyafetti. Sağ omuzunda muhafaza torbası içinde bir Kur'ân-ı Kerim, sol omuzunda rule yapılmış bir namaz seccadesi, ona bağlı bir ibrik. Tarih kitaplarında görülen akıncı yiğitlerinin muharip kıyafetini, İsmet İnönü devrinde Ankara'da canlandıran bir tablo gibi görünüyordu. Üst kattan bir kaç tane daha memur geldi. Polis ve jandarmalara Denizli'ye götürmeleri için evraklarını verdiler. Bu esnada Üstad ellerini kaldırarak:

"Selahaddin korkma! Selahaddin korkma! Selahaddin korkma! diye bağırıyordu. Sonra hareket ettiler. Ben yanına yaklaşmak istedim, fakat onbeş yirmi metre mesafeden daha yakına bırakmadılar. Orada biriken halk da bu mesafeyi doldurmuştu. Üstad'ın da beni görmesi imkânsızdı. Üstad'ı 70 yaşındaki hasta halinde o mübarek Ramazan'ın çok sıcak gününde istasyona kadar yaya olarak götürdüler.

"Bu eserler imânî ve İslâmîdir"

"Öğleden sonra, Vali Nevzat Tandoğan'ın belediyede bizi beklediğini bildirdiler. Hemen belediyeye götürüldük. İçeri girerken merdivende genç bir hanımla karşılaştık. 'Siz de mi polissiniz?' diye sordum. Hanım 'Hayır ben felsefe hocasıyım. Bediüzzaman'a bayram tebriği yazmıştım' dedi. Arkamızdaki polisler, 'Konuşmayın ' diye bizi ikaz ettiler.

"Belediyede başkan odasına evvelâ felsefe hocasını çağırdılar. 20 dakika sonra o çıktı. 'Beni serbest bıraktılar. Allah yardımcın olsun' dedi ve gitti.

"Kapıda 1. Şube Müdürü bekliyordu. Emniyet Umum Müdürü Şinasi Bey kapıyı açtı ve bana 'gel' diye seslendi. İçeri girdiğimde Vali Nevzat Tandoğan koltukta oturuyordu. On dakika kadar beni tepeden tırnağa sözdü.

"Şinasi, elektrikleri söndür!' dedi. Bir dakika sonra, tekrar, 'aç' dedi. Başını iki tarafa sallayarak, gözlüğünü çıkardı, tek camıyla baktı, ayağa kalktı: 'Yanıma gel' dedi. Omuzumdan tuttu. 'Nasıl olur, sen Cumhuriyet çocuğusun. Böyle kimsenin peşine takılırsın? Bunun gayelerini bilmez misin?' dedi.

"Ben de cevaben, Vali Bey'e şunları söyledim:

"1936 senesinden beri Kastamonu'da ziyaretine giderim. Eserlerinden okudum ve neşrine çalıştım. Bu eserler imanî ve İslâmîdir. Siyasî ve menfi milliyetçilik yoktur. Milletimizin ve devletimizin aleyhinde en ufak bir kelime görseydim ve kendisinden menfi bir düşünceyi hissetseydim, ihbar eder ve herkesten önce ben düşman kesilirdim. Tamamiyle yanlış bir kanaate sahipsiniz. Eserleri imanîdir. Kur'ân-ı Azimüşşanın bazı âyetlerinin tefsirlerinden ibarettir. Kastamonu'da herkes ziyaret ediyor. Polis karakolunun karşısında bir evde oturuyor. Polisler hergün giren çıkanı görüyorlar.'

"Kim Kastamonu Valisi?' dedi.

"Mithat Altıok' dedim.

"Åžinasi, ne hayvanlar var' dedi. Tekrar bana hitaben:

"Mademki eserleri imanîdir diyorsun, mahkemeye verileceksiniz, orada tetkiki yapılır, orada söylersin' dedi.

"Kapıda bekleyen 1. Şube Müdürüne mahkemeye sevk edilmemi söyledi.

"Ä°nebolu'ya sevkediliyorum"

"Hava kararmış, iftar vakti çoktan geçmişti. Bizi iki polis refakatinde mahkemeye sevkettiler. Gece saat l2'ye kadar mahkeme salonunda bekledik. Nöbetçi hakim, savcılığa, tevkifim için gelen telgrafı, gündüz Savcı Kemâl Bora'ya vermiş. Nereye koyduğunu bulamayan Savcı Muavini, evine telefonla sorduktan sonra, telgraf bulundu ve nihayet mahkemeye alındık.

"TCK'nun 163'üncü maddesi mucibinde tevkifime karar verildi. Bir vasıta tutarak, polisle beraber, tevkif müzekkeresi elimizde gece 1.30'da Cebeci Cezaevinin karantina koğuşuna alındım.

"Bir hafta sonra Zonguldak yoluyla İnebolu'ya sevkedildim. Refakatimde iki jandarma vardı. Trende siyasî mücrim diye hususî kompartıman açılmıştı.

"İnebolu'ya çıktığımda, jandarma komutanlığı beni polise teslim etti.

"Bu esnada babam da tevkif edilmişti. Emniyet dairesinde iki gün kaldım. Said ismindeki savcı, Ankara'daki ifadelerimi tekrar ettirdi. Beni bu imanî ve İslâmî eserlerden soğutmak için, iki gün, iki gece uğraştı.

"Beden ruhsuz ayakta durur mu? Ekmeksiz ve susuz yaşanır mı?' deyince: 'Peki cezaevinde ekmek ve su ile bedenini yaşat' dedi.

"İnebolu Cezaevine girdik. Hapishanede diğer İnebolu'lu Nur Talebeleri ile bir araya geldik. Onların isimleri şöyle idi. Pederim Ahmed Nazif Çelebi, İbrahim Fakazlı, Ziya Dilek, Büyük İbrahim, Gülcü Hüseyin, izzet Turgut, Ahmed Köroğlu, Zühtü İşeri, Ömer Gedikoğlu, Halil Enercan, Ahmed Şaşmaz.

Denizli'ye sevkiyat

"İnebolu Cezaevininin alt katındaki koğuşta bir arada idik. Ramazan-ı Şerifin sevinci ile, o mübarek günlerin kıymetinden istifadeye çalışıyorduk. İhlâsla ibadet yapılıyordu. Onbir kişi aramızda cüzler taksim ederek, günde bir hatim indiriyorduk. Hac farizasını ifâ ederken vefat eden Hacı Halil Enercan, ayrıca üç günde bir hatim yapıyordu. Bir ikindi namazında imam olan rahmetli Telyeli İzzet Turgut'u biz ümmi zannediyorduk. Namazı müteakip bir mürakabe yaptı. Bilâhare başını kaldırarak, 'Arkadaşlar şimdi rical-i gayb hazeratı geldiler. Ellerinde yeşil bir sancak vardı. Sancakta 'İnnâ fetahnâ leke fethan mübinâ' âyet-i kerimesi yazılı idi. Bir de âbide diktiler. Üzerinde keza 'İnnâ fetahnâ leke fethan mübinâ' âyet-i kerimesi yazılı idi. Ziya Beye hitaben, 'biz sizi muhafaza edeceğiz, hiç korkmayın' dediler.

"Arkadaşlar İzzet Turgut'u gülerek dinlediler. Ve 'İçimizde bir de evliya varmış' diye şakalaştılar.

"Ziya Dilek, 'Bunlar, henüz murakabeyi bilmiyorlar, sen ne için sırrı ifşa ettin' deyince, 'Ben onları, olgunlaşmış zannettim. Fakat yanılmışım. Şimdi ben bu ifşa etmenin cezasını çekerim' dedi.

"İki saat sonra döndüğünde, boğazını göstererek 'Jandarma kumandanı boğazımı sıktı ve jandarma koğuşunun altına bir kömür dolabına hapsetti. Orada ayakta durmanın imkânı yoktu. İki kat, iki büklüm orada kaldım. Beni çıkardıktan sonra, 'Siz Almanlarla muhabere ediyormuşsunuz, söyle bakalım, alıcı-verici radyonuz nerede?' diye mübarek Telyeli İzzet'i işkence ile dövmüşlerdi.

"Fakat haddizatında manevî gözü açık olan İzzet, hakikaten manevî radyo idi.

"İzzet Turgut ara sıra yaptığı murakabelerde Ziya Beye: 'Daha buradayız, gideceğimiz zaman ben size haber veririm' diyordu.

"Denizli'ye sevk emri gelmeden bir gün evvel: 'Yarın gidiyoruz, hazır olun. Fakat merak etmeyiniz. Beraat edip geleceğiz' dedi. Ertesi gün Anafarta vapuru ile İstanbul-İzmir vapuruna aktarma edilerek İzmir'e ve İzmir'den trenle Denizli'ye hareket ettik.

"Denizli'de trenden çıktığımız zaman bizi karşılayan halk teessür içinde, sakin bir halde selâmladılar. Etrafımızı saranlardan bazıları 'Sizin başınızda öyle bir Hoca Efendi var ki; sorgu hakimi sual sormadan sorularına cevap verdi. Sizlerin hiç bir kabahatiniz yoktur, merak etmeyin. Beraat edeceksiniz' diyorlardı.

"Denizli Cezaevi yeni yapılmıştı. Şehir harici yeşil saha içinde, beton, havasız koğuşları ile, ufak mazgal deliği gibi cam pencerede sık demir parmaklığiylel, Malta zindanına benzer, rutubetli bir bina idi.

"İlk geceyi binanın müştemilatında beş kişinin barınamayacağı bir yerde geçirdik. Gece uyumak için yatak sermemize rağmen imkân olmadı. Yatakların üzerine oturmakla, tilki uykusuna daldık. Bu bize bir nevi işkence idi. Kapımız da kilitlendi. Bizim yegâne tesellimiz, Üstadımızın o binada bulunması idi.

"Bir gün sonra Ağır Ceza koğuşunun bir odasını İnebolu, Kastamonu ve İstanbul'dan gelen Nur Talebelerine tahsis ettiler. Üstad kibrit kutusu içinde bir kâğıda 'Hoş geldiniz' diye bir pusula yazarak mahkûmlardan meydancı Âdem Ağa ile gönderdi.

"Hapishane medrese oldu"

"Kısa zamanda cezaevindeki bütün ağırcezalılar yaptıklarına nedamet ederek, tevbe istiğfar ettiler. Üstadın girdiği günden itibaren guslederek beş vakit muntazaman kılmaya başlamışlardı. Hapishanenin elebaşısı (cezaevi tabiri ile 'dayısı') olan Beylerbeyi Süleyman Hünkâr'a:

"Siz ne gördünüz ki, kısa zamanda Hoca Efendiye karşı bu kadar saygı gösteriyorsunuz? Fırsat buldukça elini öpmeye koşuyorsunuz?' dediğinde 'Ben buraya adam yaralamaktan sekiz aya mahkûm olarak geldim. Bir gece rüyamda bir hoca efendi,'Süleyman sen iyisin, fakat çok mağrursun ve nefsine güveniyorsun, yakında bunun cezasını çekeceksin' dedi. Hakikaten çok geçmeden, hapishanede bir kavga olmuştu. Kavgada bir mahkûm ölmüştü. Bu hâdiseden sonra ben de 24 seneye mahkûm olmuştum. Bediüzzaman cezaevine gelince, bu Zatın rüyamda gördüğüm Hoca Efendi olduğunu anlamıştım. Zaten Hoca Efendi de gelir gelmez mektup yazarak, 'Burası bir hapishane değil, Medrese-i Yusufiyedir. İçindekiler birer zebani değil, birer müdür ve idarecidir. Bugünden itibaren gusledip, tevbekâr olarak içki, kumar gibi şeyleri katiyyen terk edeceksiniz' diyordu.

"Bunun için kendisine son derece hürmet ediyoruz. Aksi halde, manevî tokatını yiyeceğimizi biliyoruz. Bizim koğuş komşuları olan ağır cezalıların hepsi, Nur Talebelerinden elif cüz'ünden başlayarak Kur'ân'ı hatmetmişlerdir. İstanbul'un meşhur hocalarından takva sahibi Gönenli Mehmed Efendi'den ders almaya başlayan Mehmed ismindeki dört adam katili Kur'ân'ı hatmetmiş ve 'Veddüha'dan aşağısına kadar ezberleyerek, imtihanı kazanmış bulunduğundan, mahkûmlara imamlık yaptığını gözümüzle gördük.

"Çok geçmeden bütün katiller rüyalarını anlatmaya başlamışlardı. Gözyaşları dökerek, yaptıklarına bir defa pişman olduklarını söylemişlerdi. 'Biz Allah ve Peygamberi bilmiyorduk. Bize o yol gösterdiği için, başta Hoca Efendiye ve sizlere binlerce teşekkür ederiz diyorlardı. Biz beraat edip çıkarken çok acı gözyaşları dökmüşlerdi. Üstad kendilerine hitaben: 'Merak etmeyin, bundan sonra yeni bir hükümet iş başına gelecek ve af ilân edecek, o zaman çıkacaksınız' demişti.

"Denizli Hapishanesinde, tavan beton olduğu halde, incecik yağmur gibi tahtakurusu ve sivrisinek dökülüyordu. Sık sık süpürür ve dökerdik. Koğuştaki mahkûm ağır cezalılar, şikâyet ederlerdi: 'Adam öldürdük, ama şimdi, sivrisineği dahi öldüremiyoruz' diyorlardı.

"Cezaevi Müdürü Şevki Bey bizi diğer koğuştaki kardeşlerimizle görüştürmedi. Ancak mahkemeye giderken görüşebildik 70 kişilik bir kafile önde, Üstad her seferde başka bir kişiyle kalepçelenirdi. Etrafımızda süngülü otuzdan fazla jandarma bulunurdu. Denizli'nin âlicenap ve misafirperver halkı geçtiğimiz yolların iki sırasını doldurur, gözyaşlariyle sevgilerini, teessürlerini, başlarıyla da selâmlarını bildirirlerdi. Cezaevi yolunda eski bir mezarlık vardı. Üstad buradan gelirken ve giderken fatiha okumadan geçmezdi.

"İstanbul ulemâsından Gönenli Mehmed Efendi, Seyyid Şefik Arvasî, Şemseddin Yeşil, Emin Uzun, Mustafa Hemadan ile hep bir koğuşta idi. Bediüzzaman Hazretlerini sabah namazında camide gördüklerinin rivayeti yayılınca, (Hâdise için bk: Tarihçe-i Hayat, 193) bu konuşmaları ihbar telâkki ederek, kendisini iç koridorlardaki bir münferide hapsetmişlerdi. Müdafaasını yazdırmak için Müdür Şevki beyden beni istemişti. Burası bir insanın yaşayamayacağı, kadar havasız, kapalı bir hücre idi. Bir yatak zor sığmıştı. Mum ışığı ile âdeta bir mağarayı andırıyordu. Ankara'da, altı bakanlığa göndermek üzere dilekçe hazırlanmıştı. Bunları Üstad söyledi, ben yazdım. O tarihlerde Denizli'nin elektriği çok fersizdi. Gündüz cereyan verilmezdi. Geceleri de 12'den sonra kesilirdi. Bir saat söyledi, yazdım. Bitkin olarak huzurundan ayrıldım. İnsan vücudu o rutubete dayanamazdı.

"Beraet kararı ve çıkış

"Son mahkemede merhum Hâkim Ali Rıza (Balaban) ve diğer hâkimler olayda suç unsuru olmadığını, kararın okunacağını ve ayağa kalkmamızı söylediler. Başta Üstad olmak üzere hepimizin beraetine oy birliği ile karar verilmişti. Daha önceleri Gönenli Mehmed Efendi ile İzzet Turgut, biri rüyasında beraetimizi, diğeri murakabede dokuz ay on gün hitamında beraetimizi müjdelemişlerdi.

"Mahkemeden çıkınca halkın tezahüratları, 'yaşasın adalet' nidaları ve alkışları ile cezaevine geldik. Eşyalarımızı dışarıya çıkardık ve denklerin üzerinde İbrahim Fakazlı oturuyordu. Çarşıdan faytonla geliyor, sıraya giriyorlardı. Birinci faytona Üstad ikinci faytona Fevzi Pamukçu binmişti. Bu esnada Doğu tarafından ağaçlar arasından bir süvari geliyordu ki, ağaçlar arasından süratle geçmek akıl almadığından şaşkına döndük. Süvari tam Üstad'ın faytonunun sol arkasından aniden durdu. Atından indi, Üstadımızın karşısında askerce sert bir selâm verdi. Birkaç kelime söyledi, elini öptü ve yine sert bir selâmla mahmuzlarını şaklattı. Ve atına binerek aynı istikamette aynı şekilde süratle uzaklaştı. İbrahim Fakazlı ile bu hâdiseyi hiç bir zaman çözemedik. Üstad'a sormaya da cesaret edemedik.

"Üstad, Delikli Çınar namıyla anılan semtte bir otele yerleşti. Diğer arkadaşlarımızı Denizlililer evlerine götürdüler. Nefis yemeklerle ikramda bulunmuşlardı. Nur Talebeleri trene binmeden evvel, Denizli halkının içlerinden seçtiği Mustafa Bey (Hafız Mustafa Koçkaya) ismindeki zat, elinde bir mendil para ile gelmiş, talebelere dağıtmak istemişti. Fakat hiç kimse bu paraları kabul etmedi. Eşyalarımızı trene yüklerken birçok tüccar ve mevki sahibi zatlar yardımcı olmuşlardı.

"Otelde Üstadın hizmetinde iki gün kaldım. Her gün beş yüzün üzerinde ziyaretçi geliyordu. Rusya'da esir iken arkadaşı olan emekli bir subay da gelmişti. Yaşlı gözlerle Üstad'la kucaklaştılar, esaret günlerini yad ettiler.

"Üstadın ağaçtan olan yemek kaşığının sapı kırılmış ince bir çivi ile perçin yapmışlardı. Ben çarşıdan güzel bir kaşık aldım. Ağaç kaşığı da çöp sepetine attım. Akşam yemeğini götürdüğümüzde ağaç kaşığını aradı.

"Efendim, eskimiş ve kırılmıştı, çöp sepetine attım, deyince:

'Benim otuz senelik arkadaşımdı. Onun kıymetini paha biçilir mi? Derhal bul ve getir' dedi Hemen çöp sepetine koştum. Bereket versin bir yağlı kâğıda sarmıştım. Aynen duruyordu. Aldım ve suda kaynattıktan sonra hemen getirdim.

"Denizli Hapishanesinin sıkıntı, meşakkat, rutubet, ve betonunun insan kanını bir sünger gibi emmesine dayanamayan İslâmköylü Hafız Ali (Ergün) hastalandı ve vefat etti.

"Çok zayıf ve nahifti, Allah yolunda, gurbet hapishanesinde şehid olmuştu. Kıymetli bir Nur talebesi idi.

"Hapishaneden beraet edip tahliyemizde, Üstadımızın ilk işi Denizli'nin yeşillikler içindeki kabristanına gitmek oldu. Hafız Ali'nin kabri başında Kur'ân okundu. Üstad hazin bir dua yaptı. Elini semaya kaldırdı. 'Bu şehid bir yıldızdır' dedi. O sırada gayr-i ihtiyarî başımızı kaldırdığımızda, semada ışıl ışıl bir yıldız parlıyordu.

"Denizli'den sonra Üstad'ı Emirdağ'a göndermişlerdi. Senede bir defa Emirdağ'a ziyaretine giderdim. Orada daimi jandarma ve bekçiler tarassud ederler ve devriye gezerlerdi. (C:2, s:108-117)

 Risale-i Nur'un kerameti

Bayram Yüksel anlatıyor; "Üstadımız gösterişten, kerametvârî hâdiselerden çok çekinirdi. Meselâ, birgün ders esnasında, Kastamonu'dan Denizli hapsine götürülürken o zamanki valilerden Nevzat Tandoğan ve o zamanki emniyet teşkilâtı, Üstadımızı istasyonda karşılıyorlar. Güya cürm-ü meşhud halinde yakalayıp, Üstadı cezalandırmak istiyorlar. Üstadımız da o anda sarığını çıkarıp trene biniyor. Vali ve emniyet teşkilâtı çok hayret ediyorlar. Nasıl haber aldı da, böyle hareket edip cürm-ü meşhuddan kurtuldu diye. Üstadımız da, 'Bu keramet değildir. Bir pire onları mağlûp etti' demişti. Çünkü Üstadımızın trene bineceği zaman başına bir pire konuyor, Üstad da başını kaşımak için sarığını çıkarıyor. Emniyet teşkilâtı da bu durumda hiçbir şey yapamıyor. Üstad kerameti kendine almayıp pireye veriyor. Bu neviden hem Denizli'de, hem Eskişehir, hem Afyon hapishanelerinde çeşitli kerametvârî hâdiseler oluyordu. Üstad, 'Benim değil, bu Risale-i Nur'un kerametidir' derdi. Üstadımız gösterişten, kendisine Müceddid nazarıyla bakılmasından rahatsız olurdu.(C:3, s: 97)

 "Üstadın bir kerametini gözlerimle gördüm"

Mehmed Feyzi Pamukçu anlatıyor; "Denizli hapishanesinde mahkeme gidip gelişlerimizi hatırladım. "İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad'la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam kabristanın yanından geçerken Üstad Fatiha diyerek okumaya başladı. Kelepçe, zincirli ve asma kilitliydi. Yan gözümle Üstad'a baktım. Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü. Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı. Bunu Üstad'ın bir kerameti olarak bizzat müşahede ettim. (C:2, s:128)

İbrahim Fakazlı anlatıyor; "Denizli hadisesinden evvel Hz. Üstad, hemen her mektubunda veya ziyaretlerimiz esnasında durumun çok sıkı olduğunu, devamlı bir kontrol ve baskı altında tutulduğunu, her an bir hadisenin çıkabileceğini, bunun içinde ihtiyata riayet edilmesinin gerektiğini söylüyordu. Bir tedbir olarak, lâzım olmayan risalelerin ortadan kaldırılıp parça parça saklanmasını tavsiye ediyordu.

Dersleri, geceleri evlerde yapıyorduk. Ayrı ayrı sokaklardan teker teker giderek biraraya geliyorduk. Gazyağı karaborsa olduğundan zorlukla ele geçirebiliyorduk. Bunun için geceleyin hizmetleri çok zahmetle götürüyorduk. Maddi durumlarımız ise zayıftı.

Ramazan-ı Şerifin 19'uncu günü bir Pazar sabahı saat 7-8 sıralarında kapının önüne birkaç jandarma, iki polisle birlikte mahalle muhtarı geldiler ve "Evi arayacağız" dediler.

Biz o zaman yeni ve tamamen acemi olduğumuzdan hiçbir şey sormadan hemen kapıyı açtık. Hep beraber içeri daldılar. Jandarmalar evin etrafını sarmıştı. Ben birkaç aydın dikkatli ve ihtiyatlı hareket ediyordum. Külliyatı takım halinde Isparta'dan getirmiştik. Kendi yazdıklarımızla beraber kitapların çoğunu gizliyorduk. Evin her tarafını didik didik aradılar, dört-beş adetten fazla kitap bulamadılar. Kitapların hepsi bir teneke içinde idi, üzerine de bir hamur tenekesi konmuştu. Kitaplar önlerinde olduğu halde Cenab-ı Hak onlara el sürdürmedi, göstermedi.

"Evden birşeyler kaçırılıyor"

Birkaç aylık bir çocuğum vardı. Bu arama sırasında evin altı üstüne getirildiğinden annesinin sinirleri bozulmuştu. Bir pencere kenarına kapanmış duruyordu. Çocuk ise altını kirletmiş ağlıyordu. Kadıncağız şaşkınlık içinde pencereyi açarak çocuğun kirli bezlerini bahçeye atmıştı. Tetikte bekleyen jandarmalar koşuşmuşlar, "Evden birşeyler kaçırılıyor" diye atılan şeyi kapıvermişler. Fakat üstleri başları pislik içinde kalmıştı. Bu hali daha sonra komşular anlattılar.

Evi aradıktan sonra "Dükkâna gideceğiz" dediler. Giyindim, beni aralarına aldılar, çarşıya geldik. Baktım ki, çarşının her köşesinde bir silâhlı jandarma duruyor.

Dükkânı açtım, içeriye doluştular. Her tarafı aradılar. Yazdığım risaleleri, mektupları vesaireyi basit bir şekilde gizlemiş olduğum halde hiçbir şey bulamadılar. Birkaç isim tesbit ettiler, çekmecedeki parayı saydılar. O zaman bin kuruş çok paraydı. Çekmeceyi kırmızı mumla mühürlediler.

Bu baskının yalnız bana yapıldığını sanıyordum. Sonradan öğrendiğime göre, bütün kardeşlerin evlerini basmışlar. Baskını aynı anda icra edebilmek için Kastamonu'dan polis takviyesi istemişler. Akşama yakın bütün kardeşler polis karakolunda toplanmış olduk.

O gece sabaha kadar soruşturma devam etti. Kâh dayak, kâh tehdit, kâh hakaret... Haysiyet kırıcı her türlü metodu kullandılar. Meselâ, savcı ve komiser beni ayrı ayrı odalarda sorguya çekmişlerdi. Savcı ağzımdan çıkan herkelimenin altından bizi perişan edecek ince ince mânâlar çıkararak bizden pişmanlık bekliyordu. "Kürt hükümeti kuracakmışız, halifeyi getirecekmişiz" gibi suçlamalar.... Ayrıca çoluk çocuğumuzun sürünerek ayaklar altında kalacağını söyleyerek tehditler ediyordu.

Oradan komiserin odasına getiriliyor, orada falaka ve sopa ziyafetine çekiliyorduk.

O kadar tazyiklere rağmen ne söylesek para etmiyordu: "Yaptığımız bir şey varsa, o da şu kitapları okumak ve yazmaktır. Bütün faaliyetimiz bundan ibaret" deyip susuyoruz. O gece sahur topları atılırken karakola yemekler, gazozlar, çaylar kahveler gelip gidiyordu. Birara komiser elindeki kalın jopu masaya vurarak, "Sizin gizli âletleriniz varmış; telsizleriniz, şifreleriniz nerede?" diyor, üzerime geliyordu. Şöyle bir doğruldum, "Biz dün gece sahurdan beri bir şey yiyip içmedik. Şimdi yine sahurluk yemeden yarınki oruca niyet edeceğiz, milletinize ve vatandaşınıza bu kadar yabancı mısınız?" demiştim.

Hücumat-ı Sitte ve altıok

O gece merhum Dursun ismindeki kardeşimizden Hücümat-ı Sitteyi sormuşlar. Onlar bu kitabı âltıok"a hücum anlamışlar ve sabaha kadar zavallıyı "sitte" diye falakadan geçirmişler. 20 gün, belki bir ay kadar ayağının üzerine basamadı. Koltuk değnekleri ile hükümet doktoruna çıktığı halde, doktor bir bahane bulurak muayene yapmadı ve rapor vermedi.

Karakolda 24 saat ayrı ayrı oda ve hücrelerde sorguya çekildik. Sonra 15'imizi tevkif ederek bir odaya doldurdular. Ayrıca devamlı sûrette gözaltında tuttular. Ne konuşsak, ne yapsak hepsini Ankara'ya bildiriyorlarmış. Ramazan-ı Şerif ayı içinde olduğumuzdan nasıl namaz kılmamızdan, nasıl oruç tutmamıza ve nasıl tesbihat yapışımıza varıncaya kadar hepsi rapor ediliyormuş. Üç ay kadar İnebolu Cezaevinde kaldık.

Sonra Dahiliye Vekili Hilmi Uran İnebolu'ya geldi. Bu kadar "vatan hâini" İnebolu'dan nasıl çıkar diye merak etmiş. Dosyalarımızı incelemiş, bize de uzaktan bakmıştı. Yeni baştan bir komisyon kurdular, azılı bir masonu başkan yaptılar. Yeniden ifadelerimiz aldılar. Kitap yazanları ve kitaplarda ismi geçenleri ayırarak 13 kişi tesbit ettiler. Diğer dosyaları muameleden kaldırdılar.

Bu arada özel olarak hazırladıkları adamlar ve kadınlar vasıtasıyla kahvelerde, sokaklarda ve evlerde bizim "vatan haini, Kürtçü ve Hû'cu" olduğumuzu, sürgüne gönderileceğimizi, sınırdışı edileceğimizi veya idam olacağımızı halka duyurarak bizimle alâkaları kesmeye çalışmışlar. Çoluk çocuğumuz sokağa çıkamaz olmuş, birçoğu da hastalıklara yakalanmıştı.

Bir gece geldiler, ellerimizi urganla birbirimize bağlayarak jandarma süngüleri altında bir vapura bindirdiler. İki gün sonra İstanbul'a vardık. Vapurda serbest bırakmışlardı. Bir gece de İstanbul'da rıhtımda yattık. Fakat serbest idik. Camiye ve tanıdıklarımızın yanına kadar gitmemize müsaade ettiler.

"Ä°brahim kardeÅŸim korkma"

Ertesi gün İzmir'e hareket eden vapurla İzmir'e vardık. Bir gece otelde yine serbest yattık. Bir gün sonra trenle Denizli'ye gittik. Orada savcılık kanalıyla Denizli Hapishanesine vardık. Hapishane kapısında jandarma ve gardiyanlar bizi tekrar sıkı bir aramadan geçirdiler. Koridor kapısından birer birer içeriye yürümemizi söylediler. Benim önümde giden birkardeş sağ tarafta biraz bekledi. Ben de arkasındaydım. Demir parmaklıklı bir kapı gözüme ilişti. Etraf zifiri karanlık, bir de ne göreyim: Üstad. Hemen demirlerin arasından mübarek ellerine sarıldım ve öpmeye koyuldum: "İbrahim, kardeşim korkma! Hiç merak etme, korkma!" diye teselli ediyordu.

Ağlayarak ayırılmak mecburiyetinde kaldım. Zira kapı tarafından çalışan düdükle yürümemi istiyorlardı. 20 metre kadar ilerledim, karanlık koridorun sol tarafında önümde giden arkadaş bir kapının önünde durmuştu. Demir parmaklıklı kapının arkasında benzi sararmış bir zat duruyordu. Uzun boylu, başı açık, üzerinde pamuklu, dikişli, açık rengi solmuş uzun bir hırka. Veysel Karani'yi andıran bu zat, o arkadaşa,

"Kardaşım, karşımızda küfr-ü mutlak var" diyordu. Bir ara bu zat benim karşımda da aynı cümleyi tekrar etmişti. Tüylerim diken diken oldu. "Karşımızda küfr-ü mutlak var." Birden bana canlılık geldi. O anda kendimi küfr-ü mutlak karşısında lâkayd bir şahıs olarak değil; küfre razı olmamış, ona karşı cephe almış bir mücahid gibi gördüm. Çok sevindim. Parmaklık içinde bize bakan bir kardeşimize "Bu zat kimdir" diye sordum. "Hafız Ali" cevabını verince, senelerden beri gıyabında son derece hüsn-ü zan beslediğimiz, sevip saydığımız mübarek Hafız Ali Ağabeyimiz olduğunu öğrenip yolumuza devam ettim.

Daha ileride duran bir gardiyan beni yüksek duvarlarla çevrilmiş bir arsaya, oradan da harebe bir banyo dairesine koydu. Daha sonra gelen kardeşlerle orada bekledik. Akşamleyin o ufacık banyolukta İstanbul ekibi Seyyid Şefik, Gönenli Mehmed Efendi, Şemseddin Yeşil vesaire... Mehmet Migenli, Hilmi, Sadık Beyler, Mehmet Tevfik Yakamercan, Kastamonu mangası da 20 kişiden fazla idik. Üzerimize kapıyı dışarıdan kilitlediler. Üst üste ancak ayakta duruyor bir halde orada kaldık. Sabah olunca her türlü ihtiyacımızı temin ediyorlardı. Gecede bir kaç kere def-i hacet icap eden yaşlı arkadaşlar için boş bir teneke vermişlerdi. Onunla idare ediyorlardı. Böylece bir hafta kadar orada kaldık. Sonra bizi daha büyükçe bir barakaya aldılar. Orada da su ve hela yoktu.

Bir gün başsavcı ve yardımcısı gelerek bizim barakya girmişlerdi."Şemseddin Yeşil kim?" diye seslendiler. O da, "Benim" dedi ve ayağa kalktı. Şemseddin Hoca o sırada bir yemek hazırlıyordu. Savcı onun önüne vardı, fakat her nedense yemek kabının içine bastı ve yemek devrildi. "Sen misin Şemseddin Yeşil?" dedi. O da "Evet benim" dedi. O akşam Şemseddin Hocayı gayr-ı mevkuf çıkardılar. Meğerse Yeşil soyisimli Reisi cumhur başkâtibi bir akrabası varmış. Onun iltimasıyla gayr-ı mevkuf yapmışlar. Daha sonra mahkemelere dışarıdan iştirak etti.

"Yardım yapamamaktan üzülüyordu"

Denizli'den tahliye olduğumuz gün ikindi namazını Hz. Üstad ile beraber Ahmed Çavuşun hanında kıldık. Üstad bize, "Beklemeyin, hemen gidin" demişti. Benim de fakir ve garip bir köylümüz olan İzzet Turgut Efendiyi memlekete götürmem lâzımdı. Bu kardeşimizin mutlaka benimle gitmesi lâzımdı. Zira ne paradan anlardı, ne kimseden beş kuruş isterdi. O akşam trene binip gitmemiz gerekiyordu. Fakat İzzet Efendi için bilet parası bulmam gerekiyordu. Bunun için bazı kardeşlere müracaat ettim. Oraya buraya koşarken bir arkadaş bana, "Seni Âtıf Ağabey arıyor, Ahmed Çavuşun kahvesinde" dedi. Ben de Âtıf Ağabeye "Allah'a ısmarladık" diyecektim. Bizler içeride iken kendisine emanet edilen bazı maddi yardımlardan gönderir, ben de bizim koğuştaki fakirlere dağıtırdım.

Gittim, kahvede bir zat ile oturuyor; selâmdan sonra bana, "Bak, bu ağabey fakir Nur şakirdlerine yardım ediyor. Senin de tanıdığın böyle kimse varsa söyle" "Ben de bizim İzzet Efendi için koşuyorum, çok iyi oldu" deyince, bu zat masanın üzerinde kocaman bir mendilin bağlı olan uçlarını çözdü, açtı. Mendilin içi demet demet parayla doluydu. Bir demet aldı, bana uzattı. İçinde kaç lira olduğunu sordum. Yüz adet bir liralık banknot olduğunu söyledi. O zaman bu yüz kuruşla 15 tane somun ekmeği alınıyordu. Demeti saydım, içinden 36 lira aldım, gerisini kendisine uzattım. Fakat almadı. Benim almam için rica etti, yalvardı. Ben de dedim: "Bu parayı ben de emaneten alıyorum. Bakın, benim cebimde 36 liram var, bana İnebolu'ya kadar yol parası ve harçlık olarak kâfidir. Sizden ancak İzzet kardeşimiz için 36 lira alabilirim, yoksa hiçbirisini almam." Çok üzüldü, fakat sonunda razı oldu, "Daha başka fakirler varsa gönder" dedi.

Ben artık kimseye bakamadım, ancak trene yetişebildik. Tren akşam namazı vakti hareket edecekti. Baktım ki o zat elinde para bohçası, istasyonda dolaşıyor ve istediği gibi bağış yapamadığı için ağlıyordu.

Kardeşlerim, bu bir evliya menakibi değil; benim bizzat içinde bulunduğum ve Nur şakirtleri içinde cereyan eden bir gınay-ı kalbî hadisesi ve onların ihlâslarının son derece dikkate değer bir nümûnesidir. Zira herbiri fakr-ı hal içindeydi, tren parası olmayanlar o uzak yerlere yürüyerek gittiler.

***

İslâmköylü Hafız Ali Efendi merhumla koğuşlarımız ayrı olduğundan fazla bir bilgim yok. Son derece muttaki bir zattı. Denizli meyvesi olan Meyve Risalesini yirmiye yakın yazmış ve hasta olup hastaneye kaldırılmış ve orada şehid olmuştu. Allah şefaatlarından ayırmasın. Âmin!

Hasan Feyzi ile beraber

Denizli hapsinde iken birgün, ambalaj kâğıdı şeklindeki bir mektubu bizim koğuşa dışarıdan getirdiler; Arapça bir mektuptu. Arapça bilen hocalarımızdan Seyyid Şefik Efendiye "Okuyun" diye verdik. Mektubu okumaya başladı:

"Esselâmü Aleyküm yâ müdriken lizâlikel'z-zamân" ibaresiyle başlamış olması bizim dikkatimizi çekti. Mektubun altında Hasan Feyzi imzası vardı. Bu ismi hiç duymamıştık. Bu saygı ve sevgi ve temennilerle dolu mektubun Üstad Hazretlerine yazıldığına hükmettik. Mektubu Üstad Hazretlerine ulaştırmak için gönderdik.

Bu zat mahkeme günlerinde yolda, cadde üzerinde bir kenarda durur ve bize selâm verirdi. Her zaman aynı zatı geçerken orada görürdük. Tahliyeden bir sene sonra, temyiz mahkemesi beraat kararını tasdik edip kitaplarımızın iadesine karar verince, İnebolu namına kitapları mahkemeden geri almak için kardeşler beni gönderdiler.

Denizli'ye geldiğim gün çok şiddetli bir yağmur vardı. Delikli Çınar semtinde bir meydanlığın ortasında şemsiye elinde Mahkeme Reisi Ali Rıza Beyi görerek elini öptüm ve kendisine, "Hz. Üstada gideceğim, bir emriniz varmı?" dedim

"Çok selâmlarımı söyleyiniz, bize dua etsin" derken gözlerinden yaşlar akıyordu. O akşam bir arkadaşa rastladım ve beni Hasan Feyzi Ağabeyin evine götürdü. O gece, Üstad Hazretleri için yazmış olduğu "Boyun bâla gözün şehlâ" diye başlayan manzumeyi bir yığın kâğıtlar arasından bulup çıkardığı bir lise defterinden okudu, bana yazdırdı. O gece sabaha kadar onları tesbit ettik ve mahkemeden kitapları alarak postahane vasıtasıyla İnebolu'ya gönderdim.

Ben de Hasan Feyzi Ağabeyin mektuplarını ve manzumesini alarak Emirdağı'na müteveccihen hareket ettim. Üstad Hazretlerinin huzuruna vardım, emanetleri, Hasan Feyzi Ağabeyin ve Hâkim Ali Rıza Beyin selâmlarıyla beraber teslim ettim.

Bizim mahkememiz devam ederken, zabıt kâtiplerinden birisi mahkeme riyasetinde bulunan kitapları birer birer Hasan Feyzi Efendi'ye götürerek okuttururmuş. Bu suretle mahrem ve gayr-ı mahrem bütün mahkemedeki eserleri Hasan Feyzi Ağabeyimiz okumuş. O Arapça mektubu da o suretle yazıp hapishaneye sokmuşlar(C:2, s: 176-182)

 Hasan Atıf'ın rüyası

Hapis hâdisesinin başlangıç günlerinde Sinoplu Hasan Atıf Egemen, gördüğü bir rüyayı arkadaşlarına şöyle müjdeliyordu:

"Hapiste dokuz ay on gün yatacağız. Anamızın karnında durduğumuz müddet kadar da burada kalacağız. Sonra hapisten günahsız olarak çıkacaksınız" diye arkadaşlarını teselli ediyordu.

Üstad'ın parasını çalan casus

Denizli maznunlarından Ziya Dilek Bey, İnebolu seyahatlerimizden birinde anlatmıştı:

"Üstad Hazretlerinin cebinde yüz elli lirası varmış, bu parayı bir casus çalmış. Üstad bunu bize bildiriyordu. 'Benim cinsimden olan bir casus, cebimdeki hacca gitmek için, telifattan kalan paramı çalmış. (Ziya Dilek Bey, benim cinsimden dediği, Şarklı bir hemşerisini Üstadın yanına casus olarak koymuşlardı, diye açıklama yapıyordu.) Şimdi param kalmadı. Bana bir evliyaullah'ın hediye olarak bıraktığı bir keçeyi size gönderiyorum. Ufak bir odayı döşer. Bunu satın! diye mektup yazmıştı.

Üstad'ın keçesini Ahmed Köroğlu nasıl aldı?

"Hapishanedeki bütün arkadaşlar keçeyi almak istiyorlardı. Zengin arkadaşlar vardı. Seyyid Şefik Efendi almak istiyor, Nazif Çelebi almak istiyor, zorba Beylerbeyli Süleyman da almak istiyordu. Bizim İnebolulu Ahmet Köroğlu da 'keçeyi ben alacağım' diye tutturmuştu. Herkes keçeye talip çıkınca, keçenin fiyatı arttı. Keçenin maddî fiyatından ziyade önemli olan manevî tarafı idi. sonra Seyyid Şefik Efendi Üstada sordu. 'Keçeye talip olanlar çoktur. Nasıl yapayım?' diye..

"Üstad şöyle bir pusula yazmıştı:

"Keçenin piyasaya değerini sorun, öğrenin. Ondan sonra aranızda kur'a çekin, kimde kalırsa onun olsun."

"Keçeye kaç kişi talip olduysa, o kadar kâğıt hazırladık. Hepsi boş, birisine 'keçe' yazdık. Çekilişte 'keçe' yazılı kâğıt kime isabet ederse, o parasını ödeyip keçeyi alacaktı. Çarşıdan sorulduğunda keçenin rayiç bedeli otuz lira olarak tesbit edildi.

"Herkes keçeye sahip olmanın heyecanı içerisindeydi. Bu esnada Nur Postacısı Ahmet Köroğlu keçenin üzerine çıkıp oturdu. Nazif Çelebi, 'Olmaz öyle şey, yağma yok, in oradan' diyordu.

"Ahmet Köroğlu ise gayet sâfiyane şöyle diyordu:

"Yarabbi ben sana güvenerek bu keçenin üzerine oturdum. Eğer senin şanına lâyık düşerse, bu keçeyi benim altımdan al!"

"Nazif Çelebi merhum itiraz ediyordu. Eûzü Besmele, çekerek kur'ayı çekti, netice boş... Peşinden Süleyman elini torbaya attı, netice yine boş. Bütün arkadaşlar çekti hepsi boş çıktı. Son olarak sıra Ahmed Köroğlu'na gelmişti. zaten birtane kalmıştı, onda da 'keçe' yazılı olduğu belli olmuştu.

"Ahmed Köroğlu: 'Şimdi bir tane kaldı, çekmeme lüzum var mı?' dedi. Bunun üzerine kendisine arkadaşlar, 'Çek de kazan, belki kayboldu' dediler. O da Eûzü Besmele çekerek torbaya elini soktu, çıkardı, kâğıtta 'keçe' yazıyordu.

"Köroğlu'nun duasının müstecap olmasına hepimiz şaşırmıştık." (C:2, s:215-216)

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi anlatıyor; "Tahiri ağabeye "Üstadın en çok neyi hoşuna giderdi?" diye sorduğumda "Ahi (kardeş)" dedi, "Denizli hapishanesindeyken ben diğer arkadaşların uyumasını bekler ve gizlice üstadın koğuşunun kapısına giderek onun Kur'an ve cevşen okuyuşunu dinlerdim. Onun o hazin sesi o kadar bana dokunurdu ki tarif edemem." (M. Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s: 53)

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-18

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-18

URFA’DA VEFATI Üstad, vefat edeceği tarihi bildirmişti Abdunnur Sezgin anlatıyor O günlerde

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-17

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-17

SON YILLARI-1958-1960 "Üstadın ikinci defa Ankara'ya teşrifleri" Hasan Okur anlatıyor; "Üstad

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-16

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-16

ISPARTA HAYATI(1953’DEN SONRA) "Üstada Isparta'da ev kiraladım" Mehmed Babacan anlatıyor; "19

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-15

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-15

EMÄ°RDAÄž HATIRALARI Ãœstadın ilmî dehası Namık Åženel anlatıyor; "Diyanet Ä°ÅŸleri eski BaÅ

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-14

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-14

Gençlik Rehberi mahkemesi Muhittin Yürüten anlatıyor: "Biz erkenden gidip mahkeme salonundaki y

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-13

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-13

AFYON HAPSİ SONRASI DÖNEM-1949-1950 Diyanet işleri riyasetinde Selahaddin Çelebi anlatıyor; "

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-12

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-12

İLK EMİRDAĞ DÖNEMİ-1944-1948 Hamza Emek anlatıyor; 1944'de İstanbul Vefa Lisesinde talebeydi

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-11

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-11

DENİZLİ MAHKEMESİ VE HAPSİ -1943 "Aradığınız nedir?" Selahaddin Çelebi anlatıyor; "1942

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-10

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-10

KASTAMONU HATIRALARI(1936-1943) Yıl: 1936 Nasrullah Şadırvanına, ilk defa gördüğü yaşlı

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-9

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-9

KISA SÜRELİ ISPARTA DÖNEMİ(1934) "Üstad bize çay getiriyordu" Onun bu nezaket ve tevazuunu

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-8

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-8

BARLA HATIRALARI-1926-1934 Köye bir Hoca Efendi gelmiş Bahri Çağlar hatıralarını şöyle an

Biz onu (Kur'an'ı) mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır.

Duhân, 3

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Her kim bir namazı (kılmayı) unutursa (onu) hatırladığında kılsın. Onun bundan başka keffâreti yoktur.

BUHARİ, KİTÂBU MEVÂKÎTİ'S-SALÂT

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI