SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-15

EMİRDAĞ HATIRALARI Üstadın ilmî dehası Namık Şenel anlatıyor; "Diyanet İşleri eski Başkanı Ahmed Hamdi Akseki, Üstad Hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Efendiyi Ankara'ya çağırıyor. Ve bazı meseleler soruyor. Abdülmecid Efendinin verdiği cevaplara hayran oluyor


Necmeddin Åžahiner

2016-06-16 14:34:19

EMÄ°RDAÄž HATIRALARI

Üstadın ilmî dehası

 Namık Şenel anlatıyor; "Diyanet İşleri eski Başkanı Ahmed Hamdi Akseki, Üstad Hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Efendiyi Ankara'ya çağırıyor. Ve bazı meseleler soruyor. Abdülmecid Efendinin verdiği cevaplara hayran oluyor. 'Bediüzzaman mı daha âlimdi? Yoksa siz mi daha âlimsiniz?' diyor.

"Abdülmecid Efendi, 'Ben Seyda'yı gökteki kıvılcımlar kadar fark edebiliyorum. Üstadı anlayamıyorum. Seyda bütün kâinatı didik didik etmiş, içine bakmış' diyor. Üstad Hazretlerinin ilimdeki dehasını bu şekilde anlatıyor.

"Hattâ Akseki 'Ben Abdülmecid Efendi gibi âlim görmedim' diyor. Abdülmecid Efendi ise Üstadı anlayamıdığını söylüyor.

"Bu meseleyi de Mustafa Acet anlattı. Üstad Hazretleri, 'İlimde yoluma biraz duran Muhyiddin-i Arabî olmuştur. Onun ilmi de benim ilmimin topuğuna çıkamaz' demiştir.

 Hırsızın tevbesi

"Emirdağ'da Seydi Yüce isminde bir zat vardı. Lakabına 'bomba' derlerdi. Bu adam bir gün koyun hırsızlığı yapmış. Sabahın erken saatlerinde koyunu almış, Adaçalı'dan aşırıyormuş. Bediüzzaman da Adaçalı'ya gidiyormüş. 'Şu zatın elini öpeyim' diye arkasından süratle yürümüş. Bediüzzaman normal adımlarla yürüdüğü halde ona yetişemiyormuş. O kadar uğraştığı halde yetişememiş. Sonra bana geldi ve kendisini Bediüzzaman'la görüştürmemi, bütün kötü huylarını terk edeceğini ve tevbe edeceğini söyledi. Ben de Zübeyir Ağabeye söyledim. O da Üstada söylemiş, Üstad Hazretleri de kabul etmiş. Bunun üzerine Bomba Seydi Üstada gidiyor ve bütün hatalarını anlatmaya çalışıyor. Üstad ise 'Günahlarına tevbe et, ben de senin duanın kabul olması için Cenab-ı Hakka dua edeceğim' diyor. Bomba Seydi de tevbe, istiğfarda bulunuyor.

 Cübbenin yaşı

"Birgün Üstad Hazretleri Emirdağ Camiine ikindi namazına gelirken bazı ihtiyarlar, Arap Ahmetlerin Koca, Kırlıoğlu Arif Ağa ve o emsal kişiler camiin şadırvanının başında, 'Acaba Bediüzzaman'ın sırtındaki cübbe kaç senelik?' diye kendi aralarında konuşuyorlarmış. Üstad Hazretleri de geriden durup bunları yanına çağımış. Ve o ihtiyarlara cübbesinin yüz senelik olduğunu söylemiş. Cübbeyi Mevlâna Halid-i Bağdadi'nin emanet bıratığını, onun torunlarının da kendisine hediye ettiklerini söylemiş.

 Üstadın yardımı ve camideki kibrit

"Emirdağ'da elli seneden fazla müezzinlik yapan Hafız Murat Buduoğlu denilen zat bir gün parasız kalmış, çokta sıkışmış ve kimseden de para isteyemiyormuş. O halde iken Üstad Hazretleri de bunu çağırmış ve ihtiyacı miktarınca buna para vermiş.

"Yine Üstadın Camiin üst katında yeri vardı, buraya akşam namazından önce gelir ve yatsıya kadar kalırdı. Yatsıdan sonra da evine dönerdi. Orada kibriti vardı. Bu kibriti Hafız Murat akşamla yatsı arasında mum yakmak için alırmış. Üstad bunu çağırmış, biraz para vermiş ve oradan bir daha kibriti almamasını söylemiş. Bunların üzerine Hafız Murat, Bediüzzaman'dan çok korktuğunu söylerdi.

 Siyasî dehâ

Eskişehir eski müftülerinden Hafız Abdullah Efendi Üstad Hazretleri için, 'Oğlum, bir velinin mânevi derecesi ne kadar yüksekse, siyasetteki dehası da o kadar yüksektir' demişti.

 İşârâtü'l-Îcaz'ın tercümesi

"İşârâtü'l-Îcaz'ın tercümesinin Hacı Abdullah tarafından yapılması söylendiğinde Üstad Hazretleri, 'Ne Hacı Abdullah Efendi ne de Mısır uleması ondaki îcazı yerine getiremezler. Ondaki en ufak bir nükte birçok meseleyi ifade eder' demiştir. Ve neticede bu risaleyi kardeşi Abdülmecid Efendiye tercüme ettirmiştir. Abdülmecid Efendi de kendi itirafıyla Üstadın feyzinin devamlı yanında olduğunu ifade etmiştir.

 Üstadın türbe ziyareti

"Bizim köyün ismi Veysel'dir. Burada Veysel Karanî Hazretlerinin türbesi vardır. Birgün Üstad Hazretleri ve talebeleri; Zübeyir Ağabey, Emirdağ'dan Karaalili Halim Ağa, Mustafa Ezener, Mustafa Acet ile birlikte oraya gittik. Üstad Hazretlerinin türbeye girişi ve dua edişi hakikaten görmeye değerdi. Sanki Veysel Karani Hazretleri orada tecelli etmiş, zevat-ı kiram orayı istila etmişti. Öyle bir haşyet kaplamıştu. Hatta ziyaretten sonra Karaalili Halim Ağa (Yüksel) Üstada 'Efendim, Veysel Karanî Hazretleri Yemenlider. Sıffın Savaşına katıldığı da söylenmektedir. Nasıl oluyor da onun türbesi burada oluyor?' diye sordu. Üstad Hazretleri de 'Biz onun makamını ziyarete geldik. Ruhu nerede olursa olsun alâ küllihal bizden haberdardır' diye cevap verdi.

 "Namık'ın annesi benim annemdir"

"Yine aynı gün Üstad, Zübeyir Ağabeyle ikimize para vererek bizi yoğurt almaya göndermişti. Zira karşılıksız bir şey almazdı. Biz de bizim eve giderek yoğurdu aldık. Validem güzel yoğurt yapardı. Bu arada köyümüzdeki bazı kadınlar Üstadı ziyaret etmişlerdi. Validem de Üstadı ziyaret edip hayır duasını almak için arkamızdan geliyordu. Ben Üstadın kadınlara fazla iltifatının olmadığını bildiğimden validemi atlatmak istiyordum. Biz arabaya bindik. Arabayı Mahmut Çalışkan kullanıyordu. Emirdağ'a gidecek yerde araba tarla yoluna döndü. Ben de Tokçak'ına gidecekler, Hayri Beyle görüşecekler zannettim. Sonra hatırlatmam üzerine geri döndük. Bu sefer okulun arkasından Emirdağ'a dönecekken daha ileriye gittik. Meğer Validem de hâlâ arkamızdan koşuyormuş. Biz tam Yavan Ahmetlerin evinin önünden geçerken araba durdu. Üstad Hazretleri valideme iltifat ederek, 'Hafız Nâmık'ın annesi bizim de annemiz' dedi. Üstadımızın valideme böyle iltifatta bulunması beni gayet memnun etti. Bana dünyalar verilseydi bu kadar sevinmezdim. Böylece sevk-i İlahi ile validem de Üstadla görüşmüş oldu.

 "Biz namazın hukukunu müdafaa ediyoruz"

"Bir gün Kaymakam Mehmed Uz Bey, Vaiz olarak Hacı Ali Kılınçalp ve ben Cuma namazı kılmak için Piribeyli'ye gittik. Yukarı Piribeyli'de Hacı Ali Efendi cumadan evvel vaaz etti. Ben de hutbe okuyup namaz kıldırdım. Namazdan sonra Kaymakam Bey caminin avlusunda halka hitap ediyor ve Emirdağ Lisesinin yapılması için cemaatten yardım topluyordu. O arada Piribeyli merhum Hacı Hüseyin Efendi üzerinde ilmî kisvesi olduğu halde bana, 'Oğlum Hafız, Kaymakama bu şekilde, hoşgeldin desem bana bir ceza tereddüp eder mi?' dedi. Ben de bu fırsatı kaçırmadım ve buna cevaben 'Hocam, siz Bediüzzaman'ın sünnetten iki eksiği var diyorsunuz. Bugün sen caminin içindesin ve namaza gelmişsin ve Kaymakam da dindar, üstelik sizin caminizde yardım topluyor. Sizin bu ilim kisvesiyle bir kaymakama, hoş geldiniz diyemiyecek kadar sönük imanınız nerede; Bediüzzaman'ın ceberrut devrinde mahkemelerde ilmi kisvesini çıkarmadan kükremesi nerede. Hatta Afyon Mahkemesinde ikindi namazı biraz geç kalınca namaz kılmak izin istiyor. Hâkim müsaade etmiyor. Üstad Hazretleri biraz daha bekliyor, yine müsaade istiyor. Yine vermiyorlar. Nihayette artık ikindi namazının vakti tehlikeye giriyor. Üstad, 'Ben namaz kılacağım. Biz buraya namazın hukukunu müdafaa etmek için geldik' deyip bir kükrüyor. Bediüzzaman'a ve talebelerine namaz kılmak için müsaade etmek zorunda kalıyorlar. İşte sizin bu güçsüz imanınızla onun bu iman kuvvetini mukayese edebiliyor musunuz?' deyince merhum Hacı Hüseyin Efendi 'çok doğru söylüyorsun' diye gözyaşı dökmüştü ve şöyle devam etmişti:

"Ben, bu zamanın mürşid-i kâmili kimdir? Kutbu kimdir? diye kaç defa istiareye yatmışsam; hepsinde karşıma Bediüzzaman, al bir ata binmiş olarak karşıma çıkmıştır. Ben çok vesveseli bir adamım. Bunun için Bediüzzaman Hazretlerinin sakalı olmadığından ve evlenmediğinden iki sünneti terk ettiğini düşünerek tereddüde düşüyordum. Fakat ben bu konuda büyük hataya düşmüşüm.'

 "Üstad, kaybettiğim saatin parasını verdi"

"Bir gün Üstad Hazretleri bizi Kapaklı Çeşmesine götürmüştü. Burası Emirdağ'la Bolvadin arasındadır. Biz daha önce postahaneden mektup göndermiştik. Sonra Zübeyir Ağabeyle çeşmeden testiyle Üstada su getirdik. Döneceğimiz sırada öğle namazına ne kadar var diye saatlere baktık. Zira Mustafa Acet imam, Osman Aydın imam, ben imam. Hepimizin namaza yetişmesi lazım. Ben saatime bir baktım ki saatim yok. Ne kadar aradımsa bulamadım. Üstada duyurmamaya çalıştıksa da yine o duymuş. Arabayı durdurdu ve ne olduğunu sordu. Onun ısrarı üzerine anlattım. Nerede kaybetmiş olabileceğimi sordu. Çeşmede düşmüş olabileceğini söyledim. Ve arabayı doğru oraya sürdürdü. Ama orada da bulamadık. Benim yüzümü okşayarak, 'Saatine sahip ol' dedi ve saatimin değeri kadar bana para verdi. Ne kadar almak istemedimse de, 'Kardeşim buraya sizi ben getirdim. Kaybolmasına ben sebep oldum' diyerek zorla verdi. Ben daha sonra saati buldum ve Üstada parayı geri iade ettim. Saati Postahanede düşürmüşüm. Rahmetli Postacı Cemal de saatin benim olabileceğini düşünerek bana getirmişti. Üstad iki yüzümü okşayarak 'Keçeli bir daha saatine sahip ol' dedi.

"Okuduğunuz Kur'ân'ı her yerde dinliyorum"

"Hocam Gönenli Hafız Ahmed Efendi ki; bu zat Eskişehir Oduncu Pazarı Camii imamı iken vefat etmiştir. Ona Üstad Hazretleri 'Siz nerede Kur'an okuyor iseniz ben sizi dinliyorum. Bu şekilde kabul et' demişti. Zira bu zat meşhur kurralardan idi. Üstad Hazretleri onun okuduğu Kur'an'a böyle değer verirdi.

"Düzce'deki Hasan Efendi kıraat okurken, yine orada Kürkzade ve Kulaksız Şükrü Efendi bana, 'Bediüzzaman'ın talebesi ve köylüsü geliyor' diye Emirdağlı olmam hesabiyle bana değer verirlerdi.

"Konya Müftüsü Ömer Tekin Hocaefendi de 'Gel benim nurlu oğlum' diye Bediüzzaman'ın talebesi olmam dolayısıyla bana iltifat ederdi. Seksen iki yaşındaki adam ayağa kalkardı.

"Üstad Hazretlerinin her hali, her tavrı, her bakışı İslam'a hizmetti. Asırlardır izine tozuna rastlanmayacak muhterem bir zattı. Üstad Hazretlerinin durumunu gördüğüm zaman Peygamberimizi (a.s.m.) hatırladım. Zübeyir Ağabeyin sadakatini gördüğüm zaman Hz. Ebubekir Efendimizi, Mustafa Sungur'un celaletine bakar. Hz. Ömer Efendimizi hatırlarım.

"Ceylan Çalışkan rahmetliyi de çok severdim. Kendisi çok zeki bir insandı. Ona 'Sen neden imtihanlardan hep on alıyorsun' diye sormuşlar. O da 'Ondan fazla notunuz olmadığından her zaman on alıyorum' diyerek nükteli bir cevap vermiş. Bu hazır cevaplılığından dolayı soranları güldürmüş.

 "Takipçi birisinin akıbeti"

"1960 ihtilalinde bizim karargâhımız Mehmet Çalışkan Ağabeyin dükkânıydı. Biz birbirimizden haberdar olmak için devamlı buraya gider gelirdik. O arada Sivrihisarlı Niyazi Usta diye birisi vardı. Bu bizi takip eder, konuştuklarımıza kulak kabartırdı. Ben buna çok kızardım. Hatta dövmeye bile niyetlenmiştim. Mehmed Çalışkan Ağabeye durumu anlattım. O 'Sakın ha, onun başına bir şey gelecek, ama bizden gelmesin' diyerek bizi engelledi. Gerçekten de onun başına öyle bir iş geldi ki, bir daha kimsenin içine çıkamaz bir hale geldi. Yüz kızartıcı bir suç sonucunda hapse girdi, evini de satarak ailesini Emirdağ'dan götürdü. Bir daha da Emirdağ'a gelemedi.

"Bir gün Üstad Hazretlerini arkasında öğle namazı kılıyorduk. Üstad namaza başladığı zaman sanki yok olmuştu. Hani Hz. Ali namaza durunca vücudundaki oku çıkarmışlardı ya, aynen onun gibi Üstad Hazretleri de kendinden geçmişti. Onun namaz kılışını görünce kendimden hicap duydum. O namazın lezzetini hala unutamam.

"Üstada gençlerin sevgisi"

"Üstad Hazretleri Emirdağ'a geldiği zaman onun arabasını, faytonunu sürmek için gençler sıraya dizilirlerdi. O hususta jandarmadan dayak yemeği şeref sayarlardı. Üstadı bu kadar çok severlerdi.

"Üstada otomobil alınmazdan evvel Üstad bir yere gitmek istediği zaman arabası, otomobili olanlar, hemen arabalarını alır gelirlerdi. Onu, nereye gitmek isterse götürmek, onun duasını almak isterlerdi. Emirdağlıların nakliye konusunda muvaffak olmalarının sebebi herhalde Üstadın duasına mazhar olmalarındandır.

"Üstad Hazretleri Emirdağ'a 1944 yılında gelmişti. Ben o zamanlar talebeydim. Hocam Gönenli Ahmet Efendi (r.h) bana 'Oğlum, mutlaka bu zatla görüş' demişti.

"Rahmetli babam köyümüzde Hayri Beylerle görüşürdü. Hayri Bey de Üstaddan küçük risalelerden getirirdi, beraber okurlardı.

"Ben Üstad Hazretleriyle görüşebilmek için beş gün Suvermez'e gittim geldim. Geceleri orada yatıyor, gündüzleri geri dönüyordum. Nihayet beşinci gün sonunda Üstadla görüşmek kabil oldu. Ve beni talebeliğe kabul etti. Ondan sonra da münasebetlerimiz devam etti.

 "Gidip Stalin'i öldürür müsün?"

"Bir defasında Üstad Hazretleri Adaçalı'dan geliyorlar. Kibidek Çavuş denen birisi Üstadın yakasına yapışıyor. Üstadın yanında o zaman Mustafa Acet var. Üstad silkiniyor, yakasını Kibildek Çavuş'un elinden kurtarıyor ve Mustafa Acet'e dönerek 'Git, Stalin'i öldür desem öldürür müsün?' diyor. Mustafa Acet Ağabey de 'Vallahi Üstadım, şimdi giderim' diyor. Bunu üzerine Üstad Hazretleri o Kibildek Çavuş'a 'Bak, en edna bir talebem dahi emretsem Stalin'i öldürmeye gidecek. Eğer ben istersem iki saat içinde bana zahmet çektirenlerden intikamımı alırım. Fakat ben rıza-yı İlahi için ve bu milletin imanını kurtarmak için çalışıyorum' diyor.

"Askere merhum Ceylan Çalışkan'la beraber gittik. O benden büyük olmasına rağmen, daha önce, hapiste yattığı için beraber gitmiştik. Ben giderken Üstad Hazretleri bana şöyle demişti: 'Herhangi bir mansıba, mevkiye elin yetişmediği zaman, ayağının altına başka vasıta bul, sakın Kur'an-ı Kerimi vasıta yapma.'

"Askerden geldikten sonra Üstadla yine münasebetlerimiz devam etti. Emirdağ Çarşı Camiine geçtiğimden Üstad Hazretleri bana, 'Ben hiç bir yerde bu kadar uzun süre (sekiz sene) aynı camide namaz kılmamıştım. Burada Çarşı Camiinde sekiz sene devamlı namaz kıldım. Alâküllihal bu cami benim camimdir. Buraya benim talebelerimden bir fedai çıkması lazımdı. O da sen oludun. Seni tebrik ederim. Benim camime imam olan aynı zaman da benim imamımdır' diyerek iltifatta bulunmuştu.

 Kabristandaki evliyalar

"Üstad Hazretleri bize daima Keçili köyü kabristanını ziyaret etmemizi tenbih ederdi. ' O kabristanda çok evliya var' derdi. Biz de bunun üzerine bu kabristana çok gitmişizdir. Bir gün Mustafa Acet Ağabey, Bayram ve ben yine o kabristana gitmiştik. Oradaki köylülere 'Bu kabristanın ne gibi hususiyetleri var da Üstad buraya bu kadar ehemmiyet veriyor' diye sormuştuk. Köylüler de 'İstiklal Savaşında burada çok şehit vermiştik' diye cevap vermişlerdi.

"Üstad Hazretleri, ben Van'da askerlik yaptığımda bana 'Van Kalesine gittin mi?' diye sordu. Ben de 'Evet Üstadım, gittim' dedim. 'Peki, Van Kalesine inerken ayağınız kaysa ne olur?' dedi. Ben de cevaben 'Yüzde beş yüz ihtimalle düşeriz' dedim. 'Tahminen kaç minare boyu var?' dedi. 'Beş minare boyu var diyorlar, efendim' dedim. Üstad bunun üzerine 'Benim oradan ayağım kaydı, on-on iki metre yan tarafa fırladım, fakat bir şey olmadı. O zaman anladım ki, korunuyorum' dedi.

 "Namazın kerameti"

"Yine Hasan Hüsnü Mola diye bir zat anlatmıştı. Üstad Hazretleri Bitlis'e eli bağlı olarak getirilirken namaz kılmak için jandarmalardan kelepçeyi çözmelerini istiyor. Onlar da kabul etmeyince Üstad Hazretleri kelepçeyi kırıyor, namazını kılıyor. Ben de Üstada böyle bir şeyin olup olmadığını sordum. Üstad Hazretleri 'Ben gençliğimde çok kuvvetliydim. Kelepçeyi kırıp namazımı kıldım. Belki de namazın kerametidir' diye cevap verdi.

 "O yanmaya mahkûmdur"

"Afyon mahkemesinden sonra kitaplar sahiplerine iade edildiğinde paketlerin üzerinde pullar vardı. Üstad Hazretleri bu pulları toplamamı söylemişti. Zira bu pulların üzerende İnönü'nün resmi vardı. "Üstadım bu pulları ne yapayım?' dedim. Üstad Hazretleri de, 'O pulları yak, zira o yanmaya mahkûmdur ' diye cevap verdi.

"Bir Ramazanda Üstad tarafından teravihten sonra sahura kadar Kur'an hatmi indirmem emredilmişti. Mustafa Acet Ağabey risale yazıyor, Zübeyir Ağabey gündüz hizmetlerde bulunduğundan ve rahatsız olduğundan yatıyordu. Kastamonulu Hüsnü ise henüz küçük talebe idi. Her gün teravihten sonra geliyor Üstad Hazretleriyle sahura kadar Kur'an okurduk. İki günde bir hatim indiriyorduk. Sonra evlerimize gidip sahur yemeğini yiyor, camiye mukabele geliyorduk.

 "Ben bütün Nur talebelerini görüyorum"

"Kadir gecesi Üstad Hazretleri iki-üç defa yanımıza geldi. Zübeyir Ağabey ayakta duramayacak kadar hasta olduğundan yatıyordu. Üstad 'Kalk keçeli' diye onu kaldırıyordu. Yine sahurdan önce son gelişinde sedire oturdu. Neşeli bir şekilde sol elini sağ elinin karşısına dikerek 'Ben bütün Risale-i Nur talebelerini görüyorum. Onların bütün nefes alışlarını dinliyorum' diye neşeli bir şekilde konuştu.

 "Emirdağ'dan dünyaya bir hakikat ilan edilecek"

"1944'te Üstad Emirdağ'a geldikleri zaman Seydi Koçer Ağabey üç gün oruç tutuyor, hayvansal besinlerden yemiyor. Sonra da Üstadı ziyarete gidiyor. Ve içinden de Üstad Hazretlerinden himmet bekliyor. Üstad ona dikkatli bir şekilde bakıyor. Seydi Ağabey bunu İbrahim Kantar Ağabey'e anlatıyor. İbrahim Ağabey de üç gün oruç tutuyor, hayvansal besin yemiyor ve Üstad Hazretlerinin yanına gidiyor ve içinden himmet dileğinde bulunuyor. Üstad Hazretleri ona 'Bak kardeşim, Emirdağ'dan bir kısım insanlar bize hizmet edecekler ve bütün dünyaya buradan bir hakikat ilan edilecek' diyor. Ve kısa bir süre sonra Afyon mahkemesi oluyor, İbrahim Ağabey tahliye olduğu halde Emirdağ'a gitmiyor, Üstadın dış hizmetlerinde bulunuyor.

"Gönenli merhum Hafız Ahmet Erok bize, 'Oğlum, bir velinin büyüklüğü onun karşısındaki muarızlarıyla ölçülür. Koca Sultan, karşısında bütün dünya dinsizliğini almıştır' diyerek ağlamıştı.

"Mustafa Acet Ağabey anlatıyor: 1950'lerde evvel şekerin bulunmadığı zamanlar şeker aramaya çıkıyoruz. Bir türlü bulamıyoruz. Eve döndüğümüzde bir bakıyoruz ki, rafta kiloluk kese kâğıdıyla şeker var. Üstad bunu görüyor. Kimin getirdiğini soruyor. Biz de bilmediğimizi söyleyince 'Fesübhanellah, her neyse' diyor.

"Üstad cuma günleri banyo yapardı. Bir kış günü Üstad Hazretleri mangalın üzerine ibrikle su koydu. Baktım ki, mangalda sönmek üzere olan bir közden başka ateş yok. Bunu Üstada söyleyince, Üstad Hazretleri ısrarla koymamı söyledi. Sonra tenekeyi getirdi, mangalın yanına dayadı. Ben içimden gülüyordum. Bir kaç dakika sonra Üstad Hazretleri elini tenekeye vurdu ve 'Fesübhanallah, su ısınmış' dedi. Ben inanmayacak oldum. Baktım, su banyo yapacak derecede mükemmel bir şekilde ısınmış.

"Üstad Hazretleri bir şey sipariş ettiği zaman bir kutunun içinden para çıkararak verirdi. Bir gün baktım ki kutuda para yok. Üstad kutunun kapağını tekrar kapadı, bir şey daha ısmarladı ve kutudan içinden yine para çıkarıp verdi. Bunları bizzat gördüm.

 "Üstad cinlere ders veriyordu"

"Zübeyir Ağabey anlatıyor: 'Üstad Hazretleri yatsıdan sonra bizi yanına almazdı. Bir gün içeride ne yapıyor diye merak ettim, kapıdan baktım. Baktım ki Üstad sedire oturmuş, karşısında ise bir takım sivri külahlı kimseler dizilmişler, onlara ders veriyor. Sonradan anladım ki Üstad Hazretleri cinlere ders veriyormuş. Neyse ben görünmeden oradan gittim. Üstad beni daha sonra yanına çağırdı. 'Keçeli bir daha seni orada görmiyeyim' dedi.

"Merhum Mustafa Bilal anlatıyor: Üstad Hazretleri Emirdağ'a gelmezden evvel rüyamda 'Bediüzzaman geliyor, Mehdi geliyor' dediler. Ve baktım camiye birisi girdi. Ayakları yerde, başı tâ kubbeye varıyordu. Boyu bu kadar uzundu. Daha sonra Üstad Hazretleri Emirdağ'a teşrif ettiler.

 "Bediüzzaman'ın tokadı ve İnönü'nün seçimi kaybetmesi"

"Yine Mustafa Bilal'in yakın akrabalarından Hasan Usta anlatmıştı: '1950 seçimleri olurken ben ağır hastaydım. Yarı uyur-yarı uyanık haldeyken, 'Bediüzzaman geldi, Mehdi geldi, Said bin Mirza geldi' dediler. Sonra baktım, Afyon Kalesinin önünde yüksek bir taht kurulmuş ve İnönü büyük bir kalabalığa hitap ediyor. Sonra 'Mehdi çıktı' diye bir ses işitildi. Ve kaleden birisi çıktı, dolanarak geldi. İnönü konuşurken ona öyle bir tokat akşetti ki, İnönü tepe taklak kürsüden yuvarlandı ve yere düştü, ben de bu sırada uyandım. Daha sonra İnönü seçimlerde ağır bir yenilgi alarak seçimleri kaybediyor.

"Ben ilk zamanlar şapka giyiyordum. Bana birçok Nur talebesi şapkayı çıkarmamı söylemişlerdi. Ben ise çıkarmaya sıkılıyordum. Bir gece rüyamda. 'Üstad Hazretleriyle bir yere çıkıyoruz, elini benim omzuma atıyor. Bakıyor ki, başımda şapka var. Elinin tersi ile şapkamın güneşliğine vuruyor. Şapkayı gökyüzünde hayal-meyal görüyorum, daha sonra şapka tepesi aşıp kayboluyor.

"Yine bir gün rüyamda, geniş bir sahanın ortasında bir tepeciğin üzerinde ben cemaate mukabele okuyorum. Bir ara, 'Peygamberimiz (a.s.m.) geliyor' dediler. Derken Peygamberimiz (a.s.m.) başı göklere değiyor bir şekilde yanımıza geldi. Cübbesini açtı, cemaati içine aldı. Nihayet ben okumayı bitirdim. Peygamberimiz (a.s.m.) de cübbesini toplayıverdi. Daha sonra o bir anda Üstad Hazretleri oldu. Ben de elini öptüm. Uyandığımda ' El-ulemâu veresetü'l-enbiya' hadisi aklıma geldi. Demek ki, Üstad Hazretleri sünnete tam ittiba etmekle bu zamanda irşad vazifesiyle memurdur, diye kendime göre yorum yaptım.

 "Bediüzzaman feyzini bizzat Peygamberimizden (a.s.m.) alıyor"

"Nazilli'de Şeyh Hacı Ali Efendi isminde muhterem bir zat vardı. Benim de tayınım Konya Doğanbeyli'ye çıkmıştı. Tayinimin Nazili'ye çıkmasını istiyordum. Nazilli Müftüsü Mehmed Ali Sula ile beraber bana yardımcı olması için bu Şeyh Efendinin yanına gitmiştik. O sırada değişik yerlerden başka kimseler de gelmişti. Onlar benden yaşlı olduklarından onlara yer gösterdi. Ben 'Emirdağlıyım' deyince beni yanına oturttu. 'Bediüzzaman'ı tanıyor musun?' diye bana sordu. Ben de tanıdığımı söyledim. Üstad Hazretlerinden uzun uzun bahsetti. 'Evladım, biz makamımızın altındakilerin derecesini taktir edebiliriz. Makamımızın üzerindekilerin ise derecelerini taktirden aciziz. Bizim kolumuz kısa olduğu için silsile tarikiyle seyr-i sülûk ediyoruz. Ben, Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretlerine intisablıyım. Bediüzzaman'ın kolu o kadar uzun ki, feyzini bizzat Peygamberimizden (a.s.m.) alıyor' dedi.

Bir gün o zamanın muhalefet partileri, Demokrat Partiye karşı Ege taaruzu diye bir güç birliği kurmuşlardı. Menderes de bunlara karşı Vatan Cephesi'ni kurdu. Bunları Üstad Hazretleri Hamza Emek Ağabeyden öğrendiğinde 'Menderes dindarlarla beraber olursa karşısındaki elli parti de olsa bir şey yapamazlar. Yoksa tepe taklak gider. Bir de İttihad-ı Muhammedî Fırkası var ki, onun iktidara gelebilmesi için halkın en az yüzde altmış-yetmişinin hakiki dindar olması lazımdır' demişti.

"Üstad Hazretleri Bitlis'te Ulu Camiin minaresine çıkarak şerefenin korkulukları üzerinde yürümüş. Ceylan Ağabey Üstada bunu neden yaptığını soruyor. Üstad Hazretleri de, 'Kimsenin yapamadığını yapmak için yaptım' diye cevap vermişti.

 "Risale-i Nur bütün tarikatların fevkindedir"

"Emirdağ'da Hacı Abdullah diye mâruf bir zat vardı. Bu zat Muttalip şeyhinin müridi idi. Aynı zamanda Risale-i Nur'a da büyük hizmetleri olmuştur. Ben ona sordum: 'Siz hem tarikata mensupsunuz, hem de Risale-i Nur talebesisiniz. Bunun ikisine de gerek var mı? Veyahut biz de tarikata girsek nasıl olur?' O da bana cevaben, 'Kardeşim, biz daha evvel intisab ettiğimiz için devam etsinler diyor. Biz de devam ediyoruz. Fakat şunu da söyleyeyim ki, Risale-i Nur bütün tarikatların fevkindedir.' demişti.

 "Menderes'le Bediüzzaman'ın selamlaşması"

"Merhum Adnan Menderes 1958 yılında Emirdağ'a gelmişti. Mahşerî bir kalabalıkla yürüyorlardı. Tam Üstad Hazretlerinin oturdukları evin önüne geldiklerinde, ona Üstadın evini gösterdiler. Ben de bu manzarayı görmek için tam karşıya durmuştum. Merhum Menderes pencereden bakan Üstada elini kaldırarak selam verdi. Üstad ise buna mukabeleten iki elini birden kaldırarak kucak açmış şekilde Menderes'e selam verdi. Bu sırada öyle bir alkış tufanı koptu ki, ben öyle bir alkış görmedim. Sanki yer yerinden oynuyordu.

"Afyon Hapishanesinde Kasap Tahir isminde birisi vardı. Bu birisinin başını kesmiş ve idama mahkûm olmuştu. Fakat henüz idamı infaz edilmemişti. Bu, hapishanede Üstadı ziyarete gitmişti. Üstad buna 'Sen öldürülmeyeceksin ' diyor. Gerçekten de 1950 yılında bir af çıkıyor, o da bu aftan yararlanarak idam olmaktan kurtuluyor.(C: 4, s:105-116)

"Üstadın tığ gibi bir endamı vardı"

İrfan Gökova anlatıyor; 1950 senesinin Ramazan ayında Emirdağ Çarşı Camiinde mukabele okuyordum."Bir gün mukabeleden sonra, bu müstesna ve büyük zatı ziyaret etmek, ellerini öpüp dualarını almak için harekete geçtim. Arkadaşlarım da bu teklifimi memnuniyetle kabul ettiler. Tam on kişi Üstadın Nurlu menziline doğru hareket ettik.

"Önce bu mübarek evin altındaki bir talebesinin terzi dükkânına girdik. Selâmdan sonra Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmek istediğimizi ifade ettik. Terzi, 'Kardeşim, biraz bekleyin' dedi.

"Bu sözün arkasından şöyle söyledi: 'Üstad Hazretleri birazdan faytonla gezmeye çıkacak. Hergün 10.30'da evden çıkar ve faytonla sahraya, bir saat kadar tefekkür gezisine gider.'

"Biz, terzi Nur talebesinin dükkânında biraz kaldıktan sonra, baktık, Üstad Hazretleri çıktı.

"Üstad evden çıkarken üzerinde açık gri bir cübbe, başında sarık, gayet zayıf, tığ gibi endamı vardı. Yüzü buğday rengindeydi. Yavaş yavaş kendilerine yaklaştık. Terzi, bizleri Üstad Hazretlerine takdim etti.

 "Aziz hatıra"

"Üstad Hazretlerine, 'Ellerinizi öpüp, dualarınızı almak istiyoruz' dedik. Sırayla Nurlu Üstadın ellerinden öptük. Başımı okşayarak bana dualar etti. Etrafındakilere de muhabbetle selâmlar veriyordu. Bu sırada kapının eşiğinde bir talebesi bulunuyordu.

"Hazret-i Üstada bakan halk ise ellerini öpmek için izdiham halindeydi. Etrafta belediye başkanı dâhil, kazanın birçok idarecileri de vardı. Bana anlattıklarına göre, Üstadın evine gelişi de, gidişi gibi oluyormuş.

"Sonra halkın muhabbet ve hürmet edaları içinde faytona bindi. Emirdağ kırlarına doğru hareket etti. Hazret-i Üstadın faytonu uzaklaşıncaya kadar millet, etrafından ayrılmıyordu. O zamanlar çok gençtik ve zamanın en büyük âlimiyle tanışıp ellerini öpmenin mutluluğu içindeydik. Bu hayatımın en kıymetli ve aziz hatırası olmuştur. Bu hatıramı bütün ömrüm boyunca, hiçbir zaman unutamayacağım.

"O büyük Üstad, zamanımızın en büyük âlimiydi. Allah dostlarındandır. Cenab-ı Hak böyle büyük zatları başımızdan eksik etmesin ve bizlere de şefaatlarını nasip etsin."(C:3, s: 197-198)

Nihayet Üstadla görüşüyorum"

Muhiddin Yürüten anlatıyor; "1950'lerde birgün Konyalı Tenekeci Ali Osman, babamla ağabeyimi Üstadın yanına götürdü. Üstadla görüştüler. Bir müddet sonra Beylikahır'daki Ali Osman beni Üstada götürdü. Doğruca Hamza Emek'in dükkânına gittik. O gidip Üstada haber verdi. O sırada babamın şu sözünü hatırlamıştım: 'Hakikî bir mürşidin yanına vardığın zaman, gayr-i ihtiyarî kalbin, 'Allah Allah' der. Bu 'Allah Allah' demeler, mürşidin hakikiliğini ispat eder.'

 

"Üstadın odasından içeri girdiğimizde fevkalâde sade bir manzara ile karşılaştık. Yerde bir hasır ve bir de Üstadın karyolası vardı. Üstad, karyolanın üzerinde idi. Eşikten içeri adımımızı atar atmaz, kalbim bir motor silindiri gibi hareket etmeye ve âdeta 'Allah Allah' demeye başlamıştı. İçeride o kadar güzel bir gül kokusu vardı ki, ben o kokuyu başka bir yerde duymadım.

"Ãœstad sordu: 'Bu kimdir?' Hamza Emek cevap verdi:

"Bu, geçenlerde oğluyla birlikte size gelen zatın oğlu Saatçi Muhiddin.'

"Üstad bana doğru bir baktı ve 'Seni eski talebe olarak kabul ediyorum' dedi. Ali Osman'a da, 'Seni de yeni talebe olarak kabul ediyorum' dedi. Biraz konuştuktan sonra, beni kastederek, 'Buna İhlâs Risalesi'ni verin.' Sonra, 'Küçük Sözler'i, daha sonra da, 'Onuncu Söz'ü verin dedi. Ve 'Siz onu bulamazsınız' diyerek o hasta halinde yataktan gayet cevval bir şekilde fırlayarak gitti ve bir Onuncu Söz getirip bana verdi.

"Biraz daha sohbetten sonra bize 'Safâ geldiniz' dedi. Bu söz, sohbetimizin ve görüşmemizin bittiği mânâsına geliyordu. Dışarı çıktıktan sonra 'Allah Allah' diye zikreden kalbim, yine eski halini aldı.

 "Üstadın seyyidliği"

"Ziyaretlerimden birisinde Salih Özcan da bulunuyordu. Üstad ona, 'Kardeşim Salih! Sen hakikî seyyidsin. Nuriye de seyyid, Mirza da seyyid' dedi.

* * *

"Bizim bir kahveci Murat vardı. Üstada gitmeden önce ona sorardım. 'Üstad nerede?' O da şöyle bir durur ve Üstadın nerede olduğunu söylerdi. Kendisi çok saf ve temiz bir arkadaş idi. Bir gün yine dükkânına gidip, 'Murat, Üstad nerede?' dedim 'Üstadın yatağı daha sıcak. Fakat Üstad Isparta'dan çıkmış, Emirdağ'a gidiyor' dedi.

"Fidanlık yolundan gittim, orada bulunan Âşık Çeşmesinden abdest alıyordum. Üstad karşıdan göründü. Böylece Kahveci Murat'ın sözü doğru çıkmış oldu.

 "Üstad sarhoşu kurtardı"

"Bu hadise bir Ramazan günü olmuştu. Emirdağ'a gitmek için vasıta beklerken zil-zurna sarhoş biri çıkageldi. Üstad Hazretlerinin de üşümemesi için sırtına bir yorgan sarmıştık. Sarhoş, Üstadın yanına varmış, 'Aman hocam, üşüme, üşüme' diyerek Üstadın yorganını düzeltiyordu.

"Üstad sarhoşa, 'Kardeşim, otur yanıma. Seninle konuşalım' dedi. Sarhoş edepli bir şekilde Üstadın yanına oturdu. Üstad ona, 'Beş vakit namazını kılacağına ve senede bir ay oruç tutacağına bana söz ver, ben de ölünceye kadar sana dua edeceğime söz vereyim' dedi. Bu sözler üzerin sarhoş hüngür hüngür ağlamaya başladı ve şöyle dedi:

"Hem vallahi, hem billâhi söz veriyorum. Bugün banyoya gidip abdest alacağım ve bu gece sahura kalkacağım. Yeter ki, sen bana dua et de bu halden kurtulayım. Hem namazımı, hem de orucumu terk etmeyeceğim.'

"Hacı Hilmi Efendinin Üstada hürmeti"

"Eskişehir'in Muttalib köyünde Hacı Hilmi Efendi vardı. Kendileri Nakşî şeyhlerinden idi. Köyde Kur'ân okutur, talebe yetiştirirdi. Birgün Üstadla birlikte onun ziyaretine gittik. Hacı Hilmi Efendi, hemen âdeti üzere sofra hazırlattı. Üstad sofradan bir parça ekmek aldı ve sofraya beş kuruş koydu. Sonra Hilmi Efendi bir havlu getirip Üstadın boynuna koydu, 'Bunun bedeli on lira, ama âdetim bozulmasın' dedi ve iki lira koydu.

"Hilmi Efendi beni çağırıp, 'Yahu kardeşim, ben Üstada parasız birşey veremeyecek miyim? Kabul ettiremeyecek miyim?' dedi. Ben 'Meşrebi böyle' dedim. Hilmi Efendi bir kutuya koku koyarak bana verdi. Üstada götürmemi söyledi ve ilâve etti, 'Bunu sen ver' dedi. Gittim, her zamanki gibi kesesine el attı. 'Efendim, siz daha evvel Mesnevî-yi Nuriye vermiştiniz. Hacı Hilmi Efendi bunu onun karşılığı olarak kabul etmenizi arzu ediyor' dedim.

"Peki' diyerek kabul etti.

"Yemekten sonra talebeler gelerek Üstadın elini öptüler. Üstad onlara hitaben şöyle dedi: 'Sizler, Kur'ân'ın lâfzının hâfızlarısınız. Risale-i Nur talebeleri de mânâsının hâfızlarıdır. Her ikiniz de kardeşsiniz.'

 Ehl-i imana karşı Üstadın davranışı

"Eskişehir'de Şeyh Âkif denen bir zatın etrafında toplanmış, Âkifiler diye bir grup vardı. Kendilerinden başka kimseye selâm vermezlerdi. Ben Şeyh Âkif'e rastladığımda selâm verirdim, fakat selâmımı almazdı. Onun bu durumu benim çok canımı sıkıyordu. Birgün doğruca Üstada gidip onları şikâyet ettim:

"Üstadım, burada bir Şeyh var. Ne kendisi ve ne de talebeleri kendilerinden başkasının selâmlarını almıyorlar.'

"Üstad Hazretleri hiddetle, 'Bu zat namazı emrediyor mu, yoksa nehyediyor mu?' dedi. Ben de cevaben, 'Hayır, Üstadım, bu zat namazı emrediyor. Hem de tâdil-i erkân üzere namaz kıldırıyor' dedim. 'İman Uhud Dağı gibidir. Kusurları çakıl taşları gibi. İnsanın kusuru ne olursa olsun, imanı varsa başka kusurlarına bakılarak, madâr-ı tenkid yapılmaz' diye karşılık verdi.(C: 3, s:200-202)

"Üstadın huzurundayım"

Vahdeddin Gayberi anlatıyor; "1950 sonbaharı, nüfus sayımından bir gün önce Emirdağ'a gittim, Çalışkanların yanına vardım. 'Hz. Üstad zehirlendi, evininin karşısında sıkı tarassudat var, görüşmek çok zor' dediler.

"İmkânı yok, buradan ayrılmak, ne pahasına olursa olsun, tutuklanmayı da göze alırım' dedim.

"Sağ olsunlar, devreye girdiler, epeyce temas ve izahtan sonra Mehmet Çalışkan güler yüzle dönüyordu. Çok sevindik.

"Hz. Üstadı ziyaret için yola koyulduk. Kapıya vardık, elimdeki paketi sordular: 'Nedir bu?' 'Hz. Üstada hediye' dedim. 'Kabul etmez' cevabını aldım. Rica ile Üstada sormalarında ısrar ettim. 'Urfa'dan geldiğimi arz edin' dedim.

"Kapıda, muhterem üç zat vardı, sonradan öğrendim. Sungur, Bayram ve Zübeyir Ağabeylermiş. Üstadın hediye kabul etmeyeceğini söylediler, fakat ben onun için de müsaade almalarını rica ettim. Üstaddan, 'Mukabele olarak bizim de hediyemizi alır' müjdesiyle geldiler.

"Nihayet içeri girdik, merdiveni heyecanla ve büyük bir sevinç içerisinde, çıktık. Karşımda bir tahta sedir üzerinde, serâpâ nura gark olmuş bir zat vardı.

"Başında, Orta şarkın âlim, meşâyih ve kahramanlarının tatbik ettiği bir şekilde sarılmış sarığı vardı. Başının üstünde bereket, nimet ve kanaat âlameti alarak duran buğday başağından yapılmış yelpaze şeklinde bir âlâmet asılı idi. Yeni tıraş olmuşlardı, yüzü parlıyordu, iki gözü birer cevahir taşı gibi parlıyordu. Mübarek burnu bir yiğitlik ve kahramanlık simgesi idi.

Hürmetle elini öptüm, beni yanına oturttular. Urfa'yı, arkadaşları, Ceylan'ı ve dersleri sordular. Urfa'yı çok sevdiğini, arzuladığını, son ömrünü orada geçirmek istediğini ve Urfa'nın evliyalar şehri mübarek bir belde olduğunu, havasının da mübarek beldelere benzer bir iklime sahip olduğunu havi bir konuşma irad ederek ders mahiyetinde veciz ve çok edebi kelimelerle güzel bir konuşma yaptı.

 "Müceddidlik cübbesini emanet etti"

"Eşyamı Urfa'ya götürür müsün?' diye sordular.

"Memnuniyetle, başımın üstünde taşıyarak' dedim.

"Memnun oldular, 'Seni, kardeşimin oğlu Abdurrahman'ın yerine kabul ediyorum ve her sabah yaptığım dua listesinde seni dahil ediyorum' diye müjde verdiler. Birçok sitayişkâr dua ve sözlerden sonra ellerini öperek ayrılırken kapıda bana, Üstad Hazretlerinin hediyesi olarak, Urfa'da incaz eriği olarak bildiğimiz ve reçel, hoşaf ve tatlı olarak kullanılan bir miktar eriği bir kâğıt torba içinde koyarak teslim ettiler.

"Hürmetle evden ayrıldım. Kapıda arkadaşlarla görüşerek, Çalışkanların dükkânına gittik. Beni gezdirdiler, diğer arkadaşlarla tanıştırdılar. Gezerken birden dediler: 'Üstad Hazretlerinin faytonu geliyor.' Kenara çekildik. Arabası geçiyordu. Hürmetle selâmlayarak yol verdik. Sonra bir defa da arabada vakûr oturuşu ile seyrettik, selamladık. Merhum Zübeyir Ağabey faytonu kullanıyordu. Elinde kırbaç vardı.

 "Urfa'ya dönüyorum"

"Emirdağ'dan arkadaşlar, beni yolcu ederken bir küçük balya ile bir de sepet verdiler, Urfa'ya getirdim. Ceylan çok sevindi, onu dikkatle koruduk, iyi muhafaza etmek için içine baktık. Bir yorgan, ince bir şilte ve bir cübbe; sepette ise semaver, demlik, birkaç bardak vardı. Üstad Hazretlerinin tıraşta kesilen saçları küçük çıkınlar içinde sarılıydı. Gerek eşyalar ve gerekse sepettekiler misk gibi kokuyorlardı. (Sonrdan İstanbul'daki esansçılardan araştırdım, kokunun isme tefarik imiş. O gün, bugün dükkânımızda o kokuyu bulundururuz.) Yatağın içindeki ise meşhur Mevlâna Halid-i Bağdadî'nin cübbesi idi. Teberrüken sakladık. Sonra Abdullah Yeğin, sonra Hüsnü ve daha sonra Zübeyir Ağabey geldi. Seneler geçmişti, gelen emir üzerine eşyaları onlara teslim ettik. (C:3, s: 209-211)

Ankara Toplantıları

 Salih Özcan anlatıyor; "Ankara'da toplantılarımız olurdu. Bu toplandılara Demokrat Partnin Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin babası, Prof. Münif Çelebi, Osman Nuri, Kemal Kalkan Paşa, Mahmud Yazır, Nail Pertev Paşa ve Cevat Çağrı gibi zatlar da katılıyordu. Sohbetlerde sık sık Bediüzzaman'dan söz edilirdi.

 "Ali Ekber Şah'ın Üstadı ziyareti"

"O sıralarda Türkiye'ye Pakistan Maarif Nâzır Vekili Seyyid Ali Ekber Şah gelmişti. Cihan Palas Otelinde kalıyordu. Tevfik İleri, misafirin Üstadı ziyaret etmek istediğini, bizim alâkadar olmamızı, ancak kimsenin duymamasını söyledi.

"1952 yılında idi. Mehmed Gemalmaz'la birlikte misafiri de alıp Emirdağ'a gittik ve bir otele indik. Üstadın acele bizi beklediğini bildirdiler. 'Hemen gelsinler' demiş. Beraberce gittik. Üstad, Ali Ekber Şah için bir sandalye istedi. Hamza Emek hemen bir sandalye tedarik edip geldi. Üstad, 'Seyyid Salih tercümanlık yapsın' diyerek benim tercümanlık yapmamı emretti. Konuşmasında, Risale-i Nur hareketini ve hizmetlerini, İslâm dünyasının durmunu anlattı. Ben tercüme ediyordum. Ancak mevzu gittikçe derinleşiyordu. Öyle bir noktaya geldi ki, ben tercüme etmekte güçlük çekmeye başladım, hattâ işin içinden çıkamaz oldum. Bu sırada Üstad iki dizinin üzerine doğruldu ve çok fasih bir Arapça ile konuşmaya başladı. Ben öylesine fasih ve beliğ bir Arapça konuşma dinlemedim.

"Seyyid Ali Ekber Şah, 'Beni talebeliğe kabul eder misiniz?' dedi. Üstad ona, 'Seni yirmi senelik kardaşlığa kabul ediyorum' cevabını verdi. Üstadı Pakistan'a davet etti. Orada kendi emrine her türlü imkân, rayo istasyonu ve matbaa tahsisi edebileceklerini söyledi. Üstad buna karşılık şöyle cevap verdi:

"Kardaşım, Ali Ekber Şah! Bu hizmetleri göğüs göğüse yapmak icap ediyor. Siperin arkasında hizmet olmaz. Esas hastalık burada başladı. Ben Mekke'de de olsam buraya gelirdim. Asıl hizmet buradadır, cephe buradadır.'

"Üstad Hazretleri Ali Ekber'e eserlerinden verdi. Osman Çalışkan ve Dr. Tahir Barçın'la birlikte Üstadın yanından ayrıldık.

 "Ali Ekber Şah'ı uğurlama"

"Seyyid Ali Ekber Şah, Üstadı ziyaretten son derece memnun olmuştu. Devamlı olarak, bu ziyaret imkânını bahşettiği için Allah'a hamdediyordu. O geceyi beraberce otelde geçirdik. Üstad hakkındaki kanaatlerini sordum. 'Bu zat sırf Kur'ân'dan konuşuyor. Bu kadar fasih ve beliğ olarak Kur'ân lisanını konuşan sadece bu zatı gördüm' diye cevap verdi.

"Sabahleyin Üstadın yanına gittim. Bana, 'Keçeli, keçeli! Bu zatın devlet adamı olduğunu söylemedin. Görüşmemiz yeter' deyince ben çok üzüldüm. Adam, Üstadı tekrar ziyaret etmek istiyordu. Üstad kabul edemeyeceğini söyleyince, 'Eyvah, bir daha göremeyecek miyim?' diye ağlamaya başladı.

"Emirdağ'dan otobüsle ayrılacağımız sırada, bir de baktık ki, Üstad onu uğurlamaya gelmiş. Otobüste yan yana oturdular. Yedi-sekiz kilometre kadar beraberce gittiler. Ali Ekber tekrar görüşebilmekten dolayı çok memnundu. 'Allah'a şükür, sizi bir daha gördüm' diye seviniyordu.

"Ayrıcalıkları sırada Üstada bir kese altın vermek istedi. Ayrıca bir de ipek kumaş takdim etmek istiyordu. Altının hizmetlerde kullanılmasını, kumaşın da Nur talebelerinin ayaklarının altına serilmesini arzu ediyordu. Üstad uygun bir lisanla kabul edemeyeceğini bildirdi.

"Ali Ekber'i uğurladıktan sonra Zübeyir Ağabey çıkageldi. Üstad Zübeyir Ağabeye hitaben, 'Bir veziri yolcu ettik, başka bir veziri karşıladık' diye iltifatta bulundu.

"Ali Ekber Şah, ülkesine döndükten sonra Üstadla alakalı çok sitayişkâr konuşmalar yapmıştı. El-Cumhuriyet gazetesinde de, 'Risale-i Nur, Kur'ân'ın tercümanıdır' diye yazdı.

"O sırada Üstada, Pakistan Dostluk Cemiyetini kurtarmak istediğimizi söyledik. 'Beis yok, kurun' dedi.(C: 3, s: 238-240)

Ali Ekber Şah'ın ziyareti

 Mehmed Çalışkan anlatıyor; "1950'lerde Pakistan'dan gelen Maarif Nâzır Vekili Ali Ekber Şah Emirdağ'a Üstadı ziyarete gelmişti. Beraberlerinde tercüman olarak da Salih Özcan bulunuyordu. Ziyaret sırasında Üstad 'Ben çoktan beri Arapça konuşmadım. Siz tercüme edin,' diye Salih Özcan'ın tercüme etmesini istemişti. Salih Özcan bir müddet tercüme etti. Sohbetler derinleşince işin içinden çıkılmaz oldu. Hemen Arapça olarak konuşmaya başlayan Üstad bir saat kadar Ali Ekber Şaha ders verdi.

"Ali Ekber Şah Konya'ya Mevlânâ'yı ziyarete gidecekti. Bir defa daha Üstadı ziyaret edip görüşmek istiyordu. Sonra Üstad kendilerini yolcu etmek için gelmişti.

"Ali Ekber Şahı yolcu edince, Zübeyir geldi. İslâhiye'ye tayini çıkmıştı. Üstadı son bir defa daha görmeye geliyordu. Üstad Zübeyir'e, 'Bazan lisan-ı halinle hizmet yaparsın. Hareket ve halinle hizmet yap. Hem gittiğin yerde âzamî dikkat, âzamî ihlâs, sebat, âzimî tesanüt ile hizmet edersin' demişti.(C:2, s: 356)

Üstadın Bir Tavsiyesi

Abdülvahid Tabakçı hatıralarını şöyle anlatıyordu: "1953'lerde Eskişehir hapsinde bulunan bazı akrabalarım Üstadın harika hallerinden bahsederdi. Bilâhare ağabeyim ve annem de Emirdağ'a kendilerini ziyarete gittiler.

"Kayınpederim Şuayib Efendi Risale-i Nur eserlerine ve Üstada çok bağlıydı. Sabah namazını kıldıktan sonra öğleye kadar risale yazardı.

"Bediüzzaman hakkında, 'Bu zâta neden bu kadar bağlanıyorlar?' diye düşünürdüm. 1951 yılında ağabeyim Şuayib Tabakçı ile birlikte Üstada gitmeye karar verdik. Emirdağ'a vardığımızda vakit akşam olmuştu. Akşam namazını camide kılıp Üstadın evine geldik. Evinin merdivenlerinden çıkarken Üstad bizi gördü. Eliyle işaret edip, haber gönderdi. 'Şuayib'lere selâm söyleyin' dedi. Şuayib'lerden birisi ağabeyim, diğeri de kayınpederimdi. Bu bir anlık muhavereydi, ama bende çok şiddetli tesir etmişti. Kendimden geçer gibi olmuştum.

"Aradan birkaç gün geçtikten sonra, yine yolum düştü. Mezarlığın yanından geçiyorduk. Kendileri de oradaydı. Arabayı durdurup yanına vardık. 'Oğlum Abdülvahid, kabristanın yanından geçerken ölülere, 'Elem neşrah leke'yi okumadan geçmeyin' dedi.

 "İhlâs ile imanı kazanmak kolay, ama muhafazası zor"

"Üçüncü görüşmemiz Eskişehir'de Yıldız Otelinde olmuştu. Otelin hademesinden kaldığı odayı öğrenip yanına çıktım. İçeri girip selâm verdim. Kaşları çatık vaziyette baktı. 'Otur' işaretini yaptı. Kendisi Cevşen okuyordu.

"Cevşen'i kapatıp şöyle dedi: 'Annen ile baban hacca gittiler, değil mi? Allah kabul etsin.'

"Hayretimden donakalmıştım. Devamlı olarak yüzüne bakıyordum. Hiddetle, 'Yüzüme bakma!' dedi. Bu arada söylediği bir sözünü de hiç unutmam: 'İhlâs ile imanı kazanmak kolay, ama muhafaza etmek çok güç.'

 "Üstadın Tatarlarla ilgisi"

"Kafkasyalı ve Tatar olduğumuz mevzubahis edildiğinde çok iltifat etmişti. Şöyle demişti:

"Ben Tatarları beş vakit duama dahil etmişim. Bir zamanlar esarette iken, Kosturma'da iki ihtiyar Tatar kadını, bir küçük pencereden benim yiyeceğimi getirip, bana yardım ediyorlardı. Belki de onlar benim kurtulmama ve Risale-i Nur Külliyatını yazmama vesile olmuşlardı. Bütün Tatar kabilelerini beş vakit duama kabul etmişim. Hattâ 1948'de bana zehir veren Afyon savcısı da Tatardı. Abdülvahid, sen neredeyse onu ara bul, mektup yaz. Cehennemin azaplarını çekeceğimi bilsem, ondan hak talep etmeyeceğim. Hakkımı helâl ettim.'

"Üstadın bu dersinden sonra, o zaman Gaziantep'te bulunan o zata mektup yazdım ve Üstadın sözlerini naklettim.

"Birgün bizim evde Üstad Hazretleri, Yaşar Zeydan, Erhan Erbatlı ve Yakub Aysel beraber bulunuyorduk. Üstad, Erhan'a hitaben, 'Sen Tatar mısın?' dedi. Erhan da utanarak, 'Evet' diye cevap verdi. Üstad, 'Ben Tatar kabilelerini beş vakit duama kabul etmişim. Bana onlar Sibirya'da çok yardım ettiler' dedi. Bunun üzerine ben de, 'Üstadım, Yakub Bey de Tatardır" dedim. Üstad ayağa kalkarak Yakub Beyi kucakladı.

 "Kabrimi gizleyiniz"

"Birgün de Üstad Hazretleri şöyle demişti: "Ben hayattan ayrılacak olursam, benim kabrimi gizleyiniz. Eğer ben Eskişehir'de vefat edersem Muttalib'e defnedersiniz. Emirdağ'da vefat edersem, kaldığım yere (o zaman kaldığı eve), Isparta'da vefat edersem Çam Dağına defnedersiniz.'

 "Üç müşkilimi de halletmişti"

"Bir ara mühim, üç müşkilim vardı. Bunlar sabah namazına kalkamamam, hasta oluşum ve dedem ile ilgili olarak görmüş olduğum bir rüya idi. Bunların halli için Üstaddan medet bekliyordum. Ancak bir türlü fırsatını bulup söyleyemiyordum.

"Birgün, daha ben derdimi söylemeden üstad şöyle dedi: 'Oğlum Abdülvahid, namazlarını bırakma. Bilhassa sabah namazlarını. Sen merak etme, annen veya refika-i hayatın sabah olunca seni kaldırsınlar. Hastalık insan için bir temizleyicidir. Zahir ibadetlerden daha sevaplıdır. İnsanın yüksek mertebeye çıkmasına vesile olur. İbadetine, hizmetine engel olmadığı müddetçe üzülme.'

"Sonra da, 'Ben bir zamanlar anne ve babamı şöyle bir rüyada görmüştüm' diyerek rüyasını anlattı ve sözlerin şöyle tamamladı: 'Maşallah, senin anne ve baban bahtiyardır.'

"Bütün bu konuşmalarıyla üç derdimi de halletmiş oluyordu. Ondan sonra hizmetlere daha bir şevkli koştum. Sobacı H. Ali Osman Ağabey ile öylesine hizmete dalmıştık ki, bir türlü Üstadı görmeden edemiyorduk. Gece-gündüz hep onunla beraberdim, onunla meşguldüm. Dayanamayıp Emirdağ'a gittim.

"Giderken kayınpedere uğradım. Hem risale okuyup, hem ağlıyordu. 'Ben de risaleyi defalarca okumuştum, ama böylesine anlayamamıştım' diyordu. Veda edip ayrıldık. Ankara'dan Nuri isimli bir arkadaş ve Mustafa Türkmenoğlu ile birlikte yola koyulduk. Yolda birçok inayet ve teshilata mazhar olduk.

"Üstadın yanına gittiğimizde Yarbay Reşat Bey de oradaydı. "Kendilerini ziyaretlerimiz sık sık tekerrür ederdi. Bir ara üç bavul dolusu risaleyi Emirdağ'a götürmüştüm. Üstad ağabeyime, 'Ben Eskişehir'e Abdülvahid'i tebrik etmek için gelmiştim. Kafkas muhacirlerinden birisinin Nur Talebesi olmasını isterdim. Allah'a hamdolsun, onu da nasip etti.' Eve geldiğimde ağabeyim gözyaşları arasında, Üstadın teşriflerini ve tebriklerini bildirdi. Derecesiz memnun ve mesrur olmuştum.

 "Üstadın bizim evde kalışı"

"Üstadın bizim evde kalmasını arzu ediyorduk. Hattâ evi hazırlamıştık. Ancak o zaman, Eskişehir'de hizmetin ön saflarında bulunan Saatçi Şükrü Kardeşin kalbine birşeyler gelir endişesiyle bir türlü arzumuzu tahakkuk ettiremiyorduk. Birgün Üstad onlara gelmiş. Ancak onlar evde yokmuş. Biz de o gün evde yok idik. Üstad, 'Ben Abdülvahid'in evine gideceğim' demiş. Gelmişler, üst kata çıkmışlar. O gün de poyrazdan esen rüzgâr sobayı tüttürmüş. Üstad üşüyor, rahatsız. Ben ise evde yokum. Ağabeyler de hararetle beni arıyorlarmış. Ben durumdan habersiz eve geldim. Hemen bir kazma ile diğer cihetten bir delik delip, sobanın istikametini değiştirdik. Ve öylece Üstad bizim evde kalmaya başladı.

"Birgün Üstad eve geldiğinde, 'Bu evin kirası kaç para?' diye sordu. Ben ne cevap vereceğimi bilememenin sıkıntısı ile kıvranırken Zübeyir Ağabey imdada yetişti.

"Üstadım, buradaki kardeşler hissedar olmak istiyorlar' dedi. Üstad, 'Bana bu gece ihtar edildi. Hiç olmazsa beşte birini vereyim. Kaç liradır buranın kirası?' diye tekrar sordu. Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Evin normal aylığı olan 150 lirayı söylemem mümkün değil. Az söylesem yalan olacak. Yine Zübeyir Ağabey imdada yetişti. '20 liradır, Üstadım. Beşte biri dört lira yapar' dedi. Üstad, 'Ben altı aylığını vermem lâzım' dedi ve 25 lirayı çıkarıp verdi. Resimsiz altı kuruşluklar ile sarı 25 kuruşlukları kullanırdı.

 "Uhuvvete önem verirdi"

"Köyde bulunduğum gönlerden bir gündü. Yoldan Üstadın arabasının geçtiğini gördüm. Koştum. 'Bir araba gelse de Üstada yetişsem' diye düşünürken hemen bir araba geldi ve binip Eskişehir'e geldim. Doğruca Yıldız Oteline gittim. Muhasebeci kardeşlerden biri orada idi. Hemen, 'Üstad geldi' dedi. Ben de, 'Geldiğinden haberim var, ama nereye gittiğini bilmiyorum. Bize gitmese bari' dedim. Üstad Hazretlerinin devamlı olarak bizde kalmasından diğer arkadaşların kalben münkesir olmamalarını istiyordum.

"Hayır, hayır. Size değil. Şükrü'lere gitti' dedi.

"Koşarak oraya gittim. Üstadın çok celâlli olduğunu söylediler. Yanına vardım. Karyolada oturuyordu. 'Kardeşim, ben bir sebebe binaen buraya geldim. Kalbine birşey gelmesin' dedi. Ben de hemen daha önce kalbimden geçenleri söyledim. 'Üstadım, hep bizde kalıyorsunuz. Diğer kardeşlerin de kalbine birşey gelmesini istemiyordum. Onlar da mahrum olmasınlar, diye düşünüyordum. Vahdet ve tesanüdümüze bir zarar gelmesini arzu etmezdim' dedim. Bu sözlerim duyan Üstad ayağa kalktı. Yanıma gelerek bana sarıldı ve uhuvveti tesis edici cümleler ifade etti.

 Menderes'i karşılama

"O günlerde uçak kazasından sâlimen kurtulan Adnan Menderes Eskişehir üzerinden Ankara'ya gidecekti. Üstad, Ceylân ile birlikte bize, 'Gidin, onu karşılayın. Benden de selâm söyleyin' dedi. Arkadaşlarla birlikte gidip karşıladık. Ancak emniyet mensupları görüşemeyeceğimizi bildirdiler. Biz de kendilerine hitaben bir mektup yazıp, Üstadımızın duaların ve Nur talebelerinin geçmiş olsun temennilerinin bildirdik.

"Birgün Üstad, 'Bu gece Isparta'da evliyaullahın toplantısı var. Bana ihtar edildi. Evin iki senelik kirasını vermem lâzım' dedi.

"Ben de samimiyet bularak dedim: 'Üstadım, herhalde benim malım ve param kirli ki, Risale-i Nur hizmetine lâyık görülmüyor. Ashab-ı Kirâm mallarıyla, canlarıyla cihad etmiş.'

"Bunun üzerine Üstad ayağa kalktı ve gözlerimden öptü. 'Yine de iki aylığını vermem lâzım' diyerek bir reşat altını verdi. Biz de o altını bozdurup, Üstadın geliş gidişlerindeki masraflara harcadık.(C: 3, s. 228-232)

Hatırat-ı Hususiyesini Yazdırmadı

Mehmed Kayalar anlatıyor; "1952'de henüz emekli olmuştum. Hatırat-ı hususiyesini yazmak istedim. Hayat-ı hususiyesinin safahatı içerisinde geçen, alelekser hâdisata asla ehemmiyet vermezdi. Tarihçe-i Hayat hakaik-i imaniyenin hizmetine tahsisen yazılmıştır. Dikkat edilirse hayatından çok az bahis vardır.

"Bir defa Üstadıma dedim ki: 'Şahsiyet-i maddiyeni öne sürmek istemiyorsun. Elbette çok mûtena bir bahçenin çok sanatperver bir bahçıvanı olmalıdır. O nizamın hayatı onunla kaimdir. Süleymaniye'ye bakıp Mimar Sinan'ı hatırlamamak mümkün değildir. Koca bir asar-ı mübeccele ki, onun hem hâli, hem istikbâli onunla kaimdir. Binaenaleyh nasıl ki, Mimar Sinan, Süleymaniye'ye baktıkça hatırlanıyorsa, sizin o manevî asârınız da ondan daha mükemmeldir. Said Nursî anılacak, o isme tevcih-i nazar edilecek.'

"Biz işin suretindeyiz. O ise manevî tarafına bakıyordu. Ayrılığa bile ehemmiyet vermiyor, 'Daima beraberiz' diyordu.

"Bir defasında şiddetle görüşmek için iştiyak izhar etmiştim. Buyurdu ki, 'Kardeşim, biz her zaman beraberiz, hattâ âhirete gitsek de beraberiz.'

"Sohbette insibağ vardır. Boyanmak çok ehemmiyetlidir. Veysel Karanî gibi bir zat, sahabe-i kiram asrında yaşadığı halde, sahabe derecesine çıkamamıştır. Çünkü sohbet-i Resûlullah'la müşerref olamamıştır. Yüksek tevazu ile hayat-ı hususiyesinin bilinmesini arzu etmezdi. Çünkü böyle bir zata dört bir taraftan tehacüm gösteriliyordu. Onlarla meşgul olup zamanını israf etmek istemiyordu. Tarikatlarda olduğu gibi, dua için veya bir dünyevî maksat için gelenlerin ziyaretlerini kabul etmezdi.

 "Üstadın tanımadığı adam"

"Harb-i Umumide beraber çalıştığı Vanlı bir talebesi, Üstadın şöhreti, umum âleme gittikten sonra, 1955 yıllarında Emirdağ'a ziyarete geliyor. Harb-i Umumideki maceralarını zikrederek kendini tanıtmaya çalışıyor.

"Üstad, 'Bu kimdir? Ben tanımadım' diyor. Yani o eski şahsiyetle değil de, Kur'ân hizmetkârı olduğunu nazara vermek istiyor. Bir de hizmet-i diniyeden infisal etmeyi tavsip etmediğini ifade etmek istiyor.

Üstadın iki şahsiyeti vardı: Biri dünyevî, diğeri uhrevîdir. Üstad, 'Tanımıyorum' derken o şahsın nazar-ı imanında dünyevî şahsiyeti olduğu için, ben o şahsiyeti tanımıyorum diyor.

"Bir şahsın (ismini vermek istemiyorum) Afyon hapsi yıllarında ve daha evvelinde, Üstadın birçok takdir ve senalarına mazhar olduğu, hizmetinde bulunduğu halde, daha sonraki senelerde hizmeti bir müddet inkıtaa uğruyor. Bilahare Üstadı ziyarete gittiğinde kendisini, 'Ben şuyum, ben buyum, ben filanım' diyerek tanıtmaya çalıştığı halde, Üstad Hazretleri defaatle, 'Ben tanımadım' diyor. Ve en sonunda, 'Ha! O sen misin?' diyerek aradaki inkıtaından dolayı ikaz etmek istiyor.

 "Çok çevikti"

"Üstadı bir ziyaretimde vukubulan şu hal çok enteresandır: 79 yaşında olmasına rağmen o kadar çevik bir şekilde beni karşıladı ki hiç unutmam. Hayatımda ben o kadar çevik, o kadar cündî bir ruh taşıyan insan görmedim. Hâlbuki Emirdağ'da Mehmet Çalışkan, hasta demişti. Yanında o kadar ruhî bir feyiz hissettim ki, onu bir senede kazanamazdım.

 "DP'deki yüzdeler"

"Ayrıca mevcut partiler hakkında kalbî birtakım suallerim vardı ki, daha sormadan cevaplandırırdı. Adnan Menderes'den bahsetti. Adnan Menderes hakkında, 'O bizdendir' diyordu. Demokrat Parti hakkında ise; o parti içerisinde %20 nisbetinde sefih ve masonların bulunduğunu, %80'inin ise Müslüman olduklarını ifade ediyordu. Hattâ bana, Diyarbakır'a gönderdiği mektupta, 'D.P.'yi destekleyelim ve yardım edelim' diye emrediyordu.

1957 seçimlerinde Dr. Tahsin Tola'yı bize göndermiş ve o havalide mebus olması için çalışmamızı mektupla bize bildirmişti.

"Çok zekî bir zat. O bakışlar o kadar harikaydı ki, bir anda insanı tesir altına alıyor ve oradan insan, bir velayet-i kâmilenin tereşşuhatını hissediyordu.

 "Üstadın karşısında dilim tutuldu"

"Daha önceleri askeriyede, Cemal Tural'ın, ben yüzbaşı, o, albay olmasına rağmen, karşımda tir tir titrediğini gördüm. Ve bir müddet konuşmadım. Dilim rekâket gibi bir hal aldı. O anda başımı kucağına alıp sıktı. Ondan sonra çıkabildim.

* * *

"O zamanki görüşmemizde aldığım feyzi, bir sene hususi devamlı çalışsaydım, emin olun kazanamazdım.(C:3, s: 234-236)

Üstad, bana hocalara nasıl davranacağımı anlattı"

Ahmet Gümüş anlatıyor; "1955 senesinde Üstad Hazretlerini ziyarete gittim. Bana hocalara karşı, arkadaşlarıma karşı nasıl davranacağımı anlattı. 'Öğretmenlerinizden biri din aleyhinde konuşmada bulunursa, öğretmenlerle münakaşa etme, Risale-i Nur'dan o mevzuyu bul, talebe arkadaşlarına oku, anlat. Çünkü öğretmeni mağlûp etsen, o anda nefsi ve enaniyeti itibarıyla mağlûbiyeti kabul etmezler' diye ders verdi.

"1955 senesinde Zübeyir Ağabeyden bir mektup aldım. Üstadımızın Çam Dağına çıktığını, bu dağın risalelerin yazılmasına konu olan ehemmiyetini anlatıyor; seneler sonra Üstadımızın Çam Dağına çıkması için Cenab-ı Allah'ın bir lûtf-u Rabbanî olarak bu fırsatı verdiğinden bahsediyordu.

"O sıralarda Konya'da, 'Üstad Hazretleri, Ahmed Hamdi Akseki ve Elmalılı gibi hareket etseydi daha iyi dine hizmet ederve bu kadar da takip ve sıkıntılara maruz kalmazdı' diye, bazı öğretmenler konuşuyorlardı. Üstadımızın tavizsiz durumunun, başına bu işkencelerin gelmesine sebep olduğunu söylerlerdi.

 "Risale-i Nur radyo ile yayılacak"

"Üstad Hazretlerini Çam Dağında 1955 Haziran ayında ziyaret ettiğimde, Üstadımın meşhur çam ağacının üstündeki yerinde, ibadet ve zikir ile namaz kılmalarını aşağıdan seyrettim. Zübeyir, Sungur, Ziya Arun ve Ceylân Ağabeyler de vardı. Üstadımız öğle namazını kıldıktan sonra bizi huzuruna aldı. Çam dağının ehemmiyetini anlattı.

"Kardeşim, biz kendi kendine hareket edenlerden değiliz, biz inayet altındayız. 1400 sene evvel mübarek bir ümmî ve öksüzün eliyle o zamanın krallarının, sultanlarının muhalefetine rağmen, bütün dünyada ilân edilen İslâmiyet nasıl yayılmışsa, Risale-i Nur da Hz. Ali'nin Celcelutiye'sinde bildirdiği gibi, gizliden gizliye inkişâf edecek, ona müştak Risale-i Nur Talebeleri vasıtasıyla da dünyaya Kur'ân'ın hakikatları ilân edilecektir. Nasıl ki, önce kalemle sonra teksirle olduğu gibi, yakın bir zamanda mabuat ve radyo vasıtasıyla olacaktır.'

"Ağabeyler ellerinde teksirle basılmış İslâm yazılı risaleleri okudular ve ben de dinledim. Üstadın talebeleri ile olan dersini o zaman gördüm. Üstadımız beni üç gün misafir olarak kabul ettiğini, fakat şimdi takip olduğundan gitmeme müsaade ettiğini söyledi. Üç gün için bir lira verdi, o zaman ekmek otuz kuruştu.

 "İki kişiye Risale-i Nur'u tanıtsan kâfi"

"Ben Konya'dan ayrılıp İstanbul'a gitme arzu ve niyetinde olduğumu Zübeyir ağabeye anlattım. Zübeyir Ağabey Üstadın yanına varınca, Üstad, 'Ahmet'le ne konuştunuz?' diye sormuş. O da Konya'dan ayrılmak istediğimi söylemiş. Üstad, 'Bu işte bir parmak var' diye razı olmamış. Üstadımız bir yerde hizmet için sadakatla ve sabırla, fedakâr olarak sebat etmemizi isterdi. 'Muallimler mağlûbiyeti kabul etmezler, talebeler ise ehl-i haktır. Sizin okulda Nur'ları okuyan kaç kişi var?' dedi. Ben de yetmiş kişi olduğumuzu söyledim. Üstad Hazretleri hayretle karşıladı. 'Ben o mektepte bir kişi olduğunu biliyordum, sen yetmiş kişiden bahsettin, acaib' dedi.

"Üstad Hazretleri bana dedi: 'Kardeşim kemiyet her zaman insanı aldatır. İş keyfiyettedir. Sen bütün talebelik hayatında Risale-i Nur'u fıtraten arayan iki kişinin Risale-i Nur'u tanımalarına vesile olsan, onlar da o vesile ile imanlarını kurtarsalar, sen vazifeni yapmışsındır. İhlâs kemiyette değil, keyfiyettedir, hizmet de budur.'

"O sırada arkadaşlardan asker olan Recep Putgül, Ceylân Ağabeye mektup yazmış, mektup savcılığın eline geçmiş, mektupta bizlerden bahsetmiş, isimlerimiz tespit edilmiş, bizleri Konya'da emniyet aradı, mahkemeye verdi, mahkeme beraet verdi. O yetmiş arkadaştan, korkudan kimse de kalmadı, hattâ korkularından aleyhimize geçtiler, birçok kimseleri ifsad ettiler.

 "Ata ot, aslana et ver"

"Bu olaylardan sonra Üstadı Isparta'da ziyaretimde, 'Sen her gördüğüne Risale verme, ata et, aslana ot verme. Ata ot, aslana et ver. Senden birkaç defa Risale-i Nur istesinler o zaman ver. Biz kitapçılar gibi kitap satmayız. İhtiyaç duyan, müştak olan kimselere veririz' diye Üstad ve Zübeyir Ağabey bu hususta çok dikkatli olmamız için ısrar ederler ve misaller verirlerdi.

 "Üstadımız veciz konuşur"

"Babamdan para biraz fazla gelip de, fırsat buldukça, doğruca Isparta'ya giderdim. Üstad Hazretleri benim durumuma göre konuşurdu.

"Üstadın bütün bizlere anlattıkları Risalelerde ve Lahikalarda vardı. Üstadın bize anlattıklarını biz Risale-i Nur'larda ve Lahikalarda görünce bazı hatıraları unuttuk.

Zübeyir Ağabey de, 'Kardeşim, Üstadımız veciz konuşur. Üstadımızdan bir şey naklederken çok dikkatli olmalıyız, kendi kısır anlayışımızla anlattıklarımıza, karşı taraf itiraz eder, biz de, Üstaddan der, anlatırız, şahsî kabiliyetsizliğimiz ve anlayışımızdan dolayı hücumları Risale-i Nur'a ve Üstadımıza getirmiş oluruz' derdi.

 "İnsan, yüz kapılı bir saraya benzer"

"1956 yılı sonbaharı Isparta'daki ziyaretimde, Afyon mahkemesi beraet vermişti. Üstad Hazretleri çok sevindi. Mahkemenin bu beraet kararına göre Maarif Vekâleti ve Diyanet İşleri Riyaseti Üstada müracaat etmişlerdi. Üstad yakın bir zamanda risalelerin bütün okullara gireceğini söyledi.

Her gidişimizde bize İhlâs Risaleleri'ni âdeta özetletirdi. Her işin Allah rızası için olmasını ve o gaye ile hareket edilmesini anlatırdı. Yine sözden ziyade hal ve hareketin tesirli olacağını anlatırdı.

Dr. Mustafa Ramazanoğlu ve arkadaşlarının okulda okurken nefislerinde İslâmiyeti yaşamaları neticesi, onları gören ve onlar gibi olmak isteyen arkadaşlarına, 'Biz Risale-i Nur'ları okuduk, İslâmiyet dairesine böyle girdik' dediklerini, bu sayede risaleleri okuyan çok Nur Talebesinin olduğunu ve böylece Risale-i Nur'a hizmet ettiklerini anlattı ve şunu söyledi.

"Kardeşim, İslâmiyet için fethedilmeyecek insan yoktur. Mühim olan İslâma hizmette bulunanların çok dikkatli olması. İnsan yüz kapılı bir saraya benzer. Mutlaka bir kapıdan girilerek o insan fethedilir. Bin senedir Avrupa zındıklarının ve Asya münafıklarının tesiriyle bu asil Türk milletinin çocuklarının akılları yanıltılarak insandaki o 99 kapı İslâmiyet'e kapatılmış, fakat fıtrat icabı bir kapısı daima açıktır. İslâmî ferasetle o açık kapıyı keşfedip, oradan girilirse, diğer kapalı kapılar da içeriden İslâmiyet hesabına açılır, o insan, İslâmiyet için fethedilir. İhlâsla, acelecilik yapmadan, fıtratına uygun Risale-i Nur mizanlarıyla anlatmak ve hareket etmek lazımdır. Acelecilik, lüzumsuz yere münakaşa ve ithamlarda hareket edilirse, o zaman kapalı kapılara hücum edilip, o açık olan bir kapının da kapanmasına sebep olunur. Risale-i Nur muhakeme-i akliyeye ehemmiyet verir. Ve sonra onu İslâmiyet dairesine alır.'

"Bu gibi konuşmaları ile Üstad Hazretleri, bizi Kur'ân ve iman hizmetinde şevkimizi artırarak hizmete koşturur ve bizleri muhafaza ederdi.

"Üstad Hazretlerinin yanına gidince, önce Abdülmecit Efendiyi, ailesini, çocuklarını sorar, onlarla çok alâkadar olurdu. Bir ziyaretimde, Abdülmecit Efendinin oğlu Suat Beyin bir hâdisesini anlattı. Suat Bey, bir terzi dükkânında İslâmiyet'e zıt birşeyi nefretle karşılayarak, bir şeyler yapmış; o hâdiseyi, sanki Üstad Hazretleri oradaymış gibi şevkle bana anlattı. Üstad çok neşeli gördüğüm bir zaman da bu idi. Elleriyle o olayı bir tarif etti ki, o tarif hâlâ gözümün önünde canlanmaktadır.

"Ben kendimi sevmiyorum"

"O yıllarda Tarihçe-i Hayat yeni basılıyordu. Abdünnur isimli bir arkadaşım kitap için bir kapak kompozisyonu yapmıştı. Benden Üstada götürmemi istedi. Üstadın ziyaretine gittiğimde, 'Ellerinizdeki nedir?' diye sordu. Ben, 'Abdünnur kardeşimizin Tarihçe-i Hayat için yapmış olduğu kapak...' der demez, Üstad çok hiddetlendi ve kapaktaki resmi göstererek (Isparta Tugay Camii temel atma merasimi resmi) 'Bu resim nedir? Sizler benim şahsıma ehemmiyet veriyorsunuz, benim şahsıma yapılan hürmet, bana hakarettir. Sizler Risale-i Nur'la değil de, benim şahsımla mı alakadar oluyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Ben hiçim. Benden bir şey beklemeyiniz' dedi ve kapaktaki resmi elinde ovalayıp çöplüğe fırlattı.

 "Cemahir-i İslâmiye teessüs edecek"

"İmam-Hatip Okulunda talebe idim. Müdürle olan münakaşamızın neticesi, o beni Disiplin Kuruluna, ben de onu mahkemeye vermiştim. Mahkeme benim lehime tecelli etmeye başladı. Said Gecegezen de müdürle benim münakaşamı Üstada anlatmış. Üstad da, 'Madem o Mevlânâ'nın torunudur ve namazını da kılıyor, Ahmed mahkemeden vazgeçsin' demiş. Ben mahkemeden vazgeçtim; onlar ise bana mecburî tasdikname verdiler.

"Bu hâdiseden sonra Üstadın yanına gittim. Benim gönlümü aldı. Üzülmememi söyledi. İmtihan esnasında bir soruya verdiğim cevabı anlattım. Şöyle idi: Tarih dersinde başkalarına üçer soru sorulurken, bana farklı dördüncü soru eklendi. Üstadımız Kürt, benim ise Türk olduğumu ifade ile 'Kürt Teâli Cemiyetini kim kurdu?' dediler. Ben de 'Böyle bir mevzuyu sizler ders esnasında anlatmadınız. Tarih kitabı da yazmıyor. Bunu siz bilirsiniz...' dedim. Netice olarak 3 vermişler. Benimle imtihan olan arkadaş, 'Sana diğer mümeyyizler 8 verdiler, tarih hocası 3 verdi' dedi.

 "Menderes Risale-i Nur'u okullara ders kitabı olarak koyma niyetinde"

"Durumu böylece Üstada anlattım. Üstad mert bir tavırla, 'Benim menfî cereyanlarla alâkam olmamıştır. İspat edilememiştir. İftiradır. Risale-i Nur 650 milyon Müslümanın uhuvvet-i İslâmiyesini, hürriyetlerini müdafaa etmiştir. Bir gün Cemahir-i İslâmiye teessüs edecek, bu müfterilerin sizleri görünce yüzleri kızaracak. Menderes şimdi, komünist, anarşisti ve tahribatçı dinsizlik hareketini durduracak kuvvetin Risale-i Nur olduğunu anladı, etrafını iknaya çalışıyor. Nurları okullara ders kitabı olarak koyma niyetindedir. Başvekil bunu arzu ederse, onlar ne yapacaklar?' dedi.

 Tarihçe-i Hayat önsözü

"Ziyaret esnasında İlâhiyat Fakültesi talebelerinden Kâmil, Ali Ulvi Kurucu'nun yazdığı Tarihçe-i Hayat'ın önsözünü getirdi. Üstad onu okutturdu. Başına, 'Medine-i Münevvere'de bulunan mühim bir âlimin önsözüdür' diye yazılmasını emretti. Bana dedi ki: 'Kardeşim, Hacı Ulvi Efendi, benden çok Risale-i Nur'u övmüş, eğer beni fazla övseydi, bu önsözü kabul etmeyecektim. Madem Risale-i Nur'u övmüş, onun hatırı için kabul ettim. (C: 4, s: 153-159)

"Üstadı arıyoruz"

Musa Yukarı anlatıyor: "1957 senesi Mayıs ayında, ben, köyden Salim Acar ve komşu Çakırbeyli köyünden Veli Başarır, Üstadımızı ziyaret için trenle Isparta'ya gittik. Fakat evine vardığımızda Üstadımızın Eğirdir'e gittiğini öğrendik. Biz de Eğirdir'e gittik. Fakat maalesef orada da bulamadık. Orada bulunan kardeşimiz Çilingir Ali Ağabey, 'Buradan gitti. Nereye gittiğini de bilmiyoruz' dedi.

"O gece, otelvari bir handa kaldık. Handa takriben 50 kişi vardı. Beraber büyük bir salonda oturduk, konuştuk. Sohbet esnasında bize, 'Nerelisiniz?' diye soruldu. Biz, 'İzmirliyiz' dedik. 'Niçin burada bulunuyorsunuz?' dediler. Biz, 'Isparta'ya Bediüzzaman'ı ziyarete geldik. Burada olduğunu söylendi. Fakat burada da bulamadık. Nihayet bu gece handa yatıp yarın İzmir'e döneceğiz' dedik. O zaman handa bulunan müşterilerden tahminen 30 yaşlarından birisi, 'Bediüzzaman mı?' dedi. 'Evet' dedik. 'Bakın,' dedi. 'Bediüzzaman ile geçen bir hatıramı anlatayım' dedi ve bütün handaki yolcularla beraber dinlemeye başladık.

 "Bir kamyon şoförünün itirafı"

"Ben bir kamyon şoförüyüm. Birgün yanıma tanımadığım üç kişi geldi. Bana, 'Memleketimizde Bediüzzaman diye fevkalade zararlı bir âlim var. Taksiyle dolaşıyor. Sana 50 bin lira verelim, yed-i emine parayı teslim edelim. Sen kamyonun ile buna çarp, kaza süsü ver ve öldür. Bu paraya yed-i eminden al' dediler. Ben kabul ettim. Nihayet taksinin rengini ve plaka numarasını verdiler. Bana yardımcı olacaklarını söylediler.

"Nihayet yola çıktım. Taksinin karşımdan geleceğini söylediler. Gözüm taksinin renginde. Renk uyarsa, direksiyonun önüne koyduğum plaka numarasına bakıyorum. Bir baktım, aynı renkte bir taksi uzaktan göründü. Yaklaştıkça plaka numarasına bakıyorum. Tam o anda taksi sağa yanaşıp durdu. İçinden bir genç indi. Sola geçti, yani benim önüme. El kaldırdı. Ben de durdum. 'Ne o?' dedim. 'Seni Hoca Efendi çağırıyor' dedi. İndim, taksinin yanına o genç ile beraber vardım. Hoca Efendi, taksinin camından başını çıkarıp bana dedi ki: 'Oğlum, ben memlekete zararlı bir Hoca değilim. Sana yanlış bilgi verdiler. Bu teşebbüsünden vazgeç.' O anda Hocaya o kadar ısındım ki anlatamam, tarif edemem. Bana para teklif eden o üç kişi orada olsa idi tereddütsüz üçünü de arabamla ezerdim. Ben bunu başka birinden duymadım, kendim yaşadım; ister inanın, ister inanmayın.'

"Ben, o arkadaşın adresini almadığım için hâlâ üzgünüm ve pişmanım. Bu hadiseyi bütün o handa olan insanlar bizim ile beraber dinlediler.

"Biz o gece, orada yatıp sabahleyin tren ile İzmir'e hareket ettik. Sağ selamet köyümüze geldik.(C: 3, s: 336-337)

Sadık Beyin Hz. Üstadı Ziyareti

İbrahim Fakazlı Ağabeyin küçük kardeşi İsmail Fakazlı Ağabey, unutulmayan, aziz hatıralarını şöyle anlatmaktadır:

"Ankara'daydım. O günlerde Taşköprülü Sadık Bey (Demirelli) de Ankara'ya gelmişti. Kendisiyle otelde buluşmuştuk. Sadık Bey bana, 'İsmail Efendi, ben yarın Emirdağ'a Hazret-i Üstadı ziyarete gideceğim' deyince, ben de kendisine, benim de gelmek istediğimi söyledim. Böylece Ankara'da kararlaştırarak Afyon vilayetinin Emirdağ kazasına doğru yola çıktık.

"Ertesi gün Sadık Beyle birlikte Eskişehir'in Yıldız Oteli'nde bir gece kalarak daha ertesi gün, gecenin geç saatlerinde Emirdağ'a ulaşmıştık. Açık olan bir kahvehaneden çok gürültüler geliyordu. Bu gürültüleri duymamak için camiye doğru gidiyorduk. Nurlu Üstadın evinin önünden geçerken yukarılardan bir inilti geliyordu. Bu esnada elinde sopa bir bekçi efendi bize, 'Burada durmayın, Şeyh Efendi zikrediyor' diyordu.

Bu ses nur Üstaddan geliyormuş. Bu ses üzerine Paşazade Sadık Bey daha fazla yürüyemedi. Ayaklarında çizmeler, kilot pantolonlu, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşanın harp ve esaret arkadaşı Sadık Paşanın torunu, Binbaşı Mehmet Ali Bey'in oğlu Sadık Bey, asrın sultanının saadetli menzilinin önünden bir yere kıpırdayamıyordu. Ben Emirdağ'ı ilk defa görüyordum. Nerede bulunduğumuzu sopalı bekçinin konuşmasından sonra anlamıştım.

 "Sadık Bey hüngür hüngür ağlıyordu"

"Kastamonu'dan bildiğim Sadık Bey namlı bir paşazadeydi. Altındaki atla, Bolu dağlarından tâ Sinop civarında kadar, at sırtında uçarcasına giderdi. Altındaki kır atı, bir ara, iki bin liraya satmıştı. Kendisi bir kahvehaneye girse, insanlar hep birlikte Sadık Beye hürmeten ayağa kalkarlardı.

"Sabahın erken saatlerinde nur Üstadın huzurlarıyla müşerref olmak için mütevazı hanenin kapısını tıkırdattık. Az sonra, heybetli, gür bıyıklı, Şeyh Şamillerin edası içinde bir genç arkadaş kapıyı açmıştı. Bizleri buyur etti. Tığ gibi ince bir endam içinde, adetâ bir vakar ve ciddiyet âbidesiydi. Bu mutena insan Ermenekli Zübeyir Gündüzalp'ti.

"İçeride Nurlu Üstad, Sadık Bey'i ayakta bekliyordu. Sadık Bey ani ve çevik bir hareketle Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ayaklarına kapanmıştı. O esnada Hazret-i Üstadın da yaptığı çevik hareketini, cevvaliyetini tarif etmem mümkün değil. Seksen yaşın eşiğinde bir insanın o çevik hareketi yapabilmesi mümkün değildir. Nur Üstadın ayaklarına kapanan Sadık Bey hüngür hüngür ağlıyordu. Ilgaz dağlarının namlı yiğidi Sadık Bey, Ulu Sultanın huzurlarında âdeta masum bir çocuk olmuştu.

"Çok ulvî bir hüzün havası mütevazı odacığı ve iklimi kaplamıştı. Gözyaşlarımızı tutmamız mümkün olmuyordu. Nurlu Üstad Doksan Üç Harbinini Plevne gazisinin torununun omuzlarından tutmuş; 'Kalk kardaşım Sadık Bey, kalk' diye kaldırmaya çalışıyordu. Bu çizmeli paşazadeyi ayaklarından bir türlü kaldıramıyordu. Bu pehlivan yapılı zatı kaldırabilmek ne mümkün!

"Bırak kardaşım!'

"Evladım, Sadık Bey, kalk ayağa bana hakkını helâl et. Sen bana Denizli hapsinde dokuz ay çorba pişirdin, bana hakkını helâl et' diyordu. Sonra ayağa kalkan Sadık Beyle bir kucaklaştılar, bir kucaklaştılar ki, aman yâ Rabbim, ne muhabbet, ne samimiyet!

"Sonra Üstad beni de kucakladı, ben de ellerine kapandım. Ellerinden gönlümden kopan hürmet fırtınaları içinde öptüm, öptüm. Heyecandan bütün vücudum ter içindeydi.

"Daha önceleri, benim uzaklardan misafirlerim gelecek diye Ziya Arun'a temizlettiği şiltenin üzerine bizleri oturttu. Bana hitaben, Sadık Beyi işaret ederek buyurdu ki: 'Bu kardaşım hapishanede dokuz ay benim çorbamı pişirdi. Bana çok hakkı geçti!'

"Gözümde ve gönlümde zirveleşen Sadık Bey, nur Üstad Bediüzzaman gibi bir Ulu Sultana dokuz ay hizmet edebilmenin saadeti içinde, âleminde daha da zirveleşmişti. Sadık Bey, o büyük İslâm tarihindeki İbrahim Ethemleri hatırlatıyordu insana sanki.

Mücedditlik cübbesi

"Üstad Bediüzzaman Hazretleri bizlere Mevlâna Halid-i Bağdadî'nin cübbesini giydirmek istiyordu. Cübbeyi tutan Nurlu Üstad, Sadık Beye giymesini söylemişti. Ama Sadık Bey, Üstad Hazretlerine karşı sonsuz hürmet duyguları içindeydi. Cübbeyi Üstadın tutmasını istemiyordu. Üstad, 'Kardaşım Sadık Bey giy!' diyordu. Ama Sadık Bey Üstada olan hürmet duygularının ateşi içinde âdeta yanıyordu. Sonra Zübeyir Gündüzalp Ağabey, 'Cübbeyi ben tutayım' diyerek Nurlu Üstadın elinden alıp cübbeyi kendileri tuttular. Cübbeyi önce Sadık Bey, sonra da ben giydim.

"Üstad bize tatlı ikram etti. Orada bulunan Zübeyir ile Ceylan abileri kastederek, 'Ben bu tatlıları, bu oburlara versem, hemen bitiriyorlar' diye latife yaptı. Oradaki hizmetkârlarına latifeler yaparak takıldı. 'Bu oburlar hepsini bitiriyorlar' dedi.(C:3, s. 387-390)

Sanki sahabeden biri gibiydi"

İsmet Orhan anlatıyor; "Üstad, hiç bu zamanın adamlarına benzemezdi. Her haliyle başkaydı. Sanki sahabelerden biri gibiydi. Görmeye doyamazdık. Gördükten sonra da o lezzet bize yeterdi.(C: 3, s:396)

Ben iki revolver taşıyorum

Hulusi Yahyagil anlatıyor; "Son olarak 1957'de Emirdağ'da ziyaret etmezden önce, Eskişehir'de oğlumun yanına uğramış, bir ay kadar kalmıştım. Oradayken her gün ders yapardık. Fakat bu dersleri ihtiyaten hep İşarat-ül İ'caz'dan yapıyorduk. Emirdağ'a gideceğim gün yine ders yapmak için İşarat-ül İ'caz'ı getirdiler."Yahu sizde başka kitap yok mu hep bunu getiriyorsunuz?' dedim. Bunun üzerine Mektubat'ı getirdiler. O gün dersi Mektubat'tan okuduk. Sonra Hazret-i Üstad'ı ziyaretine müşerref olduğumuzda odasında bütün Risale-i Nur Külliyatını masanın üzerine koymuş, Mektubat'ı da bütün kitapların üstüne koymuştu. Bana hitaben: "Kardeşim, ben bu risaleleri saklasam belâ ve musibet gelir. Onun için ne olursa olsun, daima Risale-i Nur'u yanımda bulunduruyorum" dedi. Daha sonra da: "Ben şimdi iki revolver (tabanca) taşıyorum. Şimdi şu anlarda hayatımı muhafaza etmek çok büyük ve ehemmiyetli bir meseledir" dedi.

"Hz. Üstad'ın iki revolver (tabanca) taşıması mânâsız değildi. İmansız-insafsız insanların ardı arkası kesilmeyen hücumlarına karşı, bizzat cevap verebilmek için taşıyordu. Din düşmanları evinin damına çıkıp su testisine zehir atmışlardı. Hz. Hasan'ı (r.a.)da öyle zehirlememişler miydi? O zaman âlem-i mânâda (rüya'da) görmüştüm, ibriğine zehir atıyorlar. Bakıyorum, bıyıkları yemyeşil, Mektupla rüyayı yazdım. Gönderdiği cevapta: "Rüyan mübarektir, kardeşim mübarektir' diyordu.

Yine son görüşmemizde bana hitaben:"Kardeşim, her meselede senden bahsedilir. Her meselede senin adın geçer. Bana sorarlar, bu kimdir? 'Benim o kadar talebem var ki, yalnız adını duymuşum. O da onlardan biridir' diye cevap veriyorum."(C:1, s: 327)

"Yüzüne bakamazdım"

Hulusi Yahyagil anlatıyor; "Üstad'la görüşme ve sohbetlerimiz sırasında, yüzüne bakamazdım. Zaten bakılmayacak derecede heybetli idi. Son ziyaretimde cesaretimi toplayarak bakabildim. (C:1, s: 332)

Kitap hediyesi

Refet Barutçu anlatıyor; "Üstad Emirdağ'da ziyaret ettiğimde kendisine bir adet Asa-yı Musa hediye etmek istedim. Fakat Üstad kabul etmedi. Bunun üzerine, 'Üstadım' dedim, 'dünyaya ait birşey olunca almıyorsunuz. İşte bu kitaptır.' Böyle deyince Üstad kabul etti ve bana bir tane havlu verdi. Bu havluyu yıllarca muhafaza ettim.(C:1, s. 416)

İsmail Perihanoğlu anlatıyor;"Eserlerinden bahsedince, unutamadığım bir hâdiseyi anlatayım:

"Bir vakitler vergi dairesi kontrol memuru idim. Bizim dükkân o zaman kıraathaneydi. Bir gün tevafuken oraya gitmiştim. Arkadaşlara Nurlardan bahsediyordum. Baktım içeriye o zamanlar tanıdığım bir mübaşir girdi. Elinde de bir kitap vardı. Bana hitaben:

"İsmail Efendi, bu kitabı yolda buldum, siz okur musunuz?' diye kitabı bana uzattı. Kitabı alıp baktığımda hayretler içinde kaldım. Eser, Üstad'ın Nokta Risalesi'ydi.

"Sanki insan eli değmemiş gibi yepyeni bir kitap. En ufak bir leke ve örselenme yoktu kitapta. Bende Üstad'ın birçok eserleri olmakla birlikte Nokta Risalesi yoktu.

"Bu hâdiseyi ve hatırayı hâlâ düşünürüm, Van nere, Emirdağ nere?"(C:1, s: 128)

"Risale-i Nur'ların resmen neşri düşünülüyordu"

Ömer Biçer anlatıyor; "Bir gün Tahirî Mutlu ve Rüştü Çakın Eskişehir'e geldiler. Ankara'ya gideceklerdi. O sıralarda, hükümetin Risale-i Nur'u resmen neşredeceği; Adnan Menderes, Celâl Yardımcısı ve Tevkif İleri'nin bu hizmete yardımcı olacakları söyleniyordu.

 

"Âtıf Ural ve Isparta meb'usu Tahsin Tola'nın bu hizmetle Ankara'da bizzat alâkadar oldukları belirtiliyordu.

 

"Ankara'ya gittiğimde, Mustafa Türkmenoğlu ile beraber Demokrat Parti Genel Merkezine gittik. Genel Sekreter Halil İbrahim Beye Lem'alar'ı verdik."Lem'alar'ı memnuniyetle kabul eden Halil İbrahim bey, 'Bu eseri çoluk çocuğumla okuyacağım ve okutacağım' dedi ve ilave etti: 'Size Risale-i Nur'ların basılmasına altı ton kâğıt tahsis ettik. Onu alın.'

"Bilindiği gibi, malum kimselerin mümânaatıyla bu hizmet tahakkuk edemedi.(c:2, s:83)

  Üstadın Ölçüsü

 Zübeyir Gündüzalp anlatıyor; "Üstad'ın yanında kaldığımızda bir gün kapı çalındı. Dışarı çıktığımızda İsmet Paşa taraftarı, gazeteci İlhami Soysal'ı gördük, "Ben Bediüzzaman'ı ziyarete geldim." dedi. Biz kendi kendimize, "Üstad bunu kabul etmez." diyorduk.

Üstadımıza haber verince, "Gelsin, buyursun." dedi. Biz bunu duyunca şaşırdık. İlhami Soysal'ı içeri aldık. Üstad onu ayakta karşıladı. İlhami Soysal da Üstadımızın elini öptü. Soysal daha konuşmaya başlamadan Üstadımız söze başladı ve iman ile ilgili birçok hakikati anlattı. İlhami Soysal hiç konuşamadan sadece dinledi. Sonunda yine Üstadın elini öperek ayrıldı.

Kendisinin naklettiğine göre İlhami Soysal, Bediüzzaman'ı ziyarete gelirken İsmet Paşa'ya danışmış. O da gidebileceğini, fakat Bediüzzaman'ın çok tesirli biri olduğunu, onun etkisi altında kalmamaya dikkat etmesi gerektiğini söylemiş.

İlhami Bey gittikten sonra Üstad Hazretleri bizi yanına çağırdı ve şunları söyledi, "Bir insanın İslâmiyet'e düşmanlığı yüz ise onu doksan dokuza indirmek hizmettir, hatta yüzde bire çıkartmamak dahi hizmettir."(M. Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s: 207-208)

"Yakında büyük bir Tarihçe-i Hayat yazılacak"

 Mehmed Çalışkan anlatıyor; "Üstad neşredilen Tarihçe-i Hayat'tan sonra 'İnşaallah yakında büyük Tarihçe-i Hayat yazılacak' demişti.

Yine bir defasında 'Siz kimin talebesi olduğunuzu, kime hizmet ettiğinizi, nasıl bir şahısla konuştuğunuzu bilmiyorsunuz. Ayrıca yakında bu Risale-i Nur mekteplerde okunacak' cümlesini tekrar tekrar söylemişti. (C:2, s: 360)

 'Sen akşam ne konuştuysan ben aynen kabul ediyorum

'Mehmed Çalışkan anlatıyor; "Bir gün Ahmed Feyzi Kul ziyaret için gelmişti. Üstad Ahmet Feyzi'ye, 'Çabuk bir vasıta bul ve git' demişti. Akşamleyin bir sohbet yapmak için bırakmadım. O gece münevver bir cemaatle güzel bir sohbet oldu. O gece geç saatlere kadar sohbet devam etmişti. Sabahleyin Üstad Ahmed Feyzi'yi çağırttı. Hâlbuki Üstadın onun kaldığından haberi yoktu. Ahmet Feyzi çok korktu, beraberce Üstadın yanına gittik. Üstad, 'Sen akşam ne konuştuysan ben aynen kabul ediyorum' diyerek iltifat etti. (C:2, s: 360)

Mustafa Ezener anlatıyor; "Bir defasında da her gün devam eden bir sabah dersinden sonra, 'Fesübhanallah! Seksen defa okumuşum. Bugünkü kadar anlayamamıştım' diyerek Kur'ân hakikatlarındaki ehemmiyetli sırlara işaret etmişti."(C: 2, s: 28-29)

"Dairemiz içine aldığımızı kolay kolay bırakmayız"

İhsan Çalışkan anlatıyor; "Kur'ân ve Risale-i Nurla ilgili bir mesele olunca, Üstad 25 yaşında bir delikanlı zindeliğinde olurdu. Bir gün Üstadın hizmetinde bulunuyorduk. Bir misafir gelmişti. Üstad dua eder şekilde elini açarak şöyle buyurdu: 'Biz dairemizin içine aldığımızı kolay kolay bırakmayız. ' Sonra ellerini ileri doğru iterek, 'Bıraktığımız zaman da-Allah muhafaza buyursun-ruz-u mahşerde yüzüne bakmayız' dediler. (C: 2, s: 85)

Üstadın Yemek ve Uyku Tarzı

Zübeyir Gündüzalp anlatıyor; "Üstad seher namazını eda ettikten sonra, bir bardak limonlu çay içerdi. Hz. Üstadımız her ne zaman olursa olsun, çaya ve limon konulacak yemeklere limon damlatırdı. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri asıl yemeği kuşluk zamanında yerdi. Öğle vakti pek az, birkaç lokma bir taam alırdı. İkindi namazından evvel asıl yemeği yerdi. Ancak akşam namazından sonra okuyacağı esnada limonlu bir bardak çay içerdi. Yatsı namazından sonra Resul-i Ekreme (a.s.m.) imtisalen hemen yatardı. Yatmadan evvel küçük bir lokmacık taam yerdi. Sonra 'Âyete'l-Kürsî' yi okur, yatardı. Seher vaktinden çok evvel kalkar, evradını okurdu, sabah namazından evvel veya sonraya kadar. Sabah namazını erken edâ ederek yanında bulunan hizmetkârlarına, basılan kitaplardan ders yaptırır, kendisi de eski hurufla yazılı aslından takip ederdi. Üstad Hazretleri çorba olarak pirinç ve şehriye yerdi. İçine yumurta kırdırırdı. (Bunu 75 yaşından sonra yerdi. Yemeğin üzerine 4-5 habbe üzüm yerdi. Her habbeyi yiyişinde Besmele okurdu. 75-80 yaşlarında ömrünün sonuna kadar gördüğüme göre, kabuklarını soyar, çekirdeklerini çıkarır, yanındaki hizmetkârlarına lutuf ederdi."(C: 3, s. 22)

 Eskişehir zelzelesi-1956

Ömer Biçer anlatıyor; "Üstad son zamanlarda, Kanlıpınar sırtlarına kadar gelir, oradan geri dönerdi. Bunun sebebini, bilâhare meydana gelen Eskişehir zelzelesine bağlıyoruz.

"Bir akşam Halil Deliceli'nin evinde toplanmış, çaylarımızı içip risale okuyacaktık. Birden zelzele başladı ve ortalık toz duman oldu. Bir gün sonra Üstad Hazretleri Eskişehir'e gelmiş ve şöyle demişti:

"Erzincan zelzelesinden daha büyük idi. Fakat mânevî bir el zelzeleye mâni oldu. Elhamdüllilah, fazla bir zayiat olmadı." (C: 2, s: 85)

"Bir âfet gelecek, fakat zarar görmeyeceksiniz"

"1956 Eskişehir zelzelesinden önce Hazret-i Üstad, hergün kuşluk vakti Emirdağ'dan Eskişehir'in Kanlıpınar semtine giderek l-l,5 saat kadar kalıyor tekrar Emirdağ'a dönüyordu. Son gidişi olan 28. günü amcam Mehmet Çalışkan da beraber bulunuyor. Üstad amcamı Eskişehir'e gönderiyor. 'Kardeşlerime selâm söyle, dua etsinler, bir âfet olacak, fakat inşaallah zarar görmeyecekler.' Gariptir ki, zelzele, Üstadın Eskişehir'e gelip gittiği gün kadar devam etti. Mühim bir zarar olmadan felâketi atlattılar. (C:2, s:419)

Lâdikli Ahmet Ağa

Dr. Tahir Barçın anlatıyor; "Konya'nın Sarayönü kazasının Lâdik köyü'nde Lâdikli Ahmet Ağa diye mübarek bir zat vardı. Birinci Cihan Harbinde, Gazze Cephesinde çarpışmış, yaralanmış, bir mağaraya sığınmış, orada Hızır Aleyhisselamla görüşmüş, kerametleri zahir olan bir mübarek insandı.

"Üstad'ın sık sık Eskişehir taraflarına gittiği bir zamandı. Eskişehir'de hep zelzele oluyordu. Lâdikli Ahmet Ağa, Üstad'ın Eskişehir'e devamlı gitmesini şu şekilde değerlendiriyordu:

"Bediüzzaman her gün Eskişehir'e gidiyor, siz niçin bu kadar sık gittiğini biliyor musunuz?'

"Hakikaten Üstad her gün sabah gidip, akşam dönüyordu, şehre girmiyordu. Şehrin dışında namaz kılıyor, dua edip geliyordu.

"Ona vazife verdiler. Sen dua et, çünkü Eskişehir yıkılacak, taş taş üstünde kalmayacak, dua et, Cenab-ı Hakka yalvar dediler. Hastayım diye özür beyan ettiyse de özrünü kabul etmediler. Onun için gidiyor her gün Eskişehir'e...'

"Lâdikli Ahmed Efendi bu hâdiseyi böyle ifade edip, böyle değerlendiriyordu."(C: 2, s: 437-438)

"Ãœstad zelzeleyi haber verdi"

Muhittin Yürüten anlatıyor; "Eskişehir Zelzelesinden önceki günlerde, Üstad sık sık Emirdağ'dan gelir, bazen bir saat, bazen iki saat kalır, giderdi. Bu arada bizimle konuşur ve 'Bir sıkıntınız var, tedbirli olun, ihtiyatlı olun, ihtiyatlı davranın' şeklinde ikazlar yapardı.

"Biz sıkıntının ne olduğunu, Üstadın ne demek istediğini anlamazdık. Her zaman olduğu gibi, yine polisin evlerimize baskın yapmasından endişe ederdik.

"Zelzeleden çok kısa zaman önce Üstad Kanlıpınar'ın yakınındaki bayıra gelip Zübeyir Ağabey ile haber göndermiş, 'Tedbirlerini alsınlar' demiş. Biz yine birşey anlayamadık. Meğer Üstad, o gece olacak zelzeleden haber veriyormuş. O mübarek

Üstadı anlayamadık, onu tanıyamadık.

"Zelzele olduktan sonra Üstad geldi. Akoğlan Camiinde yanına gittik. Üstad, 'Büyük bir sıkıntı atlattık. Bu hadise bütün Türkiye üzerine idi. Eskişehir cevap verdi. Bu zelzelede zarar görenlerin malları on misli olarak ahirette sadaka hükmüne geçti. Bunu da müjde verin' dedi. Biz Üstadın bu müjdesini etrafa bildirdik.

 "O doğrudan Peygamberimize bağlı"

"Yarbay Reşat Bey, Konya'da arkadaşına, Bediüzzaman Hazretlerini ve eserlerini anlatıyor. Arkadaşı ise Üstadın büyüklüğünü ve eserlerin hakkaniyetini reddediyor. Reşat Bey de, 'Madem bana inanmıyorsun, gel, Lâdik köyüne gidip Ahmed Ağayı bulalım, ona Bediüzzaman'ı soralım' diyor.

"Reşat Bey arkadaşı ile birlikte mübarek bir zat olan Ahmed Ağa'nın yanına gidiyor ve kanaatlerini sunuyorlar. Ahmed Ağa şu şekilde karşılık veriyor:

"Ben size onu nasıl anlatayım ki? O bizim gibi herhangi bir tarikat silsilesine bağlı değildir. O ne Kutbü'l-Aktab'a, ne de herhangi bir kutuba bağlıdır. O doğrudan doğruya Peygamberimizden (a.s.m.) feyiz alır, ona göre hareket eder. Bir hatıramla onun manevî makamını size anlatmaya çalışayım.

"Birgün Hızır (a.s.) gelerek, 'Eskişehir'de zelzele olacak. Taş üstünde taş kalmayacak. Gel, Bediüzzaman'a gidelim ve dua etmesini isteyelim ki, bu zelzele hafiflesin' dedi. Beraberce gidip, Bediüzzaman'a vaziyetini anlattık. 'Haberim var, haberim var' dedi. Hızır (a.s.), 'Dağlara gidip dua edelim' dedi. Bediüzzaman, 'Ben hastayım, siz dağlara çıkıp dua edin, ben buradan dua edeceğim' dedi. Eğer onun duası olmasaydı, Eskişehir'de gerçekte taş üstünde taş kalmazdı.'

"Bu sözleri dinleyen Yarbay Reşat Beyin arkadaşı ikna olup Bediüzzaman ve eserlerine taraftar bir vaziyete giriyor.

"Emirdağ'daki Büyük Caminin İmamı Hafız Nuri Efendi, Eskişehir'deki Odunpazarı Camii İmamı Gönenli Hafız'ın talebesi idi. Bir gün aralarında münakaşa geçmiş ve birbirlerine darılmışlar. Bu durumu haber alan Üstad, Emirdağ'dan kalkıp Eskişehir'e gelmiş ve Hafız Nuri'yi bulmamızı söylemişti. Ben gidip Hafız Nuri'yi buldum, getirdim. Üstad, Hafız Nuri'ye, 'Kardeşim, Gönenli Hafız hakikî bir hafızdır. Aranızda bir niza çıkmış. Senin namına gidip ondan özür dileyeceğim' dedi.

"Üstadın sözlerini duyan Hafız ağlamaya başladı ve 'Üstadım, senin gitmene lüzum yok. Ben giderim, barışırım' dedi. Gerçekten, bir müddet sonra Gönenli Hafız, Emirdağ'a gitmiş ve talebesi ile barışmıştı.(C:3, s: 202-203)

Siyasette Ölçü

Ömer Biçer anlatıyor; O sıralar 1957 seçimleri yaklaşmıştı. Hacı Şuayb Efendi encümen âzası olmuştu. Üstad bunu münasip görmemişti. Şuayb Efendi Üstada şöyle der: 'Efendim, siz ve Risale-i Nur bizi siyasetten kat'iyetle menediyor. Peki, siyâsî sahada ne yapacağız?"

 

"Üstad, 'Kardaşım, Halk Parti dine karşıdır. Demokrat da lâkayd. Fakat Halk partisi kolu keser, Demokrat Partisi ise parmağı. Kolun gitmesini önlemek için, parmağın gitmesine razı olacağız' buyurur. (C: 2, s: 85)

 "Günde en az bir sayfa Risale-i Nur okumalı"

Hasan Okur anlatıyor; "Sonra bir elini omuzuma, diğer elini Mühendis Kemal Ural'ın yüzüne koydu. Bu arada Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin ehemmiyetini ifade ile, 'Günde en az bir sahife Risale-i Nur okuyarak âlem-i İslâmda hâsıl olan şirket-i mâneviye sevabına dâhil olmalı' diyordu. Bu cümleden olarak, bu hakikatı idrak edeli, günlük telâşe ile unutup yatsam dahi, yatağımdan kalkıp Üstadımın ilim ve marifetullah cihetiyle verdiği bir tetebbu virdi olarak kabul ettiğim dersimi, Allah'tan ciddî bir mâni olmazsa okuyorum. Ve bu ehemmiyetli noktayı bazan sorulduğunda nazara vermeyi hizmete taalluk eden bir vazife biliyorum."(C:2, s: 91)

O büyük bir mücahittir ve tektir"

Rıfat Filizer anlatıyor; "Konya'da Üstadı çok iyi bilenlerden birisi de Ali Ulvi Kurucu'nun amcası, Hoca Veyiszade Mustafa Kurucu'dur. Üstadımız hakkında şöyle derdi: 'O büyük bir mücahittir ve tektir, bizler post adaylarıyız. Post üzerinde oturur, tesbih çekeriz. Ben yarım saat hapishane hayatına dayanamıyorum. O vazife yalnız ona münhasırdır.'

"Üstadımız da Hoca Veyiszade hakkında, 'Ben o muhteremi tanıyorum. Mânen benim yardımcılarımdandır. Bana çok dua etsin. Ona çok çok selâmımı götürün' demişti."(C:2, s: 318-319)

"Şehitler ölmez"

Muhittin Yürüten anlatıyor; "Konyalı Sabri Halıcı'nın oğlu pilot Ömer Halıcı, rüyasında şehit olacağını görmüş. Aynı rüyayı hanımı da görmüş. O sırada hanımı hamileymiş. Hanımıyla şehit olduğu takdirde nereye gideceği meselesini bile görüşmüşler. Nihayet bir uçak kazası ile Ömer Halıcı şehit oldu.

"Bir müddet sonra bizim yeğen rüyasında Ömer Halıcı'yı görüyor. Rüyasında ona soruyor: 'Ömer Ağabey, biz seni ölü biliyorduk. Uçak kazasını anlatır mısın, nasıl olmuştu? Biz tafsilâtını pek bilemiyoruz.' Ömer Halıcı şöyle cevap veriyor:

"Ben uçakta iken birden her tarafı duman kapladı. Semâya çekilir gibi oldum. Derken yukarı çıktım ve orada Peygamberimizi (a.s.m.) gördüm. Beni bağrına bastı, kucakladı ve sevdi. Hem ben ölü filân değilim. Şehitler ölmez.'

"Biz bu rüyayı aynen Üstada anlattık. Üstad tasdik ederek şöyle dedi: 'Ömer kardeş doğru söylüyor. Gördüğün rüya sahihtir.'

 "Hizmetimiz tevafuklarla dolu idi"

"Hüsrev Ağabeyin verdiği bir risaleyi, kısa bir zamanda Üstada ulaştırıp, tashihi edildikten sonra tekrar kendisine ulaştırmıştım. Bu hizmeti yaparken de aslında benim iradem çok az rol oynamıştı. Çünkü nereye gitsem, bütün vasıtalar hazır, beni bekliyordu. Meselâ Afyon'a vardım. Emirdağ'a gitmem lâzım. Vakit gece yarısı. Diğer zamanlarda o saatte vasıta bulmak imkânsıza yakın birşey. Ancak ben gittiğimde vasıta hazır bekliyordu.

"Emirdağ'a vardığımda, sabah namazı vaktinde, Hattat Mustafa Acet'in imamlık yaptığı camiye gidip onunla Üstada gitmiştik. Üstad beni gördüğünde hoş-beşten sonra şöyle dedi:

"Muhiddin, biliyorum, tembelsin. Ama öyle bir zamanda bir hizmet yapıyorsun ki, anahtar hükmüne geçiyor.'

"Üstad hemen mangala çay koydu. Mangalda üç tane fındık kadar kor parçası vardı. 'Hemen simit alın, gelin' dedi. Kısa bir zaman sonra çay suyu kaynamıştı. Çayı içtikten sonra, Üstad bana yolu tarif etti ve Eskişehir'e müteveccihen ayrıldık.

"Burada hatırıma gelmişken bir hususu ifade etmek isterim. Üstad Hazretlerinin yanına vardığımızda hiç soru sormamıza hâcet kalmazdı. O bizim suallerimize cevap olacak şekilde meseleler açar ve biz soru sormadan cevabımızı almış olurduk.

 "Tahirî Mutlu'nun hizmeti"

"Tahirî Mutlu Ağabeyin bu hizmetteki yeri büyüktür. Üstadımız Tahirî Ağabey için, 'Tahirî'yi ben açmadım. O kendini bilmez. Eğer bilseydi, yaşayamazdı' demişti.

"Tahirî Ağabey hacca gitmek için Üstaddan izin istedi. Üstad da, 'Gidemezsin Tahirî' dedi. 'Sen, İslâm'ın büyük kalesinin bekçisisin. Harp meydanında bulunan bir kalenin muhafızısın. Bugün gidemezsin. Ama ileride gideceksin' diyerek onun hacca gitmesine izin vermedi. Daha sonraki yıllarda Tahirî Ağabey hacca gitti.

 "Ücretini vermediği şey, boğazından geçmezdi"

"Üstad, Optalidon ilâcı kullanırdı. İlâcı bitmişti. Kardeşlerden birisine 100 kuruş vererek eczaneye gönderdi. Ancak ilâcın fiyatı 110 kuruşa çıktığından, o kardeş 10 kuruş ilâve etmiş. Sonra ilâcı alıp getirdi. Bilâhare Üstad ilâcı yutmak için ağzına aldı. Ancak bir türlü yutmaya muvaffak olamıyordu. Sonra o kardeşi çağırıp ilâcı kaça aldığını sordu. 110 kuruşa aldığını söyleyince, 10 kuruş daha verdi ve sonra ilâcı rahatlıkla alabildi. Ve bana dönüp şöyle dedi: 'Kardeşim, işte görüyorsun, başkasının malını yiyemiyorum. Boğazımdan geçmiyor.'(C.3, s: 206)

"Ulviye Hanımdan dinlediklerim"

Muhittin Yürüten anlatıyor: "Ankara'da Ulviye isminde muhtereme, dindar bir hanım vardı. Bu hanımın Risale-i Nura çok hizmeti oldu. Ankara mahkemesinde, Nur talebeleri mahkemeye verildiğinde, beş çuval kitabın ehl-i vukufa gönderilmesine vesile olan, bu hanımdır.

"Bir defasından Ankara'ya giderken, Üstad Hazretleri, Ulviye Hanıma selâm söylememi emir buyurdular.

"Evlerine gittiğimde Üstadın selâmını söyledim. Beni içeri aldılar. Risale-i Nur'ları nasıl tanıdıkların da şu şekilde anlatmışlardı:

"Bizim bey kitap getirmişti. O kitabı okur, rafa kaldırırdı. Sessizce okur, ne okuduğunu da söylemezdi. Ben de merak etmekle birlikte, kitaba bakıp ne olduğunu öğrenemezdim. Bizde, efendinin koyduğu birşeye hanım el vuramaz.

"Bir gün bir zatın evindeki mevlide gitmiştim. Orada gördüğüm bir kitap, bana güneş gibi parlak gözüktü. Mevlid sahibi de 'İsterseniz buyurun, okuyun. Ben sonra sizden alırım' dedi. Kitabı alıp eve geldim. Baktım, Asâ-yı Mûsâ mecmuası. Okumaya başladım. Akşam, efendim geldiğinde ne okuduğumu sordu ve kitaba bakıp, 'Benim de okuduğum kitap aynısı' dedi.

"Kitapları okudukça bende, Üstadı görmek arzusu gittikçe şiddetleniyordu. Ne yapıp edip Üstadı görmek istiyordum. Hiç olmazsa kapısının tokmağını öpsem diyordum. Derken bir arkadaşımla birlikte Üstadı ziyarete gittik. Ahdim üzerine, kapı tokmağını öpecektim. Ancak kapı açıktı ve Üstad merdiven başında bizi bekliyordu. Tıpkı ilk defa kitabını gördüğüm şekilde, Üstad, bir güneş gibi parlıyordu. Uzun müddet bir ders verdikten sonra yanından ayrıldık.

"Risale-i Nur'lara olan bağlılığım günden güne artıyordu. Devamlı okuyordum. Bizim efendi, 'Hanım, bu kadar düşme' gibi ikazlarda bulunuyordu. Ben de, 'Efendi, evimizin önünden sel aksa, sen o seli durdurabilir misin? İşte, ben de öyleyim. Ne olur, bana dokunma' diye cevap veriyordum.

"Bir müddet sonra beyim bir rüya görmüş. Rüyasında ona, 'Seni ailenin yüzü suyu hürmetine affettik' demişler. O rüyadan sonra bana Risale-i Nur'lar mevzuunda bir söz söylemedi.'(C:3, s: 206-207)

Bayram Yüksel Ağabeyin Kore Dönüşü Üstadın Hizmetine Girişi

Bayram Yüksel anlatıyor; "Tokyo'dan ayrılırken Japonlar bizi çok samimi uğurladılar. Dönüşte bir ayda gelebildik. Vapurda mescidimiz vardı. Namazlarımızı cemaatle muntazam kılıyorduk. Türkiye'ye dönüşümüzde İzmir'de iki-üç gün kaldık. Üstadımız da bizim köyün önüne gelmiş beni sormuş, 'Bayram Kore'den gelmiş. Gelsin' demiş. Köylüler, 'Yok Hocam, daha bekliyoruz' demişler. Üstad, 'Gelmiş' diyormuş. Hakikaten biz de gelmiş, İzmir'de muamelelerimiz bitmediği için bekliyorduk. Biz üç köylü idik. Üçümüz de köye beraber geldik. Köylüler, 'İki gündür Hoca Efendi geliyor, seni soruyor' dediler. Ben de köyde bir gece kaldım. Ertesi günü Emirdağ'a gittim. Emirdağ bizim köye on dört kilometredir. Emirdağ'a vardığımda Üstadım çok sevindi. 'Seni ben vermeyeceğim' dedi. Çalışkan Ağabeylere de 'Somya, yatak hazırlayın' dedi.

"Çocukluk halleri midir, nedir, Üstadımı tam anlayamadığımdan mıdır, 'Üstadım, ben gideceğim' dedim. Üstad, 'Yok, ben seni vermeyeceğim' diyordu. Ben de, 'Gideceğim, ben Kore'den geldim, annem beni bekliyor' diyordum. Üstad ben seni vermeyeceğim. Ben seni hizmetime alacağım "diyordu. Baktım Üstad bırakmıyor, 'Üstadım gideyim, geleyim' dedim. Emirdağ'dan ayrıldım, doğru köye gittim. Ertesi günü Üstadımız köyün yakın bir yerinde bekliyormuş. Zübeyir Ağabey bizim evi bulmuş. Geldi: 'Üstad geldi, seni köyün yakınında bekliyor' dedi. Beraber Üstadın yanına vardık. Üstadın elini öptüm. Üstad bana Eşref Edib'in basmış olduğu küçük Tarihçe-i Hayat'ı, küçük risalelerden ve yün boyun atkısı getirmişti. Bana bunları teberrük etti. Üstadımız mukabelesiz hiçbir şey almazdı. Ben Kore'den gelirken Üstadımıza, Aden Boğazı'ndan geçerken aldığım namaz seccadesini ve Kore'den bana verilmiş yün boyun atkısını vermiştim. Hindistan cevizi getirmiştim. Üstadımız da onlara mukabil bana Risalelerle boyun atkısı verdi. 'Evladım, seni bekliyorum. Gel' dedi. Ben de 'Pekiyi' dedim. Yine Üstadı anlayamadım ve çocukluk diyeceğim.

"Bu sefer de köye yakın bağımız vardı. Bağa gittim, mübarek Üstadım, yine köye yakın gelmiş, Zübeyir Ağabeyi göndermişti. Ben de bağda idim, çocuklar geldi, 'Hoca Efendi geldi, seni bekliyor' dediler. Koşarak köye geldim. Zübeyir Ağabey bekliyormuş. Beraber koşarak Üstadımız yanına geldik. Üstadımızın elini öptüm. Muazzez, muallâ Üstadımızın şefkat ve merhametle 'Evladım, ben seni bekliyordum. Gel' dedi. Ben, 'Başüstüne Üstadım' dedim. Zübeyir Ağabey de, 'Hemen gel, Üstad sana ehemmiyet veriyor' dedi. Ertesi gün yatağımı ve yorganımı aldım, doğru Emirdağ'a Üstadımızın yanına gittim. Üstadım çok sevindi.

 Üstadın hizmetinde

"Üstadımızın evinin karşısında çok eski bir ev vardı. Altında keçe ve kepenek dokuyorlardı. Zübeyir Ağabeyle ikimiz orada kalmaya başladık. Benden bir ay evvel Emirdağ'a gelmişti Zübeyir Ağabey. Benden bir ay sonra da Ceylân Ağabey askerden geldi, Üstadımız Ceylân Ağabeyi de evlerine göndermedi. Onu da yanına aldı.

"1953 senesinde ben askerden gelmeden bir ay evvel, Zübeyir Ağabey Ankara'da PTT memuru iken, İstanbul Üniversitesi'nde okuyan Abdülmuhsin Alev, Üstadımızın ziyaretine gelmiş. Üstadımız, 'Zübeyir memurluktan istifa etmiş, buraya gelecekmiş' demiş. Bu sözü Muhsin Alev bir emir telâkki ederek Ankara'ya gidip, aynen Zübeyir Ağabeye söylüyor. Zübeyir Ağabey istifa ederek, Üstadımızın hizmetine koşuyor.

"İki ay Ceylân Ağabeyle beraber Emirdağ'da kaldık. O zamanlar Nur Risaleleri henüz matbaalarda basılmamıştı. Çünkü maddî imkânlarımız yoktu. Eserleri Kur'ân yazısı ile yazardık. 1953'e kadar Üstadımız hiç kimseyi yanına bırakmazdı. Emirdağ'daki talebeleri ekmeğini, suyunu sırayla getirirler, akşam namazından evvel dışarıdan kapıyı kilitlerler, giderlerdi. Üstadımız da kapıyı arkadan sürgülerdi. 1953'e kadar böyle devam etti. Üstadımız akşam kapıyı kapar, sabah saat dokuzdan evvel açmazdı. Memurların takip ve tarassudu altında idi. Önceleri yanına kimseyi kabul etmezdi. Bir gün ilk defa bizlere 'Akşam namazını burada kılın' dedi. Yine aradan bir kaç gün geçince, 'Yatak, yorganlarınızı buraya getirin' dedi ve yanıbaşındaki odayı gösterek, orada yatıp kalkabileceğimizi söyledi.

 "Yeni bir devre başlıyor"

"Üstadımız 1953 tarihinde yeni bir devreye giriyor, hiç değiştirmediği kaidesini değiştiriyordu. Akşamdan sonra kimseyi almayan Üstad, Zübeyir Ağabey, Ceylan Ağabey ve beni yanına aldı. Üstadımızın odasına zil bağladık. Sabah erken abdest suyunu döker, yemeğini yapar, sobasını yakar, çayını pişirirdik. Üstadımızın tarz-ı hayatında değişen mühim bir hâdise oldu. İşte 'Üçüncü Said' devresi başlıyordu. Risale-i Nurların cemaatle okunmasına ve sabah derslerine başladık. Üstadda ayrıyeten bir hareket hali başladı. Risale-i Nurların yeni harflerle evvelâ daktilo ile, sonra teksir ile çoğaltılmasına müsaade etti. İnebolu'dan, Nazif Çelebi Ağabeyin ilk defa olarak Asa-yı Musâyı teksir ettiğinde çok memnun olmuştu.

 Emirdağ'dan Isparta'ya

"Emirdağ'da iki ay kadar kaldık. Üstadımız akla kapı açar, irade-i cüz'iyeyi elden almazdı. 'Beni Isparta'ya çağırıyorlar, Çolak Nuri Benli bana dershaneyi yapmış, beni davet ediyor' derdi.

"Üstadımız temiz havayı çok severdi. 'Ben yemek yemeden, gıdasız yaşarım, fakat havasız yaşayamam' derdi. Her gün hava almak için Zübeyir Ağabey ile beraber gider, bir saat kadar hava alır, gelirdi.

"Bir gün Kaymakam, kırda, tarlaların içinde Zübeyir Ağabeyin başındaki beyaz takkeyi

görüyor. Takkesini alıyor. Üstad birden hiddete geldi. 'Ben burayı terk edeceğim, Kaymakam benim talebemin başındaki takkeyi aldı' dedi. Zaten ayrılmak istiyordu. Bir bahane arıyordu. Hemen Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabeye, 'Derhal Eskişehir'e gidin, Yıldız Otelinden bana yer ayırın' dedi. Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabey hemen Eskişehir'e gittiler, iki oda ayırdılar: Birisi Üstadımıza, diğeri de bize. Ertesi gün Emirdağ'dan bir taksi tuttular, Üstadımızla ben de Eskişehir'e gittim. Eskişehir'de yirmi gün kadar kaldık.

"Birgün Tahiri Ağabeyle Süleyman Rüştü Çakın Ağabey geldiler. 'Üstadım, sizi götürmeye geldik, Nuri Benli kardeşimiz bir otel yaptırdı, dershane olarak size de bir oda ayırdı' dediler. Üstad zaten gidecekti. Emirdağ'dan ayrılışı da bunun içindi. Isparta'ya gitmeyi arzu ediyordu. Tahiri, Rüştü ve Zübeyir Ağabeyler bir taksi ile Isparta'ya gittiler. Biz Eskişehir'de iken İstanbul'dan Abdülmuhsin gelmiş, o da bizimle kalıyordu. (c: 3, s: 45)

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-18

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-18

URFA’DA VEFATI Üstad, vefat edeceği tarihi bildirmişti Abdunnur Sezgin anlatıyor O günlerde

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-17

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-17

SON YILLARI-1958-1960 "Üstadın ikinci defa Ankara'ya teşrifleri" Hasan Okur anlatıyor; "Üstad

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-16

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-16

ISPARTA HAYATI(1953’DEN SONRA) "Üstada Isparta'da ev kiraladım" Mehmed Babacan anlatıyor; "19

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-15

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-15

EMÄ°RDAÄž HATIRALARI Ãœstadın ilmî dehası Namık Åženel anlatıyor; "Diyanet Ä°ÅŸleri eski BaÅ

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-14

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-14

Gençlik Rehberi mahkemesi Muhittin Yürüten anlatıyor: "Biz erkenden gidip mahkeme salonundaki y

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-13

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-13

AFYON HAPSİ SONRASI DÖNEM-1949-1950 Diyanet işleri riyasetinde Selahaddin Çelebi anlatıyor; "

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-12

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-12

İLK EMİRDAĞ DÖNEMİ-1944-1948 Hamza Emek anlatıyor; 1944'de İstanbul Vefa Lisesinde talebeydi

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-11

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-11

DENİZLİ MAHKEMESİ VE HAPSİ -1943 "Aradığınız nedir?" Selahaddin Çelebi anlatıyor; "1942

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-10

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-10

KASTAMONU HATIRALARI(1936-1943) Yıl: 1936 Nasrullah Şadırvanına, ilk defa gördüğü yaşlı

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-9

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-9

KISA SÜRELİ ISPARTA DÖNEMİ(1934) "Üstad bize çay getiriyordu" Onun bu nezaket ve tevazuunu

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-8

SON ÅžAHÄ°TLERDEN HATIRALAR-8

BARLA HATIRALARI-1926-1934 Köye bir Hoca Efendi gelmiş Bahri Çağlar hatıralarını şöyle an

Al-i Ä°mran,139

"Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir."

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Bir kimseye şer olarak bir müslüman kardeşine hakaret etmesi kafidir.

Riyazü's Salihin, 3/1605

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI