KUR'AN'DA BAZI MÜŞKİL MESELELER-2

Allah’ın Adaleti وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.” (el-Enfâl, 8/25.) Âyeti ile


Niyazi Beki(Prof. Dr.)

niyazibeki@gmail.com

2016-07-15 11:49:49

 Allah'ın Adaleti

وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً

"Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar." (el-Enfâl, 8/25.) Âyeti ile,

 وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى

"Hiçbir günahkâr, başkasının günâh yükünü üstlenmez." (el-İsrâ, 17/15.)

وَلِتُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ

"Herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez." (el-Câsiye, 45/22.) Mealindeki âyetler arasında, bir çelişki var gibi görünüyor. Bir yandan her şeyin hakkını veren ve kimseye haksızlık etmeyen sonsuz bir adalet, öbür taraftan başkasının suçundan dolayı cezaya çarpılanlar!

Bediüzzaman, bu çelişki gibi görünen hususa dikkat çekmiş ve izah etmeye çalışmıştır. O'na göre, bu dünya bir imtihan meydanı, bir teklif ve tecrübe yeridir. İmtihanlarda gizlilik esastır. Ancak bu şekilde yarışmaya katılanlar için fırsat eşitliği sağlanmış olur. Hür iradeleriyle gayret gösterip doğruları yakalayan Ebû Bekirler alâ-i illiyyîne çıkar. Kendi iradeleriyle cehalet ve yanlışı tercih eden Ebû Cehiller de esfele-i safilîne düşerler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalacak olsalar; bu taktirde bu bir çeşit kopya hükmünde olacak ve Ebû Cehiller de Ebû Bekirler gibi hakka teslim olacağından, mücâhede ile manevî terakki kapısı kapanacak ve insanları yükümlü tutmaktaki hikmet ortadan kalkmış olacaktır.(1) Mademki mazlumun zâlim ile beraber musibete düşmesi İlâhî hikmet gereğidir. O halde bîçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?

Bediüzzaman'ın bu soruya karşı cevabı özetle şöyledir: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları onlar hakkında sadaka olup bakî bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bakî bir hayatı kazandıracak şekilde bir nevi şehâdet hükmündedir. Nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu tür musibetler, onlar hakkında aynı gazap içinde bir rahmettir. Buna göre mesela bir deprem felaketinde musibete uğramış masum bir insanın, kaybettiği malları kendisi hakkında bir sadaka hükmüne geçtiği gibi, o felakette öldüğü takdirde ise bir nevi şehitlik mertebesini kazanır.(2)

Mükerrem İnsan Nasıl Zâlim Ve Câhil Olur?

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ

"Şüphesiz biz insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık." (el-İsrâ, 17/70.) Âyetinin verdiği paye ile,

إِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاً

"Şüphesiz insanoğlu çok zâlim, çok cahildir." (el-Ahzab, 33/72.) Âyetinin vurduğu tokat arasında bir çelişki var gibidir.

Bu hususa dikkat çeken Bediüzzaman'a göre, bu iki âyetin arası şöyle bulunabilir: Cenab-ı Hak, kemâl-i kudretiyle nasıl bir tek şeyden çok şeyler yapıyor, çok vazifeler gördürüyor. Bir sahifede bin kitap yazıyor. Aynen öyle de, insanoğlunu pek çok neviler yerine geçecek şekilde maddî ve manevî duygularla donatılmış bir varlık olarak halk etmiş ve duygularına bir sınır koymamıştır. Bununla peygamberler ve onlara iman edenler gibi elmas ruhlu olup güzel ahlakta alâ-i illiyyine gidebilen insanlar ile, Nemrut, Firavun ve Ebû Cehiller gibi esfele-i safilîne düşen kömür ruhlu insanların kendi karakterleri doğrultusunda hür iradeleriyle sahnede boy göstermelerine zemin hazırlanmıştır. Meselâ: İnsan, hırs ile, bütün dünya ona verilse "Hel min mezid (daha fazla yok mu?)" diyecektir. Yine bencillik damarıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Sîga-i mübalağa ile "Zalûm" (çok zâlim) olduğunu gösterir. Diğer taraftan iyi ahlakıyla hadsiz bir terekkiyata mazhar olur, enbiya ve sıddıkîn derecesine terakki eder. Aynı şekilde dünyaya geldiği zaman hayvanların aksine hayata ait hiçbir şey bilmeyen insanoğlu, bu yönüyle de çok câhildir. Hayvanın kendisine lazım olan hayat şartlarını bir-iki ayda, bazen bir-iki günde, bazen bir-iki saatte öğrenmesine karşılık, insanoğlu bir-iki senede ancak ayağa kalkar, onbeş senede ancak menfaat ve zararını fark eder. İşte "Cehûl" mübalağa sîgası buna işaret eder. Onun bu yönüyle de çok cahil olduğunu gösterir.(3)

Gök Ve Yer'in Yaratılış Sırası

Kur'an-ı Kerim'deki değişik âyetlerin ifadeleri, gök ile yerin yaratılış sırasının farklı anlaşılmasına müsait bir şekildedir. Bu sebeple eskiden beri müfessirler bu konuyu Bakara sûresinin 29. âyetinin tefsiri çerçevesinde incelemeye tabi tutmuşlar. Taberî, kendi görüşünü belirtmeksizin farklı görüşler yansıtan düşüncelere yer verirken(4); Kurtubî, değişik görüşleri belirtmekle beraber, "Katade'nin dediği gibi, Allah önce göğü duhan (gazlar) halinde; arkasından yeri yarattı. Daha sonra göğü düzenleyip, ardından da yeri düzene soktu."(5) Demek suretiyle kendi görüşünü de ortaya koymuştur.

Bediüzzaman da adı geçen Bakara sûresinin 29. âyetinin tefsirinde aynı konuyu ele almıştır. O'na göre, "O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra semâya yöneldi. Onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi. O, her şeyi hakkıyla bilendir." Mealindeki âyet, yerin önce yaratıldığını; "Ondan sonra da yeri döşedi." Mealindeki Naziat sûresinin 30. âyeti, göğün önce yaratıldığını; "İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?" mealindeki Enbiya sûresinin 30. âyeti ise, gök ile yerin birlikte yaratıldığını göstermektedir. Müellif, konuyu ilimlerdeki yeni keşifler doğrultusunda değerlendirmiş ve yer ile göğün birlikte aynı maddeden yaratıldığını, ancak yerin soğuyup kabuk bağlaması, göklerden önce olmakla beraber, insanoğlunun hayat şartlarına uygun bir duruma gelip, bir döşek şeklinde düzenlenip son şeklini alması, göklerin düzeninden sonra olduğunu belirtmiştir. Şimdi meallerini verdiğimiz ve aşağıda metinlerini sunduğumuz âyetlerle ilgili Bediüzzaman'ın görüşlerini kendi ifadesinden takip edelim: 

هو الذي خلق لكم ما في الارض جميعا ثم استوي

 الي السماء فسويهن سبع سموات وهو بكل شيء عليم

... Bu âyet, arzın semadan evvel yaratılmış olduğuna delalet eder.

والارض بعد ذالك دحيها âyeti de semavatın arzdan evvel halkedildiğine daldir (delalet eder).

Ve كانتا رتقا ففتقناهما âyeti ise her ikisinin de bir maddeden beraber halkedilmiş ve sonra birbirinden ayırdedilmiş olduklarını gösteriyor.

Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz ve manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle güneşe bağlı yıldızlar cemaati, basit bir cevher imiş; sonra bir nevi buhara inkılab etmiş; sonra o buhardan, mayi-i narî (sıvı-ateş) hâsıl olmuş; sonra o mayi-i narî, bürudet ile tasallub etmiş, yani katılaşmış; sonra şiddeti hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmış; sonra o parçalar tekasüf ederek, seyyarat olmuşlar; üzerinde yaşadığımız arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hâsıl olabilir. Şöyle ki: "İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayırdık." mânâsında olan âyetin ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esiriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz eden bir maddedir.

 و كان عرشه علي الماءâyeti, şu madde-i esiriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakk'ın Arşı, su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş; esir maddesi yaratıldıktan sonra, Saniin ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani Sani-i Zülcelâl esir maddesini yarattıktan sonra, o esir maddesini cevahir-i ferde kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz da bunlardan biridir. İşte arzın -hepsinden evvel tekasüf ve tasallub etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibariyle- hilkati ve teşekkülü semavattan evveldir. Fakat arzın bastedilmesiyle nev-i beşerin teayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkati, semavattan sonra başlar; fakat, bidayette, semavat ile arz ikisi beraber imişler. Binaen alahâzâ, bu üç âyetin aralarında bulunan zahiri muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılâb eder."(6)

-devam edecek-

Dipnotlar

1-bkz. Sözler, 197.

2-bkz. a.g.e., a.g.y.

3-bkz. Mektûbat, 307-308; ayrıca bkz. İşârât, 286-88.

4-bkz. et-Taberî, I/192-195.

5-bkz. el-Kurtubî, I/256.

6-bkz. İşârât, 286-287; Ebû's-Suud, el-İmâdî de benzer ifadelerle aynı konuyu işlemiştir, bkz. İrşâdu'l-Akli's-Selîm ila Mezâye'l-Kur'ani'l-Kerîm, IX/102-103.

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları bilir.

Al-i İmran, 115

GÜNÜN HADİSİ

İnsanların en fenası, birine ayrı, diğerine de ayrı görünen iki yüzlü insanlardır.

Seçme Hadisler, syf. 101

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI