VAAZIN ÜÇ TEMEL VASFI

İrşadın yaygın bir türü olan vaazlar, çok geniş kitlelere hitap ettiği için, üslup yönünden çok dikkatle ele alınmalıdır. Çünkü bu tür bir irşatta bulunan kişi (vâiz), aynı anda hitap ettiği farklı kültür ve görüşlere sahip kişiler arasındaki ortak noktaları bulmak ve ona göre konuşmak zorundadır.


Niyazi Beki(Prof. Dr.)

niyazibeki@gmail.com

2017-02-01 18:05:18

İrşadın yaygın bir türü olan vaazlar, çok geniş kitlelere hitap ettiği için, üslup yönünden çok dikkatle ele alınmalıdır. Çünkü bu tür bir irşatta bulunan kişi (vâiz), aynı anda hitap ettiği farklı kültür ve görüşlere sahip kişiler arasındaki ortak noktaları bulmak ve ona göre konuşmak zorundadır.

Vâiz, sırf kendi duygularını tatmin etmek için değil, aynı zamanda muhataplarının da duygu ve düşüncelerini okumak zorundadır. Bu okuma işi, mürşit durumundaki kişinin (vâizin) feraseti ölçüsünde başarıya ulaşır. Ferasetin sözlük anlamı: "Müminin zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti, bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak" şeklinde açıklanmakta ve ferasetin bir türünün, ilham eseri olarak vücuda geldiği belirtilmektedir. İlhama mazhar olmak da, mürşidin takvası, dâvâsına olan inancı ve samimiyetinin bir meyvesidir.

"Müminin ferasetinden çekinin!. Çünkü o, Allah'ın kendisine lütfettiği nurla / keskin önsezi ışığıyla bakıyor!." hadisi, imânın bir yansıması olarak kendini gösteren ferasetin önemini göstermektedir.

Aşağıdaki âyette, vaazın üç belirleyici unsuruna işaret edilmektedir:

"Ey insanlar!. Size Rabbinizden bir vaaz / öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifâ, müminler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir."(1)

Görüldüğü gibi, bu âyette vahiyle insanlara gelen ilâhî mesajın, bir vaaz olduğu ifade edilmekte, ardından bu vaazın kimliğini belirleyen üç unsura işaret edilmektedir.

Birinci unsur: Şifadır. Buna göre iyi bir vaaz, muhatabın sıkıntılarını gideren bir öğüt, mânevî hastalıklarına şifa olan bir reçete hüviyeti taşımalıdır.

İkinci unsur: Hidâyettir ki, hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmektir. Bundan anlaşılıyor ki, vaaz ile irşat eden bir kimse, muhataplarına doğru yolu göstermek için çırpınan samimi bir kılavuz, yanlış yollara sapmamaları için gereken uyarıları şefkatle yapan bir rehber ve bilinmeyen konularda onları bilgilendiren bilge bir mürşittir.

Üçüncü unsur: Rahmettir ki, şefkat ve merhameti ifade eder. Bundan da, bir vaizin kullanacağı her kelimeyi dikkatle seçmesi, insanları kırmaktan âdeta titremesi ve sanki küçük bir çocukla konuşuyormuş gibi, son derece yumuşak bir üslup benimsemesi gerektiği anlaşılır.

Özetlersek; vaaz ile irşat yapan vâiz- mürşitlerimiz, bir yandan gösterecekleri maharetle, muhataplarının hastalığını teşhis etmiş ve bunu tedavi etmek üzere reçete yazan ve Allah'ın inâyetiyle "teşhis-i illete münasip" ilaçlarla şifa dağıtan birer hekim gibi davranmalıdırlar. Bir yandan da, Mevlânâ'nın ifadesiyle "Allah'ım!. Ben: Allah, Allah diyerek kapını çalmaya geldim. Allah için bir şey dilenmeye geldim. Ne olur; katından lütfedip bana yol göster!. Bildiğin gibi, ben yolunu şaşırmışım, yol aramaya geldim" diyerek içten ve içtenlikle feryat edenlerin sesi-soluğu olan, bu feryatlara kulak asan, yolunu şaşırmışların çığlıklarını içinden duyan ve doğru yolu bulmaya çalışanlara hasbîce–fedakârca yardımcı olmaya çalışan birer rehber olmalıdırlar.

Diğer bir yandan da; ahirete gitmek üzere dünyaya uğramış, ancak yolunu şaşırarak yolda kalmış, Niyazi-i Mısrî gibi; "Bir ticaret yapmadım nakd-i ömür oldu heba, yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bihaber" diyerek, ömür servetini tüketmiş olduğunu fark ederek çığlıkları atmaya başlamış, ancak yine de Rahim ve Kerim olan Rablerinden ümitlerini kesmemiş olanların elinden şefkatle tutan, merhametle omuzlayarak dosdoğru yola götüren birer gönüllü kurtarma ekibi olmalıdırlar. Vaazın sınırlı zaman dilimini çok iyi kullanarak hedefe varmalıdırlar.

Daha önce de kısmen değindiğimiz gibi, vâizlerin bu görevlerindeki başarısı, genellikle üç özelliğe sahip bulunmalarına bağlıdır.

Birincisi, irşada muhtaç kişilerin hastalıklarına doğru teşhis koyup tedavi edebilmeleri için gerekli olan bilgileri edinmeleri, bunun için de araştırmacı bir kişiliğe sahip olmalarıdır.

İkincisi, İslâmî değerler arasında var olan muvazeneyi bozmamaları için, âdeta Hekim-i Lokman gibi, hikmetin inceliklerine vakıf olmalarıdır.

Üçüncüsü ise, hangi sözün nerede ve ne şekilde (hangi üslupla) söyleneceğini hissetmek, yani feraset ve belagat sahibi olmalarıdır. 

Bediüzzaman hazretleri, birçok vaizi dinlemesine rağmen onların verdiği nasihatlerin kendisine tesir etmediğini, bunun bir sebebinin (tevazu göstererek) kalbinin katılığı olduğunu, ayrıca üç sebep daha bulduğunu belirtmektedir. Bunlardan;

Birincisi: şimdiki zamanı geçmiş zamanlara kıyas ederek sundukları bir konuyu yalnız parlak ve mübalağalı bir şekilde tasvir etmeleri, muhatabı ikna etmek için gereken delilleri gösterip de konuyu ispat etme cihetini ihmal etmeleridir. Oysa çağımızdaki insanlar, yalnız parlak cümlelerle yapılan tasvirlerden dolayı tatmin olmazlar. Çünkü zaman, delillerle ispatlama çağıdır.

Bediüzzaman'ın: "Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir-i müddea Zihnimizi işba' etmiyor. Bürhan isteriz"(2) (Yani; Biz kendi zamanımızın çocuklarıyız ve gelecek zamanın neslini oluşturan adaylarız. Bu sebeple, her hangi bir konunun yalnız parlak bir şekilde tasvir edilmesi, bizim zihnimizi doyurmaz. Çünkü biz ancak delillerle tatmin olan bir neslin temsilcisiyiz) şeklindeki ifadesi, bu konuya ışık tutmaktadır.

İkincisi: Bir şeyi güzel gösterip teşvik ederken, ondan daha mühim bir konuyu önemsiz göstererek İslam'ın farklı konuları arasında olması gereken muvazeneyi bozmalarıdır.

Örneğin, bir kimse kuşluk namazının faziletini anlatırken, dinin ona biçtiği "müekked sünnet" ölçüsüyle yetinmeyip, onu farz bir namazla kıyaslarsa, söz gelimi. "iki rekat kuşluk namazı, iki rekat sabah namazının farzı kadar sevaplıdır" dese, İslam'a iftira etmiş olur. Ve hayali hakikate karıştırmakla da gerçeklerin değerini düşürüp hakka karşı hürmetsizlik etmiş olur. Nitekim, Hz. Peygamber(a.s.)'in en büyük bir mucizesi olan Ay'ın yarılması olayını, bazı dikkatsiz ve abartıya düşkün kimselerin bu olayın gerçek yönü olan gökte aldığı mucizane vaziyeti ile yetinmeyip "Ay'ı iki parça halinde yeryüzüne indirip öyle tasvir etmeleri" bu parlak mucizenin değerini zayıflatmıştır. Bu ise İslam'ın gerçeklerine karşı büyük bir cinayettir.(3)

Üçüncüsü: Mukteza-yı hale mutabakattan ibaret olan belagate uygun, yani ilcaat-ı zamânâ muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylememeleridir.

Diğer bir ifadeyle: konuşmanın yapılacağı zaman ve zeminin durumunu, bir hastalığın teşhis ve tedavisi için hastaya gereken tavsiyeleri göz ardı etmeleridir.

Örneğin, bir düğünde söylenmesi gereken şeyleri bir cenaze merasiminde dile getiren, yahut tersine bir cenazede söylenecek üzüntü verici sözleri bir düğün töreninde dillendiren ve bu tavrıyla muhatabın duygularına hiç ehemmiyet vermeyen, bir hatibin yapacağı bir konuşmanın elbette bir kıymet-i harbiyesi olmaz.

Bu gibi insanlar, içinde bulundukları çağın gereklerini göz ardı edip, adeta insanları eski zaman köşelerine çekip öyle konuşurlar.

Özetlemek gerekirse; Büyük vâizlerimiz, hem araştırmacı kimliğe sahip birer muhakkik alim olmalı, tâ ispat ve ikna etsin. Hem konuların arka planını irdeleyen birer müdekkik hekim gibi olmalı, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem. edebî ve beliğ üsluba sahip birer ikna edici edip olmalı, tâ mukteza-yı hale mutabık hareket etsin. Ve böyle olmaları da şarttır.

1. Zaman-Çevre Faktörü

Vaaz ve irşat görevini yapanlar, içinde bulunduğu çağın ve çevrenin bilgi, görgü ve ihtiyaç durumunu göz önünde bulundurmak zorundadır. Aksi takdirde verilen öğütler, çağın gerisinde kalacağından, beklenen tesiri yapmayacaktır.

2. Ölçülü-Dengeli Konuşma

İfrat ve tefritten uzak kalmak, hak ve hakikate saygının bir ifadesi olduğu gibi, İslâm dininin temel esası olan doğruluk prensibini korumanın da bir gereğidir. Dinin gerçeklerine kanaat etmeyip, abartılı yorumlarla konuyu açıklamaya çalışanlar, bu hareketleriyle İslam'ın hakikatlerine hizmet değil, onlara leke sürüyorlar. 

Çocukluğundan beri ifrat ve tefrit ile İslâm'ın hakikatlerine sürülmüş lekeleri temizlemeyi meslek edindiğini belirten Bediüzzaman, bu ifrat ve tefritlere misal olarak, din namına dünyanın yuvarlak olmadığını savunanları göstermekte ve bunları tenkit ederek: "Câhil dost, düşman kadar zarar verebilir" ifadesine yer vermektedir.

 Ayrıca bu konudaki düşüncelerini beyan ederken de, hadis ve Kur'an'da var olan hakikatleri kabul etmemek ne kadar çirkin ise, olmayanları varmış gibi göstermenin de o kadar, hatta ondan daha da çirkin olduğunu belirtir. Çünkü kabul etmemek, bir cehâletten kaynaklanabilir; fakat olmayan şeyleri varmış gibi göstermek, bir ilimle olur. Câhil bir derece mâzur olabilir, fakat âlim, mâzur sayılmaz.(4)

3. İknâ Metodu

İknâ, nasihatten farklıdır. Özellikle yanlış bir kanaate sahip olan veya tereddüt halinde bulunan kimselerin ikna edilmesi / tereddütlerden kurtarılması gerekir. Bunun için de, geniş bilgi birikimi, hitabet tekniği ve üslup taktiği şarttır. İlmî yönden yetersiz kimseler, karşısındaki kişileri ikna etmek yerine, onları daha fazla tereddüde düşürebilir. "Kemâlât, kem âlâtla olmaz!. (kötü âletlerle ya da yetersiz metotlarla mükemmelliklere ulaşılamaz)"  sözü, bu konuda söylenmiş güzel bir sözdür. İknada asıl olan, şüpheye düşen kişinin kurtulmasıdır. Yoksa münakaşa şeklinde konuşmak ve kendini üstün kabul ettirmeye çalışmak, büyük vebaldir.

Hz. Peygamber (a.s) ikna metoduna sık sık başvurmaktaydı. Fezare Kabilesi'nden bir adam, bir gün O'na gelerek, eşinin çok siyah tenli bir çocuk doğurduğunu, fakat hem karısı hem kendisi siyah olmadığından, doğan çocuğun zinâ sonucunda dünyaya gelmesinden korktuğunu belirtti.

Peygamberimiz (a.s.), bu adamla konuşmaya başladı ve develeri olduğunu öğrendiğinde, bu develerin renklerini sordu. Adam, onların sarı renkli olduğunu söyledi. Peygamberimiz, bu sefer de: "Peki, içinde boz renkli olan var mıdır?" dedi. Adam, sarı develerin bazı yavrularının boz renkte olduğunu belirtti. Ve bu rengin nasıl ortaya çıktığını soran Allah Resulüne: "Belki damar çekmiştir!." cevabını verdi.

Adam, kendi sorduğu sorusunun cevabını vermişti.

Peygamberimiz: "Yeni doğan çocuğunuz da, belki o deve gibi, (ecdadından birinin) damarına çekmiştir."(5) buyurup, adamı ikna etti.

 Ebu Umame'den nakledilen diğer bir olayda da, gencin biri Hz. Peygamber'e gelip: "Ya Resulallah, zina için bana izin ver!." dedi.

Orada bulunanlar, genci susması için ikaz ettiler. Ve bu ikazı defalarca tekrarladılar. Fakat Allah Resulü, o genci çağırarak yanına oturttu ve önce annesi, daha sonra da kız kardeşi, kızı, halası ve teyzesi için de (başkalarına zina izni verilmesini) isteyip istemediğini sordu. Genç her seferinde: 

"Canım sana feda olsun Ya Resulallah!. Vallahi istemem!. diye cevap verirken, Peygamberimiz de her defasında: "İşte başkaları da böyle istemez!." dedi. Daha sonra ellerini, o gencin göğsüne koyup:

"Ya Rabbi!. Onun günahlarını bağışla, kalbini temizle ve kendisini iffetli kıl!." diye dua etti. O genç, bu duadan sonra hiçbir harama bakmadı.(6)

Kur'an-ı Hakim, özellikle kitap ehli ile yapılacak mücadelede, en güzel bir üslupla yaklaşmanın gereğine işaret etmektedir.

Verdiği derslerin ilk muhatabı olarak kendi nefsini kabul eden Bediüzzaman, her fırsatta önce kendini ikna etmeye çalışıp şunları söyler: "Ben nefsimi terbiye etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat / geçici misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın / akıllı kişilerin kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmarem ister istemez akla tâbi olmuştur."(7)

Dipnotlar

1-Yunus, 10/57.

2-Nursi, Muhakemat, 36.

3-Bk. Nursi, Muhakemat, 32.

4-Nursî, Muhâkemat, 50-52.

5-Buhârî, Talak, 26; Müslim, Lian, 18.

6-Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/256-257.

7-Nursî, Asa-yı Musa, 20.

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.

Yasin, 77

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Hiç bir vâli yoktur ki, o, müslüman ahâli üzerinde icrâ-yı velâyet ederken zulüm ederek ölür, muhakkak Allah Cennet kokusunu ona haram kılacaktır.

Ma'kıl İbn-i Yesâr (r.a)'dan rivayet olunur.

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI