KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-26

Sorgu hâkimliğinin kararnâmesine karşı itiraznâmem Ey hey'et-i hâkime ve ey müdde-i umumi! Bu iddiânâmede sebeb-i ittihamım herbir maddeye karşı, istintak dairesinde zabtınıza geçen müdâfaatımda cevabları vardır. Hususan, "Son Müdâfaatım" nâmındaki otuz beş sahifelik bir müdâfaanameyi, itiraz yerine, size takdim ediyorum. Bu noktaya nazar-ı adâlet ve insafı çevirmek için derim ki:


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2018-07-31 12:17:18

*Sorgu hâkimliğinin kararnâmesine karşı itiraznâmem

Ey hey'et-i hâkime ve ey müdde-i umumi! Bu iddiânâmede sebeb-i ittihamım herbir maddeye karşı, istintak dairesinde zabtınıza geçen müdâfaatımda cevabları vardır. Hususan, "Son Müdâfaatım" nâmındaki otuz beş sahifelik bir müdâfaanameyi, itiraz yerine, size takdim ediyorum. Bu noktaya nazar-ı adâlet ve insafı çevirmek için derim ki:

Yirmi sene zarfında yazdığım yüzyirmi risale içinde medar-ı tenkid ve itiraz yalnız onbeş nokta bulunması gösteriyor ki; Risale-i Nur'un yüzbin nuru içinde karanlıklı on-onbeş noktası, nazar-ı adâlet ve insafa görülmemek gerektir. Hem de o noktalar sekiz-dokuz sene evvel yazılmış olan risalelerde bulunmuştur ki, ondan sonra af kanunları çıkmış. Hem nazar-ı adâlet ve insafa arz ediyorum ki:

On seneden beri Isparta Vilâyetinde, mazlum bir surette, tazyik altında âsâyiş-i dahiliye ve emniyet-i umumiyeye zarar verecek hiçbir emare, hiçbir tereşşuhat olmadığı halde, emniyet-i dâhiliyeyi ihlâl etmek teşebbüsü ile ittiham edilmekliğime hangi insaf, hangi vicdan müsaade eder? Eğer Yüzaltmış üçüncü madde-i kanuniye mânâsına bizim hakkımızda vech-i tatbiki gibi mânâ verilse o vakit başta Diyanet riyaseti, bütün imamlar, hatibler ve vâizlere teşmil etmek lâzım gelir. Çünki, hissiyat-ı diniyeyi telkin etmekte onlarla beraberiz. Eğer telkinât-ı diniyye, emniyet-i dahiliyeyi, mutlaka ihlâl etmek gibi mânâsız bir fikir ileri sürülse, umuma şâmil olur. Evet, benim, onların fevkinde bir cihet var ki; o da kat'iyyetle, şeksiz ve şüphesiz hakaik-i imaniyeyi izah etmekliğimdir. Bu ise: Farz-ı muhal olarak, umum ehl-i dine bir itiraz gelse, bu hal bizi itirazdan kurtarmağa vesile olur.

Benim hakkımda bu kadar tahkikatla beraber daha tesbit edilmiyen ve tesbit edilse de, adâlet-i hakikiye noktasında bir suç teşkil etmiyen ve bir suç teşkil edilse de, yalnız beni mes'ul eden bir madde yüzünden, yüzyirmi kadar masum ve bîgünah kimseleri; çoluk çocuğundan, işinden alıkoyup hapiste perişan etmek, elbette adliyenin nazar-ı adaletine uygun gelmez.

Hem bu üç aydır habbeyi kubbe yapar tarzında hakkımızda ve evhamlı bir surette taharriyat neticesinde onbeş-yirmi hususi ve Risale-i Nur'un medhine ait mektupların, onbeş-yirmi hususi dostlarımın bana karşı samimâne bir dostluk ve Risale-i Nur'un yüz parçasından ancak zâhiri bir nazarda şimdiki bir kısım ehl-i siyasete hoş görünmeyen ve istizâha lüzum görülen on-onbeş madde bulunduğu halde benim ile ednâ bir teması bulunan çok biçare masumlar, tevkif ile mühim zararlara dûçar oldular. Bu arkadaşlarıma ait halin hakikatı bu itiraznâmemin altında beyan edilecektir.

İddianâmemin evvelinde ve âhirinde "şapka iktisâsı" hakkındaki itiraz, size takdim edilen son müdâfaatımın nihayetinden altı sahife evvel cevabı yazılmıştır. Hem de haziran onüçüne kadar, hem vâizlik hem imamlık vesikam vardı. 13 Haziran 1935 tarihinden sonra resmen yasak edilmeyen "bere"den bir tane aldım. Fakat giymiyorum. Münzevî, husûsî odamda, bu kanunla amel etmiyorsun denilmez.

Şark hadisesi münasebetiyle nefyedilmem, iddiânâmede iştirakimi ihsas ettiği cihetle cevab veriyorum ki: Hükûmetin dosyalarında, benim künyem altında hiçbir meşruhat yoktur; sırf ihtiyat yüzünden nefyedildiğim, hükûmetçe sabit olmuştur. Ben, o zaman da şimdiki gibi münzevi yaşıyordum. Bir dağın mağarasında, bir hizmetçi ile yalnız otururken; beni tutup, on sene bilâsebep, müracaat etmediğim için, dokuz sene bir köyde, bir sene de Isparta'da ikamete mahkûm edip, âhirinde bu musibete giriftar ettiler.

Üçüncüsü: İddiânâmede, "Din perdesi altında, taşıdığı menfi duygularını bazı kimselere telkin suretiyle Barla'da iken te'sis-i münasebet edildiği, uzağında ve yakınında bulunan eşhasın maddi ve manevi yardımlarını te'min ederek faaliyete giriştiği ve hey'et-i umumiyesine Risale-i Nur adını verdiği ve kısım kısım yazdırdığı bu eserlerini muhtelif vasıtalarla gizli gizli çoğalttırarak Antalya, Aydın, Milâs, Eğridir, Dinar ve Van gibi mıntıkalarda, adamlarının delâletiyle neşr ve tamim ettirdiği; bu eserlerden devletin emniyet-i dahiliyesini ihlâl edebilecek olanlarına mahrem ve yarım mahrem diyerek işaretler koyduğu ve bu suretle istihdaf ettiği gayeyi kendisinin de kabul ve izhar etmiş bulunduğu" hakkındaki fıkraya karşı, şu kat'i ve izahlı cevabım, sizin evvelce zabtınıza geçen "Son Müdâfâa" namındaki otuzbeş sahifelik müdâfâatımı itiraznâme olarak takdim ile beraber derim ki :

Yüzbin defa hâşâ !.. İman ilmini rıza-yı İlahi'den başka hiç bir şeye âlet etmemişim ve edemiyorum ve kimsenin de hakkı yoktur ki edebilsin. Ve Risale-i Nur nâmı altındaki yüzyirmibeş risale, yirmi sene zarfında te'lif edilmiş. Ve şimdi nazar-ı tenkidinize ilişen on-onbeş nokta, sekiz-dokuz sene evvel yazılmıştı. Daha o noktaları tenkid edecek kanunları çıkmamıştı. Ve hem, o noktaları afvedecek af kanunları, onlar yazıldıktan sonra çıkmış.

Mahrem dediğimiz risaleler ise, üç tanesi bize gurur ve riyaya medar olmamak için mahrem demişim. Şimdi ise o sırr-ı mahremin bir köşesini fâşetmeye mecbur olarak derim ki: O mahremlerden birisi, Keramet-i Gavsiye; ikinci, Keramet-i Aleviyye; üçüncü, sırr-ı ihlâsa ait risalelerdir ki; o iki keramet, benim haddimden yüz derece fazla ve hizmet-i Kur'aniyemi takdir suretinde, Hazret-i Ali ile Hazret-i Gavs'ın işaretleridir. Ve riyadan ve gururdan ve enaniyetten kurtaracak sırr-ı ihlâsa dair risaleye, en has kardeşlerime mahsus olarak, mahrem demiştir. Âsâyiş-i dâhiliye ile bunların ne münasebeti var ki onlar medar-ı itham oluyorlar!

İkinci kısım mahremler ise; "Dârü'l-Hikmet"de ve dokuz sene evvel Avrupa itirazatına ve Doktor Abdullah Cevdet'in dinsizce hücumlarına karşı yazdığım bir-iki risale ve bazı memurların bana insafsızca ve gaddarâne tecavüzlerine karşı şekva suretinde yazdığım iki küçük risaledir ki; son müdâfâatımda bahsetmişim. Bu dört risalenin te'lifinden bir zaman sonra, bazı serbestî kanunlarına ve hükûmetin işine hiçbir cihette temas etmemek için onların neşrini men edip, "Kısmen mahrem" demişim, en has bir-iki kardeşime mahsus kalmıştır. Delilim de şudur ki: Bu kadar taharriyatınızda, o mahrem denilen risalelerin hiçbir yerde bulunmamasıdır. Yalnız umumun fihristesi elinize geçmiş, o fihristeye göre bu noktalardan istizâha lüzum görülmüş; ben de cevab vermişdim. O cevab da zaptınıza geçmiştir.

İddiânâmede, müteaddid mıntıkalarda Risale-i Nur'un neşir ve tâmimine adamlar vasıtasiyle çalıştığım beyan ediliyor. Cevaben derim ki: Ben de köyde, gurbette, kimsesiz, hüsn-ü hattım yok iken; tarassut altında, herkes benim muavenetimden çekinirken; yalnız gayet mahdut dört-beş ahbabıma bir yâdigar olarak hâtırat-ı imaniyemi gönderdiğime "Neşriyat ve tamime çalışıyor" demek, ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu elbette takdir edersiniz.

Benim gibi haddinden çok fazla teveccüh-ü âmmeye mazhar bir insanın, onbeş sene Van'da tedris ile meşgul olduğum halde, bir tek dostuma bir-iki imani risalelerimi göndermekle buna nasıl neşriyat denilir? Bütün Anadolu'da bir Antalyalı aşçı, bir Milâslı hancı ve ihtiyarlıktan ateh getirmiş Aydınlı bir ihtiyarın ısrarlarına binaen imani bir iki risaleyi göndermekle nasıl "neşriyat" denilir?

Benim matbaam yok, kâtiblerim yok, hüsn-ü hattım yok, elbette neşriyat yapamam. Demek Risale-i Nur; cazibedardır, kendi kendine intişar ediyor. Yalnız bu kadar var ki; "Onuncu Söz" nâmında haşre dair olan risaleyi, daha yeni huruf çıkmadan sekiz sene evvel tab' ettirdik. Hükûmetin büyük memurlarının ve mebuslarının ve vâlilerinin ellerine geçti, kimse itiraz etmedi. Ondan, sekizyüz nüsha intişar etti. Hükûmetin müsaadesinden istifade ederek her tarafa gitti. Onun intişarı münasebetiyle, onun gibi sırf uhrevî ve imanî bir kısım risaleler, kendi kendine mahdut bir kısım insanların eline geçti. Elbette ihtiyarsız, kendi kendine bu intişar, benim hoşuma gitmiş. Ben de bazı hususi mektuplarımda, bu takdirimi teşvik tarzında yazmışım. Bu üç aydır bu kadar taharriyat-ı amika neticesinde, koca bir memlekette, onbeş-yirmi adamın ellerinde kitablarımı bulmuşlar. Benim gibi otuz sene te'lifat ve tedrisatla ömrü geçen bir adamın, yirmi hususi dostunda bazı hususi risaleleri bulunması, ne suretle neşriyat olur? Ve o neşriyat ile nasıl "bir hedefi takib edebilir" denilir.

Efendiler! Eğer ben dünyevî veyahut siyasî bir maksadı takib etseydim, bu on sene zarfında, onbeş-yirmi değil, yüzbin adamlar ile alâkadarlığım tezahür edecekti. Her ne ise, bu noktaya dair son müdâfaâtımda daha fazla izahat ve tafsilat vardır.

İddiânâmede "Fihriste Risalesi"nde, "İşârât-ı Seb'a" nâmındaki risalenin birkaç noktasına tenkidkârâne ilişilmiş. Güya, "Hükûmete ta'riz vardır." diye zikredilmiş.

Elcevab: Bu risaleyi daha hükümet kanun-u medeniyi kabul etmeden evvel ve yeni ezan çıkmadan ve Kur'an'ın tercümesine başlanmadan evvel yazdığımı ve isbat ettiğimi evvelce cevab vermiştim. Bu risâle hükûmete bakmıyor; belki, bazı mülhidlerin Avrupa feylesoflarından Fransız İnkılâb-ı Kebir'ini esas tutup, İslâmiyete ettikleri hücuma karşı bir müdafaadır. Hayli zaman sonra, hükûmet kanun-u medeniyi kabul edip, yeni ezan çıktıktan sonra, o risalenin kat'iyyen intişarını men'ettim. Delilim de budur ki: Ne bende, ne hiçbir dostumda bunun nüshası bulunmamasıdır. Yalnız, yirmi senelik kitaplarımın fihristesi olan Onbeşinci Lem'a nâmındaki risalede, o "İşarat-ı Seb'a"nın mevzularına işaret ediyor. Hiç fihristte ile muaheze olunur mu?

İhtiyarlar Risalesi'nin, Yedinci Rica'sında zikredilen gayet ehemmiyetli bir hakikat, anlaşılmadığından, tenkidkârâne iddiânâmede zikredilmiş. Bir kelimesine yanlış mana verilmiş. İstintakda buna cevab vermiştim. Burada bu kadar derim ki :

Ben o zaman Ankara'ya dostâne, dostlar içine girmiştim. Elbette hükûmete, Ankara'ya ta'riz suretinde değildi. O vaziyette, Ankara'da o vakit beş ihtiyarlığın beni ihatasıyla kendi nefsimde en kara bir hâlet-i ruhiye hissettim demektir. O kelimeden sonra, altı cihetimde vahşet ve zulmetlerin hissedilmesi ve sonra, altı cihette tenvir etmesi, sırr-ı iman ile insanın altı ciheti nasıl tenvir ettiğini ve gaflet ve dalâlet ise, nasıl o altı ciheti zulmetli ve vahşetli gösterdiğini gösteren öyle bir hakikat-ı âliyedir ki; değil tenkidkârâne ona bakmak belki umum insanlar ona takdirkârâne bakmak gerektir.

Yine, iddiânâmede Onbeşinci Lem'a nâmındaki Fihriste Risalesi'nde âyet-i kerimenin âyetlerinin, eskiden beri medeniyetin itirazına karşı bütün tefsirlerde bulunan bir hakikatı değil sekiz sene, belki onbeş sene evvel, bu hükûmetin kanun-u medeniyi kabul etmeden hayli zaman evvel verdiğim gayet kat'i ve şüphesiz bir cevab-ı ilmî, iddiânamede benim aleyhimde nasıl istimâl edilebilir?

İddiânâmede, yine Fihriste'den naklen, "Huruf-u Kur'aniye ve zikriyenin tercümeleri yerlerini tutmadıkları" medar-ı tenkid beyan ediliyor. Bu mes'ele, sekiz seneden mukaddem olmuş bir mes'eledir ve hiç bir itiraz kabul etmez bir hakikat-ı ilmiyedir. Ondan hayli zaman sonra, bu zamanın bazı mukteziyatına göre tercüme edilmesinin hükûmetçe kabûlü ne suretle o hakikat-ı ilmiyeyi aleyhime çevirir.

Mescidimizin kapanması münasebetiyle, dört noktadan ibaret, bana vahşiyane zulmeden mahalli nahiye müdüriyle bir kaç arkadaşı ve kaza kaymakamının, şahsiyetlerine ve me'muriyetlerinin sû-i istimallerine karşı bir şekvânâmedir ki; o risaleyi kimseye vermedim. Çünki, hiç kimsede bulunmamıştır. Yalnız Fihriste'de bahsi var.

İddiânamede, "Telvihat-ı Tis'a" nâmında tarikatın bazı hakâikine ait bir risalede medar-ı tenkid bulunan şu fıkra: "Ehl-i Sünnet ve Cemaat'e mensub bir kısmı ehl-i siyaset ve bir kısım gafil insanlar, ehl-i tarikatın içinde gördükleri bazı suistimâlâtı ve bir kısım hatîatı bahane ederek bu hazine-i uzmayı kapatmaya, belki tahrip etmek ve bir nev'i âb-ı hayatı dağıtan o kevser menbaını kurutmağa çalışıyorlar. Ve merkez-i hükûmet olan İstanbul'u beşyüzelli sene, bütün âlem-i Hıristiyaninin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envar-ı tevhid ve merkez-i İslâmiyetteki ehl-i imanın mühim nokta-i istinadı o büyük camilerin arkalarındaki tekyelerde o "Allah Allah" diyenlerin kuvve-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş-u huruşlarıdır. İşte ey insafsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler!.. Tarikatın, hayat-ı içtimaiyemizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz" diye yazılı olan fıkra aleyhime tenkidkârâne bir fıkra olarak dercedilmiş.

Elcevap: Bu fıkra hakikat noktasında çok hatîatımı afvettirir, mübarek bir fıkradır. Hem bu fıkra, hükûmetçe tarikatın yasak olduğuna dair kanunların neşrinden hayli zaman evvel olmakla beraber, bu tarikat talimi değil, tarikatın bir hakikat-ı ilmiyesini ilmen beyan etmektir. Buna yasak temas edemez. Hem bu milletin bin seneden beri ruhlarını feyizlendiren ve mezaristanda yarı ecdadları onunla merbut olan, bid'asız, hâlis ve hakikat-ı takva olan bir nev'i tarikatın kat'i bir içtimâi faidesini beyan etmekliğim, nasıl aleyhimde isti'mal edilebilir. Hem bu risale taharriyatta hiçbir dostumda bulunmadı. Demekki onun neşrine çalışmıyorum. Yalnız Fihriste'de bahsini görmüşsünüz.

İddiânâmede ile başlayan ve şapoğrafla teksir edilmiş olan dört sahifelik yazının birinci sahifesinde, "1342'de mebde-i te'lifine ve haşrin inkârına bir emare olan lâ-dini siyasetinin i'lânı ve latin hurufunun resmen kabul tarihine" diye yazılı olan şu fıkra benim aleyhimde isti'mal edilmekle beraber, ma'sum mevkuflardan Husrev nâmındaki bir kimsenin ehl-i hibre tarafından yazısına benzetildiği cihetle onunla muaheze edilmiştir.

Elcevap: Bundan dokuz sene evvel, eski tarihiyle kırkikide Onuncu Söz'ü te'lif ettim. İstanbul'a matbaaya gönderdim. O vakit tab'edildi. Sekizyüz nüsha bana gönderildi. Ben de hicri kırkiki tarihiyle tab'edilen Onuncu Söz'ün tevafukatına dair elyazısıyla iki-üç sahifelik bazı şeyler yazdım. O zaman bir kaç nüshaya o tetinmme elyazısıyla yazıldı. Onuncu Söz'ün kesretli nüshaları her yerde vardı. Demek, bir arkadaşımız, o matbu' Onuncu Söz'ün tetimmesini on veya yirmi nüshalarına ilave etmek için, tâ o zamanda yasak olmayan şapoğrafla yazmış. Ben de sonra gördüm. Ve iznim olmadan ve kim yazdığını bilmediğim halde zararsız gördüm, kabul ettim. İçindeki medar-ı tenkid olan fıkra ise acaba benim midir, yoksa bir dostumun tevafukatı tevsi' için ilavesi midir?

Meçhulu olan şu mealdeki fıkra: "Onuncu Söz'ün tevafukatındandır ki; Onuncu Söz'ün satırları hem te'lif tarihine, hem dini dünyadan tefrik eden lâdini cumhuriyetin ilânına tevafuk ediyor ki, haşrin inkârına bir emaredir." Yani o fıkranın meali budur : "Madem cumhuriyet dine, dinsizliğe ilişmiyor, prensibiyle bîtarafane kalıyor; ehl-i dalâlet ve ilhad, cumhuriyetin bu bîtaraflığından istifade etmekle, haşrin inkârını izhar etmeleri muhtemeldir." demektir. Yoksa hükûmete bir ta'riz değildir; belki hükûmetin bitarafane vaziyetine işarettir. Elhak, bundan dokuz sene evvel Onuncu Söz, sekizyüz nüshasıyla o zaman hükûmetin müsâdesinden istifade edip yayılmasiyle, ehl-i dalâletin kalblerindeki inkâr-ı haşri kalblerinde sıkıştırdı; lisanlarına getirmelerine meydan vermedi; ağızlarını tıkadı. Onuncu Söz'ün harika bürhanlarını gözlerine soktu.

Evet, Onuncu Söz, haşir gibi bir rükn-ü azîm-i imanın etrafında çelikten bir sur oldu ve ehl-i dalâleti susturdu. Elbette Hükûmet-i cumhuriye bundan memnun oldu ki; meclisteki meb'usanın ve valilerin ve büyük memurların ellerinde kemal-i serbestî ile hükûmet-i cumhuriyenin müsâdesinden istifade ederek gezdi. İşte şapoğrafla sekiz sene evvel matbu' Onuncu Söz'ün iki sahifelik ilavesi elbette ne bana ve ne de Husrev'e medar-ı mes'uliyet olamaz. çünki, hem o zaman yasak değildi. Hem de ondan sonra af kanunları çıktı ki, değil bunun gibi sinek kanadı kadar mevhum küçük cürümleri, belki hakiki büyük cürümleri afvetti.

İddianamede Tesettür Risalesi hakkında evvelce istintak dairesinde izahlı bir cevap vermekliğim ile beraber yine şiddetli ve tenkidkârane bahsedilmiş.

Elcevap: Onüç veya onbeş sene evvel te'lif edilen, Arapça ve Türkçe eski matbu' ve gayr-ı matbu' risalelerimden alınan ve notalar nâmında Onyedinci Lem'a risalesi'nin bir mes'elesi olan tesettüre dair risaleye sonradan Yirmidördüncü Lem'a nâmı verilmiş.

Bu risalenin aslı, başta Doktor Abdullah Cevdet olarak Avrupa medeniyet ve felsefesi nâmına ve belki İngilizlerin ifsad-ı siyaseti hesabına "Tesettür Ayeti"ne ettikleri itiraza karşı, gayet kuvvetli ve müskit bir cevab-ı ilmidir. Böyle bir cevab-ı ilmî, değil bundan onbeş sene evvel, her zaman takdir ile karşılanır. Bu hürriyet-i ilmiyeyi, elbette hürriyetperver bir hükûmet-i Cumhuriye tahdid etmez. Hem bir zaman sonra, hükûmetin ileride serbesti kanunlarına temas etmemek için ona, "nim-mahremdir" dedim. Kimseye vermek istemedim. Yalnız, yanlışlıkla Milas'a gönderilmişti. Delilim şudur ki: Bu kadar taharriyatta, ne bende ve ne de dostlarımda bulunmadı. Hem bin seneden beri çarşaf altında bulunan muhadderat-ı islâmiye şimdi de çarşaflarını muhafaza ediyorlar. Avrupa gibi ekseriyeti açık-saçık olmadıklarını gösteriyorlar. Bu risale, hükûmetin kanunuyla muaraza etmiyor.

Hem,"tesettür aleyhinde olanların yüzüne şamar vurmak" fıkrası ise, o zaman payitaht olan İstanbul'da bana haber verilen bir vukuat münâsebetiyle Abdullah Cevdet gibilerin yüzüne havaledir. Sonra bu hadiseye benzer yeni payitaht olan Ankara'da bir vakıa münâsebetiyle bu eski cevabı yeniden ve ileride çıkacak ref'-i tesettür kanununa temas edilmesi suretiyle bu hakikat ve gizli ve hususi kalmış cevab-ı ilmiyeye, "ahaliyi fesad" nâmı vermek, ne kadar insaf ve adâletten uzak olduğunu takdir için vicdanınıza havale ediyorum.(1)

* Üçüncü İddianame

"Barla'da iken tesis-i münasebet edildiği, uzağında ve yakınında bulunan bu eşhasın maddî ve manevî yardımlarını temin ederek faaliyete giriştiği ve heyet-i umumiyesine Risale-i Nur adını verdiği ve kısım kısım yazdırdığı bu eserlerini muhtelif vasıtalarla gizli gizli çoğalttırarak Antalya, Aydın, Milas, Eğirdir, Dinar ve Van gibi mıntıkalarda, adamlarının delaletiyle neşr ü tamim ettirdiği bu eserlerden devletin emniyet-i dâhiliyesini ihlâl edebilecek olanlarına mahrem ve yarım mahrem diyerek işaretler koyduğu ve bu suretle istihdaf ettiği gayesini kendisinin de kabul ve izhar etmiş bulunduğu" hakkındaki fıkraya karşı, şu kat'î ve izahlı cevabın, sizin evvelce zabtınıza geçen "Son Müdafaa" namındaki otuzbeş sahifelik müdafaatımı itirazname olarak takdim ile beraber derim ki:

 Yüzbin defa hâşâ!.. İman ilmini rıza-yı İlahîden başka bir şeye âlet etmemişim ve edemiyorum ve kimsenin de hakkı yoktur ki edebilsin. Ve Risale-i Nur namı altındaki yüz yirmi beş risale, yirmi sene zarfında te'lif edilmiş.

Mahrem dediğimiz risaleler ise, üç tanesi bize gurur ve riyaya medar olmamak için mahrem demişim. Şimdi ise, o setr-i mahremin bir köşesini fâşetmeye mecbur olarak derim ki: O mahremlerden birisi, Keramet-i Gavsiye; ikinci, Keramet-i Aleviye; üçüncü, sırr-ı ihlasa ait risalelerdir ki; o iki keramet, benim haddimden yüz derece fazla ve hizmet-i Kur'aniyemi takdir suretinde Hazret-i Ali ile Hazret-i Gavs'ın işaretleridir. Ve riyadan, gururdan, enaniyetten kurtaracak sırr-ı ihlâsa dair risaleye, en has kardeşlerime mahsus olarak, mahrem denmiştir. Asayiş-i dâhiliye ile bunların ne münasebeti var ki, onlar medar-ı itham oluyorlar?

İkinci kısım mahremler ise; Dâr-ül Hikmet'te ve dokuz sene evvel Avrupa itirazatına ve Doktor Abdullah Cevdet'in dinsizce hücumlarına karşı yazdığım bir-iki risale ve bazı memurların bana insafsızcasına ve gaddarane tecavüzlerine karşı şekva suretinde yazdığım iki küçük risaledir ki; son müdafaatımda bahsetmişim. Bu dört risalenin te'lifinden bir zaman sonra, serbestî kanunlarına ve hükûmetin işine hiçbir cihette temas etmemek için, onların neşrini men'edip, "Mahremdir" demişim; en has bir-iki kardeşime mahsus kalmıştır. Delilim de şudur ki: Bu kadar taharriyatınızda, o mahrem denilen risalelerin hiçbir yerde bulunmamasıdır. Yalnız umumunun fihristesi elinize geçmiş, o fihristeye göre bu noktalardan istizaha lüzum görülmüş; ben de cevab vermişim, o cevab da zabtınıza geçmiştir.

İddianamede, müteaddid mıntıkalar ve Risale-i Nur'un neşr ü tamimine adamlar vasıtasıyla çalıştığım beyan ediliyor. Cevaben derim ki:

Ben bir köyde, gurbette, kimsesiz, hüsn-ü hattım yok iken; tarassud altında, herkes benim muavenetimden çekinirken; yalnız gayet mahdud dört-beş ahbabıma bir yâdigâr olarak hatırat-ı imaniyeyi gönderdiğime "Neşr ü tamime çalışıyor" demek, ne kadar hilaf-ı hakikat olduğunu elbette takdir edersiniz. Benim gibi haddinden çok fazla teveccüh-ü âmmeye mazhar bir insanın, onbeş sene Van'da tedris ile meşgul olduğum halde, bir tek dostuma bir-iki imanî risalelerimi göndermekle buna nasıl neşriyat denilir? Benim matbaam yok, kâtiblerim yok, hüsn-ü hattım yok, elbette neşriyat yapamadım. Demek Risale-i Nur cazibedardır, kendi kendine intişar ediyor.

Yalnız bu kadar var ki; "Onuncu Söz" namında haşre dair olan risaleyi, daha yeni harfler çıkmadan evvel tab'ettirdik. Hükûmetin büyük memurlarının ve meb'uslarının ve valilerinin ellerine geçti, kimse itiraz etmedi. Ondan, sekizyüz nüsha intişar etti. Onun intişarı münasebetiyle, onun gibi sırf uhrevî ve imanî bir kısım risaleler, kendi kendine bir kısım insanların eline geçti. Elbette ihtiyarsız, kendi kendine bu intişar benim hoşuma gitmiş. Ben de bazı hususî mektublarımda, bu takdirimi teşvik tarzında yazmışım. Bu üç aydır, bu kadar taharriyat-ı amîka neticesinde, koca bir memlekette, onbeş-yirmi adamın ellerinde kitablarımı bulmuşlar. Benim gibi otuz sene te'lifat ve tedrisatla ömrü geçen bir adamın, yirmi hususî dostunda bazı hususî risaleleri bulunması, ne suretle neşriyat olur? O neşriyat ile nasıl bir hedefi takib edebilir denilir?

Efendiler! Eğer ben dünyevî veyahud siyasî bir maksadı takib etseydim, bu on sene zarfında, onbeş-yirmi değil, yüzbin adamlar ile alâkadarlığım tezahür edecekti. Her ne ise, bu noktaya dair son müdafaatımda daha fazla izahat ve tafsilat vardır.

........... 

لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ ٭ فَِلاُمِّهِ السُّدُسُ âyetlerinin eskiden beri medeniyetin itirazına karşı bütün tefsirlerde bulunan bir hakikat ve gayet kat'î ve şübhesiz bir cevab-ı ilmî, iddianamede benim aleyhimde nasıl istimal edilebilir?

İddianamede, yine fihristeden naklen, huruf-u Kur'aniye ve zikriyenin tercümeleri yerlerini tutmadıklarından medar-ı tenkid beyan ediliyor. Bu mes'ele, sekiz sene mukaddem olmuş bir mes'eledir ve hiçbir itiraz kabul etmez bir hakikat-ı ilmiyedir. Ondan hayli zaman sonra, bu zamanın bazı mukteziyatına göre tercüme edilmesinin hükûmetçe kabulü ne suretle o hakikat-ı ilmiyeyi aleyhime çevirir?

Mescidimizin kapanması münasebetiyle, dört noktadan ibaret, bana vahşiyane zulmeden Nahiye Müdürüyle birkaç arkadaşı ve kaza kaymakamının, şahıslarına ve memuriyetlerinin sû'-i istimallerine karşı bir şekvanamedir ki; o risaleyi kimseye vermedim. Çünki, hiç kimsede bulunmamıştır.

...........

Avrupa medeniyet ve felsefesi namına ve belki İngilizlerin ifsad siyaseti hesabına "Tesettür Âyeti"ne ettikleri itiraza karşı, gayet kuvvetli ve müskit bir cevab-ı ilmîdir. Böyle bir cevab-ı ilmî, değil bundan onbeş sene evvel, her zaman takdir ile karşılanır. Bu hürriyet-i ilmiyeyi, elbette hürriyetperver bir Hükûmet-i Cumhuriye tahdid etmez.

...........

Ey heyet-i hâkime! Risale-i Nur'un hedefi dünya olsaydı veya bir maksad-ı dünyevî, içinde niyet edilseydi yüzyirmi risale içinde, nazarınızda onbinler medar-ı tenkid noktalar bulunacaktı. Böyle yüzyirmi bin tatlı meyveler içinde, sizce sulfato gibi acı gelmiş yalnız onbeş meyveler bulunmasıyla, o mübarek bahçeyi yasak etmek ve bahçe sahibini mes'ul etmek caiz olabilir mi? Adaletperver olan vicdanınıza havale ediyorum.

Ben, son müdafaatımda beyan etmişim ki; otuz senedir, Avrupa feylesoflarına ve Avrupa feylesofları hesabına dâhilde ecnebî dolabları hesabına çalışan mülhidlere karşı muaraza ederek cevab vermişim ve veriyorum. Muhatabım, ekseriya nefsimden sonra onlar olduğunu, risalelerimi takib eden anlar.

Şimdi ben sizlerden soruyorum: Böyle Avrupa feylesoflarının başına ve ecnebî entrikaları hesabına çalışan dinsiz her bir mülhidin yüzüne indirdiğim kuvvetli ilmî bir tokat, hangi suretle hükûmet hesabına geçiyor? Böylelere ait olan tokadı, hükûmet hesabına almak bizim havsalamız almıyor ve ihtimal de vermiyoruz. Hükûmet namına ve kanun hesabına bu haklı ilmî tokatları medar-ı mes'ul tutmak değil, belki Hükûmet-i Cumhuriyenin hürriyetperverliği, bu tokatları alkışlar.(2)

Ceza Hâkimine Son Müdafaa

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Altmış küsur sahifeden ibaret olan ithamkârane kararnamedeki -oniki sahife- şahsıma ait kısmına karşı müdafaamdır:

Kararnamede aleyhimizde zikredilen maddelere karşı, mahkemenin zabtına geçen müdafaatımda kat'î cevabları vardır. Bu kararname namındaki asılsız ve vehimli ithamnameye karşı, ondokuz sahifeden ibaret itiraznamemi ve yirmidokuz sahifeden ibaret son müdafaatımı ibraz ediyorum. Bu iki müdafaa, sorgu hâkimlerinin kararnamelerinin bütün muahaze noktalarını ve esas ithamlarını kat'î bir surette reddile çürütüyor, asılsız olduğunu gösteriyor. Yalnız burada, bu kararnamenin istinad ettiği ve itham edenlerin nereden aldandıklarını, bu asılsız muahazeyi nereden iktibas ettiklerini gösterir "Beş Umde" olarak söyleyeceğim.

Birincisi: Risale-i Nur'un yüzyirmi parçasından iki-üç-dört parçasında onbeş fıkrayı bahane tutup, beni ve Risale-i Nur'u hükûmetin prensiplerine muhalif ve rejimine karşı muarız ve emniyet-i dâhiliyeyi ihlâle teşebbüs ithamı ile gayet asılsız bir davaya elcevab:

Ben de derim: Acaba umum Avrupa'nın mal-ı müşterekesi olan medeniyet ve yalnız bu zaman ilcaatına binaen Hükûmet-i Cumhuriyenin o medeniyetin bir kısım kanunlarını kabul etmesiyle, o medeniyetin menfaatli değil, belki kusurlu kısmına, hakaik-i Kur'aniye hesabına olan müdafaat-ı ilmiyeme hangi suretle "Hükûmetin prensibine ve hükûmetin rejimine muhalif ve hükûmetin inkılâbı aleyhine hareket namı veriliyor?

Acaba bu Hükûmet-i Cumhuriye, Avrupa medeniyetinin kusurlu kısmının dava vekilliğine tenezzül eder mi? O kusurlu medeniyetin İslâmiyete muhalif kanunları, eski zamandan beri hükûmetin hedefi midir? Hükûmete muarız vaziyet almak nerede; bu bir kısım kusurlu medeniyet kanunlarına karşı hakaik-i Kur'aniyeyi ilmî bir surette müdafaa etmek nerede? Kur'an-ı Hakîm'in âyât-ı kat'iyyesiyle, binüçyüz seneden beri, milyonlar tefsirlerinde ve halen kütübhanelerde dolu tefsirlerde لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ ٭ فَِلاُمِّهِ السُّدُسُ ٭ يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ ٭ فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ ilââhir gibi âyetlerin hakaik-i kudsiyelerini Avrupa feylesoflarının itiraz ve tecavüzatına karşı otuz seneden beri yazdığım müdafaat-ı ilmiyemi "Hükûmetin inkılâbına, prensibine ve rejimine muhalif kasdı var" diye beni itham etmek, öyle bir zahir garaz ve öyle bir esassız vehimdir ki; buradaki mahkeme-i âdileye taalluk etmeseydi, müdafaa ve cevab vermeyi lâyık görmezdim.

Hem acaba eskiden beri bu vatan ve millete zarar niyetiyle, Avrupa'nın dinsiz komiteleri hesabına ve Rum, Ermeniler cem'iyeti vasıtasıyla dinsizlik ve ihtilaf ve fesad tohumlarını saçan mülhidlere karşı müdafaat-ı ilmiyem, hangi suretle hükûmet aleyhine alınıyor? Ve hangi sebeble hükûmete bir taarruz manası veriliyor? Hangi insafla böyle dinsizliği, hükûmete maledip ittiham ediliyor?

Hükûmet-i Cumhuriyenin kuvvetli esasları, böyle dinsizlerin aleyhinde olduğu halde; dinsizliği hükûmetin bazı prensiplerine maledip, benim vatan ve millet ve hükûmet hesabına öyle müfsidlere karşı yirmi seneden beri galibane müdafaat-ı ilmiyeme "Dini siyasete âlet ve hükûmet aleyhine teşvik" manasını vermek, hangi insaf kabul eder ve hangi vicdan razı olur?

Evet değil bu mahkemeye, belki bütün dünyaya ilân ediyorum: Ben hakaik-i kudsiye-i imaniyeyi, Avrupa feylesoflarına ve bilhâssa dinsiz feylesoflara ve bilhâssa siyaseti dinsizliğe âlet edenlere ve asayişi manen ihlâl edenlere karşı müdafaa etmişim ve ediyorum.

Ben Hükûmet-i Cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana göre bir kısım kanun-u medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir Hükûmet-i İslâmiye biliyorum. Kararname namındaki ithamnamede, vazifesini yapan müstantıklara değil, belki müstantıkların istinad ettiği mülhid zalimlerin evham ve entrikalarına karşı derim:

Siz beni "Dini siyasete âlet etmek" ile itham ediyorsunuz. Ve o itham, zahir bir iftira olduğu ve esassız, çürük bulunduğunu yüz delil-i kat'î ile isbat etmekle beraber; bu ağır iftiranıza mukabil, ben de sizi, siyaseti dinsizliğe âlet etmek istiyorsunuz diye itham ediyorum!

Bir zaman cerbezeli bir padişah, adalet niyetiyle çok zulüm ediyormuş. Bir muhakkik âlim ona demiş: "Ey hâkim! Sen raiyetine adalet namıyla zulüm ediyorsun. Çünki tenkidkârane cerbezeli nazarın, zamanen müteferrik kusuratı birden toplar; bir zamanda tasavvur edip, sahibini şiddetli bir cezaya çarpıyorsun. Hem bir kavmin müteferrik efradından vücuda gelen kusuratı, o tenkidkâr cerbezeli nazarında topluyorsun. Sonra o perde ile o taifenin herbir ferdine karşı bir nefret, bir hiddet size gelir; haksız olarak onlara vurursun. Evet senin bir sene zarfında attığın tükürük, bir günde senden çıkmış bulunsa, içinde boğulacaksın. Müteferrik zamanda istimal ettiğin sulfato gibi acı ilâçları, bir günde birkaç kişi istimal etse, hepsini de öldürebilir. İşte aynı bunun gibi; mehasinin ortalarında bulunmasıyla, arasıra vuku' bulan kusuratı setretmek lâzım gelirken; sen raiyetine karşı kusuratı izale eden mehasini düşünmeden, cerbezeli nazarınla müteferrik kusuratı toplayıp, ağır ceza veriyorsun." İşte o padişah, o muhakkik âlimin ikazatıyla, adalet namına yaptığı zulümden kurtuldu.(3)

*İşte hariçten mülhem ve mülhid zalimlerin entrikalarına istinaden, Risale-i Nur hakkında misafir müstantiklerın verdikleri acib ve garib, ittihamkârâne ve vehhamâne kararları, aynı bu hikâyedeki tenkidkâr cerbeze ile olduğu bununla anlaşılıyor ki; Risale-i Nur'un yüzyirmi küsür risalesi, âdeta yüzyirmibin zararsız, haklı kelimeler içinde on-onbeş-yirmi kelime sathi nazarlarına kusurlu görünmekle, hikâyedeki gibi o kusuru toplayıp, o adese ile koca Risale-i Nur 'a bakıp, ittiham ediyor. (Hâşiye)(4)

Sonra, benim de o risaleler vasıtasıyla hükûmetin prensibine ve rejimine karşı kasdî bir taarruzda bulunduğumu tevehhüm ediyor. Acaba böyle muazzam bir eserde, kararnâmede tevehhüm ettikleri gibi, menfi duygularla hükümetin prensibine karşı taarruz olsa idi, elbette yüzyirmi küsur risalede binler medar-ı tenkid noktaları bulunacaktı. O vakit üç ayda, üç alâkadar dairede tedkikden sonra onbeş noktayı değil; belki üç günde, üçbin medar-ı tenkid noktalar bulunacaklar idi.

Hem, hükümetin inkılâbına karşı bir tecavüz hedefim olsaydı, on sene zarfında yalnız yirmi-otuz uzaktan uzağa âhiret kardaşı bulmak değil; belki, benim gibi yüz derece haddinden fazla teveccüh-ü âmmeye istemeyerek mazhar olan bir adamın, yirmibin-yüzbin şerikleri, dostları bulunacaktı. Şimdi de o kararları verenlere soruyorum:

O kadar i'zâm ederek ve büyüterek, "Her yerde o risalelerin neşrine çalışıyorlar" diye, on sahife değil, altmış sahife bir kararnâme yazıyorsunuz.. Acaba otuz-kırk seneden beri ilim ve fen âleminde bir cilve-i kaderiye ile haddimden yüz derece fazla te'lifat itibariyle nam alan ve yirmi sene mütemadiyen te'lif ile vakti geçen bir adamın, bir amik tedkikat ve taharriyat içinde kaç bin nüsha kitabını buldunuz? En hâs kardaşlarımda, hangi tenkidli kitabı buldunuz? Tenkid ettiğiniz risalelerden, bir nüshadan başka, kaç risaleyi buldunuz? Bütün bu mevkufiyette benimle beraber otuz-kırk nüsha kitap buldunuz?

Bu nasıl neşriyat olur ki; her birinde bir nüsha bile bulunmamıştır. Bütün itiraz ettiğiniz maddeler, pek safdil ve ısrarcı bir kardeşimiz olan Halil İbrahim'de, bazılarında birer nüsha bulunmuş. Onları da ben mecbur oldum; onun ısrar ve iştiyak ve safvetine karşı kendime ait olan bazı ve "nîm mahrem" dediklerimi göndermiştim. Kaza-yı ilâhi ile bütünü elinize geçti. Bunlardan başka hiçbir kimsede bulunmadı. Demek, kararnâmede "neşriyat yapıyor" demeleri, bir evhamdan ibarettir. Eğer bu on sene zarfında neşriyat yapsaydım; bulduğunuz bir nüshaya bedel, lâakal yüz nüsha hususan has kardaşlarımda bulunacaktı. Yüzyirmi adamın istintakında ancak otuz-kırk kitap bulunmuştur. Hâlbuki bîçare çok masum insanları, "Said-i Kürdî" âsârının neşriyatına vasıta olmuşlar" bahanesiyle bu musibete sevk ile süründürdüler.

Üçüncü Umde: İttihamkârâne, mülhid zalimlerin isnâdâtına istinad eden kararnâmede o kadar mânâsız ve dikkatsiz hükmetmiş ki, görenlerin istiğrabını mûcib oluyor.

Meselâ: Kararnâmede, sekiz-on sene fasılalı te'lif ile istinsah tarihleri iltibas ettiriliyor. Geçen sene istinsah edilen ve on sene evvel te'lif edilen risaleyi, geçen sene te'lif edilmiş gibi gösteriyor. Hem, bir hocanın, bir muallimin etrafındaki şakirdleri ve bir bakkalın samimi müşteri dostları hükmünde olan ve nadiren görüşebildiğim ve bazılarını bir defa gördüğüm bazı dostlarım, bir cemiyyetin faal azaları gibi neşriyata vasıta oluyorlar diye ittiham edilmişler.

 Acaba benim gibi bir adamın on sene zarfında on dostu bulunması ve o neşriyat dedikleri birer veyahut ikişer nüshadan başka bulunmamakla beraber bunlara, Said'in vasıta-i neşriyatı demek ne kadar manasız olduğu bununla analaşılır ki; ben on gün, muhbirlerin dediği gibi niyet edip neşriyat yapsaydım, yüz adamı da bulup neşriyat yapabilirdim. O vakit, bu on senelik neşriyatta herbir kitaptan elinize yüz nüsha geçebilirdi. Hâlbuki bu kadar tahkikat-ı amîkada Tesettür Risalesi'nden birtek nüsha ile nâşir tevehhüm edilen on masum bîçareler bulunmuştur.

Hem, İhtiyar Risalesi'nde Yedinci Rica'da Ankara'nın kal'asının başında beş nev'i ihtiyarlığın birden bana görünmesi, nazarımı bir defa gafletkârâne, mazi, hal ve müstakbele çevirmiş. Nazar-ı gafletle çok elîm ve karanlıklı görünen altı cihetimi tenvir eden, ışıklandıran envar-ı îmaniyeyi izah ettiği ve o vak'ayı oniki sene evvel Ankara'da "Hubab" isminde bir risalemde derc ve tab' ettiğim ve üç defadır cevab verdiğim halde, el'an aleyhimde medar-ı tenkid olarak tekrar ediliyor. En garibi şudur ki: İki kelimesine bütün bütün yanlış mana verilmiş. Demişim : "Ankara'da kendi nefsimde ihtiyarlıkların tahattürü ile en kara bir halet-i ruhiye hissettim." dediğim halde; o halet-i ruhiyemi Ankara'ya çevirmiş, aleyhimde isti'mal etmiş.

Hem, o "Rica"da demişim: Hilâfet saltanatının vefatı yani, millî saltanatının yerine ikamesi murad ettiğim halde; bir "vav" ilâve ve bir "nun"u noksan edip, hilâfet ve saltanatın vefatı diye tahrifle beraber manasını da tağyir edip, eski saltanatı tahassürle yâd ettiğimi hatıra gelmeyen mânâyı aleyhimde isti'mal etmiş. (5)

Bu acib kararnameyi verenlerin hikâyesi buna benzer ki: Bir vakit, zarif bir Bektaşîye demişler: "Ne için namaz kılmıyorsun?" Demiş: "Kur'anda لاَ تَقْرَبُوا الصَّلَوةَ var." وَ اَنْتُمْ سُكَارَى yı da oku" demişler." O demiş: "Ben hâfız değilim." İşte Yedinci Rica'da gayet parlak ve te'sirli ve her aklı düşündürecek bir hakikat-i îmaniyeyi, karar verenler parçalamışlar. O Bektaşî gibi, nazar-ı gafletle karanlık görünen o noktayı, güya nesl-i âtiyi karanlıkta gördüğümü, diye aleyhime çevirmişler. Arkasındaki envar-ı îmaniyenin altı cihette gördüğü nurânî hizmete göz kapıyorlar. Numûne olarak bu "Rica"nın mahkemede okunmasını taleb ederim. Tâ anlaşılsın; dikkatsizlik ve cerbeze ile lehimde olanı, aleyhime çevirdikleri görülsün.

Dördüncü Umde: Buranın yüksek mahkemesinin âdilâne ve hakperest vicdanlarından, ihkak-ı hak edileceğine ümidimiz kavi olmakla beraber, hariçten ilham alan ve Isparta ve daha başka bir yerdeki evhamın te'siratı, hükmü altından kurtulmayan misafir sorgu hâkimlerinin kararında, yirmi vecihle müdafâa ettiğim medar-ı ittiham bazı noktaları yine ileri sürmeleri, bana bir me'yusiyet vermekle beraber şöyle bir fikir veriyor:

Gizli bir kuvvet, bil-iltizam beni mahkûm etmek istiyor. Ve her bahaneyi bulup, bin dereden su getirmek gibi her bir çareye müracaat edip, kurdun keçiye bahanesinden daha garib bahanelerle beni itham altına almak ve mahkûm ettirilmek istenildiğimi hissediyorum. Meselâ, üç aydır bu kelimeyi tekrar ediyorlar: "Said-i Kürdi, dini siyasete âlet ediyor!" Ben de bütün mukaddesata yemin ediyorum ki: Bin siyasetim olsa, hakâik-ı imaniyeye feda ediyorum. Ben, nasıl hakâik-ı imaniyeyi dünya siyasetine âlet edebilirim?

Ben, yüz yerde bu ithamı çürüttüğüm halde, yine mânâsız nakarat gibi böyle tekrar edip ileri sürüyorlar. Demek, bil-iltizam ve herhalde beni mes'ul etmek arzusunda bulunuyorlar. Ben de, aleyhimizdeki mülhid zâlimleri, siyaseti dinsizliğe alet etmeleri ile itham ediyorum. Ve onların medar-ı ittihamı olan bu müdhiş mânayı bildirmemek için bana isnad ettikleri: "Said, dini siyasete âlet ediyor" cümlesiyle setre çalışıyorlar. Madem öyledir, her halde beni mahkûm etmek istiyorlar. Ben de ehl-i dünyaya derim: Bu ihtiyarlıktaki bir-iki senelik ömür için faidesiz lüzumsuz tezellüle tenezzül etmem.(6)

Dipnotlar

1-Osmanlıca Lem'alar(27. Lem'a)

2-Tarihçe-i Hayat s: 240-244

3-Tarihçe-i Hayat-s.244-247

4-Malumdur ki, sansüre tabi' neşriyatın bir sahifesinde bulunan muhalif kelimeler, sansürce çizildikten sonra mütebakisi serbest olarak neşredilir. Yüzyirmi risale içinde, zahirce tenkid edilip, manen sansüre tabi' tutulmak istenilen o, on-onbeş nokta yüzünden yüzyirmi menfaatli risalenin serbestiyetini ref'etmeği hangi kanun kabul eder. İşte, ben de o noktaları tayyedip, Risale-i Nur 'un serbestiyetini yüksek mahkemenin adâletinden talep ediyorum.

5-Ankara'ya dostâne gittiğimde, Büyük Millet Meclisinin sâmiîn locasında görünmekle beraber, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte nâmındaki eserimle müdafaâtımı takdir ile yâd eden meb'usların, beni şiddetli alkışlar ile karşılamaları, bunların bu yanlış mânâlarını kökünden keser. Ve hem, Van'da temelini attığım ve harb-i umumi gâilesiyle geri kalan Dârü'l-Fünûn'uma yüzellibin liranın tahsisi hakkındaki layiha-i kanuniyeyi ikiyüz meb'ustan yüzaltmışüç meb'usun imza etmesi, hükümetin bana karşı nazar-ı teveccühünü gösterip, kararnâmedeki o evhamı esasıyla keser.

6-Osmanlıca Lem'alar, 27.Lem'a

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-59

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-59

Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size, bir hülâsasını beyan ede

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-58

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-58

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-57

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-57

Şeytanla bir Münazara *Bu risalenin te'lifinden onbir sene evvel Ramazan-ı Şerifte İstanbul'da

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-56

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-56

Irkçı Olmadığı Eğer derseniz: Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyet-perverlik fik

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-55

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-55

AHLAK-I ÂLİYESİNDEN BİR NEBZE Eski Said’in Ahlakı İstiğnası *Eski Said minnet almazdı.

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-54

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-54

VASİYETNAMESİ * Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin sermayesini, ken

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-53

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-53

TARİHÇE-İ HAYATIN NEŞREDİLMESİ * Tahsin’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat yirmi büyük mecm

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-52

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-52

Mahkeme Reisine: Pek çok uzun ve mazlumane macera-yı hayatıma dair şu gayet kısa ifademi dinle

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-51

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-51

ISPARTA DÖNEMİ-1953-1960 * Ben Isparta'ya geldiğim vakit, Isparta'da İmam-Hatib ve Vaiz Mektebi

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-50

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-50

DEMOKRAT PARTİYE İKAZ, İRŞAD VE TAVSİYELERİ * Kırk seneden beri takib ettiğim ve Sultan Re

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-49

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-49

Bu mübarek gecede pek şiddetli bir ihtar kalbime geldi ki: İstanbul'daki Üniversiteciler Eski Sa

Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları bilir.

Al-i İmran, 115

GÜNÜN HADİSİ

Zühd hakkında

“Kendisine çok konuşmama ve zühd duygusu verilen kimseyi gördüğünüz zaman ona yaklaşın.Zira o hikmet telkin eder.”İbn-i Mace-Zühd:1

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI