RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-176

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Sekizinci Mesele, Beşinci Bela İzah: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz İzah Edilen Kısım: Ehl-i tefrit ve ifrat olan bîçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de; her mecazın her yerinde taharri-i hakikat etmektir.(Muhakemat, s: 77) v.d..


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2018-08-08 14:40:34

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Sekizinci Mesele, Beşinci Bela

İzah: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

İzah Edilen Kısım: Ehl-i tefrit ve ifrat olan bîçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de; her mecazın her yerinde taharri-i hakikat etmektir.(Muhakemat, s: 77) v.d..

*Burada bahsedilen ehl-i ifrat; iyilik yapıyorum diyerek fenalık eden, dinin ahmak dostları, yani güya İslamiyeti öveyim derken, öyle aşırı gidiyor ki, hiç İslamiyette olmayan alakasız şeyleri söylüyor.

Ehl-i tefrit de, maalesef, İslamiyet'in değerini tam takdir edemeyen ehl-i küfür tarafı..

*"zulümata atan birisi" Muhakemat (s: 77) Zulümat karanlıklar demek. Buradaki zulümatttan maksat, şüphe zulümatı, vehim zulümatı gibi şeyler..,

* "her mecazın her yerinde taharri-i hakikat etmektir."(Muhakemat, s: 77) yani mecaz olan ifadelerin her kelimesini hakikat manasına almak üzere araştırma yapıyor. Bu mümkün değil ki..Maalesef Kur'an-ı Kerim'deki çok mecazları hakikat manasına alan, ona göre hareket edenler var.

Malumunuz, bir cümlede bir hakikatı anlatmak için mecaz kullanılabilir. Mecaz olarak kullandığınız bir manada her şey mecazın manasıyla uyuşmayabilir. Mesela; "baktım bir arslan, hamamda yıkanıyordu" cümlesini ele alalım. Burada şecaat noktasında hakikat araştırılır, yoksa kilo itibarıyla arslana uygunluk olması gerekli değildir. Veya bizim arslan gibi cesur adamın boyda da arslana uyması şart değildir.

Not: Prof. Dr. Şadi Eren hocamız da "Muhakemat Notları" adlı eserinde şöyle diyor; "Mecazi anlatımlarda tüm yönlerden hakikata benzemek lazım değildir. Mesela insanın yüzü ay ve güneşe benzetilince, bununla yüzün parlaklığı kast edilir. Yoksa cirmen büyüklük ve yakıcılık hatıra gelmez. "Ali arslandır" dediğimizde cesaret yönünü nazara almak yeterlidir. Ayrıca tüy ve pençe aramaya lüzum yoktur."(Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s: 243)

Bir de Doç Dr. Cüneyt Eren Hocamızın "Tefsir Okumalarına Giriş, Külli Kaideler" adlı değerli eserinden bir izahını nakledelim; "Örnek verecek olursak,

وَأَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ

"Fakat kimin tartıları hafif olursa, onun anası Hâviye'(uçurum)dir. (Karia; 8-9) ayetinde annesi ifadesi kucak açmış bir anneye işaretle varılacak olan Cehennemin de kâfirlere kucak açacağı ve içene alıp barındaracağı anlamında Cehennemden mecazdır. Zira ana kucağı , evladın barınacağı yer olma hasebiyle 'me'va'ya benzetilmiştir. Burada aynı zamanda acıma ve tahkir de söz konusudur.

"Nihayet sığınıp varacağı en şefkatli anası, hâmisi kızgın ateş olan haviyeden ibaret bulunan bir kimsenin halindeki felaket ve fecaatin şiddet ve büyüklüğünü düşünmeli."(Elmalılı Hamdi Efendi, Hak Dini Kur'an Dili, 9; 395)

Ayette yer alan bu ifadeyi salt kelime anlamıyla hakikat kabul etme durumunda, salih amel tartısı hafif gelenlerin kıyamet günü annelerine sığınacağı anlaşılacaktır ki, hem mantık açısından, hem de Kur'an'ın bütünlüğü açısından bu mananın doğru olmadığı açıktır." (Doç Dr. Cüneyt Eren, Tefsir Okumalarına Giriş, Külli Kaideler, s. 85-86, Ensar Neşriyat, İst. 2013)

*"Veyahut hakikat, ışık veren fitildir; mecaz ise, ziyasını tezyid eden şişesidir." Muhakemat (s: 77) Ne kadar güzel bir teşbihtir bu.. eskiden biliyorsunuz gaz lambaları olurdu..Onun bir fitili vardır. Normal olarak, camı çıkardığınızda o yine normal ışığını verir. Ama o camı takarsınız ki, ışık artsın. İşte mesela "ya filan kişi çok cesurdur" deseniz, hakikatı anlatmış olursunuz. Ama bir de 'arslan gibi cesurdur' derseniz, anlattığınız mana daha bir kuvvetlenir. Bir de aynı kişi için "işte arslan geliyor" deseniz ki, o istiaredir, mana iyice kuvvet kazanır.

Not: Konuyla alakalı olarak muhterem Cüneyt Eren hocamızın izahlarını vermek istiyorum; "Mecâz, i'câzı en yüksek noktada temsil eden ve ulaştırılmak istenen mesajı muhataba en yoğun bir şekilde arz eden bir ifade şeklidir. Hakikatın zıddı olmasından ziyade, Arap dilinin ifade tarzıdır. Söze güzellik, parlaklık, zarâfet, kuvvet ve canlılık vermek için kullanılır. Kur'an'da mecazi anlamda kullanılan kelime ve terkipler çoktur."

"Kur'an dilinin mecazi yönü göz ardı edilerek yapılan tefsir okumaları güdük kalmaya mahkumdur. Kur'an'ın özellikle gayb alemiyle alakalı ayetlerinin anlaşılması bu hususun idraki ile mümkün olacaktır." (Doç Dr. Cüneyt Eren, Tefsir Okumalarına Giriş, Külli Kaideler, s. 123, Ensar Neşriyat, İst. 2013)

Şu hususu da belirtelim; "Bir lafza mecazi denilebilmesi icin, lafzın hakiki manasının halen kullanımda olması zorunludur. Hakiki mana unutulmuş ise lafız "mürtecel" ya da "menkûl" olur. Lafzın unutulan ilk manası ile somadan vaz' edilen manası arasında bir münasebet bulunuyorsa buna "menkûl" denilir. Seyyare (araba) lafzı gibi ki, bu lafız önceden her türlü yürütücü araç icin kullanılırken sonradan yalnızca arabalar için kullanılmıştır. Lafzın unutulan ilk manası ile sonradan vaz' edilen manası arasında bir münasebet yoksa buna da "mürtecel" denilir. Özel isim olan Kerim lafzı gibi ki, bu lafız özel isim olarak kullanıldığı sürece lafzın ilk anlamı olan "olgun kişi" anlamı ile hiçbir münasebeti bulunmamaktadır. Bk. Sadettin et-Teftazani, et-Telvih (Beyrut: Darul-erkam, 1998), 160-165.

*"Nazarı tams eden ve belâgatı setreden, zahire olan kasr-ı nazardır."(Muhakemat, S: 77) Yasin suresinde ayet-i kerime var ya;

وَلَوْ نَشَاء لَطَمَسْنَا عَلَى أَعْيُنِهِمْ فَاسْتَبَقُوا الصِّرَاطَ فَأَنَّى يُبْصِرُونَ

(Yasin: 36: 66)

"Dilesek gözlerini tams (silme kör) ederdikde, yol bulmağa çalışırlardı. Nasıl görebilirlerdi?" Tams etmek demek, göz durduğu halde gözden görme kabiliyetini almak demektir.

Not: Bazı tefsirlerimizden bu manayla ilgili yorumları kısaca nakledelim; Merhum Ali Arslan Hocaefendi "Büyük Kur'an Tefsiri" adlı eserinde şunları nakşetmiş; "Temesna» fiili eseri mahvetmek sure­tiyle ortadan kaldırmak mânâsını taşımaktadır. "Tems" kelimesinin ışığın ve uzvun gitmesinden değil, sadece ışığın gitmesinden kinaye olması mümkündür.

"Onlar nerede göreceklerdi" cümlesinden onlar görmeyecek­lerdi mânâsı çıkar.

Hasan Basri ve Katade "Gözden maksat bizim bildiğimiz göz­dür. Sırattan maksat bizim bildiğimiz yoldur" demişlerdir. İbn Abbas "Gözler basiretler demektir, sırat ise makul yol demektir" demiştir. İbn Cerir ve Cemaa, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor­lar; "Eğer biz dileseydik onların gözlerini alıp götürseydik onları kör eder, hidayetten saptırırdık. Onlar artık hakikati nasıl bula­bilirlerdi?"( Ali Arslan, Büyük Kur'an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/451)

"İbn Abbas şöyle der: 'İstesek, doğru yolu görmelerine engel oluruz. O takdirde asla doğru yolu bu­lamazlar.' (Kurtubî, 15/49) Bu, Kureyş'i tehdittir. (Muhammed Ali Es Sabuni, Safvetü't-Tefasir, Ensar Neşriyat: 5/225.)

.. yani insanları manen kör eden ve belagati de örten; zahire olan kasr-ı nazardır. Kasr etmek demek, hep ona inhisar ettirmek demektir. Hep zahiri olan manaya nazarları, aklı sadece zahiri manaya çevirmektir. "Niçin söylenmiş, kime söylenmiş, hangi, makamda söylenmiş vs.. bunlara hiç bakmamaktır.

*"Demek ne kadar akılda hakikat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler."(Muhakemat, s: 77) Bu, belagatta Üstadın önemli bir kaidesidir. Gerçi diğer belagat alimleri de izah etmiş ama Üstad kadar dikkat çeken olmamış. Ben araştırdım, Sâd-ı Teftazani'nin Muhtasarü'l Meânisi'ne, Mutavvel'ine baktım. Ama sadece bu meseleye dikkat çeken Abdülkahir Cürcani'nin Delâil-ül İ'caz'ı dışında bu noktaya ehemmiyetle bakan Üstad dışında kimse göremedim.

Yine o meşhur misalimizi verelim ki, tekrar kabilinden oluyor ama, kaideyi anlatmak için bildiğiniz misali ver sevmekten başka çaremiz yok. Yoksa, kaideyi anlatamayız. Misalimizi tekrarlayalım; "geçenlerde bir hamama gittim, orada bir arslan yıkanıyordu" şimdi arslanın hamama girip yıkanması aklen mümkün. Bildiğimiz manada yıkanmasa da suyun altına girebilir. Ama burada bizim hakikat manasını anlamamıza mani olan şey nedir?

Biliyorsunuz mecazın kinayeden farkı şu; Kinayede hem hakikat manası-ki biz ona maan-i ulâ diyoruz-, hem de ikinci mana kast edilebiliyor, bir mani yok. Mesela "içim geçmiş" "içim yandı" ifadeleri gibi..

Mecazda ise birinci mananın kabulüne mâni bir karine olması lazım. Yani birinci mana kast edilemiyor, illa ikinci mana kast edilecek. Buna Belagat'ta "karine-i mania" denilir. Mesela "Abdülvahid ağabey Hicaz'dan geliyor" ifadesi, külli zikrederek cüz'ün kast edildiği bir mecaz türüdür. Yani Hicaz Bölgesi içinde yer alan Mekke veya Medine'den geliyor demektir.

Not: Mesele ile alakalı Şadi Eren hocamızın izahatını verelim; "Karine ise, bilinmeyen bir şeyin anlaşışlmasına yarayan ipucudur. Yerin üstüne sızan azıcık su, altta su kaynağı olduğuna işarettir. Dağların rengi, içlerinde bulunan madenlere bir karinedir. Bunlar gibi, söylenen bir sözden veya yazılan bir cümleden de maksadın ne olduğunu gösteren alâmet ve işaretler olur. "Adam uçuyordu" dediğimizde, bu hem hakikat, hem de istiara yoluyla mecaz olabilir. Ama "adam sevinçten uçuyordu" dediğmizde, kelamdaki "sevinçten" kısmı mecazen böyle dediğimize bir karine olur. (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s: 244-245)

...Üstad diyor ki, işte bu karine, sadece akli değildir. Bir kısım insanlar illa akli olacak diye ısrar ediyorlar. Yani birinci manan ın anlaşılması aklen mümkün olmayacak ki, mecaza gidelim. Böyle bir mantık bizi çok yarar diyor.

Mesela "bir de o Semadan, ondaki dağlardan bir tolu indiriyor da dilediğini onunla musab kılıyor ve dilediğinden onu bertaraf ediyor"(Nur: 24: 43) ayetinden mecazı gerçek zannedip, göklerde buzul dağları olduğunu, doluların o dağlardan geldiğini iddia edenler olmuş..

Not: Konuyla alakalı müfessirlerimizin izahatını kısaca yazmayı uygun gördüm; "Dağlardan maksat ise dağlara azamet ve büyüklük bakı­mından benzeyen büyük parçalardır. "Soğukluktan" mânâsını ifa­de eden "Min beredin" ifadesi, dağların açıklamasıdır. Yani Ce­nab-ı Hak gökteki dağlardan yani o dağların bir kısmından mey­dana gelen soğukluktan dolu yağdırır. Cenab-ı Hak, yeryüzünde taştan yaratmış olduğu dağlar gibi gökte de soğuktan dağlar ya­ratmıştır. Veya burada dağların zikredilmesiyle çokluk kastedil­mektedir. Zira meşhur olan şudur ki buharlar yükseklere doğru çıkınca onların arasına hararet girmez, böylece soğuk tabakaya varır, orada iyice don haline gelir ve bulut olur. Eğer soğuk şid­detli değilse bulutlar yağmur, şiddetli olursa o zaman kar ve dolu yağdırır. Bazen hava o kadar soğur ki inkıbaz (büzülme) meydana ge­lir ve ondan bulutlar oluşur. Bu bulutlardan da ya yağmur veya kar yağar."(Ali Arslan, Büyük Kur'an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/177)

"Gökte bir araya gelip üst üste yığılan bu bulutlar dağlara benzerler. Bu bulutlardan yağ­mur veya dolu indirir. Bunlarla da dilediği kuluna darbe indirir. Dilediği ku­lunu da bu darbelerden korur." (Prof. Dr. Muhammed Mahmud Hicazi, Furkan Tefsiri, İlim Yayınları: 4/271.)

"Böylece Allah dağlara benzeyen yoğun bulut tabakalarından yağmur yağ­dırır. Nitekim atmosferdeki soğukluğun yükselen buharlara etkisi oranında kar ve dolu yağmaktadır.

İnsanın üstünde bulunan gökyüzüne "sema" denir. Ayetteki "sema" insan­ların başları üzerinde yükselen bulut demektir. "Dağlar" ifadesi de gökyüzünde ulu dağlar gibi bir araya gelen beyaz bulutların üstünde normal olarak yerden 10.000 metreden daha fazla yükseklerde seyreden uçakta yolculuk yapan her­kesin gördüğü bulutlardan kinayedir.

Bazı müfessirler de buz dağlarının fiilen gökyüzünde bulunduğu ve Al­lah'ın doluyu bu dağlardan indirdiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bazı modern nazariyeler bu manayı teyit etmekte, gök tabakalarında doludan meydana gelen dağlara benzeyen kümeler bulunduğunu, denizlerden yükselen buharlar­dan daha çok yağış olduğunu ispat etmektedirler." (Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü'l-Münir, Risale Yayınları: 9/494)

"Bazı nahiv alimleri "Ve yenzilü mines-semâi min cibâlin fîhâ min beredin" ayetindeki bi­rinci "min" edatının ibtidâul-gâye, ikinci "min" edatının teb'ıziyye, üçüncü "min" edatının cinsi beyan etmek için olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu açıklama bazı müfessirlerin gökyüzünde dolu dağları olduğu, Allah'ın doluyu oradan yağdırdığı şeklindeki ifadelerine göredir. Burada (dağlar), bulutlardan kinaye olarak kabul edenlere göre ayetteki ikinci "min" edatı da ibtidâu'l-gâye içindir. Fakat bu birincisinden bedeldir. En doğruyu bilen Allah'tır." (İbni Kesir, III/297.)

"İnsan yeryüzündeki harika sistemi seyrettikten sonra gözlerini gök­yüzüne çevirse insanların milyarlar harcayarak yaptığı milyonlarca kilovatlık elektriği Allah (c.c.) bir anlık şimşekle meydana getirdiğini gö­rür. Suların gökyüzüne buhar halinde çıkıp yağmura dönüşüp tekrar yeryüzüne döndüğünü görür.

Dağlar gibi bulutlar arasından birbirine değmeden inen Tolu tanele­rinin hangisinin nereye isabet edeceğini dahi Allah'ın belirlediğini anlar." (Mahmut Toptaş, Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/389)

"Kuşkusuz Allah'ın eli bulutları toplar ve onları bir yerden başka bir yere sürükler. Sonra onları birleştirip yoğunlaştırır. Böylece üstüste yığılırlar. Ağırlaştığı zaman sular çıkar, sağanak ve iri taneli yağmurlar yağdırır. Bu halleriyle dağlar kadar görkemli, onlar kadar heybetlidirler. İçlerinde küçük sert kar taneleri (dolu) vardır. Bulutların dağlara benzediğini en iyi uçak yolcuları görür. Uçak yükselip bulutların üstünden veya arasından geçtiği zaman, iriliğiyle, uçurumlarıyla, iniş ve çıkışlarıyla gerçek bir dağ manzarasıyla karşı karşıya kalınır. Hiç kuşkusuz bu, uçağa binmediği sürece insanın göremeyeceği bir gerçeği tasvir eden bir ifadedir.

İşte bu bulut dağları, Allah'ın evrene egemen kıldığı yasası uyarınca Allah'ın emrine boyun eğerler. Yüce Allah bu yasası uyarınca dilediğinin üstüne yağmur yağdırır, dilediğini de bundan yoksun bırakır." (Seyyid Kutub, Fizilal-il Kur'an, ilgili ayetin tefsiri)

"Mecazi kullanımdaki "göklerdeki dağlar" ifadesinden donmuş bulutlar kasdedilmiş olabilir. Ayrıca, göklere uzanan ve karla kaplı doruklarının, bulutlarda dolu fırtınalarıyla sonuçlanan yoğunlaşmalara neden olduğu yüksek dağlar da kasdedilmiş olabilir."(Ebul âlâ el Mevdudi, ilgili ayetin tefsiri)

...Halbuki aklen her mümkün olan şey vaki olmaz. Ayrıca âlemin nizamına uygun düşmez.

*"Bu sırra binaendir: Âyet ve hadîsin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâgatı gösteremez."(Muhakemat, s:77) niye? Bu mecaz ve bu karineler o üslub bozulduktan sonra tam olarak anlaşılamaz ki.

*"Karine-i mania, aklî olduğu gibi hissî ve âdi ve makamî.. daha başka çok şeyler ile de olabilir."(Muhakemat, s: 77)

Not: Bu kısmı izah için Şadi Eren hocamızın izahatını verelim;

Akli karine:

"Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu!"(Tevbe,9/67)

 "Onlar, şu güne kavuşmayı unuttukları ve âyetlerimizi inkar ettikleri gibi biz de bugün onları unuturuz."(Araf, 7/51)

Bu iki ayte bir kısım insanların Allah'ı unutmaların cezasını anlatmaktadır. Yani, Allah onlara unutulmuş insan muamelesi yapacak, rahmetinden mahrum bırakacaktır. Yoksa allah'ın ilminden hariç hiç bir şey yoktur ve Allah unutmaktan münezzehtir. "Rabbim, şaşırmaz ve unutmaz"(Taha, 20/52) ayeti bu konuda gayet açıktır.

Şu ayete de aynı noktadan bakmak gerekir; "Kim de benim zikrimden/kitabımdan yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz. Der ki: Ya Rabbi, beni niçin kör olarak haşrettin? Halbuki ben görüyordum" Allah der; "İşte böyle, sana ayetlerimiz gelmişti de, sen onları ihmal etmiştin? Bugün de böylece unutulacaksın" (Taha, 20/124-126)

Hissi Karine

"Güneş okyanus sularında gömüldü" dediğimizde, zahir görülen durum ifade edilmiş olur. İlmen, güneşin okyanus sularına gömülmediğini biliriz.

Âdi Karine

Örfen ve adeten bazı mecazlar kullanılır. Mesela bazı yörelemizde insanlar birbirlerine sevgilerini "ciğerini yiyeyim" ifadesiyle söylerler. Burada gerçek anlam kast edilmediği, o örfe muttali olanlarca gayet açıktır.

Makami karine

"Dilediğini yap ifadesi ifadesi normalde "istediğini yapmakta serbestsin" manasına kullanılır. Ama tehdit makamında bunu kullanırsak, yap bakalım yapacağını, cezanı vereceğim" demiş oluruz. Nitekim kafirlere yönelik "dilediğinizi yapın"(Fussilet: 41/40) ayeti bu manada açıklanmaktadır.

Karşılıklı konuşma esnasında, muhatabımızın beden dili ve sesinin tonu, kelamınınhakikat veya mecaz olduğuna kuvvetli bir karinedir. Mesela çocuğu olmadığını iyi bildiğimiz biri hakkında "baba adamdır" sözünü duyduğumuzda "acaba çocuğu mu var" demeyiz. Bununla, başkalarına yardım eden, elden tutan, şefkatli bir kimse olduğuna hemen intikal ederiz." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s: 245-246)

*"Eğer istersen Cennet-ül Firdevs gibi olan Delail-ül İ'caz'ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir. Göreceksin: O koca Abdülkahir gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor. (Muhakemat, s: 77-78)

Üstad, bu eseri çok beğeniyor, tam tasvir etmiş. Delail-ül İ'caz, Abdülkahir Cürcani hazretlerinin eseri. Çok meşhur bir zat bu. Bu eser Kur'an'ın i'caz delillerini anlatıyor Yaklaşık 600 sayfa kadar var. Bab bab olarak meseleleri izah etmiş. Belagat ilminin esaslarını böyle istatistik bir şekilde değil de, Kur'an'daki hakikatların izahı noktasından, geldiği gibi anlatmış. Mükemmel bir şey. Üstad başka yerde üslub-u müzeyyene misal olarak onun iki eserini veriyor; "Abdülkahir'in "Delail-ül İ'caz" ve "Esrar-ül Belâga"sındaki müşa'şa' ve parlak kelâmı gibi...Muhakemat (s: 109)

*"Yedinci bela: Muarrefi münekker eden biri de: Hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, "gayr-ı men hüve leh" olan vasf-ı cârîyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır."(Muhakemat, s:78)

"Muarrefi münekker eden; gayet açık bir manayı bilinmez hale getiren..yani Kur'anı Kerim'de manası anlaşıldığı halde, maalesef anlaşılmaz hale getiren zihniyetlerden biri de şudur; "Hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, gayr-ı men hüve leh" olan vasf-ı cârîyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır." Müthiş bir cümle..Şimdi Arapçada vasıflar iki kısma ayrılıyor;

Birincisi ki biz ona 'arazi' diyoruz, kendi başına bir yer işgal etmeyen veya iki zamanda farklı hallerde bulunan geçici şeylerdir. Mesela bizim hareket ve sükunumuz arazi şeylerdir. Ama mesela burnumuz zati bir şeydir..

Arizi olan bir şey bulunduğu yere inhisar ettirilemez. Eyniye o demek. Arapçada harekeler de arızidir. Cümlede kullanışa göre değişir.

Üstadın yukarıda ki ifadesinden anlaşılan şudur; bazı zahir ehli, hareket gibi zati varlığı olmayan bir durumun sadece zatta ve mekanda olabileceğini kabul ettiklerinden bundan başkasına ait olan câri vasfı inkar etmek durumunda kalmışlar, böylece hakikat güneşi cereyan tarzından çıkarılmıştır. Tabii burada Üstadın ifadesinde de çok teşbih ve temsiller var.

Not: Üstad Batlamyus nazariyesinin tercümeler vesilesi ile İslam alemine de girip zihinleri esir almasına ve bazı müfessirlerin de bazı ayetlerinin zahirlerini eski hikmetin nazariyelerine tatbik için zorlama tevillerine işaret ediyor. Bir başka yerde de şöyle der; "Onların o hurafevari fikirleri, efkâr-ı âmmeyi istilâ etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı âyetlerin zahirini onların mezheblerine meylettirmişlerdir (İşarat-ül İ'caz, s: 189)

*"Acaba böyleler Arabların üslûblarına hiç nazar etmemişlerdir ki: Nasıl diyorlar: Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden müfarakat eyledi. Deniz dahi güneşi yuttu.. ilh...(Muhakemat,s: 78) Buradaki ifadeler Arapçada çok kullanılan mecazlardır. Biz de Türkçede benzerlerini kullanırız. Mesela Erzurum'da derler; "Kardaş, gel seni yola vurayım" yani "seni uğurlayayım" Yukarıdaki ifadelerde de rast gelen veya ayrılan dağlar değil bizleriz ama mecazen dağlara isnad edilmiş. Buna "kalb-i hayali" sanatı denilir ki, Beyan ilminin inceliklerinden biridir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Ey Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen Vârislerin en hayırlısısın.

Enbiya,89

GÜNÜN HADİSİ

"iman bakımından müminlerin en mükemmeli, ahlâkça en güzel olanlar ve ailesine en güzel davrananlardır."

Tirmizi

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI