KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-30
ISPARTA’DA NUR TALEBELERİNE TAARRUZ * Bugünlerde Risale-i Nur'a sû'-i kasd edenlerin ve sizlere sıkıntı verenlerin haklarında, bana verdiği bir hiddet neticesinde bedduaya teşebbüs ettim. Birden Isparta'ya kıyamadım. Kaç defadır niyet ettim, Isparta'daki iyilerin yüzünden sû'-i kasdçılar kurtuldular. Kıyamadım, beddua
ISPARTA'DA NUR TALEBELERİNE TAARRUZ
* Bugünlerde Risale-i Nur'a sû'-i kasd edenlerin ve sizlere sıkıntı verenlerin haklarında, bana verdiği bir hiddet neticesinde bedduaya teşebbüs ettim. Birden Isparta'ya kıyamadım. Kaç defadır niyet ettim, Isparta'daki iyilerin yüzünden sû'-i kasdçılar kurtuldular. Kıyamadım, beddua yerine; "Ya Rab! Madem Isparta Risale-i Nur'un bir Medreset-üz Zehrasıdır, sen oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü akibet ver" diye dua eyledim ve ediyorum.(1)
* Cenab-ı Hakk'a Risale-i Nur'un hurufatı adedince hamd ü sena ve şükür olsun ki; bu defa manevî galebesiyle o zalimane ve zulmetkârane perdeyi parçaladı. Az bir zahmetle büyük bir ücret ve geniş bir fütuhata zemin hazırladı. Ve bu iki ay tevakkuf müddeti, aynen hapsimiz hâdisesi gibi, başka bir tarzda, daha geniş bir dairede Risale-i Nur'un intişarına vesile oldu. Sizleri ve bilhâssa musibetzedeleri ve hususan Hâfız Mehmed'i tebrik ediyoruz ve geçmiş olsun deriz. Bir Tesettür Risalesi'yle yüz adamı, yüz gün tevkif eden ve onun gibi yüzer risalelerle bir tek adamı bir gün tevkif edemeyen bir mahkemeye hükmedip galebe çalan, sizlerin hârika sadakatınız ve fevkalâde ihlâsınız ve sarsılmaz metanetiniz ve kuvvetli tesanüdünüz olduğu bizce kat'iyyet kesbetti, şübhemiz kalmadı. Cenab-ı Hak sizden ebeden razı olsun, âmîn.(2)
* Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur'un hizmetinden geri bırakmak için, memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.(3)
* İkinci Mes'ele: Risale-i Nur'un Isparta'da kat'î galebesi, zındıkları şaşırttı. Fakat bazı mütemerrid ve muannid ve ölen herifin ruh-u habisi hükmünde bazı zındıklar, o mağlubiyete karşı gelmek fikriyle, baştan aşağıya kadar Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) aleyhinde, fakat perde altında, aynen münazara-i şeytaniye bahsinde hizb-üş şeytanın, Peygamber (A.S.M.) ve Kur'an hakkında mesleklerince söyledikleri tabiratı başka bir tarzda o zındık herif istimal etmiş. Onun gibi yahudi, mütemerrid ve dinsiz feylesoflarından ve Avrupa'nın zındıklarının eskiden beri Kur'an ve Peygamber'in (A.S.M.) hâlâtından medar-ı tenkid buldukları noktaları, bu İslâm ismi altındaki zındık, kurnazcasına, safdil Müslümanlara ve Risale-i Nur'u görmeyenlere dinlettirmek ve göstermek için öyle bir tarzda gitmiş ve küfrünü gizlemeye çalışmış ki; şeytanette, şeytandan ileri gitmiş. Beni çok müteessir etti.
Kardeşimiz Sabri'nin mektubunda, muannid mülhidlerin Risale-i Nur'un cereyanına karşı kurdukları çürük ve vâhî hud'aları, örümcek ağı ve yuvası gibi kuvvetsiz ve o şeytanet perdeleri kıymetsiz ve mukavemetsizdir, Risale-i Nur'a karşı yırtılır ve yırtılacak dediği gibi; bu zındık ve muannid ve mütemerrid ve ölen herifin ruh-u habisi olan zındığın yazdığı ve zahiren Müslümanlara Türkçülük lehinde, fakat hakikatta Kur'an ve Peygamber'in (A.S.M.) azamet ve haşmet-i maneviyelerini kırmak ve hiçe indirmek ve âdileştirmek niyetiyle yazılan bu matbu' eser de, Mu'cizat-ı Kur'aniye ve Mu'cizat-ı Ahmediye'ye (A.S.M.) karşı örümcek ağı da olamaz, parçalanır. Fakat binler teessüf ki; Risale-i Nur'u görmeyenlere kat'î zarar verdiği gibi, Risale-i Nur'u görenler de merak edip, "Acaba ne var?" demekle, safi kalblerini bulandırır. Lâakall vesvese ve evham verir.
Risale-i Nur'un kahraman şakirdleri böyle şeylere karşı müteyakkız davranmak ve faaliyetlerini ziyadeleştirmek lâzım geliyor. Fena şeyle zihnen meşgul olmak da, fena olduğu için kısa kesiyorum. Sakın ona ehemmiyet vermekle halkları meraklandırıp baktırılmasın. Belki ehemmiyetsiz, dinsizcesine, yalnız esma-i mübareke ve âyât-ı mübarekenin bazı meali içinden hariç kalmak itibariyle ehemmiyetsiz bir paçavradır, bilinsin. Bu herifin ne derece haddinden tecavüz ettiğini bu temsilden anlayınız. Meselâ: Çok uzak bir mecliste, mütehassıs ve müdakkik âlimlerin okudukları ve tedkik ettikleri bir kitaba ve ders aldıkları bir zâta, pek uzak bir mesafede bakmak isteyen ve görmeyen bir ebleh, o âlimlerin aksine hüküm verip onları tenkid eden, divanece hezeyan eder.(4)
* Sizin fevkalâde sebat ve ihlâsınızın galebesi ve o musibeti def'inden sonra, ehl-i dünya cepheyi değiştirdi. Zındıkanın desiseleriyle bu havalide bizlere karşı perde altında maddî ve manevî tahşidatı başlamış. Gayet dikkatle ve şeytancasına, şakirdlerin hakikî kuvvetleri olan tesanüdü bozmağa çalışıyorlar. Sizlere risaleleri iade ettikleri halde, kurnazcasına dolaplar çevriliyor. Biz sizin bir şubeniz hükmünde olduğumuz halde, bizi asıl ve merkez telakki ettiklerinden, daha ziyade desiseleri bize karşı istimal ediyorlar. Hâfız-ı Hakikî Cenab-ı Hak'tır. İnşâallah hiçbir zarar edemeyecekler. Fakat bu şuhur-u mübarekenin eyyam ve leyali-i mübarekesinde hâlis dualarınız ile bize yardım ediniz. Birşey yok. Fakat mümkün oldukça ihtiyatlı ve dikkatli olunuz. Hazret-i Ali (Radıyallahü Anhü) ve Gavs-ı Geylanî (Kuddise Sırruhu) gibi kahramanların manevî teminatı قُلْ وَ لاَ تَخَفْ ve وَلاَ تَخْشَ hitabları, bize her vakit cesaret ve kuvve-i maneviye veriyor.(5)
* Lem'a-i Müdafaat'ta Isparta muhbirleri ünvanıyla, bizi hapse sevkeden Ankara'daki zalimler irade edilmiş. Mecburiyet tahtında öyle demişiz. Şimdi, Isparta benim mübarek bir vatanım ve çok kıymetdar kardeşlerimin dahi sevgili vatanları olduğundan, Isparta muhbirleri kelimesini o makamlardan kaldırdım, onların yerlerine "mülhid zalimler" yazdım. Siz de öyle yazınız.(6)
* Her vakit ihtiyat iyidir. Zâten Hazret-i İmam-ı Ali (Radıyallahü Anhü) de kerametkârane bize ihtiyatı tavsiye ediyor. Şimdi şark tarafında yeni bir hâdise:
Bir şeyh tarafından, kendi müridleri ve halifeleri vasıtasıyla din lehinde, eskiden beri meşhur olmuş Şeyh Ahmed namında türbedar-ı Nebevî tarafından vasiyetname-i Peygamberî (A.S.M.) namında bir eser, o havalide gezmiş, intişar etmiş. Oralarda çalışan kahraman Salahaddin'i bir derece ihtiyata sevkedip, bütün siyasetlerin fevkinde ve siyasetlere tenezzül etmeyen Risale-i Nur cereyanı, öyle siyasete temas edebilen cereyanlarla iştiraki görünmemek için, daha ziyade ihtiyat ve tevakkufa mecbur olmuş. Bugün, beş ay Ankara'ya bir vazife ile gitmek için buraya geldi. Bir hafiye onu takib edip o da arkasından girdi. Ben o casusa, Salahaddin kalktıktan sonra dedim ki:
Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirdleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur'u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.
Evvelâ: Kur'an bizi siyasetten men'etmiş; tâ ki elmas gibi hakikatları, ehl-i dünyanın
nazarında cam parçalarına inmesin.
Sâniyen: Şefkat, vicdan, hakikat, bizi siyasetten men'ediyor. Çünki tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi-sekiz masum, bîçare, çoluk-çocuk, zaîf, hasta, ihtiyarlar var. Bela ve musibet gelse, o sekiz masumlar o belaya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmek, Risale-i Nur'un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirdlerini men'etmiş.
Sâlisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nur'a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adavet etmek, en dinsizleri de onun dindarane, hakperestane düsturlarına tarafdar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola. Çünki bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için, beş esas lâzım ve zarurîdir: Birincisi; merhamet.. ikincisi, hürmet.. üçüncüsü, emniyet.. dördüncüsü, haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.. beşincisi, serseriliği bırakıp itaat etmektir. İşte Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu beş esası temin edip, asayişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risale-i Nur'a ilişenler kat'iyyen bilsinler ki; onların ilişmesi, anarşilik hesabına vatan ve millete ve asayişe düşmanlıktır. İşte bunun hülâsasını o casusa söyledim. Dedim ki: Seni gönderenlere böyle söyle.
Hem de ki: "Onsekiz senedir bir defa kendi istirahatı için hükûmete müracaat etmeyen ve yirmibir aydır dünyayı herc ü merc eden harblerden hiçbir haber almayan ve çok mühim makamlarda çok mühim adamların dostane temaslarını istiğna edip kabul etmeyen bir adama, ondan korkup, tevehhüm edip, dünyanıza karışmak ihtimaliyle evhama düşüp tarassudlarla sıkıntı vermekte hangi mana var? Hangi maslahat var? Hangi kanun var? Divaneler de bilirler ki, ona ilişmek divaneliktir" dedik. O casus da kalktı gitti.(7)
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI-1939-1945
* Bugünlerde gayet sadık ve dikkatli bir kardeşimizin ihtiyatsızlığından küçük bir tokat yemesi münasebetiyle, hem bu dört ay müddetçe, binler adam kadar alâkadar olduğum halde; ahval-i âlemden, siyaset ve harbden kat'iyyen bir haber almayıp ve istemeyip ve merak etmez bir tarzda bulunmamdan, Feyzi ve Emin gibi has kardeşlerimin hayretleri ve istifsarları sebebiyle bir hakikattan, çok defa beyan ettiğim gibi yine bir parça ondan bahsetmek lüzum oldu. Şöyle ki:
Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur'la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzât olmak lâzım iken; şimdiki hal-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhâssa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhâssa medeniyetin sefahet ve dalaletine ceza olarak gelen gazab-ı İlahînin bir cilvesi olan harb-i umumînin tarafgirane, damarları ve a'sabları tehyic edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakaik-i imaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş'um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki; Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ülemalar, belki de veliler; o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların hükmüne tâbi' olarak hemfikri olan münafıkları sever, kendine muhalif olan ehl-i hakikatı belki ehl-i velayeti tenkid ve adavet eder, hattâ hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tâbi' yaparlar.
İşte bu asrın bu acib tehlikesine karşı, Risale-i Nur'un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan iskat etmiş ki; bu harb-i umumîyi bu dört ayda merak etmedim, sormadım.
Hem Risale-i Nur'un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken, zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir.
Cenab-ı Hak bize nur ve nuranî vazifeyi vermiş; onlara da, zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmağa tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envâr-ı imaniye kâfi ve vâfidir.(8)
* Ramazan-ı şerifin orucunu tutmayanlara bir ceza-yı muaccele ve iktisadsızlık ve israf edenlere bir tokat-ı semavî olarak şimdiki ekmek vesikası karne ile verilmesi herkesin nazarını mideye çevirip, kalbin hayat-ı maneviyesi olan hakaik-ı imaniye ve uhreviye, bu gaflet mevsimi olan baharda bir nevi sed oluyor. Nazarı dünyaya hasrediyor. Ehl-i dalalet tam istifade eder.
Râbian: Isparta'da Hoca Şerif Efendi, Aras Atabey'de büyük Zühdü Efendi ve eski müdür İsmail Efendi hayatta mıdırlar? Hayattalar ise onlara çok selâm ediyorum. Risale-i Nur'a ait onların vazifeleri, bu hâdisede tevellüd eden evhamı izale etmek ve hafif bir surette kapatmaktır. Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ve istid'a ediyoruz.(9)
*Dün Emin bu havaliye gelen bir kolordu münasebetiyle, istemediğim ve Rus'un harbe devamını bilmediğim halde; Rusya'nın Kafkas'la ittisali kesilmesini söyledi. Ben onun sözünü kesip susturduğum halde, kalbim ehemmiyetle bir alâka gösterdi. Sonra bugün namazda ve tesbihatında iken, manevî tarzda denildi ki: Küre-i Arz'da çarpışan, mücadele eden cereyanlardan her halde birisi İslâmiyete ve Kur'ana ve Risale-i Nur'a ve mesleğimize tarafdar olacak; bu noktadan ona karşı bakmak gerektir. Bakmamak için bir-iki mektubda yazdığım sebebler çendan kalbe, akla kâfidir; fakat meraklı ve hevesli olan nefse kâfi gelmiyor diye kalbime geldi. Aynen tesbihatta ihtar edildi ki:
Ehemmiyetli sebebi ise: Bakmakta bir tarafa tarafgirlik hissi uyanır; tarafgir nazarı, tarafdar olduğu taraf cereyanın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir belki alkışlar. Hâlbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi, zulme razı olmak dahi zulümdür. Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda, semavatı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor; çok masum ve mazlumların hukukları kayboluyor, mahvoluyor.
Mimsiz gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, "Cemaat için ferd feda edilir, milletin selâmeti için cüz'î hukuklara bakılmaz" diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku' bulmamış. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaata feda etmez; "Hak, haktır; küçüğe büyüğe, aza çoğa bakılmaz" diye kanun-u semavî ve hakikî adalet noktasında Risale-i Nur şakirdleri gibi hakikat-ı Kur'aniye ile meşgul adamlar, zaruret olmadan lüzumsuz, yalnız hevesli bir merak için, netice itibariyle faidesi bulunan ve netice daha gelmeden evvel lüzumsuz bakmak ve zalimane tahribatlarını alkışlamak suretiyle İslâmiyet ve Kur'an lehine hizmet edeceği o cereyanın harekâtını fikren takib etmekle meşgul olmak münasib olmadığı için; nefis de, akıl ve kalbe tâbi' olup merakını bırakmış diye anladım.(10)
* İşte bu sekiz aydır, hususan bu heyecan veren bu hâdisenizle beraber; şimdi yanımdaki Feyzi ile Emin ve bütün bana temas eden dostlar şahiddirler ki, bu sekiz ay zarfında bir tek defa, ne Harb-i Umumî'yi, ne siyaseti sormamışım. Ve odamdan işitilen radyoyu da, üç senedir dinlemedim. Hâlbuki benim, binler adam kadar dünyaya bakmak münasebet var. Demek bize ilişen, doğrudan doğruya imana tecavüz eder. Onları, Cenab-ı Hakk'a havale ediyoruz.(11)
* En ziyade bize nezaretle, bizimle ve siyasetle alâkadar mühim bir memur yanıma geldi. Ona dedim ki: "Bu onsekiz senedir sizlere müracaat etmedim ve hiçbir gazete okumadım; bu sekiz aydır, bir defa cihanda ne oluyor, diye sormadım; üç senedir buradan işitilen radyoyu dinlemedim; tâ ki kudsî hizmetimize manevî zarar gelmesin. Bunun sebebi şudur ki: İman hizmeti, iman hakaikı, bu kâinatta herşeyin fevkindedir; hiç bir şeye tâbi' ve âlet olamaz. Fakat bu zamanda ehl-i gaflet ve dalalet ve dinini dünyaya satan ve bâki elmasları şişeye tebdil eden gafil insanlar nazarında o hizmet-i imaniyeyi hariçteki kuvvetli cereyanlara tâbi' veya âlet telakki etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil etmek endişesiyle, Kur'an-ı Hakîm'in hizmeti bize kat'î bir surette siyaseti yasak etmiş.
Sizler ey ehl-i siyaset ve hükûmet! Evham edip bizlerle uğraşmayınız. Bilakis teshilât göstermeniz lâzım. Çünki hizmetimiz, emniyet ve hürmet ve merhameti tesis ile hem asayişi, hem inzibatı, hem hayat-ı içtimaiyeyi anarşilikten kurtarmağa çalışıp, sizin hakikî vazifenizin temel taşlarını tesbit ediyor, takviye ve teyid ediyor."(12)
* Yine Gençlik Rehberi'nde izahı var. Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: "Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve câmii bırakıp radyo dinlemeğe koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler. Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev'-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir.
Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.
Birinci noktaya cevab ise: Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek. İşte o dava ise, yüzbin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev'-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler va'd u ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.(13)
* Sual: Geçen sene sizden sormuştuk ki; elli gündür merak edip dünya cereyanlarına bakmadınız ve sormadınız, o zaman bize bir cevab verdiniz. Gerçi o cevab hakikattır ve kâfidir. Fakat Risale-i Nur'un intişarı ve hizmeti ve âlem-i İslâmiyetin menfaati noktasında bir derece bakmanız lâzım iken, şimdi onüç ay oluyor aynı hal devam ediyor. Merak edip hiç sormuyorsunuz.
Elcevab: اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ âyetine en a'zam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil tarafdar olmak veya merakla o cereyanları takib etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acib zulümlere bakmak da caiz değil. Çünki zulme rıza zulümdür; tarafdar olsa, zalim olur. Meyletse وَ لاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetine mazhar olur.
Evet hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve belki inad ve asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan dünyada emsali vuku' bulmayan gaddarane bir zulüm hesabına olduğuna kat'î bir delil şudur ki: Bin masum çoluk-çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir-iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle, bombalarla onları mahvetmek ve tabakat-ı beşer cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebidleri ve sosyalistlerin ve bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek ve binler, milyonlar masumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idame ve sulhu reddetmektir.
İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikata ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur'an teberri eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip tezellül etmez. Çünki onlarda öyle dehşetli bir firavunluk bir hodgâmlık hükmediyor; değil Kur'an'a, İslâm'a yardım, belki kendine tâbi' ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zalimlerin kılınçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur'aniye elbette tenezzül etmez.
Ve milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı Kâinat'ın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur'an'a farz ve vâcibdir. Gerçi zındıka ve dinsizlik, o boğuşanların birisine dayanıp ehl-i diyaneti ezer. O zındıkanın tazyikinden kurtulmak, onun aksi cereyanına tarafdar olmak bir çaredir. Fakat şimdiye kadar o tarafdarlık, bir menfaat vermeyerek çok zararları dokunmuş.
Hem zındıka, nifak hasiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip, sana düşman eder. Senin tarafdarlık cihetiyle kazandığın günahlar, faidesiz boynunda kalır. Risale-i Nur şakirdlerinin vazifeleri iman olduğundan, hayat mes'eleleri onları çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakikata binaen, değil onüç ay, belki onüç(14) dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız. Günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?(15)
* Yine Gençlik Rehberi'nde izahı var. Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: "Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) (16)hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Hâlbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve câmii bırakıp radyo dinlemeğe koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler.
Cevaben dedim ki: Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev'-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.
Birinci noktaya cevab ise: Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek.
İşte o dava ise, yüzbin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev'-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler va'd u ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.(17)
* Bize verdiğiniz cevabda diyorsunuz: "Siyasî geniş daireleri merak ile takib eden, küçük daireler içindeki vazifelerinde zarar eder." Bunun izahını istiyoruz?
Evet bu zamanda merak ile, radyo vasıtasıyla, ciddî alâkadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevî bir divane olur, ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur. Evet ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merak ile, mütedeyyin iken âmî bir adam -beride ilme mensubiyeti varken- eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlubiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten Seyyidler Cemaatinin bir kâfire karşı mağlubiyetinden mesruriyetini gördüm. Böyle âmî bir adamın, alâkasız bir geniş daire-i siyaset hatırı için, böyle kâfir bir düşmanı mücahid bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acib bir misali değil midir?
Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili; basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla, onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.
Evet, herbir adam vatanıyla, milletiyle, hükûmetiyle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanını ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tâbi' etmek, belki aynını telakki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan, idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hâkeza çok dairelerde hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi belki yüz'dür. Bu ciddî ve lüzumlu bu kadar çok alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzumsuz ve ona göre malayani olan siyaset cereyanlarına feda etmek, divanelik değil de nedir?(18)
* Meyve'nin Dördüncü Mes'elesindeki bir hakikatın izahını Eski Said'in âfâka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hâdisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerif'teki kıymetdar vakitleri radyonun malayaniyatıyla zayi' etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki; o geniş ve karışık fırtınalı hakikatın kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nev'inde, Risale-i Nur şakirdlerinin meraklarını ta'dil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mes'ele çok geniş, vaktim de dar, hâlim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.
Meyve'nin o Dördüncü Mes'elesinde denilmiş ki: "Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır; hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur" mealinde orada denilmiştir.
Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve âfâkî hâdisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan bîçareler! Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin farz ve lâzım vazifeniz zararına, o hâdise o geniş boğuşmalara sevkediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir derseniz ben de derim:
Kat'iyyen biliniz ki: İnsanın çok mu'cizatlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi, aynen bu asırda nev'-i beşerin muvakkat ve fâni, tahribçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüzbin millet ve insan nev'i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev'-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mûcib-i merak ve ruhanî, manevî zevklere medar hâdiseler var.
Bu hakikî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve zevk ile bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakikî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz'î. Ondaki zarar ve menfaati o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhit'ten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdes'in rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek, ne derece divanelik olduğu tarif edilmez!
Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.
Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmağa çalışıyorlar, tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın.
Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i sâlihînden başka siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebaî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise; "bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir" diye siyasete aşk-ı merak ile değil; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak âdi şişelere âlet yapar.
Elhasıl: Nasılki sarhoşluk, hakikî vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle, menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de: Böyle fâni boğuşmaları ve hâdiseleri merakla takib etmek, bir nevi sarhoşluktur ki; hakikî vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümatı muvakkaten unutturduğu için, menhus bir zevk verir veya tehlikeli bir ye'se düşüp لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ âyetindeki emr-i İlahîye muhalefet eder, tokada müstehak olur. Veya لاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ olan şiddetli tehdid-i İlahî tokadına mazhar olur; zalimlerin zulümlerine hasbî olarak manen iştirak eder; bil'istihkak cezasını da dünyada, âhirette çeker.
Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kalbime geliyor ki: Bu geniş boğuşmaların neticesinde eski harb-i umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa'da deccalane bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar; Âlem-i İslâm'ın tam intibahıyla ve Yeni Dünya'nın, Hristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve Âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur'ana ittihad edip tâbi' olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder.(19)
* Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: On seneden beri siyaset ve harb vaziyetlerine çok ehemmiyet verip, merak edip bakmadığım halde bugünlerde Nur makinesinin faaliyeti azalmasından yalnız bir tek saat dünya siyasetine baktım. İnsanın en geniş dairesi, gafleti bu harb ve mücadele dairesini gördüm. Ehl-i imana böyle lüzumsuz gaflet dairelerine girmek çok zararlıdır hissettim. İnsanın hissiyat-ı uhreviyesini boğuyor ve huzur ve marifet-i imaniyenin lem'alarını söndürüyor. Çünki kendi şahsında ve en zahir şahsî fiillerinde icadsız bir cüz'-i ihtiyarîden ve gayet cüz'î bir kesbden başka elinde bulunmayan bu âciz insanlara, o daire-i siyaset içinde öyle acib ef'ali ve iktidarı veriyor ki; neûzü billah firavunane bir nevi hallâkıyeti o âciz insanlarda ve adem âlemleri hesabına çalışan o tahribçilerde tevehhüm edip, Hâlık-ı Zülcelal'in tasarrufat-ı rububiyetini ve şuunat-ı uluhiyetini daha göremiyor. O halde Hazret-i Ömer Radıyallahü Anhu ve Sahabeler gibi zemin yüzünde, o geniş daire-i siyaseti dolduracak derecede bir marifet-i imaniye taşımak lâzımdır ki; kalbini bozmasın, gaflette boğulmasın. Veya eski mücahidler gibi, yalnız cihad için baksın veya sırf din namına her şeyi kudret-i İlahiyeden bilip, beşer üstüne bir tecelli-i gazab veya adalet suretinde mukadderat-ı beşerde kader kaleminin harekâtını görsün. Yoksa boğulur. Faidesiz, zararlı sermaye-i ömrünü mahveder. Bu hakikata binaen bu asırda vukua gelen acib tehlikelerden ve tahribattan nev'-i beşer dine, imana, Allah'a, âhirete kaçmaları ve iltica etmeleri lâzım iken ve dünya hayatı tam fâni ve belalı ve tam bekasız, temelsiz, muvakkat olduğunu bilmeleri zarurî iken, bütün bütün aksine olarak ölmez, demir vücudu var ve dünyada ebedî kalacak gibi dinden ve imandan sıyrılıyorlar. Dinsizlikte çırpınıyorlar. Daha ziyade tokatlara müstehak olup en acınacak hallerinde merhametlere liyakatlarını kaybediyorlar.
Risale-i Nur'un şakirdleri siyasetten çekilmeleri ve karışmamaları çok isabetlidir. Ve vazife itibariyle vazifeli bir kısım Nurcular siyasete bakmaları, elbette selef-i sâlihîn mücahidleri nazarıyla bakıyorlar. Umumunuza binler selâm.(20)
* Ben dört senedir, bu harbin ne safahatını ve ne de neticelerini ve ne de sulh olmuş olmamış bilmediğimden ve sormadığımdan.(21)
*Yirmi sene evvel tab'edilen Sünuhat Risalesi'nde, hakikatlı bir rü'yada âlem-i İslâm'ın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından, bu asrın hesabına Eski Said'den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevî meclis demiş ki: "Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu harbde, Osmanlı Devleti'nin mağlubiyetinin hikmeti nedir?"
Cevaben Eski Said demiş ki: Eğer galib olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. -Nasılki yedi sene sonra edildi.- Ve medeniyet namıyla Âlem-i İslâm hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki'-i mübarekeye Anadolu'da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnayet-i İlahiye ile onların muhafazası için, kader mağlubiyetimize fetva verdi.
Aynen bu cevabdan yirmi sene sonra, yine gecede: "Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind'i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyetkazanmak varken; şübheli, dağdağalı, faidesiz bir düşmana (İngiliz) tarafdarlık göstermekle muzaaf bir surette ve zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dâhî insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?" diye sual benden oldu.
Gelen cevab manevî canibden geldi. Bana denildi ki: "Sen, yirmi sene evvel manevî suale verdiğin cevab, senin bu sualine aynı cevabdır. Yani: Eğer galib taraf iltizam edilseydi, yine mimsiz medeniyet namına galibane mümanaat görmeyecek bir tarzda bu rejimi Âlem-i İslâm'a, mevâki'-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üçyüzelli milyon İslâm'ın selâmeti için bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler."(22)
* Hem bundan ondört, onbeş sene evvel, "Dinsizliği çevirenler müdhiş semavî tokatlar yiyecekler" diye büyük, geniş, küre-i arz dairesindeki bu dehşetli hâdiseyi, dar bir memlekette ve mahdud insanlarda tasavvur etmiş. Hâlbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybiyeyi tasavvurunun pek fevkinde tefsir ve tabir eyledi.
Evet, Eski Said'in "Bir nur âlemi göreceğiz" demesi, Risale-i Nur dairesinin manasını hissetmiş; geniş bir daire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi, Sırr-ı İnna A'tayna'nın remziyle, onüç ondört sene sonra, "Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müdhiş tokatlar yiyecekler." deyip; o hakikatı dar bir dairede tasavvur etmiş. Şimdi zaman, o iki hakikatı tam tabir ve tefsir etti.
Evet, başta Isparta Vilayeti olarak Risale-i Nur dairesi, birinci hakikatı pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi; ikinci hakikatı da, medeniyet-i sefihenin tuğyanını ve maddiyyunluk taununun(23) aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habisenin başlarına gelen bu dehşetli semavî tokatlar, geniş bir dairede, o sırr-ı İnna A'tayna'nın hakikatını, tam tamına isbat etmiş.(24)
* Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar oniki, onüç, ondört, onaltı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi. Evvelki mes'elenin aksine olarak, geniş dairede vuku'bulan o hâdisatı ve büyük cemaatlere gelen o tokatları, küçük bir dairede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mana vermiştim ki, tam aynen iki dairede, hem küçük, hem büyük oniki sene sonra en müdhişi dünyayı terkettiği gibi; büyük dairede de onun gibi dehşetli cemaatler; oniki, onüç, ondört, onaltı tarihlerinde aynı tokatları yediler ve yiyecekler diye ihtar edildi. Ben tevilim ile bu büyük daireyi yalnız küçükte tatbik ettiğim gibi; evvelki nur mes'elesinde de bilakis küçük daireyi ve sırf imanî hâdise-i Nuriyeyi pek geniş daire-i siyasiyede tevilimle mana vermiştim. Onun için, Sırr-ı İnna A'tayna'yı herkes birden anlamaz. Hem şahsî isimleri böyle mesail-i ilmiyeye girmemek lâzım olduğundan, o risale hattâ onüç seneden beri elime geçmediğinde isabet var; kardeşlerim dahi onu merak etmesinler. Biri eğer çok merak etse, o Sırr-ı İnna A'tayna'nın başında şimdiki "Sâniyen" ile başlayan fıkrayı ve Lâhika'da geçen aynı mes'eleye dair fıkrayı okumak lâzımdır, yoksa hiç bakmasın.
O ikinci harb-i umumî ve o dehşetli şahsın dünyadan gitmesiyle ve şimdi de onun mesleği geri çekilmesi ve bir kısmı o mesleğin aksine din lehinde resmen çalışması ve ehl-i imanın istibdad-ı mutlakadan bir derece kurtulması ve az bir tevil ile o risaleciğin verdikleri haber aynı tarihlerde vuku' bulması, o surenin bir lem'a-i i'cazıdır. Fakat heyecanlı tevillerim perde çekmişti, hakikat gizlenmiş.(25)
* Bu şiddetli kışta ve manevî, dehşetli ayrı tarz bir kışta ve nev'-i beşer içtimaî hayatında müdhiş, kanlı diğer tarz bir kışta çırpınan bîçarelere, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev'iye cihetinden gayet derecede bir hüzün ve elem hissettim. Çok yerlerde beyan ettiğim gibi, yine Erhamürrâhimîn ve Ahkemülhâkimîn olan onların Hâlık-ı Kerim ve Rahîm'in hikmet ve rahmeti, benim kalbimin imdadına yetişti. Manen denildi ki: "Senin bu şiddetli teessürün, o Hakîm ve Rahîm'in hikmetini, rahmetini bir nevi tenkid hükmüne geçer. Rahmet-i İlahiyeden ileri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabbaniyeden daha ekmel hikmet, daire-i imkânda olamaz. Âsiler cezalarını; masumlar, mazlumlar zahmetlerinden on derece ziyade mükâfatlarını alacaklarını düşün! Senin daire-i iktidarın haricinde olan hâdisata, Onun merhamet ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti noktasında bakmalısın!" Ben de o lüzumsuz, şiddetli elem-i şefkatten kurtuldum.(26)
Dipnotlar
1-Kastamonu Lahikası s:119
2-Kastamonu Lahikası s:127
3-Kastamonu Lahikası s:127
4-Kastamonu Lahikası s:130-131
5-Kastamonu Lahikası s: 132
6-Kastamonu Lahikası s: 202
7-Kastamonu Lahikası s: 218-220
8-Kastamonu Lahikası s: 96-97
9-Kastamonu Lahikası gayr-i münteşirlerinden
10-Kastamonu Lahikası s: 130-131
11-Kastamonu Lahikası s: 111
12-Kastamonu Lahikası s: 116-117
13-Şualar s: 172-173
14-Hem tam yedi senedir aynı hal devam etti. Ne merak etti ve ne de sordu ve ne de bildi.
15-Kastamonu Lahikası s: 185-187
16- (*): Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.
17-Şualar-s: 172-173
18-Kastamonu Lahikası-s: 36-37
19-Emirdağ Lahikası: 1-s: 58-61
20-Emirdağ Lahikası: 1 Gayr-i münteşirlerinden
21-Şualar s: 227
22-Kastamonu Lahikası s: 20
23-Evet, maddiyyunluk taununun hastalığı nev'-i beşere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu titremeyi vermiştir.
24-Kastamonu Lahikası s: 193-194
25-Emirdağ Lahikası-1-s: 217-218
26-Kastamonu Lahikası s: 198
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
DİĞER YAZILAR
KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-59
Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size, bir hülâsasını beyan ede
KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-58
Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber
KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-57
Şeytanla bir Münazara *Bu risalenin te'lifinden onbir sene evvel Ramazan-ı Şerifte İstanbul'da
KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-56
Irkçı Olmadığı Eğer derseniz: Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyet-perverlik fik
KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-55
AHLAK-I ÂLİYESİNDEN BİR NEBZE Eski Said’in Ahlakı İstiğnası *Eski Said minnet almazdı.
KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-54
VASİYETNAMESİ * Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin sermayesini, ken
KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-53
TARİHÇE-İ HAYATIN NEŞREDİLMESİ * Tahsin’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat yirmi büyük mecm
KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-52
Mahkeme Reisine: Pek çok uzun ve mazlumane macera-yı hayatıma dair şu gayet kısa ifademi dinle
KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-51
ISPARTA DÖNEMİ-1953-1960 * Ben Isparta'ya geldiğim vakit, Isparta'da İmam-Hatib ve Vaiz Mektebi
KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-50
DEMOKRAT PARTİYE İKAZ, İRŞAD VE TAVSİYELERİ * Kırk seneden beri takib ettiğim ve Sultan Re
KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-49
Bu mübarek gecede pek şiddetli bir ihtar kalbime geldi ki: İstanbul'daki Üniversiteciler Eski Sa
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-48
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-47
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-46
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-45
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-44
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-43
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-42
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-41
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-40
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-39
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-38
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-37
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-36
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-35
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-34
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-33
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-32
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-31
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-30
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-29
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-28
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-27
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-26
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-25
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-24
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-23
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-22
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-21
- KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-20
Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın.
Fâtır, 5
GÜNÜN HADİSİ
"Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir, diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku (haluf), Allah indinde misk kokusundan daha hoştur."
Ebu Hüreyre
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...