YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-3

NEDEN HUKUK? Benim yaşayışımda askerliğin ve öğretmenliğin anlatılmaz ölçüde kıymeti vardır. Ya öğretmen veya asker olmak istiyordum. Bunu anneme söyledim. Terbiyem bozulmasın diye babamla konuşmuyoruz ya..Annem geldi bana dedi ki; “baban ‘olmaz, Harbiyeye gitmesin. Kendisine başka bir meslek seçsin” diyor.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2019-01-22 09:01:55

NEDEN HUKUK?

Benim yaşayışımda askerliğin ve öğretmenliğin anlatılmaz ölçüde kıymeti vardır. Ya öğretmen veya asker olmak istiyordum. Bunu anneme söyledim. Terbiyem bozulmasın diye babamla konuşmuyoruz ya..Annem geldi bana dedi ki; "baban 'olmaz, Harbiyeye gitmesin. Kendisine başka bir meslek seçsin" diyor.

Ben ağlamaya başladım. Annem gitmiş, demiş ki; "ya çocuk ağlıyor. Bırak gitsin harbiyeye." Babam geldi. "Bana bak oğlum, ben meslek hayatında senin hiç kimsenin emrinde olmanı istemiyorum. Düşüncelerini olduğu gibi söyleyeceksin. Senden iki gün önce askerliğe giden adam kıdemli sayılır, gelir sana emreder. Katiyyen devlet memuru olmayacaksın.

Sana iki teklifim var;

Bir; 4 metre ip alayım sana, git Garipler pazarında hamallık yap veya hâlâ devlet memuru olmakta ısrar edersen, benim evladım değilsin.

İkincisi; Hukuk fakültesinde okuyacaksın" dedi.

Sözüm ona serbest mesleğe atılmak için hukuk fakültesine kaydımı yaptırdım ama sonradan gördüm ki benim avukatlık yapmak da mizacıma uygun değil. Hâkimlik yapmam da imkânsız. Yine döndüm geldim, devlet memuru oldum. (TRT Haber, Gündeme Özel, Yavuz Bülent Bakiler 11.03.2012) (Kutlu Ülke Derneği Söyleşisi)

ÜNİVERSİTEYE GİDERKEN BABA DİREKTİFİ

1955 yılında memleketten ayrılıp Ankara'ya gelmek üzere olduğumda, babam beni karşısına aldı. "Oğlum" dedi, yüksek tahsil için Ankara'ya gidiyorsun. Yeni arkadaş muhitini Türk Ocağından seçeceksin." İtiraf ederim, ben liseden mezun oluncaya kadar Ankara'da Türk Ocağı diye bir teşkilatın varlığından haberdar değildim.

Babam devamla dedi ki; "Ankara'ya gittiğinde Serdengeçti Osman Yüksel'i göreceksin. Ona selamlarımı söyleyeceksin. Seni alıp Türk Ocağına götürmesini rica edeceksin. Ve yeni arkadaş muhitini Türk Ocağından seçeceksin. Anladın mı" dedi

"Anladım baba" dedim.

 Öfkeyle; "Bak, ben seni Ankara'ya adam olman için gönderiyorum. Sakın oradan cüdan olarak gelme. Anladın mı" dedi.

"Anladım baba" dedim.

"Hadi bakalım" dedi, "yolun açık olsun." (Bayrak Şairi Arif Nihat Asya Konferansı, 4 Ocak 2013), (Türk Ocağı Genel Merkezi, Arif Nihat Asya ve Türk Bayrağına Saygı Konferansı) (Yavuz Bülent Bakiler'in Hayatı adlı özel ev sohbeti)

ANKARA'YA GELDİĞİMDE

Ankara'ya geldim, fakülteye kaydımı yaptırdım. Sonra, Serdengeçti Osman Yüksel'in yazıhanesini aradım, buldum. Bugünkü Cebeci stadyumunun hemen yanında bir yazıhanesi vardı. 

Babamın selamlarını söyledim. Beni Türk Ocağına götürmesini istedim. Bir akşam karanlığında Serdengeçti ile beraber Türk Ocağına geldik. O Türk Ocağının muhteşem görüntüsü beni çok duygulandırdı. Merdivenlerden çıktık. 

Merdivenlerden çıkarken Timur'un türbesinin resmini gördüm. Hayranlıkla ona baktım.

İkinci kata geldiğimiz zaman sola döndük. Orada büyük bir odaya geçtik. O odada, şöminenin yanındaki koltukta, virgül gibi koltuğa kıvrılmış bir adam, etrafında beş-on delikanlıyla sohbet ediyordu.

Serdengeçti Osman Yüksel ona kendi tok sesiyle hitaben; "Galip" dedi, "bu arkadaşımız Sivas'tan geliyor. Babasının kendisine verdiği bir vazife var. Yeni arkadaşlarını Türk ocağından seçmekle vazifeli. Sana teslim ediyorum Galip, bu çocuğa iyi bakın, tamam mı" dedi.

O da;

"Anladım, emrin olur Osman ağabey" dedi. Sonra onun Galip Erdem olduğunu öğrendim.

Ve 1955'te Fakülteye kaydolduktan sonra benim için çok önemli merkezlerden biri Türk Ocağı oldu. " (Bayrak Şairi Arif Nihat Asya Konferansı, 4 Ocak 2013), (Türk Ocağı Genel Merkezi, Arif Nihat Asya ve Türk Bayrağına Saygı Konferansı) (Yavuz Bülent Bakiler'in Hayatı adlı özel ev sohbeti)

AGÂH OKTAY GÜNER'LE BİR KONUŞMAMIZ

Hiç abartmadan söylüyorum ama hiç abartmadan söylüyorum, ben Ankara'ya geldiğim zaman bir topluluk karşısında beş dakika irticalen konuşma kabiliyetim yoktu.  Çünkü çok kısır bir dil dünyası içerisine sıkışmış kalmıştım.

Bu durumdan elbette şikâyetçiydim. Son derece mıymıntı, pısırık, ensesine vurduğunuz zaman elinden ekmeğini alacağınız bir delikanlıydım ben. Bir topluluk önünde beş dakika konuşma kabiliyetim yoktu katiyyen. Evdeki güdük durum aynen üniversitede de devam ediyor.

Ve dersler başlamadan çok önce sınıfa girerek bir yer kapmayı istiyordum. Çünkü bir topluluk önünden geçmek bile benim için gerçekten bir üzüntü konusuydu. Utanıyordum.. Kalabalıklara bakmaktan utanıyordum. Kalabalıkların önüne çıkmaktan çekiniyordum. O bakımdan, dersler başlamadan önce bir tarafta, sınıfın bir köşesinde oturup hocaları dinlemeye başlıyordum.

Agâh Oktay Güner Bey Fakültenin birinci sınıfından son sınıfına kadar benim çok yakın arkadaşımdı. Dostluğumuz halen devam ediyor. Bir gün onunla Cebeci Camiinde ezan okunmasını beklerken, -o sırada Cebeci Camii inşa halindeydi-kalasların üzerine oturduk. Bana dedi ki; "Yavuz Bülent! Allah bize bir topluluk önünde irticalen 5 dakika konuşma kabiliyeti verse."

O zaman bizim için 5 dakika bir topluluk karşısında irticali konuşmak, Türkiye'nin Ay'a füze göndermesi kadar mühim bir hadise idi.

"Ne olurdu lan Oktay, 5 dakika konuşma kabiliyetimiz olsaydı" dedim.

"Ne diyorsun lan" dedi "bütün Türkiye'yi ayağa kaldırırdık."

"Yavv" dedim "bak Osman Bölükbaşı üç saat konuşuyor da ne oluyor? Millet dinliyor, ha ha ha, hi hi hi gülüyor, çekip gidiyor."

"Hayır, biz öyle olmazdık. Biz güldürmez, düşündürürdük" dedi.

Ben öyle zavallı bir çocuktum. O yıllarda benim de, Agâh Oktay'ın da bir topluluk önünde beş dakika konuşma kabiliyetimiz yoktu. Neden? Çünkü Ankara'ya yüksek tahsile Türk Ve Müslüman olarak gitmiştik. Türk'ün ve Müslüman'ın en büyük özelliklerinden birisi okumamaktır. Okumayan insanın kelime dünyası zayıftır. Okumayan insan bir topluluk önünde rahatlıkla konuşamaz. Konuşurken ikide bir "şey" der, "yani" der, "ııııı" der, "aaa" der, "tamam mı" der, "atıyorum" der, "artı" der, bir takım çirkinliklere bulaşır.

(Bayrak Şairi Arif Nihat Asya Konferansı, 4 Ocak 2013), (Haber Türk, Başka Şeyler Programı, Türkçe Elden Gidiyor mu?), (7. Sivas Kitap Günleri Var Olmamız Yok Olmamız Konferansı, Eylül, 2018), (Türk Ocağı Genel Merkezi, Arif Nihat Asya ve Türk Bayrağına Saygı Konferansı), (Medipol Üniversitesi, 24 Aralık 2014, Geçmişten Günümüze Türk Dili Konferansı), (Yıldırım Bayezıd Üniversitesi, Varlık Sebebimiz Türkçe Semineri, 23.03. 2016), (TV Net, Tarih Atlası Programı, 17.01.2014), (Adım Dostluk Grubu, Şubat Buluşması, 2018), (Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, En Büyük Sevdamız Türkçe Söyleşisi), (08. 02. 2014, Erdem Hastahanesi, şiir sohbeti), (TV Net, Net Bakış Programı), (Ensar Vakfı Genel Merkezi, Dua Toplantısı, 2018)

ÜNİVERSİTEDEKİ İKİ GURUP PROFESÖR

1955 yılında Ankara'da üniversiteye kaydımı yaptırdım. Orada ben üniversite profesörlerini tanıma fırsatını buldum.

Profesörlerimizin iki ayrı gurupta toplandıklarına şahit oldum. Birinci gurupta olan kişiler derslerini son derece rahat bir şekilde ortaya koyuyorlar, anlatıyorlardı. O kadar hâkimdiler ki konularına, bizim fakültemizin, mesela anayasa hukuku derslerine başka üniversitelerden gelen kimseleri görüyordum.

Mesela Nevzat diye bir arkadaşım vardı, ona "ya Nevzat, sen tıp fakültesinde okumuyor musun? Burada ne arıyorsun ya" dediğimde, "ya bu hocayı çok methettiler. Çok güzel ders anlatıyormuş. Merak ettim, dinlemeye geldim" derdi.

Bir başkasına "ya Rıza, sen Siyasal Bilgiler fakültesinde değil misin?" dediğimde "evet ama bu hocanın çok methini duydum, merakımı celbetti, geldim onu dinliyorum" diyordu.

Bir de bu şekilde ders veren hocaların yanında otuz yıldan beri yazmış oldukları kitapları satır satır okuyan hocalarımız vardı. Açıyor, ders kitabını önüne koyuyor, başlıyor oradan satır satır okumaya. Zaman zaman başlarını kaldırıp yüzümüze bakma ihtiyacını duyuyorlar, sonra tekrar kitaba dönüyorlar. Beş on saniye "acaba nerede kalmıştık" onu aramakla geçiyor.

İçimden, oturduğum yerden diyorum ki; "hocam, böyle ders vermekle olmaz. Sen bu dersin profesörüsün. Üstelik otuz yıldan beri de bu derslere devam ediyorsun. Buraya geldiğin zaman hiç olmazsa mübarek evinde otur da, şu kitapta vereceğin bahisleri bir oku gel de, öyle anlat, yüzümüze bakarak konuş. Nedir böyle mır mır mır mır kitap okumak. Yakışmıyor sana" diyorum içimden..

İçimin sesi bana ikazda bulunuyordu; "Yavuz Bülent, sen de aynı bu ikinci guruptaki hocalar gibisin. Sen de bir topluluk karşısında üç kelimeyi bir araya getirip konuşma kabiliyetine sahip değilsin." (7. Sivas Kitap Günleri Var Olmamız Yok Olmamız Konferansı, Eylül, 2018), (15. 03. 2015 tarihli cami sohbeti), (Medipol Üniversitesi, 24 Aralık 2014, Geçmişten Günümüze Türk Dili Konferansı), (Yıldırım Bayezıd Üniversitesi, Varlık Sebebimiz Türkçe Semineri, 23.03. 2016), (Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, En Büyük Sevdamız Türkçe Söyleşisi), (Ensar Vakfı Genel Merkezi, Dua Toplantısı, 2018)

 "NEDEN KONUŞAMIYORUM"

Ve kendi kendime diyordum ki; "yahu sen nasıl Hukuk fakültesinde öğrencisin? Yarın bu fakülteden mezun olduktan sonra herhangi bir konuda, bir topluluk önünde doğru dürüst beş dakika konuşamayacaksın. Neden böyle bir durumdasın" diye kendi kendimi suçluyordum.

Ve doğrusu bunun sebebini de bilmiyordum. Neden konuşamıyorum, neden konuşurken ikide bir "şey" diyorum, "ııı" diyorum "aaa" diyorum. "yani, falan, filan, tamam mı, artı" gibi bir takım çirkin kelimelere bulaşıyorum. Neden?"

Bunun cevabını ben Namık Kemal'in bir yazısında buldum. Günün birinde Namık Kemal'in bir makalesi bütün dünyamı değiştiriverdi. 

Namık Kemal diyor ki; "Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de insanlar kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşurlar. Bir insanın zekâsı, bildiği kelime sayısı ile orantılıdır. Bir insan ne kadar çok kelime bilirse aklını o nispette iyi kullanır. Bir insan ne kadar çok kelime bilirse, önüne konulan bir kitabı rahatlıkla okur, anlar. Kendisine anlatılanları kavrar. Ve kendisini rahat bir şekilde ifade eder.

Hafızasında yeterli kelime olmayan bir kimse, önce önüne konulan bir kitabı okuyamaz ve anlatamaz. Kendisine anlatılanları kavrayamaz. Ve kendisini ortaya koyamaz.

İmparatorluğumuzun yıkılmasında Türkçemizi zengin bir şekilde geniş kitlelere yayamamamızın büyük rolü vardır" diyor. (Haber Türk, Öteki Gündem Programı, 6 Kasım 2014), (Bayrak Şairi Arif Nihat Asya Konferansı, 4 Ocak 2013), (15. 03. 2015 tarihli cami sohbeti) (Medipol Üniversitesi, 24 Aralık 2014, Geçmişten Günümüze Türk Dili Konferansı) (08. 02. 2014, Erdem Hastahanesi, şiir sohbeti), (Kutlu Ülke Derneği Söyleşisi)

O bakımdan ben Ocak'ta konferansları takip etmekle birlikte okumaya da başladım. Okudukça, çok cahil bir insan olduğumu gördüm. Cehaletimden utandım. Sonra daha çok daha çok daha çok okudum. Derken, vaktiyle bir topluluk önünde beş dakika konuşma kabiliyetine sahip olmadığım halde, günün birinde Ankara radyosundan 'bize bir program yapar mısın' diye teklif aldım. Devlet radyolarından milyonlara hitap etme imkânı buldum. Sonra televizyon programlarında konuştum. Sonra hamdolsun memleketimi yurt içinde ve yurt dışında temsil ettim. Hiçbir toplantıdan başım eğik olduğu halde ayrılmadım. (Bayrak Şairi Arif Nihat Asya Konferansı, 4 Ocak 2013), (7. Sivas Kitap Günleri, Var Olmamız Yok Olmamız Konferansı, Eylül, 2018), (15. 03. 2015 tarihli cami sohbeti), (Kanal 58, Detay Haber'deki söyleşi), (Türk Ocağı Genel Merkezi, Arif Nihat Asya ve Türk Bayrağına Saygı Konferansı), (Yıldırım Bayezıd Üniversitesi, Varlık Sebebimiz Türkçe Semineri, 23.03. 2016) , (TV Net, Tarih Atlası Programı, 17.01.2014), (Adım Dostluk Grubu, Şubat Buluşması, 2018) (Kutlu Ülke Derneği Söyleşisi), (Yavuz Bülent Bakiler'in Hayatı adlı özel ev sohbeti), (Ensar Vakfı Genel Merkezi, Dua Toplantısı, 2018)

KALABALIKLAR

1956 yılında Fakültenin ikinci sınıfında bizim Ceza hukuku profesörümüz Faruk Eren'in derste bir açıklaması oldu. Beni hayata bağlayan, beni kurtaran, benim önümü açan çok mühim bir ikaz olduğu için burada size duyurmak istiyorum.

Bu Ceza Hukuku dersinde toplanma ve gösteri yürüyüşleri kanununu okurken Prof. Faruk Eren bize dedi ki; "Çocuklar! Dünyadaki bütün devletler kalabalıkların yürümesinden, kalabalıkların toplanmasından, hareket etmesinden endişe duyarlar. Bütün iktidarlar kalabalıklardan çok korkar.

Bu "aman kalabalıklar, aman insanlar bir araya gelmesin, aman konuşmasın, aman yürümesin" düşüncesinden kaynaklanmıyor. Bu, kalabalıkların akılsız olmasından kaynaklanıyor" dedi ve açıkladı; "kalabalıkların aklı yoktur. Kalabalıklar en cahil adamın emriyle hareket ederler. Çocuklar, bin kuşun bulunmuş olduğu bir tarlayla bin adamın bulunmuş olduğu bir meydan arasında hiç fark yoktur. Bin kuşun bulunmuş olduğu tarlaya bir taş atarsınız, bir kuş pıııırrr diye-aynen kendi ifadesi- uçar, kanatlanır. Bütün kuşlar da onu takip eder. Bin insanın bulunmuş olduğu bir meydanda bir insan kaçar, bin insan onu takip eder. Bir insan alkış tutmaya başlar, bin kişi onun alkışına kapılır. Veya bir insan " vurun" der, gelen vurur, giden vurur. Niçin vuruyor, neden vuruyor, bunun neticesi ne olur diye katiyyen düşünemez.

Çocuklar! Kalabalıkların aklı yoktur. Kalabalıklar en cahil insanın emriyle hareket eder. Bu bakımdan size bir ağabeyiniz olarak, bir hocanız olarak hatırlatmak istiyorum; sakın kalabalıklara katılmayın, sakın..kalabalıkların dışında kalın.

Bir takım insanlar vatanı kurtarmak için toplanıp bağırıyorlar, çağırıyorlar. Sonra onun büyük neticeleri oluyor. Vatanı kurtarmak yerine önce kendinizi kurtarmaya çalışın. Kendiniz kurtarmadıktan sonra vatanı kurtarmak mümkün değildir."

Ve bir açıklamada bulundu; "Hepiniz" dedi, bu fakültelerde bekâr insanlar olarak okuyorsunuz. Anneleriniz- babalarınız var. Unutmayın çocuklar! Bir anne ve bir baba vefat ettiği zaman evladının yüreğinde bir yara açılır. Zamanla o yara küçülmeye başlar. Ama bir baba ve annenin evladı öldüğü zaman onu yüreğinde bir yara açılır ve gittikçe büyümeye başlar. O bakımdan, annelerinize ve babalarınıza, milletinize ve devletinize bir parçacık sevginiz varsa, bu kalabalıkların dışında kalın. Vatanı kurtarmaktan önce kendinizi kurtarmaya çalışın" dedi.

Bu açıklama bana çok tesir etti ve dedim "Faruk hoca neden böyle söylüyor?" Sonra bunun önemini kavramaya başladım. Ve -yeminle söylüyorum- o yıllarda talebe hareketleri başlamış durumdaydı. Devrin iktidarına karşı meydanlarımızda, sokaklarımızda, üniversitelerimizde kafa tutanlar, zaman zaman büyük hadiselerin doğmasına sebebiyet veriyorlardı.

Ben hocamın ikazını dikkate alarak, o toplantılardan hiçbirisine katılmadım. Hatta o kadar ki, inanmayacaksınız, fakültenin kütüphanesinde ders çalıştığım zaman polislerle öğrenci arkadaşlar arasında kavga oldu. Öğrenci arkadaşlar fakültenin en üst katındaki kütüphanelere koştular. Polis onların arkasından geldi. Kütüphanelerde kavgalar oldu. Şu tarafımdaki kavgaya başımı çevirip bakmadım. Faruk hocanın ikazı hep dikkatimi çekti.

Sonra ne oldu biliyor musunuz? Benden çok daha zeki, benden çok daha kabiliyetli, benden çok daha derslerine çalışan arkadaşlarım, o topluluklara katıldıkları için, vatanı kurtarmak için yapılan bir takım hareketlere iştirak ettikleri için, fakülteden mezun olamadılar. Fakülteden ayrılmak mecburiyetinde kaldılar. Ben ise Allah'a çok şükür kendimi o topluluklar içinde kaybetmediğim için, hukuk fakültesinden mezun olarak hayata atıldım. (Yıldırım Bayezıd Üniversitesi, Varlık Sebebimiz Türkçe Semineri, 23.03. 2016), (Düzce Üniversitesi, Mehmed Akif Söyleşisi)

ANNEMİN DEDİKLERİ

Ben Namık Kemal'in sözlerini okuduktan sonra Sivas'a her sömestr tatilinde bir bavul dolusu kitapla geldim. Sahaflara gidip, üçte bir fiyatına, dörtte bir fiyatına kitaplar alıyordum.

Annem anlatılmaz ölçüler içerisinde üzüntü duyuyordu. Ve bana diyordu ki; Benim aslan oğlum! İyi yürekli oğlum! Güzel oğlum! Oğlum bu kitaplara verdiğin parayı, leblebiye, üzüme verip yesen senin için daha iyi olmaz mı?!"

Annelerimiz böyledir. Sizin anneleriniz de böyledir. Annelerimiz böyle olduğu için Türkiye yerinde saymaya devam ediyor. Niye? Aklımızı kullanamıyoruz.

Ben yaşadıkları müddetçe anneme de babama da "öff" demiş adam değilim..katiyyen..

Ama her defasında annemin boynuna sarılarak, onu yüzlerinden öperek, ona anlattım ki " bak anne, ben bu kitapları okumazsam, senin ifadenle bu kitaplara verdiğim paraları leblebiye, üzüme verip yersem, nolur biliyor musun anne?

Önce, bu göbeğim benden iki karış önde gider. Sonra anne benim bu sandalyelerden, bu minderlerden, bu perdelerden hiçbir farkım olmaz anne. Ben bir toplantıda üç cümleyi yan yana getirip konuşamam. Sen ister misin anne herhangi bir yerde benden bahsedilirken desinler ki; "Ya bu Hayriye hanımın oğlu ne kadar eşek bir adam ya. Bir de hukuk fakültesinde okumuş. Daha ne söylediğini bilmiyor. Üç cümle söyleme kabiliyetine sahip değil. Anne böyle söylemelerini ister misin?"

"Yooo katiyyen istemem."

"Anne bunu istemiyorsan, anne çok yalvarıyorum, anne ne olursun bu kitaplara dokunma" der, ağlayarak müteaddit defalar boynuna sarılarak, onu öperek anneme inandırdım ki, bu kitaplardan herhangi bir zarar gelmez, fayda gelir.

Annem gerçi ben üzülmeyeyim diye böyle konuştu ama zaman zaman da; "bıktım usandım. Babası bir taraftan, oğlu bir taraftan yüzlerini kapatır, oturup kitap okurlar. Bizimle konuşmaları yok" derdi. 

Ablamın düğün hazırlıkları başlamıştı. Çeyiz eşyası için annem de büyük bir gayret içerisindeydi. Bir gün:

-Anne, dedim, ablamın çeyizi için gece-gündüz çalışıyorsunuz. Fakat benim çeyizim için hiçbir hazırlığınız yok. Olur mu bu? Allah'a reva mı yani?

 -Vay toprak benim başıma! Erkek çocuğun da çeyizi olur muymuş?

-Olur, tabii anneciğim. Bak bu kitaplar da benim çeyizimdir! Bak bu kitaplar da benim çeyizimdir! Benim kolum-kanadım, benim dilim yüreğim bu kitaplarda. Onlarsız yaşayamam anne! Sen o kitapları sevmediğin için çok üzülüyorum. Ne olur, benim çeyizimi kötüleme anne! Evlendiğim zaman onların hepsini almadan bu evden çıkmayacağım. Ablam, çay bardaklarına, fincan tabaklarına kadar çeyizinde ne varsa, alıp götürmeyecek mi? Ben de evlendiğim zaman bu kitaplardan burada bir yaprak bile bırakmayacağım. Benim çeyizime söylenme anne! Gerçekten çok üzülüyorum. Ayrıca senin üzülmene de üzülüyorum. Benim çeyiz eşyam olan bu kitaplar karşısında, ne olursun biraz sabırlı ol benim güzel annem!"

 Bu sözlerim, annemi çok duygulandırmış. O konuşmadan sonra kitaplarım aleyhinde ondan tek kelime olsun duymadım. Hatta o kadar ki, küçük kardeşim, zaman zaman kitaplarımı karıştırmak istediğinde annem onu şiddetle ikaz ediyormuş:

 -Oğlumun çeyizine dokunma! Oğlumun çeyizine dokunma, diyormuş.

(7. Sivas Kitap Günleri, Var Olmamız Yok Olmamız Konferansı, Eylül, 2018) (Medipol Üniversitesi, 24 Aralık 2014, Geçmişten Günümüze Türk Dili Konferansı), (Yıldırım Bayezıd Üniversitesi, Varlık Sebebimiz Türkçe Semineri, 23.03. 2016), (Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, En Büyük Sevdamız Türkçe Söyleşisi), (Kutlu Ülke Derneği Söyleşisi), (08. 02. 2014, Erdem Hastanesi, şiir sohbeti), (Ensar Vakfı Genel Merkezi, Dua Toplantısı, 2018)

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Biz onu (Kur'an'ı) mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır.

Duhân, 3

GÜNÜN HADİSİ

Mü'minin sezgisinden sakının, çünkü o Allah'ın nuruyla bakar.

Taberani

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI