NÜKTELER-1
Kıymetli ziyaretçilerimiz, merhum Mehmed Kırkıncı Hocaefendi’nin “Nükteler” adlı eserini bir konu tasnifine tabii tutarak bir çalışma hazırladım. Sizlerin istifadesine sunuyorum.
Kıymetli ziyaretçilerimiz, merhum Mehmed Kırkıncı Hocaefendi'nin "Nükteler" adlı eserini konu tasnifine tabii tutarak bir çalışma hazırladım. Sizlerin istifadesine sunuyorum.
Nükteler aslında müellifin 1970'lerde neşredilen "Hikmet Pırıltıları" adlı eserinden kısa izahların Cihan Yayınları tarafından ayrı bir kitap haline dönüştürülmesinden ibaret. Bilindiği gibi bu izahlar, merhum hocamızın Risale-i Nur derslerinde sünuhat kabilinden kalbine akseden misallerin not tutulması ve daha sonra dökümü yapılarak, kendi tashihlerinden geçtikten sonra bir kitap şekline bürünmesi ile oluşmuştu. Merhum Osman Demirci hocanın tabiriyle "Ebu'l Mesel"(Misal babası) olan hocamız, iman hakikatlerinde zor anlaşabilecek konuları bir misal dürbünü ile gözümüzün önüne getirmesi ile yekta bir şahsiyet idi. Bizim yaptığımız da, bu eserde ayrı ayrı sayfalarda serpiştirilmiş meseleleri konularına göre tasnif etmek oldu.Erhamürrahimîn olan Allahü Teâlâ hem kendisine hem de üstadı Bediüzzaman'a felek çarklarını durduruncaya kadar rahmet etsin... Âmin. Salih Okur/cevaplar.org
Not: Bu vesileyle merhum Kırkıncı Hocaefendi'nin mantık örgüsü ile kısa bazı şahitliklere yer vermek isterim.
* O, İslami meseleleri özellikle de anlaşılması zor, müşkül, muğlâk meseleleri kolaylıkla makul, anlaşılabilir hale getirebilen felsefi zekâya sahip ender kişilerden biriydi(Latif Erdoğan)
* Kırkıncı hoca ders demekti, anlatmak demekti, etkilemek demekti. Dünyada önemsediği tek şey şoförü ile bir arabaya binip derse gitmek ve yerini almak, izah etmek, konuşmaktı. Öyle zevk alırdı ki anlatırken siz bir kuvve-i anil merkeziyeye kapılmış gibi olurdunuz. Kırkıncı Hoca Risale-i Nur okunsun, dinlensin sonra ders bitsin diye konuşmazdı. Biz derse götürdüğümüz adamların dilinin altındaki nihilist, ateist veya gafletten doğan ihmalleri anlatırdık. O da bir doktor gibi, bir dini psikanalist gibi kalabalık bir insan topluluğunda o şahsın kafasındaki şüpheleri gidermek için mantıki örneklerle konuşur, kişiyi fark ettirmeden ikna ederdi, böyle yüzlerce münkiri ve ateisti diz çöktürüp Allah'a kul etmiştir.(Prof. Dr. Himmet Uç)
* En büyük özelliği münazara ilminin bütün konularına hâkim olmasıydı. Muhatabını dinlemesini çok iyi bilirdi. Muhatabı ne kadar menfi konuşursa konuşsun önce onu dinler, konuşması bittikten sonra onu ikna eden veya susturan cevaplar verirdi. Risale-i Nurdaki en kapalı tılsımları, en kolay bir üslupla, her fakülteden olan talebelere izah edebilirdi. Sen ona bir soru sorduğun vakit, anlayıncaya kadar hiç yorulmadan sana izah etmeye ve aklına yaklaştırmak için misaller getirmeye devam ederdi. Konuşmasını zaman zaman fıkra sayılabilecek küçük öyküler, nükteler ve hikmetli sözlerle süslerdi. Amaç, konuyu talebelerin zihnine yaklaştırmaktı.(Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz)
*Akıl, mantık ve mizah kumkuması bir insandı Kırkıncı Hoca. Örnekleri dilden dile dolaşır, nice ruhları karanlıktan kurtarırdı. (Prof. Dr. Himmet Uç)
*Hikmet Pırıltıları ismindeki eseri onun kıvrak zekâsının ve bahisleri anlatmada kurmaca tarzı hikâyelerinin bir mecmuası gibi. O her bahsi misallerle anlaşılır hale getirirdi. Bu eseri çok daha düzenli bir şekilde basılsa keşke. Bir edebiyat harikası çünkü(Prof. Dr. Himmet Uç)
* Kırkıncı Hocam, Erzurum'da sakalıyla takkesi ile sıradan görünümlü, içi Risale-i Nurlar ile alev alev yanan bir adamdı ve bir mantık abidesiydi. Mevzu Risale-i Nurlar olunca, o sıradan insan birden devleşiyor, konuşan üniversite, konuşan bilim dalı oluyordu; profesörleri hayran bırakan... Kendine has konuşması ile en müşkül suallere öyle cevaplar veriyor ve iman hakikatlerini öyle izah ediyordu ki; hayran kalmaktan başka bir şey gelmezdi elinizden ve ah keşke böyle anlayacak şekilde okusak derdiniz…(Selahattin Gezer)
* Kırkıncı Hocaefendi yıllarını ateizmin zehir sofrasında bitirmiş nice insanları bir iki saatlik muakele, mantık, dramatik tablolarla uyarır ve onu kulluk vadisine getirirdi. Onu gördüğünde başı yükseklerde olan nice insan başı önünde yanından ayrılır, bir kartalken, bir bülbüle, güvercine dönüşür. Ruhlar onun sohbeti ile uyanır ve uyarılır. (Prof. Dr. Himmet Uç)
* Kırkıncı Hocamız gerek üslubunda gerekse anlatışında büyük bir düşünce ve muhakeme kuvvetine sahip, anlattıklarında hiçbir zaman mantıken boşluk bırakmayan, anlattıklarını adeta örerek inşa eden, mütevazı, tüm mahlûkata, Yunus gibi, yaratıcısından dolayı sonsuz hürmet eden, belki anlaşılması zor, kapalı, çapraşık konuları çok kolaylıkla ve anlaşılabilir bir hale getiren, felsefi bir zekâya sahip olan, çok zeki, çok nadir bir insandı. (Mustafa Damlarkaya)
*Dünyada Ezop gibi, intaklı, teşhisli, benzetmeli ve misalli, anlatımla düşüncelerini en güzel anlatan, bir dünya filozofudur(Ergun Göze)
*Nur çekirdekleri onun tûrab-ı karihasında neşvünema bulmuş, semeradar ağaçlar olmuş, müteharrileri hissedar etmiştir. Malik olduğu mütenevvi ilimleri Nurun potasında eritmiş, ilmi müktesebatını mefkûresine hadim kılmıştır(Ömer Sevinçgül)
AHİRETBunun İçin Mi?
Bir kimyager büyük bir ihtimam ve çalışma sonucu her yaprağı on milyon lira kıymetinde olan gayet güzel ve eşsiz çiçekler yapsa ve sonra bunları adi bir saman çöpüymüş gibi keçilere yedirse ne kadar abes olur. O halde, her bir azası on milyarla değişilmeyecek kadar kıymetli olan bu insanları, elbette ki Hakîm-i Zülkemâl olan Allah (C.C.), sadece ve sadece toprak altındaki kurt ve böceklere yedirmek için yaratmamıştır.
İşte ahiret olmasa, insanın âkıbeti bu tarzda olur.
Eğer ahiret olmazsa
Çocuklar da uçak yaparlar, fakat ona binip seyahat edemezler. Onlar da oyuncak kaplarda yemek pişirir ve ellerini ağızlarına götürerek dudaklarını açıp yumarlar, fakat karınları doymaz. Onlar da oynarken aralarından birini kumandan yaparlar, fakat onun kumandanlığı beş para etmez. Ne emri ile ordular harekete geçer ve ne de kendisi kumandanlık maaşı alır.
Eğer ahiret olmazsa, dünyada yaptığımız bütün faaliyetler de böyle bir oyundan ileri geçmez.
Kâinatın baş belâsı olmadığımıza göre..
Bir zât, hammaddelerden mükemmel mamûller yapan hârika bir fabrika inşa etse, bütün cihazlarını hikmetle yerleştirse ve fabrikanın bütün levazımatını tedarik etse, fabrika çalışıp maksuda muvafık neticeleri verdikten sonra, bu zât bu mamûlleri ikinci bir fabrikasına soksa ve bu fabrika söz konusu mamûlleri hammaddelerinden de daha kıymetsiz bir hale getirse, elbetteki bütün bu faaliyetler abes ve israf olmuş olur.
Eğer âhiret olmazsa, Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olduğu şu kâinat fabrikası temsildeki birinci fabrikaya, insan ise temsildeki ikinci fabrikaya benzer.
Kâinat fabrikasında unsurlar terbiye edilip nebatat haline, nebatat da hayvanat haline getiriliyor. İnsan ise yediği bir elmayı veya bir tavuğu necasete inkılâp ettiriyor. Eğer âhiret olmazsa ve insan oraya namzed ve ulvî gayelerle yüklü bulunmazsa, nev-i insan şu kâinatın başına belâ olmuş olur. Şöyle ki:
Güneş her sabah kendi mahsulâtı olan ışığını bizim pencerelerimizden içeri atıyor. Toprak, yetiştirdiği nebatatı bize uzatıyor. Koyun ise, akşama kadar dağda taşta dolaşıp elde ettiği sütü bizim kabımıza boşaltıyor. At ise, akaryakıtını alan bir taksi misâli, otlayıp karnını doyurduktan sonra sırtına binmemiz için kapımızda bekliyor. Hava, zaten bir an olsun yanımızdan ayrılmıyor.
Bu mahlûkatlar, bizi böyle nazeninâne besledikten sonra, biz Cenâb-ı Hakk'a karşı kulluk vazifemizi ifa etmeyip, sadece dünyevî işler ve zevkler peşinde koşsak, bütün ömrümüz boyunca bu faaliyetlerin neticesini necasete inkılâp ettirmekten başka bir iş yapmamış oluruz. Bu azîm cinayetin cezasının da ne derece dehşetli olacağını kıyas ediniz.
Farelere ziyafet mi?
Eğer âhiret olmazsa, kazandığımız servetlerin veya eriştiğimiz ilmî mertebelerin mahiyeti şu gülünç hali alacaktır: İnsan fakir olarak ölse, tarla fareleri fakir insan etiyle; zengin olarak ölmesi halinde ise, zengin insan etiyle beslenirler. Veya okuma yazma bilmeden ölsek, tarla fareleri okumamış insan eti yerler, okuyup profesör olmamız halinde ise, onlara profesör eti takdim etmiş oluruz. Bizim dünyaya gönderiliş gayemiz tarla farelerini beslemek olamayacağına göre, elbette âhiret vardır ve Cenâb-ı Hak bizi oraya namzet etmiştir. Kabre konulan bedenimiz ise, ruhumuzun eskimiş elbisesidir
Tahsilden gaye
Hükümet, bazı kimseleri tahsil ve ihtisas için haricî memleketlere gönderiyor ve onlara milyonlarca lira masraf yapıyor. Hiçbir hükümet düşünebilir misiniz ki, böyle büyük masraflarla okuttuğu kimseleri, memlekete döndüklerinde köylere çoban tayin etsin. O şahısların çoban olmaları için böyle bir tahsile lüzum olmadığından, bu hal gösteriyor ki, bu zatlar ihtisaslarını tamamlayıp döndükten sonra, yüksek makamlarda büyük vazifelerle iştigal edeceklerdir.
Aynı şekilde, bu dünyaya gönderilen insanlar da, umum kâinatla beslendikten ve kendilerine güneş, hava, arz gibi câmid şeylerden başka nebatât ve hayvanâtın da hizmetkâr olmasından sonra, eğer toprağa sokulup bir daha kalkmamak üzere yatırılırlarsa, bu dünyada yapılan masraflardan, edilen ibadetlere ve kazanılan faziletlere kadar her şey hiçe iner. Ve bu halde insanlar, misâldeki zatların çoban olmalarından çok daha aşağıya, yani kabristanda böceklere yem olma derekesine düşerler.
Elbette ki hakikat böyle tezahür etmeyecek ve itaatkârların mükâfat, âsilerin ise ceza görecekleri bir başka diyara gidilecektir.
Ancak ahiretin varlığıyla, insanların dünyaya gelmeleri bir mânâ kazandığı gibi, iyiliklerle kötülüklerin de bir farkı olmaktadır. Şöyle ki:
Meselâ; üniversite talebelerinin bütün çalışma ve gayretleri tahsil dönemine münhasır kalsa, tahsil sonrası hayatlarında hiçbir fonksiyonu olmasa, o zaman üniversitelerin yapılması ve orada tahsil görülmesi mânâsız olacağı gibi; çalışkanlıkla tembelliğin, hocalara hürmetle profesör dövmenin, ahlâklı ve terbiyeli olmakla, akla hayâle gelmez edepsizliklerde bulunmanın da bir farkı kalmayacaktır.
Bilindiği gibi, üniversitedeki en çalışkan ve ahlâklı bir talebe ile en ahlâksız ve tembel bir talebe, okuldan zahiren birlikte ayrılmaktadır. Fakat bu ayrılışta birincisinin elinde diploma, diğerinin elinde ise belge vardır. Eğer istikbâl diye adlandırılan bir hayat olmaz ve okuldaki iyilikle fenalık o âlemde netice vermezse, o zaman bir cihette, meselâ; ders çalışmama cihetiyle tembel ve ahlâksız olan talebe, daha ziyade akıllılık etmiş olur. Bu ise hakikatların zıtlarına inkılâbıdır ve muhâldir. Demek ki, üniversiteden sonra, tahsil ötesi bir âleme gidilecektir.
İşte, yukarıdaki misâl gibi, bu dünya da bir imtihan meydanı olduğundan, ahiretin (hâşâ) olmaması halinde, imânla imânsızlığın, edeple edepsizliğin, faziletle rezaletin, itaatla isyanın bir farkı kalmaz. Hakîm-i Ezelî bu hikmetsizliğe elbette müsaade etmeyecek ve insanlar ya mükâfat veya ceza görmek üzere bir diyâr-ı ahere gideceklerdir.
Nasıl oluyor da!
Ağzından çıkan tek bir kelimeye dahi mânâsız denilmesine razı olmayan insan, nasıl oluyor da âhireti inkâr etmek suretiyle bu koca kâinatı mânâsızlıkla ittiham edebiliyor?
Adem-i israf ve ahiret
Her insana bir çift el verilmiş ve bu ellere binler vazife takılmıştır. İnsanlar yeme ve içmekten yazı yazmaya, çalışmaktan elbise giymeye kadar bütün işlerini bu bir çift elle yapmaktadırlar. Aynı şekilde insan, bir tek dil ile her çeşit tadı alabilmekte ve yemeklerin muhtelif sıcaklıklarını ölçebilmektedir.
Her bir iş nevi için ayrı bir el ve her bir tad ve sıcaklık için ayrı bir dil icab etseydi, insanların yanlarında arabalarla el ve dil taşımaları lâzım gelecekti.
Bir insanın vücudunda fazla bir aza bulunamayacağı gibi noksan bir hususa rastlamak da mümkün olmayacaktır. Eğer ahiret olmazsa, bir tek dilinde binler hikmet ve israfsızlık delilleri bulunan bu insan, tamamıyla israf edilmiş olacaktır.
Mes'ele sadece insanın israf edilmesiyle de kalmayacak, ona hizmet eden umum cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanların da yaratılışı abesiyete inkılâp edecektir. Yani, meyve israf edilince ağaç da israf edilmiş olacağı gibi, insanın, ölümle yok edilmesi, kâinatın idamı ve yok edilmesi demek olacaktır. İsraftan ve abesiyetten münezzeh olan Hakîm-i Ezelî, elbette va'dettiği ahirete bizleri götürecek ve bu güzel kâinatı israf etmeyecektir.
Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi
İnsanın nefsine dercedilen binlerce ihtiyaçlar ve arzular; o arzulara cevap verecek, o ihtiyaçları tatmin edecek haricî nimetlerin vücuduna kat'î bir bürhandır. Meselâ, bir tavuğun altına hem ördek, hem de tavuk yumurtası konulmuş olsun. Zamanı gelince, tavuk yumurtasından izn-i İlâhî ile çıkan civciv derhal yeri eşelemeye başladığı halde, ördek yumurtasından çıkan yavru sağa sola koşar ve yüzeceği bir göl yahut bir nehir arar. Ördek yavrusunun göle olan bu arzu ve iştiyakı, hariçte göllerin, nehirlerin vücuduna delildir. Ve o yavrularda bu arzuyu yaratan, gölleri ve nehirleri yaratandan başkası değildir. Eğer o Hâkim-i Zülcelâl, akarsuları, gölleri yaratmasaydı ördeğe o arzuyu vermezdi.
Aynen bu misâl gibi, insandaki ebed arzusu da, ebediyetin ve ebedî saadetin vücuduna kat'î bir bürhandır. Madem, O Hakîm-i Zülcelâl, insana ebed arzusunu vermiş, elbette rahmetiyle ebedî saadeti ihsan edecektir.
Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ebed ebed sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse ebede karşı olan ihtiyacın yerini dolduramaz.
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
DİĞER YAZILAR
Bilin ki, Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.
Hûd,18
GÜNÜN HADİSİ
SABAH İLE YATSI NAMAZLARINI CEMÂATLE KILMANIN FAZÎLETİNE DÂİR EBÛ HÜREYRE HADÎSİ
Münâfıklara sabah ile yatsı (cemâat) namazlarından daha ağır hiç bir namaz yoktur. (Halbuki) bu iki namaz(ın cemâatin)de olan (ecir ve fazîlet)i bilseler emekliye, emekliye (sürtüne, sürtüne) de olsa onlara gel(ip hâzır ol)urlardı. (Ebû Hüreyre)
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...