NÃœKTELER-9

KULLUK Dil Başka Konuşma Başka Devenin dili bizim dilimizden çok daha büyük olduğu halde konuşamı¬yor. Demek ki dil başka, konuşma başkadır. Aynen göz ile görmenin farklı olması gibi. Dilde konuşmayı yaratan ancak Mütekellim-i Ezelî’dir.


Mehmed Kırkıncı

.

2020-01-01 10:39:11

KULLUK

Dil BaÅŸka KonuÅŸma BaÅŸka

Devenin dili bizim dilimizden çok daha büyük olduğu halde konuşamı­yor. Demek ki dil başka, konuşma başkadır. Aynen göz ile görmenin farklı olması gibi. Dilde konuşmayı yaratan ancak Mütekellim-i Ezelî'dir.

Diğer hayvanattan farklı olarak bizim dilimize takılan bu mücevherat ve bize yapılan bu hususî lûtuf, elbette ki müstehcen şarkılar söyleyelim, başkalarına hakaret edelim veya malâyanî sözler konuşalım diye değildir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'in de bize neleri konuşmamızı bildirmişse on­ları konuşacak ve neleri konuşmaktan men etmişse dilimizi onlardan uzak tutacağız.

Kurdun yaptığını yapmak

Bir adamın elsiz olduğunu ve bir pazarda her çeşit el satıldığını farz ediniz. O farazi pazara giden bu adam, insan eli satılan dükkâna vardığında bu elin üzerinde yüz elli milyon lira etiketini ve yanı başında kurt eli satılan dükkânda ise kurt elinin üzerinde yüz ellibin lira etiketini müşahede etse, elbette ki ne pahasına olursa olsun insan eline müşteri olacak ve onu satın almak isteyecektir.

Şimdi, bu adam yüz elli bin lirayı ödeyerek insan elini aldıktan sonra, o el ile kurdun elinin yaptığı işi yapsa ne kadar divânelik etmiş olacaktır.

İşte, kendisine takılan bu cihanbaha cihâzat-ı insaniye ile, hayvanatın yaptığı işleri işleyen bir kimsenin ne derece hasarete düştüğünü bu misâlle kıyas ediniz. 

Emanet Mermiler

Bir asker, kendisine sayı ile teslim edilen mermileri kumandanın izin vermediği yerlere boşuna harcadığında ceza gördüğü gibi, onları düşman askeri yerine kendi silâh arkadaşlarına karşı kullandığı takdirde ise cezası kat kat ziyade olur. İşte, bizim ömrümüzün her bir saati veya dakikası da, Allah tarafından sarf edilecek saha belirtilerek verilmiş birer mermi hükmündedir. Bu emanet mermileri malâyânî şeylere ve İslâm'ın nehyettiği sahalar­da kullanmaktan kat'iyyetle içtinâb etmemiz icab etmektedir.

Yukarıda verilen mermi misâlini genişleterek, göz dürbününe, ceset el­bisesine ve insandaki sair cihazlara tatbik edebilirsiniz..

Nasıl kullanacağız?

Hiçbir eser kendi mahiyetini bilemez. Meselâ, bir motor kendisinin motor olduğundan habersizdir. Onun ne olduğunu ve neye yaradığını, onu kullanan zat bilmektedir. Aynı şekilde göz, bir görme fabrikası olup, kendisinin ne olduğundan habersiz bulunmaktadır. Onu, ruh denilen efendi kullanmakta ve onun penceresinden bu alemi seyretmektedir. Kulak da kendisinin işitme aleti olduğundan bihaberdir. Onu da ruh istimâl etmekte ve bu alemdeki seslerden istifade etmektedir.

Diğer âza ve cihâzatımızı bunlara kıyas edebilirsiniz.

İnsan bedenindeki bu aletler, kendi mahiyetlerinden olmadıkları gibi, ruh da bir eser olduğu cihetle, o da kendi mahiyetini bilememektedir.

Gözün görme fiilinde, kulağın da işitme vazifesinde kullanılmakla kıymet kazanması misâli, ruh da hangi gaye için yaratılmışsa ona harfiyen riayetle kıymet kazanacak ve ebedî saadete namzed olacaktır.

Hiçbir eser, kendisinin nerede ve nasıl kullanılacağına kendiliğinden karar veremeyeceği için, akıl da neleri sevip, nelerden nefret edeceğine, kime ibadet edip, nelerden uzak duracağına kendisi karar veremez.

İşte Hâlik-ı Zülkemâl olan Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Hakîm'inde ruhumuzu ve ona bağlı bulunan cihâzat ve lâtifelerimizi nerelerde ve ne şekilde kullanacağımızı beyan buyurmuştur. O'nun yap dediğini yapmak, sev dediğini sevmek, kork dediğinden korkmak, oku dediğini okumak, ruhumuzun sıhhat ve terakkisine sebep olacaktır. Her mü'minin Cennetten alacağı lezzet de bu sıhhat ve terakki nisbetinde olacaktır.

Cihâzatımız ve...

İnsandaki bütün cihâzat, insanın hem dünya, hem de ahiretini kazanması için verilmiş birer alet veya diğer bir ifadeyle, insanın saadeti dâreyn hedefini vurabilmesi için verilmiş birer silâh mesabesindedir.

Bununla beraber direksiyonun yanlış kullanılması, insanı uçuruma yuvarlayacağı gibi, yanlış kullanılan silâh da hedef yerine kalbe ateş eder ve kullananı öldürebilir. Meselâ, korku silâhını kullanmayı bilmeyen bir insan, bu silâhla kendini vurabilir. Korkulmayacak şeylerden korkmanın hayatı azaba çevirmesi, bunun güzel bir misâlidir.

Bizi silâhlarımızla beraber bu dünyaya getiren Hâlik-ı Teâlâ, bunların nasıl kullanılacağını da ayrıca bildirmiş bulunmaktadır. Göz dürbünüyle neleri seyredebileceğimiz, kulak cihazıyla hangi sesleri dinleyeceğimiz, dilden hangi hedeflere ateş edeceğimiz, başımızı nelerin karşısında dimdik tutup, hangi hallerde önümüze eğeceğimiz veya yere kapatacağımız bize Kur'ân-ı Kerîm ile öğretilmiştir. Bu noktada bize düşen tek şey, söyleneni harfiyen yapmaktan ibarettir.

Nasıl ki bir fabrikanın netice verebilmesi için ondaki her bir alet ve makine, katalogda gösterilen şekle aynen uyularak yerleştiriliyor, aksi halde, o fabrikadan netice alınamıyor. Aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hakk'ın en güzel şekilde yarattığı ve yaradılış gayesine uygun çalıştığında Cennet, muhalif çalıştığında ise Cehennem meyvesi veren bu insan fabrikasındaki her bir maddî ve manevî cihaz da, Kur'ân-ı Kerîm'de beyan edilen tarza harfiyen uyularak istimal edilecektir.

Bu hususa şahsî fikir karıştırmamız, aynen bir fabrikanın netice verebilmek için nasıl çalışması gerektiğine kendisinin karar vermesine benzer ki, bu tarz hareketin sonu ancak hüsrandır.

Ölçü

Gül ağacının gülleri dostlar için, dikenleri ise düşmanlar içindir. Gül, bu mânada gül ağacının lûtfu, diken ise gazabı gibidir. Veya gül o ağacın cemâli, diken ise celâli mesabesindedir.

İşte bizler de Cenâb-ı Hakk'ın bize taktığı cihâzat ve hissiyatımızı o gül ağacı gibi istimal edeceğiz. Bizdeki adâvet, kin, gurur, hırs, gazap gibi his ve kuvvelerimizi yerinde istimal ettiğimiz takdirde, yani onları düşmanlara karşı kullanmamız halinde, o dikenler de gül kadar güzel ve faydalı olurlar. Aksi halde, yani bu silahları kendi kardeşlerimize karşı kullandığımızda büyük zararlara yol açacağımız gibi; bizdeki muhabbet, lûtuf, tevazu gibi çiçekleri de dostlar yerine düşmanlara takdim ettiğimizde, o çiçekleri dikenlere çevirmiş oluruz.

İşte bütün mes'elemiz, güller ve dikenler arasındaki muvazeneyi muhafaza edebilmek ve her birini kendi yerinde kullanabilmektir.

Her hususta olduğu gibi bu noktada da rehberimiz Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'dir. O Zat (S.A.V.) cemâliyle Sıddîklar, Ömer'ler, Osman'lar, Haydar'lar yetiştirdiği gibi, celâliyle de onları münkirlerin şerrinden muhafaza etmiştir. Mevzuyla alâkasına binaen, bir hususa da ayrıca işaret edelim:

Her insan sadece kendi aklının kabul ettiği veya kendi vicdanının tatmin olduğu şeyi ölçü olarak kabul ettiği takdirde nizam bozulur ve her yerde ve her şeyde karışıklık başlar. Meselâ, bütün saatlerin bir merkeze göre ayarlandığı ve o merkeze nazaran ileri giden veya geri kalan, yani ifrat ve tefrite düşen saatin yanlış yolda olduğundan bahsedildiği malûmunuzdur. Eğer herkes kendi saatini kendi aklınca ayarlarsa bir aile içinde dahi karışıklık çıkacak ve nizam bozulacaktır.

Diğer taraftan, yine bilindiği gibi uzunluk ölçüsü olarak metre kabul edilmiştir. Bu ölçü herkesçe kabul edildiği için bir mağazacıdan iki metre kumaş istediğinizde size metrenin ne olduğunu sormaz ve istediğiniz kumaşı derhal keser. Herkesin kafasında ayrı bir metre olsa, o takdirde elinize aldığınız uzunca bir sırığı mağazacıya uzatıp, bana bununla iki metre kumaş ver, dediğinizde, kumaş almak yerine mağazacıdan sopa yiyeceğiniz gibi, aksi halde, yani istediğiniz kumaşı mağazacının küçük bir çubukla veya kibrit çöpüyle ölçmeye kalkması halinde de bu defa itirazda bulunan siz olacaksınız.

İşte Cenâb-ı Hak, Peygamber-i Zîşân'ı (S.A.V) bütün insanlara her cihetle bir rehber ve imam olarak göndermiştir. Her halimizden her sözümüze ve her işimize kadar bütün hususlarda kendimizi o Zât'a (S.A.V.) göre ölçecek ve o ölçüye uyduğumuz derecede kıymet kazanacağız.

Kendimizi bu tarzda ölçmek yerine, başkalarının kusurlarını arayıp onlarla teselli bulmamız veya kendimizi kendi ölçülerimiz ile büyük görmemiz, bize o pazarda bir kıymet kazandırmaz.

Başıboş Değiliz

Yüz tane koyunu olan bir adam, bunları başıboş bırakmayıp, bir çoban tutmak suretiyle onları hem başkalarının tarlasına girmekten menediyor ve hem de hırsız ellerden ve kurtlardan muhafazaya çalışıyor.

İnsanlar, değil koyunlarını, tavuklarını dahi başıboş bırakmıyorlar.

Tavukların başıboş olmayacağını bilen bir insan, nasıl oluyor da ken­disinin başıboş olduğunu zannedebiliyor? Ve yine, tavuklarına hassasiyet gösteren insan, nasıl oluyor da Hakîm-i Zülcelâl'in, insanları başıboş bıra­kacağına ihtimal verebiliyor?

Ä°lmiyle Amil olmak

Okuldan kaçan talebeleri bir araya toplayarak onlara okumanı ve ilmin iyi olup olmadığını sorsanız, hepsi: Elbette iyidir diyeceklerdir. O halde, niçin okuldan kaçtınız? sualine ise her biri ayrı bir bahane bulacaktır. Şimdi bu talebeler okula dönmedikleri müddetçe, sadece okumanın ve ilmin iyi olduğuna inanmakla okuldan ne fayda elde edebilirler? Namaz kılmanın iyi olduğunu tasdik edip de kılmayanların hali yukarıdaki misâle benzer.

Bir kimse sadece tıp fakültesinin doktor yetiştirdiğini bilmekle veya doktorluğu sevmekle doktor olamaz. Bizzat fakülteye girip okuması lâzım gelir. Okumadan doktor olmak isteyen bir lise mezununa: Niçin böyle yapıyorsun; fakülteye girip doktorluk için icab eden amelleri işlesene? dediğimizde ondan şöyle bir cevap alıyoruz: Sen benim kalbime bak? Benim tıp fakültesine öyle bir imanım ve doktorluğa karşı öyle bir muhabbetim var ki, tarif edemem. Yarın kimin doktor olacağını Allah (C.C.) bilir.

İslâm'ın icaplarını yerine getirmedikleri halde, kalblerinin temiz olduğunu zan ve iddia ederek, bu mugalata ile Cennet bekleyen kimselerin misâli yukarıdaki gibidir.

Kışla kimin ise

Yolculuğu esnasında bir kışlaya rastlayan adam, o kışlanın maliki olan zatı bildikten sonra, artık onun hatırına, acaba bu kışladaki askerler kimin askeridir veya bu silahlar kimin silahlarıdır? şeklinde bir soru gelmez. İşte bu kâinat da, âhirete nisbeten bir kışla hükmünde olup, bu kışlanın sahibi ve mâliki kim ise, kâinattaki umum eşyanın da, insanların da sahibi O'dur. O halde, bir insan, yalnız ve yalnız sultan-ı kâinat olan Hâlik-ı Zülcelâl'e asker olacak ve O'nun rızasını tahsile çalışacaktır.

Yalancı Meme

Bir çocuk, validesinin memesini emme fıtratında olduğundan, gerçek memeyi kaybeden ve dolayısıyla da gıdasız kalan çocuklar, bu defa yalan­cı memeleri veya parmaklarını emmeye başlamakta ve böylece kendilerini avutmaktadırlar.

Aynen bu misâl gibi, ibadet etmek de insanın fıtratında dercedilmiş bu­lunduğundan Allahü Azîmüşşân'a kulluk etmeyen kimseler, taşlara, ateşe, güneşe veya tabiata tapmakta, veyahut çocuğun kendi parmağını emmesi misâli, bizzat kendi nefislerinin emriyle oturup kalkmaktadırlar.

İnsanın Şerefi

Çocukluğunda anne ve babasını kaybetmiş ve onların yüzünü hiç gör­memiş bir kimseye, senin ebeveynin yok ve sen bu dünyaya kendi kendi­ne geldin, denilse, bu söz o adamı kat'iyyen tatmin etmeyeceği gibi, aynı zamanda ona büyük bir hakaret sayılacak ve o şahıs ise ebeveyninin kim olduğunu öğreninceye kadar rahat etmeyecektir.

Bilindiği gibi, insanın dünyaya gelmesinde ebeveyn sadece birer se­bepdir. Bu sebeplerin inkârı bir kimse için büyük bir hakaret addedilirse, müsebbibü'l-esbab olan Kadir-i Zülcelâl'in inkârına giden adamlar kendi­lerini ne derece büyük bir zillete düşürüyorlar, kıyas ediniz.

İnsan için en büyük şeref, Allah'a (C.C.) kul olma ve bunu idrak etme keyfiyetidir. Bir adama kimin oğlu olduğu sorulduğunda, şayet o adamın amcası, babasına nazaran daha meşhur bir kimse ise, onun vereceği cevap, falan zatın yeğeniyim, şeklinde olacaktır. Bu cevap, intisaptaki şerefi takdir et­menin bir ifadesidir.

Bir insan, amcasının şerefiyle iftihar eder ve ona intisap ile şereflenmek isterse, Hâlik-ı Küll-i şey olan Hakim-i Ezelîye iman ile intisab eden kimse­lerin ne derece şeref kazandıklarını kıyas ediniz.

Bu şereften istifade etmemek aklın kârı değildir.

Huzur

Rütbece kendilerinden bir derece büyük olan bir insan karşısında, bütün hareketlerini kontrol eden bu âciz insanlar, Hâlik-ı Zülcelâl'in huzurunda olduklarını bildikleri halde, nasıl O'nun emri hilâfına hareket edebiliyor­lar?

Gayemize Dikkat

Okumak üzere herhangi bir fakülteye kayıt olan bir talebenin esas ga­yesi, tahsilinde muvaffak olmak ve mezuniyet diplomasını alabilmektir. Bu gaye onun yüzünü kesretten vahdete çevirir ve yeme, içme vesair ihtiyaçla­rına ancak lüzumu kadar vakit ayırır. Aksi halde, yani bu talebenin kesret içinde boğulması halinde, okulundan mezun olamayacağı açıkça anlaşılır. İnsanlar da kendilerinin ahirete yolcu olduklarını ve bu dünyada imtihan edildiklerini unutmamalı ve kesret içinde boğulmamalıdır.

Asıl olan

İnsan bir trenin veya uçağın bütün hususiyetlerini bildiği halde, ona binmezse, maksudu olan menzile vâsıl olamaz.

Bir trene veya uçağa teşbih edebileceğimiz bu kâinatı, fenlerin tarifi vechiyle anlamakla iş bitmiyor. Mes'ele ona binebilmek ve Cennet'e gidebilmektir. Onun yolunu da Cenâb-ı Hak, peygamberleri (Aleyhimüsselâm) ve kitaplarıyla bizlere tarif etmiştir. Bu tarifi bildiği halde yola çıkmayan insan da maksuduna ulaşamaz. Asıl olan, yola koyulmak ve adım adım menzile yaklaşmaktır.

Merakın yeri

Cenâb-ı Hak, gönderdiği peygamberleri (A.S.) ve kitaplarıyla bizlere emirlerini bidirmeseydi, bu emirleri mutlaka merak etmemiz lâzım gelirdi. Sahipleri tarafından devamlı olarak beslenen koyunlar, faraza zîşuur olsalardı, bu işin sonu ne olacak, diye merak ederlerdi.

İnsan da, bu kâinatta bir ömür boyu nazeninâne besleniyor. Sonunun ne olacağını merak etmesi, âkibetinin hayırlı olması için neler yapması icabettiğini sorup öğrenmesi ve ona göre hareket etmesi lâzım geliyor.

Sultanlık mı, muhtarlık mı?

Padişah, bir kimseye teveccüh gösterdiği halde, o şahıs, bu teveccühe lâyık olmaya, padişahın daha fazla sevgisine mazhar olarak, onun yanında büyük mevkiler kazanmaya çalışacağı yerde, bütün varlığıyla köyüne muhtar olmak için çalışsa, ne kadar divânelik eder.

Cenab-ı Hakk'ın rahmeti insanlara teveccüh etmiş ve onları ebedî bir hayatta, ebedî saadet ve saltanata namzet kılmıştır. Bu dâvayı mühimsemeyen ve gaflet eden bir kimse, ne ile meşgul olursa olsun, sultan olmaya bedel muhtar olmaya uğraşıyor demektir.

Kime itaat edilecek?

Bir padişah, başkasının askerlerini beslemez, silâhlandırmaz ve barındırmaz. O halde bu kâinatın sahibi kim ise insanları da O terbiye etmektedir. İnsanlar O'nun kuludur ve O'na itaatle mükelleftir. Cenâb-ı Hakk'ın nimetleriyle beslenip başkasına veya bizzat nefsimize itaat edersek, hesabımız çok çetin olur.

Ä°yiliÄŸe mukabele

İnsan fıtraten iyiliğe karşı mukabelede bulunmak arzu eder. Bu yüzden, bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır, sözü darb-ı mesel olmuştur.

Bu fıtrattaki bir insan, güneşin, ayın, yıldızların, zeminin, havanın, bulutların ilh... Yaptıkları yardımlara karşı onlara ne gibi maddî bir mukabelede bulunabilir? Böyle ciddî bir mukabeleye aklen imkân bulunmadığına göre; bütün bu mahlûkatla bize ayrı ayrı lûtuflar yağdıran Rahîm-i Zülcemâl'e mânevî bir mukabele olarak ibadette bulunmamız ve verdiği bu kadar ni'metlerine şükür ve hamd etmemiz fıtratımızın icabıdır.

Bu fıtrî vazifeyi yapmadığımız takdirde hayvanlar ve ağaçlardan daha aşağı ve taşlardan daha hissiz olduğumuzu ortaya koymuş oluruz.

İnsanın malikiyeti

Mülk ancak Allah'ındır ve malikiyet mutlak mânâda O'na mahsustur. İnsanın herhangi bir şeye mâlik olması mecazîdir, hakiki değildir. Meselâ, bir askerin, benim elbisem, benim silâhım, benim dürbünüm, benim kışlam demesi, bunlar benim uhdeme verilmiş emanetlerdir mânâsındadır. O asker, bunların kendi mülkü olmayıp, devletin malı olduğunun şuurundadır.

Bir insanın, benim bedenim, benim aklım, benim bahçem, benim bağım demesi de bunun gibidir. Bir asker kendi uhdesine verilen silahları ve cihazları kendi keyfince kullanamayacağı gibi, insan da aklını, şuurunu, gözünü, kulağını... dilediği gibi kullanamaz.

Ne âletiyiz?

İnsanın herhangi bir âletten istifade edebilmesi için öncelikle o âletin neye yaradığını ve ne için yapıldığını bilmesi lâzımdır. Aksi halde, âletten istifade edemeyecek ve âletin yapılışı da abesiyete inkılâb edecektir. Meselâ, insan, eline aldığı bir termometrenin ısı ölçme aleti olduğunu bilmezse ondan istifade edemeyeceği gibi, ondaki rakamları yanlış tefsir ederek termometre ile kumaş ölçmeye kalktığı takdirde de divânelik etmiş olacaktır.

Basit bir alette mes'ele böyle olunca, insanın her şeyden önce kendisinin ne âleti olduğunu öğrenmesi ve hayatını o sahada sarfetmesi icabeder. İnsanda, hiçbir fiilin fâilsiz olmayacağı hakikatını idrak etme ve Cenâb-ı Hakk'ın bu kâinatta tecelli eden isim ve sıfatlarını tefekkür etme istidadı ve ölçüleri vardır. Yine insanda, hiçbir sıfatın mevsufsuz olmayacağını kavrama kabiliyeti vardır. İnsan bu kabiliyetiyle, kâinatın her tarafında yayılmış muhit bir ilim ve kudreti temâşa ederek, bu kâinatın bir Kâdir-i Hakîm tarafından idare edildiğini anlayabilmektedir ve hâkezâ... Bu istidat, hayvanatta, nebatatta ve diğer camid mahlûkatta yoktur.

İşte, bir insan kendisindeki bir sermayenin böyle ulvî maksatlar için verilmiş olduğunu idrâk edemediği takdirde, termometre ile kumaş ölçme misâli, bu fevkalâde kıymettar cihazatı ile sadece dünyevî menfaatler ve makamlar kazanma cihetine gidecek, böylece hem o kıymettar cihâzâtına mânen zulmedecek, hem de kendisine yapılan hadsiz masraflar hebâ olup gidecektir.

Kendi aklınca giden

Şeriat'ın emirlerine uygun hareket etmeyip, kendi aklınca hareket eden bir adam, kuluçkaya girmeyerek veya kuluçkada sebat etmeyerek kendi fikrî istikametinde yuvarlanan bir yumurtaya benzer. O yumurta tavuk olamayacağı gibi, bu adam da mânen terakki edemeyecek ve Cennete liyâkat kesb edemeyecektir.

Had altına alış

İnsan, aklını sırat-ı müstakîme uydurduğu takdirde kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi kuvvelerini de had altına alıp sırat-ı müstakîme isâl ediyor. Bunu yapamadığı takdirde ifrat ve tefrit ile, hem şahsî hayatını, hem de içtimaî hayatı herc ü merc ediyor.

İnsan, kâinatın bir küçük meyvesi olduğu cihetle mezkûr kuvvelerin misâlleri kâinatta kuvve-i cazibe, kuvve-i dâfia gibi kanunlar şeklinde tezahür etmektedir. Bu kanunlar elbette ki, bir Hakîm-i Mutlak tarafından had altına alınmış ve bu kâinata semeredar bir vaziyet verilmiştir. Lâkin kâinattaki kanunların tahdidi ızdırarî olduğundan, bu kâinat kendisinden maksud olan neticeleri vermekle bizatihî terakki etmemektedir.

İnsanın terakkisine sebep olan husus, kâinatın hilâfına olarak, insandaki kuvvelerin had altına alınmasının onun kendi iradesine bırakılmış olmasıdır. İşte, bir insan, meyvesi bulunduğu bu kâinat ağacını sevk ve idare eden Kadîr-i Ezelî'nin ferman-ı kudsîsi olan Kur'ân-ı Hakîm'e tatbik-i hareket etse, kâinattaki itaat yürüyüşünde en ön safı alacak ve halife-i arz olma şerefine mazhariyetle ebedî saadete namzed olacaktır.

Gizli ve sinsi düşmanlarımız

Her bir insan, ruhun padişah, aklın ise vezir olduğu bir memleket hükmündedir. Bu memleketteki maddî ve manevî cihazatın her biri kâinat kadar belki ondan daha kıymettar bulunmaktadır. Meselâ insan, ruhunu bu kâinatla değiştirmediği gibi, aklını da değiştirmez. Aynı şekilde, gözünü değiştirmediği gibi, kulağını da değiştirmez.

Bu mükemmel memleket bazen çok gizli ve sinsi bazı haricî düşmanların hücumuna uğramakta ve bir tek düşman, bu memlekete çıkarma yapıp bütün ülkeyi müstemleke haline getirebilmektedir. Yani, ondaki umum kıymettar madenleri ve âletleri kendi hesabına işletebilmekte ve bütün duyguları kendine hizmetkâr edebilmektedir.

Mes'elenin en garip ciheti şudur ki, bu şekilde istilâ edilmiş ve düşmanlar eline geçmiş bulunan memleketin sultanı, acaîb bir morfinle uyuşturularak, bu halden habersiz bırakılmakta, hattâ düşman istilâsından zevk duyacak denî bir halete sokulmaktadır. Şöyle ki:

Bahsi geçen düşmanlardan birisi, kibirdir. Bir insan, kibire karşı acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak düsturlarıyla silahlanmaz ve Allah'ın yanında ne derece âciz ve fakir bir mahlûk olduğundan gaflet ederse, bu şeni düşmanın insan ülkesini idaresi altına alması çok kolay olur. Kendisi bir tek düşman olmakla beraber, başta padişah olmak üzere bütün raiyyeti ve orduları hükmü altına alan kibir, insan ülkesinin başına geçerek ayak ayak üstüne atmakta ve insandaki bütün cihanbaha lâtifeleri ve duyguları kendine hizmetkâr edebilmektedir.

Bu düşmanlardan diğer birisi de, şahsî menfaattir. Bu düşman için de her an hazırlıklı olmak ve onu vücud memleketine sokmamanın yollarını aramak lâzımdır. Aksi halde, o da kibir gibi tek başına bizi istibdadı altına alabilecek ve kalb ve ruhumuzdan el ve ayaklarımıza kadar bütün vücudumuzu sefil bir yolda pervasızca çalıştırabilecektir.

Gerek kibir ve gerekse şahsî menfaat duyguları, maddî-mânevî bünyemizin gizli ve sinsi düşmanlarından sadece iki tanesidir. Bütün bu düşmanlara karşı ancak daima uyanık bulunmak, kendimizi her zaman murakabe etmek, İslâm'ın çizdiği meşrû ve müstakîm yoldan inhiraf etmemeye azamî derecede çalışmakla mukavemet edebiliriz.

İnanç şâkileri

Uzun bir yolculuğa çıkan bir kimsenin yarı yolda yolu kesilip her şeyi elinden alındığı takdirde, artık onun ölmemek için yemeyeceği şey yoktur. O adam bu halde bulsa fare de yer, domuz da yer. Aynı şekilde, imanı elinden alınan kimsenin de yapamayacağı vahşet ve işlemeyeceği cinayet tasavvur edilemez.

İnancımızın şakisi bazen babamız, bazen öğretmenimiz, bazen de arkadaşımız oluyor. Hattâ bazen mevhum bir şey, şaki olup insanın önünü kesebiliyor. Meselâ; bir memura namaz kıldığı takdirde âmirlerinden bir zarar görme ihtimali olduğundan bahsedilse, bu mevhum zarar o adamı korkutup namazdan menedebiliyor.

En büyük şaki olan nefsimiz ise, daima bizimle beraber bulunup, haricî düşmanlarla elele çalışıyor. O halde çok dikkatli olmalı ve birbirimizin yardımına koşmalıyız. Bütün bu düşmanlara karşı ittifakla karşı koymak ve Rahîm-i Zülcemâl'in dergâhına da yine birlikte iltica edip istimdat ve istiâne etmek lâzımdır.

Göl maya tutar mı?

Nasreddin Hoca'nın hikmet dolu ve ibret feşan fıkralarından birisi de gölü mayalaması mes'elesidir. Bilindiği gibi bir gün Hoca Nasreddin'in elinde bir kaşıkla gölün kenarında bir şeyler yaptığını gören dostları, o ibret bahçesine teveccüh ederek Hoca Efendi'ye ne yaptığını sorarlar. Nasreddin Hoca cevaben, gölü mayaladığını söyleyince hayretlerini gizleyemeyen dostları, bu defa, hocam, gölün maya tuttuğu hiç görülmüş mü? diye tekrar sual edince, Hoca'nın cevabı hârika olur: Evet, ben de biliyorum ki göl maya tutmaz; ama ya bir de tutarsa!

İşte fıkranın hakikati bizce şu mânâlara işaret etse gerekir.
Akıl bir iksirdir. İnsan o aklı istikamette kullandığı takdirde, sonsuz bir zaman ve mekânı onunla mayalayabilir. Meselâ, sabah namazına kalkmaya karar veren insan, namaz vakti gelince abdestini alıp namazını kılıyor. Bu faaliyetler arasında insanın eli, ayağı, yüzü ve sair âlet ve cihazatı hep namaza müteveccih oluyor. Namazın kılındığı zaman da akıl sayesinde mayalanmış oluyor. Ayrıca her yanından arşa kadar melekler bu haberi birbirine ulaştırarak nihayetsiz bir mekânı ve zamanı şenlendiriyor. İşte bütün bu faaliyetlerin iksiri akıl oluyor.

Diğer taraftan şu kısacık dünya hayatıyla ebedî saadetini kazanan insan, göle maya tutturmuş demektir. Ebediyet gölünü altmış senelik bir ömrün mayalayamayacağı bedihî bir hakikat olduğundan Cennete sırf Rahmân-ı Rahîm'in lûtfuyla girildiği anlaşılıyor.

Fakr ve ihtiyacını bilmek

Şehire inen bir köylü, kendisini şehirde satılan eşyadan müstağni bilse, köyüne hiçbir faydalı ticaret etmeden, eli boş olarak döneceği muhakkaktır. Fakat ihtiyacını ve şehirdeki o malzemeleri kendi başına yapabilmekte âciz olduğunu anlasa, ihtiyaç duyduğu bütün levazımatını tedarik etmeye çalışır.

İşte insan da bu dünyada o köylü adama benzer. Acz, fakr ve ihtiyacını bildiği derecede, o Kadir-i Rahîm'in dergâhına ve rahmet hazinesine iltica edecek ve gideceği yer için tedarikâtta bulunacaktır.

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Doğrusu Allah katında din, İslâm'dır; o kitap verilenlerin anlaşmazlıkları ise sırf kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki taşkınlık ve ihtirastan dolayıdır. Her kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse iyi bilsin ki, Allah hesabı çabuk görendir

Âl-i İmran:20

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

İçinde Allah'ın anıldığı ev ile içinde Allah'ın anılmadığı ev diri ile ölüye benzer.

Müslim

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI