NÃœKTELER-10

MELEKLER Teneffüs ve İbadet Havayı, teneffüs etmek insanın en mühim bir gıdası olmakla beraber, insana bir sevap kazandırmadığı gibi, ibadet, taat ve zikirle gıdalanan me¬lekler de yaptıkları bu ibadetler dolayısıyla sevap kazanıp terakki etmiyor¬lar.


Mehmed Kırkıncı

.

2020-01-08 10:55:49

MELEKLER

Teneffüs ve İbadet

Havayı, teneffüs etmek insanın en mühim bir gıdası olmakla beraber, insana bir sevap kazandırmadığı gibi, ibadet, taat ve zikirle gıdalanan me­lekler de yaptıkları bu ibadetler dolayısıyla sevap kazanıp terakki etmiyor­lar.

"Varlığını bilmek, mahiyetini bilmeyi gerektirmez"

Bir şeyin varlığını bilmek ayrı, mahiyetini bilmek ayrıdır. Aklımızın, ruhumuzun, hayâlimizin, korku ve sevgi gibi hislerimizin, meyvelerdeki tadların ve çiçeklerdeki kokuların varlıklarını biliyoruz, fakat mahiyetleri bize gizli ve meçhuldür.
Aynı şekilde, melâikelerin ve cinlerin de varlıklarını biliyoruz, fakat mahiyetlerini bilemiyoruz.

Yanlış kıyas

Bir kimseye hiç görmediği bir şey tarif edilse, onu kendi malûmu olan şeylere benzetecektir. Meselâ bir balığı şuurlu farz ederek ona arslanı tarif etseniz ve pençelerinden, kuyruğundan ve sair âzalarından bahsetseniz, o balık, arslanı ya ahtapota veya Yunus Balığına benzetecektir.

Aynen bunun gibi, insan da, melekleri görmemiş bulunduğundan, onları ne tarzda tasavvur ederse etsin, mutlaka hataya düşecektir. Zira, melekleri kendi etrafında seyrettiği mahlûkata kıyas edeceğinden bütün tasavvurları isabetsiz olacaktır.

Melekler katında da

Bir adam bize hitaben, ben senin varlığına inanıyorum; çünkü seni görüyorum, dese, asabımız bozulur ve ona şöyle bir soru tevcih ederiz:

Senin gözlerin şu anda kör olsa, benim bu dünyadaki varlığım da sona mı erecek?
İşte, melekleri görmediği için inkâr eden adam, hakikat nazarında olduğu gibi, melekler katında da böyle maskara olmaktadır.

MUHABBETULLAH-MEHAFETULLAH

Muhabbet ve korku

Güneş sistemimizin nizamı câzibe ve dâfia denilen iki kuvve üzerine bina edilmiştir. Bu kuvvelerden birisi olmasa nizam bozulur.
İnsanda bu kuvvelerin yerini sevgi ve korku hisleri almıştır. İnsanın dünya hayatının nizamı da iki hisle olduğu gibi, ebedî saadetin kazanılması da bu hislerin yerinde kullanılmasına bağlıdır.

Bir baba, ailenin nizamını ancak aile fertlerindeki bu iki hissi beraber yürütmekle temin etmektedir. Bir çocukta babasına karşı sadece sevgi hissi inkişaf edip korku hissi inkişaf etmezse, o çocuk zararlı işlerden korunma hususunda hassasiyet gösteremez. Sadece korku hissinin inkişafında ise babasının eliyle elde ettiği lûtuf ve ihsanları hakkıyla takdir edemez.
Aynı şekilde, bir talebe hocasını sevmezse, onun ilminden istifadesi az olur. Hocasından korkmaması halinde de derslerine ciddî çalışmaz ve muvaffakiyetsiz olur. Bir raiyet de padişahını hem sevmeli, hem de ondan korkmalıdır.

Bu misâllere kıyasen insan, Hâlik-ı Zülcelâl'i hem sevecek, hem de O'ndan korkacaktır. İnsan Allah'a (C.C.) muhabbet hususunda terakkiyle O'nun lûtfundan her zaman ümitvar olup, ebedî saadeti de o lûtuftan bekleyeceği gibi; Allah'dan (C.C.) ziyadesiyle de korkacak ve ebedî Cehennem azabından kendisini kat'iyyen hariç tevehhüm etmeyecektir.

Bir insan ancak bu tarz hareket etmekle Hâlik-ı Zülcelâl'in hem emirlerine riayete, hem de nehiylerinden kaçınmaya dikkat etmiş ve havf ve reca arasında yaşamaya muvaffak olmuş olur.

MUSÄ°BETLER

Kahharâne fırtınaların arkasındaki güzellikler

Her güzel şey, kahharane bir fırtınanın peşinden geliyor. Gök gürültüsü ve şimşeği yağmurun takip etmesi gibi, annenin çektiği azîm sancı evlâdı meyve veriyor. Aynı şekilde, toprak altında oraya mahsus fırtınalarla parçalanıp dağılan bir çekirdeğin kalbinden muhteşem bir ağaç vücuda geliyor. Yeni dünyaya gelen bir çocuk, diş sahibi olmak için damaklarının yarılmasına rıza gösteriyor. O inci taneleri bir acının meyvesi oluyor. Ve nihayet insan da bu dünyada çeşitli musibetlere ve zahmetlere düçâr oluyor, neticede vefat edip, toprağa gömülüyor ve orada cesedi çürüyüp dağılıyor. İşte ebedî saadet de, iman ve sabır kaydıyla bu fırtınaların semeresi olarak tezahür ediyor.

Yüzmek mi boğulmak mı?

Suyun insanı sürükleyip götürmesiyle, insanın suda yüzmesi arasında ne kadar büyük fark olduğu zahirdir. Birinci halde, su insanı boğarken, ikinci halde insan sudan istifade etmekte ve onu yol yaparak mesafe kat etmektedir.

İşte, karşılaştığımız her bir hâdise ve başımıza gelen her bir musibet, birer sel mesâbesindedir. Mes'elelere Kur'ân güneşiyle nazar eden insan, bu hâdisat selleri içinde kolaylıkla yüzerek boğulmamakta, bilakis o mes'eleleri kendi hakkında bir terakki basamağı yapmaktadır.

MÜRŞİDLER

Kimden soracağız?

Bir insan hangi ders ve sohbetle yetişirse onun rengiyle boyanır. Meselâ, tıp profesörlerinin ders ve sohbetiyle boyanan talebeler doktor, teknik üniversite profesörlerinin ders ve sohbetiyle boyanan talebeler ise mühendis olurlar.

Aynı şekilde İslâm ulemâsı da, Kur'ân ve hâdis-i nebeviyenin sohbetiyle ve icmâ-ı ümmet ve kıyas-ı fukahânın dersiyle yetişiyorlar. Ancak bu sohbet ve derslerden hakkıyla istifade edebilen zatlar, başta bütün ilimlerin madeni olan marifetullah olmak üzere, Cenâb-ı Hakk'ın zat-ı akdesi, sıfat-ı mukaddesesi ve esmâ-i hüsnâsına ait rububiyet dairesi ile bu daireye karşı, insanların ne tarzda ubudiyet edecekleri hususlarını bütün teferruatıyla bizlere öğrettikleri gibi, kâinatın hilkatinden tâ bu dünyadan sonra gideceğimiz âhiret alemine ait ahvâle kadar daha birçok dakik mes'elelerden selâhiyetle bahsedebiliyorlar.

Bu mes'eleler, değil bu sahada hiç ihtisası olmayanların, ihtisası tam olmayanların dahi söz söyleyemeyeceği İlâhî hakikatlardır.

Bedeninde meydana gelen bir ârıza sebepiyle hemen doktora giden ve şayet o memlekette o hastalığın tedavisine ehil kimse yoksa, derhal yurt dışına koşan insan, bu fâni hayatıyla kıyas kabul etmeyecek olan ebedî hayatı hakkında da rastgele kimselerin sözüyle oturup kalkmamalı, ruhuna da en az bedeni kadar hassasiyet göstererek mes'elenin mütehassıslarını arayıp bulmalıdır.

NEFÄ°S

Cihad-ı Ekber Nedir?

İnsanın kendi nefsiyle mücadelesine büyük cihad (cihad-ı ekber), düş­manla çarpışmasına ise küçük cihad (cihad-ı asgar) deniliyor. Bunun bir sebepi şudur: İnsan haricî düşmanla çarpışırken ölürse, şehit olup, Cennete gidiyor. Nefsiyle çarpışırken mağlûp olduğunda ise, ebedî hayatını kaybedi­yor. İnsanın bu ikinci cihadı mutlaka kazanması lâzım geliyor.

Diğer taraftan, haricî düşmanla yapılacak cihadda muzaffer olmak için de, önce dahildeki harbi kazanmak icab ediyor. Yani, ancak nefsiyle yap­tıkları cihaddan muzaffer çıkan kimseler, düşman karşısında arslanlar gibi çarpışmaya muvaffak oluyorlar.

Nefis

Nefis, ateş gibidir. Yakıcılığı ve zararlılığı her zaman mevcuttur. Bu ne­fis, İslâmiyet sobasıyla kuşatılırsa, ondan istifade edilir. Yani o halde nefis, insan için terakki vasıtası olur.

Nefsini yenerek tahkiki iman kazanan kimse, ateş ortasında fidan ye­tiştirmiş gibidir.

Zatî güzellik ve neticeleri itibariyla güzellik

Gül bizzat güzeldir. Gübre ise neticesi itibariyle güzeldir. Gübre zatında pis olduğu gibi, nefis de, mahiyeti itibariyle kötülüğü emreder. Gübreden güller yetiştiren Fâtır-ı Zülcelâl, nefsin terbiyesiyle de nev-i beşerde evliya ve asfiyaları yetiştirmiştir.
Evet, Kâinatta her şey ve her hadise ya bizzat güzeldir veya neticeleri cihetiyle güzeldir. Allah'ın bütün isimleri güzel olduğundan her şey ve her hâdise Allah'ın isimlerine mazhar olmakla güzelleşir. Zahiren çirkin, pis görünen şeyler, hakikatta çok güzelliklerin ortaya çıkmasına sebep olurlar.

Çemberi Yarmak

İnsan, bir harpte çembere alındığı takdirde hayatı pahasına da olsa o çemberi yarmak zorundadır. Biz de ebedî felâkete atılmak üzere, nefis, şey­tan, günahlar ve isyanlar tarafından kuşatılma durumundayız veya kuşa­tılmış bulunuyoruz. Ne pahasına olursa olsun bu harbi kazanmak ve bu çemberi yarmak mecburiyetindeyiz.

NÄ°METLER

Nimetlerle muhat oluÅŸumuz

Bir an olsun Allah'ın (C.C.) nimetlerinden ayrı kaldığımız yoktur ve mümkün de değildir. Meselâ, bakmak nimet olduğu gibi, uyumak da nimettir. Uyuyamayan hastalar bunu çok iyi takdir ederler. Aynı şekilde işitmek nimet olduğu gibi, işitmemek de nimettir. Bütün sesleri işitsek istirahatımız kaybolur, hattâ çılgına döneriz.
Görmek nimet olduğu gibi, görmemek de nimettir. Yüzüne baktığımız bir kimsenin beynini görsek veya yediğimiz gıdadaki mikropları görsek ne kadar rahatsız oluruz. Bu misâller gibi konuşmak da nimettir, konuşmamak da. Yürümek de nimettir, yürümemek de. Koku almak da nimettir, almamak da. Buna başka şeyleri de kıyas edebilirsiniz.

ÖLÜM

Kabuk içinde

Yumurta içindeki civcivin kâinattan habersiz olması gibi, biz de kâinat yumurtası içinde ahiretin keyfiyet ve mahiyetinden bihaber yaşıyoruz. Ölümle bu yumurtanın kabuğunu delmiş olacağız.

Hastalık bir kamçıdır

Bir kimsenin sevdiği zatlardan yüzde doksan dokuzu İstanbul'a gitse ve sadece birisi Erzurum'da kalsa, bu şahsın İstanbul'a seve seve gitmesi lâzım gelir. Eğer bu şahıs, o kadar sevdiği zatları hatırına getirmeyip Erzurum'dan ayrılmak istemezse, padişah bazen lûtfuyla bir memurunu gönderir ve ona birkaç kamçı vurdurarak İstanbul'a gelmeye icbar eder. O kimse ilk anda her ne kadar yediği kamçılardan rahatsız olursa da, İstanbul'a ulaştığında bütün ızdırabını unutur ve Erzurum'da kalan ahbabının da bir an önce oraya gelmesini arzu eder.

İşte hastalıklar birer kamçı hükmünde olup, bizleri gafletten kurtararak, yüzde doksan dokuz ahbabımızın bulunduğu âhiret âlemine gitmeye bir iştiyak uyandırmakta ve ölüm yoluyla da bu âleme gitmemize vesile olmaktadırlar.

Ruhun eskimiş libasını çıkarması

Birisine, şu eskimiş elbiseyi çıkar, sana ondan çok daha mükemmel bir elbise giydireceğiz, denilse o adam elbette memnun olur. Bu teklifi kabul etmeyip, bağırıp çağırsa divânelik eder. Ölüm de ruhun bedeni, yani, eskimiş libasını çıkarması demektir. Elbisesi eskiyen yenisine teveccüh ettiği gibi, ruh da, ihtiyarlıkta cesedin eskiliğinden âdeta mutazarrır olmakta, ulvî âlemlere çıkmak için bu beden libasından soyunmak istemektedir.

Burada ÅŸu hususa da iÅŸaret edelim:
Terhis olan bir nefer, elbisesini kışlaya bırakır. Daha sonra gelenler bu libası giyerler. Fakat padişahların elbiseleri müzede muhafaza edilir, sonrakilere tevdi edilmez.
Halife-i zemin olan insanın bedeni de, mükerrem olduğundan mevtten sonra, mahsus bir merasimle kaldırılır ve kabristana tevdi edilir.

Kemâl'e giden yol

Bir buğday tanesi, buğdaylıktaki kemâline erişmek için, toprakta sebat, hava ile imtisal, sudan istifade, güneşten tefeyyüz ve kendini düşmanlardan muhafaza etmiştir. İşte böylece kemâle eren bir buğday tanesi terakkisini idâme ile insan veya insanın bir cüz'ü olmak istiyorsa, bu defa da değirmen de öğütülmeye, yemek boğazı denilen tünelden geçmeye ve midede hazım eleklerinde elenmeye mecburdur. Ancak, bu ameliyelerden geçtiği takdirde insan olabilir. Aksi halde çürüyüp mahvolacaktır.
Aynen bunun gibi, insanlar da evâmir-i İlâhiye'ye imtisal ve nevahisinden içtinab ile dünyada kemâle erdikten sonra, başka bir âlemde sümbül vermek için, Hakîm-i Ezelî'nin bir kanun-u hikmetiyle kabristan midesine girecektir.

Mahiyet deÄŸiÅŸme

Şekil değişme başka, mahiyet değişme ise daha başkadır. Mahiyet değişmesi için mutlaka ölmek lâzımdır. Toprak mahiyet değiştirerek nebatat halini alıyor. Nebatatın ete veya süte ınkilâb etmesi için de, topraktan kopması ve koyunun ağzında ezilip, midesinde hazmolması icabediyor. Koyun da insan hayatına inkılâb etmek için kesiliyor ve insanlar tarafından yeniliyor. Aynı şekilde, bir çekirdeğin ağaç hayatına inkılâb etmesi için de, ölmesi, yani toprak altına girip parçalanması lâzım geliyor.
İnsanın ölümüne bu noktadan bakılmalıdır. İnsanlar toprak altına, ebedî bir hayata mazhar olmak üzere giriyorlar.

Diğer taraftan, bu dünyada mahiyet değişme kanunu mevcut olduğuna göre, bu kanun elbetteki bir gün de dünyaya tatbik edilecektir. Yokluktan, şimdiki mevcut halini alıncaya kadar çeşitli mahiyetlere girip çıkan bu kâinat, elbette âhirete inkılâb etmeye müstaiddir ve inkılâb edecektir.

Beden libası

Köylerimizde ekseriyetle evler ahırlarla iç içedir. Ahırlardaki kokunun evin her tarafına yayılması dolayısıyla şehirden gelen bir misafir bu eve ilk girdiğinde tiksinir. Fakat köylüler için bu durum gayet normaldir.

Böyle bir köy evinde zelzele olduğunu düşününüz. Bu takdirde ev sahibi önce kendini kurtarmak için dışarı fırlayacak, bilâhare imkân nisbetinde diğer aile fertlerini ve daha sonra da hayvanlarını kurtarmaya çalışacaktır.

İşte böyle bir zelzele sonunda evinden dışarı fırlayan bir köylünün, kendisini bir anda saraylarda bulduğunu ve o saraylarda sevdiği bütün zatlarla ve aile fertleriyle karşılaştığını farzediniz. Bu kimse gördüğü harika manzara karşısında sevinmek yerine, geride kalan hayvanlarını düşünüp üzülürse ne kadar belâhete düşer. Evdeki hayvanları ve kazuratlarını bu saraylara getirmek mümkün ve lâzım olmadığına göre, mezkûr köylünün yapacağı şey, bunları düşünmeyi bir tarafa bırakıp, karşısına çıkan bu hârika nimetten istifade etmek olacaktır.

İşte vefat eden bir kimse, geride evi hükmündeki cesedini bırakıp, kendisi berzah âlemine geçiyor. Mahlûkatın en şereflisi olan insanın dünyada bıraktığı bu cesedini, cenaze namazı dediğimiz merasimden sonra hürmetle eller üzerinde kabristana götürüyor ve orada defnediyoruz.

İnsan, çoğu zaman cesed-ruh münasebetlerini iltibas ederek, ruhundan ziyade cesediyle alâkadar olur. Diğer taraftan, elbisesine de bedeninden fazla alâka gösterir. Hâlbuki elbise, kıymetini, üzerine takıldığı bedenden aldığı gibi, beden de kıymetini, libas olduğu ruhtan alır.

Bu kâinat da bir cihette ruhumuzun ikinci bir elbisesi oluyor. Zira gerek beden ve gerekse kâinat ruha göre ölçülmüş, biçilmiş ve dikilmiş bulunuyor. Beden ve kâinat, ruhumuzun elbisesi veya evi mesâbesinde olduklarına göre, ruhun vazifesinin bu bedeni beslemek veya bu kâinatın cüz'î işlerinde boğulmak olmadığı zâhirdir.
Mademki beden ve kâinat, insan ruhuna hizmetkârdır; ruh denilen bu efendinin kâinat ötesi bir gayesi olmalıdır. Aksi halde dünyanın cüz'î işlerinde boğulan insan, hizmetkârına hizmetkârlık eden sefil bir efendi derekesine düşecektir.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Kur an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.

Hicr Suresi,9 (Mürşid 3.1'den alınmıştır)

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Sehavet sahibi Allah'a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah'tan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Cahil sehavet sahibini Allah, cimri ibadet düşkününden daha çok sever."

Tirmizi, Birr 40, (1962)

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI