BAKIŞ AÇISI-5

Kore savaşı sırasında bir kısım Batılı devletlerin askerleri yanında bir miktar Türk askeri de Kuzey Kore'nin eline esir düşer. Bir süre sonra bu esirler serbest kalır ve ülkelerine döner. Batılı askerler ülkelerine döndüklerinde psikolojik problemler yaşadıkları gözlenir. Bu ülkeler, konunun Türkiye boyutunu öğrenmek için uzmanlardan oluşan bir ekip kurarak ülkemize gönderirler.


Ebubekir Sifil(Doç. Dr)

esifil@yahoo.com

2020-06-22 10:26:50

Kore savaşı sırasında bir kısım Batılı devletlerin askerleri yanında bir miktar Türk askeri de Kuzey Kore'nin eline esir düşer. Bir süre sonra bu esirler serbest kalır ve ülkelerine döner. Batılı askerler ülkelerine döndüklerinde psikolojik problemler yaşadıkları gözlenir. Bu ülkeler, konunun Türkiye boyutunu öğrenmek için uzmanlardan oluşan bir ekip kurarak ülkemize gönderirler. Esir kalmış askerlerimiz üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda, hayata hemen adapte olduklarını ve herhangi bir psikolojik problem yaşamadıklarını hayretle müşahede ederler. Elbette sebebi teşhiste de geç kalmazlar: Büyük aile modelinin sağladığı dayanışma. Milli Gazete - 13 Mart 2004

Bizim için bugün, aidiyetlerinden, mensubiyetlerinden, kimliğinden ve "kendisi olmak"tan vaz geçmenin adıdır "değişim". Bu gönüllü kabulleniş, "bir evden öbürüne taşınmak" kadar basit bir metaforla izah edilemez. Herhangi bir değerler sisteminin bağlıları için bir başka değerler sistemini benimsemek sıradan bir faaliyet olarak görülebilir. Zira netice itibariyle yapılan, aynı doğru parçası üzerinde "yatay" bir hareketten ibarettir. Profan/maddeci değer yargılarının ağıyla örülü bir dünyanın sakinleri için böyle bir devinim asla terakki/"kemal"e doğru seyir içermez. Milli Gazete - 16 Mart 2004

Mutlak hakikat ile varoluşsal bir ilişki kurmak anlamına gelen "vahye iman" söz konusu olduğunda ise bambaşka bir durum çıkar karşımıza. Burada "terakki"ye ayarlı bir devinim gündeme gelir ve bu da "yatay" değil, "dikey" bir hareketliliği ifade eder. Bu zemin, varlığın, hayatın ve eşyanın biricik doğru izahına ulaşılabilecek biricik vasattır Milli Gazete - 16 Mart 2004

Biz davayı, kavramlarımızı terk ettiğimiz zaman kaybettik. Uğradığımız herhangi bir haksızlık karşısında "insan hakları" konseptine başvurduğumuzda, kendisine benzememizi dayatanlara karşı "özgürlükler"den dem vurarak savunmaya geçtiğimizde, "Sizin gibi olmak istiyoruz; ama siz istediğiniz için değil..." yalanına inandıkça aslında nesneleştiğimizi kabul etmekle, kazandığımızı düşündüğümüzde de kaybediyoruz.. Milli Gazete - 16 Mart 2004

Rahmetli Cemil Meriç'i anmanın tam sırasıdır:

 "Çağdaşlaşmayla batılılaşma arasındaki fark" ne demek? Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nâzenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti: çağdaşlaşma. İntelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat'tan beri tanıdığımız Batı'nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü... Çağdaşlaşmak, elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti, Avrupa, daha doğrusu onun yerli simsarları. Zira apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin. İki yüzyıldır bir anakronizm'in utancı içindeyiz, sözüm ona bir anakronizm. Bu 'çağdışı' ithamı, ithamların en alçakçası ve en abesi. Haykıramadık ki, aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlık, neden Hıristiyan ve kapitalist Batı'nın abeslerine perestiş olsun? Fani ve mahalli abesler. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmak değil midir? Çağdaşlık masalı, bir ihraç metaı Batı için, kokain gibi, LSD gibi, frengi gibi. Şuuru felce uğratan bir zehir. Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı da asrîleşmektir, asrîleşmek yani maskaralaşmak, gavurlaşmak..." Milli Gazete - 16 Mart 2004

Değişim, kendi gerçeklerimizden hareketle ve kendi ölçülerimizle, kendi dinamiklerimizle var ettiğimiz bir olguyu/gerekliliği ifade etmiyor. Dışımızdaki dünyanın kalıplarını mutlaklaştırmak suretiyle hayata geçirmeye çabalamanın ifadesi olan bir "başkalaşım" yaşıyoruz Milli Gazete - 16 Mart 2004

Allah Teâlâ bir göğüste iki kalp yaratmamış. Tercihini "ilim talebi"nden yana koymuş olan kimseler, kalplerinden diğer alakaları söküp atmak gibi zorlu bir başlangıç yapmak durumundalar. Kâtip Çelebi'nin de vurguladığı gibi geceleri uyanık kalmayı göze almak ve hatta ölüm korkusunu def etmek ilim taliplisi için ön şartlardır. Milli Gazete - 23 Mart 2004

Kısaca ifade etmem gerekirse, "ilim talebi" bir "hayat tarzı"dır ve "bilgilenmek"ten yahut "malumat edinmek"ten çok çok farklıdır. Günümüzde sık sık "okumayan bir toplum" olduğumuzdan şikâyet edilir ya; şartlar elverdiğinde yoğun bir yönlendirme ve teşvikle, okumayan bir toplumu "okuyan" bir toplum haline getirmek mümkündür. Ancak cahil bir toplumu âlim bir topluma dönüştürmek, hiçbir zaman mümkün olmamıştır, olamaz da. Milli Gazete - 23 Mart 2004

İslamî ilimler sahasında cereyan eden ve kitle iletişim vasıtaları marifetiyle kitleyi de içine çeken yoğun tartışmaların yol açtığı fikrî ve hatta "itikadî" bulanıklık, ancak yine aynı vasıtalar yoluyla yerini "durulma"ya bırakacaktır. Milli Gazete - 27 Mart 2004

Elbette ilim adamının görevi "araştırmak"tır ve vardığı sonucu ilim âleminin dikkatine sunmak onun en tabii hakkı, hatta sorumluluğudur. Ancak herhangi bir görüş veya düşüncenin geniş toplum kesimlerine yansıtılmadan önce ilmî çevrelerce gerekli ölçüde tartışılması bir zorunluluktur. Konunun ilgilileri tarafından her yönüyle eleştiri süzgecinden geçirildikten ve sahibi tarafından bu eleştiriler doğrultusunda yeniden ve yeniden gözden geçirildikten sonradır ki o görüş veya düşünce topluma yansıtılır. Zira yazıya dökülen her düşünce "kalıcı" hale getirilmiş, hele de iletişim vasıtaları yoluyla kitlelere ulaştırılmış olmakla, tabir yerindeyse artık kontrolden çıkmıştır. Nerede, nasıl bir etki oluşturacağı ve kitleleri nasıl yönlendireceği asla tam olarak kestirilemez... Milli Gazete - 27 Mart 2004

Bilincimizin indirgemeci, maddî, ruhsuz bir "kalıp" ile örtüldüğü modern zamanlarda maddenin ötesine uzanmak, gözle görülmeyeni "idrak etmek" ve dokunulamayanı "hissetmek", bunun için gayret göstermek, hayatı ve eşyayı "doğru" biçimde okumanın biricik yoludur. Milli Gazete - 30 Mart 2004

Herhangi bir fikir, ideoloji veya sistemi diğerlerinden ayıran en temel özelliğin, kendine mahsus bir "kavram dünyası"na sahip bulunması olduğunda şüphe yoktur. Zira "kavram", kendisini üreten bakış açısının eşya ve olayları "kavrama/algılama/okuma" noktasındaki farklılığının vaz geçilmez unsurudur. Milli Gazete - 22 Nisan 2004

İki, bilemediniz iki buçuk asır öncesine kadar İslam dünyasının tamamen yabancısı olduğu öyle kavramlar var ki, bugün herhangi bir Müslüman kalem erbabı neredeyse onlara yaslanmadan İslamî bir olguyu ifadeye dökemiyor, meramını anlatamıyor...

Hatta o kadar eskiye gitmeye de gerek yok; bizden bir önceki kuşağın bile duymadığı –dolayısıyla– anlamadığı ne kadar kavram cirit atıyor bugünün "İslamî" metinlerinde! "Ilımlı"sından "siyasal"ına, "modern"ine, "muhafazakâr"ına kadar pek çok "İslam versiyonu", kökten dincilik, tarihsellik, gelenek/sel/cilik, tutuculuk, İslam düşüncesi/dinî düşünce, İbrahimî dinler, dinlerin aşkın birliği, dinlerarası diyalog, İslam mistisizmi, vs. vs. Milli Gazete - 22 Nisan 2004

Öncelikle İslam kültüründe "kandil" adı altında ihya edilen zaman dilimlerinden her birinin bir İslamî motifle ilişkili olması dolayısıyla kandil kutlamalarının önemli olduğunu söylememiz gerekiyor. Bu kutlamalar hakkında "bid'at" nitelemesi yapılmasının, bu zaman dilimlerinin sokaktaki insanın hayatında İslam şuurunun canlı tutulmasına vesile olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesiyle ilişkisi açıktır... Milli Gazete - 24 Nisan 2004

İslamî bilgilenme sürecinde özellikle gençlerin, "cahiliye kültürü"nü reddetmek adına toplumla bütün bağlarını koparmaları, sadece toplum kültüründe yaşayan İslamî motiflerin görmezden gelinmesiyle kalmıyor, daha da önemlisi, toplumla kurulması gereken bağların biricik zeminini de dinamitlemek anlamına geliyor. Milli Gazete - 26 Nisan 2004

Birkaç kitap okuduktan sonra "gerçeği bulan" gençler, toplumu, arkadaşlarını, ailelerini hatta eşlerini bile "müşrik-cahilî" addedip iletişim kanallarını kapatıyor. Oysa bunun, "geride bırakılanlar"da yol açtığı sosyolojik tahribat yanında, İslam hakkında imaj üretme merkezlerince oluşturulan menfi yargıları besleme mekanizmasına rahatlıkla dönüştüğünü görmek gerekiyor. Milli Gazete - 26 Nisan 2004

Nüzul-i İsa (a.s) inancının İslam'a sonradan girdiği iddiası Diyanet Vakfı'nın hazırladığı "İslam Ansiklopedisi"ne kadar girmişse "öküzün bacadan çıkması" işten değildir… Milli Gazete - 1 Mayıs 2004

Ulemanın, herhangi bir meselenin cevabını/hükmünü ararken önce Kur'an'a, orada bulunamazsa Sünnet'e başvurulacağını ifade eden söz ve tavırlarından şunu anlamamız gerekiyor: Kur'an ve Sünnet'e müracaat edilerek açıklığa kavuşturulması gereken şey, konunun ilgilisi olan kişi veya kişilerin özel durumu ve bütün detaylarıyla olayın kendisidir. Bir başka ifadeyle, önce Kur'an'da, orada bulunamazsa Sünnet'te aranacak olan cevap, sadece ana hatlarına bakılmış olaya değil, bütün nitelikleri ve tafsilatıyla netleştirilmiş olaya ilişkindir. Milli Gazete - 11 Mayıs 2004

İslam kaynaklarında "mihne" tabir edilen "Halku'l-Kur'an" fitnesi çok büyük ölçüde bu yoğun tercüme faaliyetinin doğurduğu bir "zulüm süreci" olarak tarihe geçti. el-Me'mun'un, veziri İshak b. İbrahim'e yazdığı mektuplarla başlayan bu sorgu ve işkence dönemi, çeyrek asra yakın devam etti ve bildiğimiz manzaralar sergilendi. Milli Gazete - 13 Mayıs 2004

 "Terör" kavramını, muhtevasını tayin etmeden uluorta kullanmak, ancak küresel zorbaların ekmeğine yağa sürmek anlamına gelir. Niçin İsrail'in mazlum Filistin halkına reva gördüğü muamele değil de, başka çaresi kalmadığı için şehadet eylemi düzenleyenlerin eylem tarzı "terör" çağrışımlı bir üslup içinde tartışma konusu ediliyor? Milli Gazete - 4 Mayıs 2004

Son çeyrek yüzyılda tartıştığımız meselelere bir bakın: Kur'an'ın normatif hükümleri tarihsel midir, değil midir; hadisler ilim bildirir mi, bildirmez mi; Sünnet'in bağlayıcılığı ve Din'deki konumu nedir; mütevatir hadis var mıdır, yok mudur; Ehl-i Kitap (hatta sadece onlar değil, "Lâ ilâhe illallâh" diyen herkes) cennete gidecek mi, gitmeyecek mi; Sahabe'nin ve ulemanın otoritesi nedir ve nereden kaynaklanır; İslam'da kadının yeri nedir... 

Bütün bunlar ve daha pek çok benzeri mesele İslam dünyasının önüne şu veya bu kişi/çevre tarafından birer "problem" olarak konmuşsa, karşı karşıya bulunduğumuz projenin köklerini ve boyutlarını görmemiz gerekiyor. Sünnet'ten, Sahabe'den, ulema ve sulehadan "arındırılmış" bir Kur'an, "kurtarılmış" bir Kur'an mıdır, "kuşatılmış" bir Kur'an mıdır? Milli Gazete - 18 Mayıs 2004

Daha önce de muhtelif vesilelerle belirttiğim gibi, fıkhî mezhepler arasındaki ihtilafların iki temel sebebi vardır:

1. Nassların yapısı. Ahkâma ilişkin kimi ayet ve hadislerin, farklı şekillerde anlaşılmaya müsait bir dil ve üslupla varit olmaları yanında, özellikle mütearız hadislerle amel noktasında izlenen yöntemlerin farklı oluşu. Bilhassa bu son nokta, Hadis İlimleri içinde İhtilâfu'l-Hadîs veya Muhtelifu'l-Hadîs dediğimiz alt disiplinin iştigal sahasını oluşturur.

2. Müçtehid imamların kimi istinbat metotlarının benimsenmesi veya reddedilmesindeki ihtilafları. Zahirî mezhebinde Kıyas'ın, Şafiî mezhebinde İstihsan'ın reddedilmesi bu noktada ilk akla gelen örneklerdir.. Milli Gazete - 22 Mayıs 2004

Dolayısıyla herhangi bir Hadis kitabında mezhebin içtihadı ile örtüşmeyen bir rivayet gördüğümüzde hemen şüphe ve tereddüde düşmemeli, mezhep alimlerinin o rivayetten, o rivayetin sıhhat-zaaf durumundan ve ifade ettiği hükümden habersiz olduğu vehmine kapılmamalıdır. O rivayet, mezhep büyükleri nazarında –istidlal ve istinbatta esas aldıkları kriterler çerçevesinde– söz gelimi "mensuh" olabilir, bir başka –daha güçlü– bir rivayete veya bir Kur'an ayetine muhalif olabilir, bünyesinde taşıdığı bir gizli illet (kusur) sebebiyle amele konu edilmemiş olabilir ya da bizim anladığımızdan farklı birşey ifade ediyor olabilir... Milli Gazete - 27 Mayıs 2004

Yüce Allah kast edilerek "tanrı" kelimesinin kullanılmasının "küfür" olduğunu da söyleyemeyiz. Ancak yukarıda işaret ettiğimiz ayete muhalefet anlamına geleceğinden, sahibinin günahkâr olmasını muciptir. Milli Gazete - 15 Haziran 2004

Başta Fahruddîn er-Râzî'nin "Mefâtîhu'l-Ğayb"ı olmak üzere birçok tefsirde, yukarıda zikredilen ayet (24/en-Nûr, 35) üzerinde durulurken bu mesele geniş olarak incelenmiştir. Kısaca ifade edersek önce şunu belirtelim: Zikredilen ayeti "Allah Teala göklerin ve yerin nurlandırıcısıdır" şeklinde tefsir etmek doğru ise de, eksiktir. Zira her nurlandırıcı, "nuru var eden" değildir. Oysa Allah Teala nuru var edendir (6/el-En'am, 1). Dolayısıyla doğrusu şöyle demektir: Allah Teâlâ göklerin, yerin ve diğer bütün mahlûkatın olduğu gibi "nur"un da var edicisidir. Bu ayetteki "nur" kelimesi ise mecaz anlamındadır. Her tabakadan müfessirin bu kelimeyi "müdebbir", "münevvir", "müzeyyin"... gibi kelimelerle tefsir etmesi, "nur" kelimesinin Kur'an'da daha başka müsemmalar hakkında kullanılmış olmasından da anlaşılacağı gibi –Allahu a'lem– tek doğru tefsirdir. Milli Gazete - 15 Haziran 2004

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.

Kevser:2

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Ebû Malik'in babası şöyle dedi: Ben Rasûlullah'(S.A.V.)den işittim, şöyle buyuruyordu: "Her kim Allah'dan başka hak ilah yok eder, ve Allah'dan gayri ibadet olunan şeyleri tanımazsa onun malı ve kanı haram (dokunulmaz) olur. Hisabı da Allah'a aiddir."

(Müslim, Kitabu'l-İyman,37)

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI