MUHAKEMAT DERSLERİ-5

Ders: Muhakemat, 5. Ders: (1 Makale, 1. Mukaddeme) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Maksada urûc etmek için mukaddemelerden istimdad etmek, ehl-i tahkikin düsturlarındandır. (Muhakemat, s. 12) Hakikat âlidir, hakikat yüksektir, hakikat derindir. Her fikir, her akıl, her gönül, her his, hakikata uruç edemez. Mukaddemeler dürbün gibidir, hakikatı zihnimize yaklaştırır. Gönlümüze ısındırır, âlemimizin inbisatına kuvvet verir.


Serkan Çakır

serkancakir82@hotmail.com

2020-07-15 09:21:59

Ders: Muhakemat, 5. Ders: (1 Makale, 1. Mukaddeme)

İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

 *"Maksada urûc etmek için mukaddemelerden istimdad etmek, ehl-i tahkikin düsturlarındandır. (Muhakemat, s. 12) Hakikat âlidir, hakikat yüksektir, hakikat derindir. Her fikir, her akıl, her gönül, her his, hakikata uruç edemez. Mukaddemeler dürbün gibidir, hakikatı zihnimize yaklaştırır. Gönlümüze ısındırır, âlemimizin inbisatına kuvvet verir.

Mukaddemeler basamak gibidir, merdiven gibidir. Kademe kademe, adım adım sizi hakikatla tanıştırır. Hakikatın rusuhiyetine ve vukufiyetine bir ön şart olur. Üstad da bu ölçüyü esas almış ve Unsuru'l Hakikat'ta on iki tane mukaddeme zikretmiştir. Demek her mukaddemeyi okuya okuya, talim ve tezekkür ede ede, hakikat mesleğinde daha rasih bir keyfiyete çıkmanın imkânı olur.

Kanun-u belagatta, hitap mesleğinde de mukaddemeye ihtiyaç vardır. Bir insan bir hakikata hazır değildir, onu hazırlayacak şekilde kademe kademe, adım adım, ısındırarak, zevklendirerek, şevkini artırarak hikmet dili ile, delil hüccet ile, mantık ve muhakeme ile giderek o iklime, o manaya yükselme noktasında mukaddemelerden istimdat etmek, makam-ı tebliğin ve ilm-i belagatın da lazımlarındandır.

Mukaddemeler usul ve metodolojidir, hakikatın bilinmeyen taraflarını açıyor. Bir insan alt merdivenden üst merdivene çıktığı zaman, ufuk ve temaşa alanı genişler. On merdiven, yüz merdiven çıktığınız zaman, sizin ihata ve tefekkürünüz, istidat sahanız daha vâsi, geniş ve derin olur.

"Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil taâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir."(Muhakemat, s, 12) İlm-i usulde bir kaide şudur ki, nakil Kur'an ve hadistir. Kur'an ve hadisle, akıl karşı karşıya geldiği zaman ölçü; akıl esas alınır ve nakil tevil olunur. Ama şart bu ki, akıl akıl olacak. Feylosofun aklı değildir, bu akıl çıplak, mücerret bir akıl da değildir. Dinden, mukaddesattan, İslamiyet'ten tamamen soyulmuş ateist, dinsiz, anarşist, nâkıs ve noksan, yetersiz bir akıl değildir. Bu akıl, müçtehidinin aklıdır. Kur'an'ın hakikatına ermiş, tasaffi etmiş, akıl ve kalbin mutabakatı ile rusuhiyete çıkmış müçtehidinin aklıdır. Bu hususta esas olarak bu nazara alınır.

Şimdi buradan çıkan ehemmiyetli nokta şudur ki, İslamiyet akla ne kadar ehemmiyet vermiş. Mesela, Hıristiyanlıkla İslamiyet arasında çok bariz bir fark vardır. Hıristiyanlıkta "aklını at, gel" denirken, Müslümanlıkta ise "aklını al, gel" denilmektedir. Bu cihetle Kur'an'da yüzlerce ayet-i kerime vardır; "hiç tefekkür etmez misiniz?" "hiç akıl etmez misiniz?" gibi yüzlerce ayet-i kerime vardır. Bizi tefekküre sevk etmektedir. Çünkü kâmil bir Müslümanın âleminde akıl ve kalb mutabakatını esas alan akıl, bir anahtardır. Problemleri çözer, müşkülleri izale eder. Ama o akıl, akıl olması gerekir.

*"Hem de tahakkuk etmiş: Kur'an'ın her bir tarafında intişar eden makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye dörttür."(Muhakemat, s. 12) Kur'anın asli maksatları dörttür;

Birincisi; isbat-ı sâni, vahidiyet ve tevhiddir. Kur'an evvelen ve bizzat kitab-ı tevhiddir. Tek bir Allah'ın ulûhiyetini ve rububiyetini, hallakiyetini idraklara sunuyor ve isbat ediyor. Kur'an'ın gaye-yi asliyenin ilki, Allah'ın vahdaniyetini kalblere ve ruhlara nakş etmek manasında delil ibraz etmektir.

İkincisi nübüvvettir. Ulûhiyet risaletsiz olamaz. Şan-ı ulûhiyetin emrini, iradesini daire-i vücubun sır ve esrarlarını, insanın görev ve sorumluluğunu, hayata gelişin cihet ve cephesini, hakimane beyan edecek muarrif, muallim ve müderris peygamberlerdir ve peygamberimizdir aleyhissalatu vesselam. Tevhidden sonra Kur'an'da nübüvvet müessesine tahşidat yapar. Nübüvvet silsilesinin en son, en mükemmel, en büyüğü Kur'an'la taltif edilen Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselamdır.

Nübüvvetin çok cihet, cephesi vardır. Kur'an'ın hakiki ve gerçek müfessiri peygamberdir. Kur'an'daki hakikatların talimi, tebliği, tamiminde Cenab-ı Hak peygamber efendimizi tavzif etmiş. Kur'an-ı Kerim'de Allah namazı emrediyor ama namaz nasıl kılınır, uygulaması Kur'an'da yok. Uygulamasını Rasulullah aleyhissalatu vesselam'ın sünnetinden, uygulamasından alacağız. Zekât emrediliyor, nasıl zekât vereceğiz, teferruatı da Kur'an'da yok. Ne kadar, nasıl vereceksin? Oruç nasıl tutulur, teferruatı nedir, hep sünnete müracaat edeceksin.

Bu konuda imsak meselesi bir örnektir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yeyin, için. Sonra orucunuzu geceye kadar sürdürün " (el-Bakara, 2/187). Beyaz ve siyah ipliğin görünmesinden maksat, gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığının birbirinden ayrılmasıdır. Hz. Peygamber de iplik örneğinden gece ile gündüzün kastedildiğini açıklamıştır. Adiy b. Hâtim (ö. 60/680'den sonra) (r.a.)'dan şöyle dediği nakledilmiştir: "Yukarıdaki ayet inince, bir siyah, diğeri beyaz iki tane ip alıp, bunları yastığımın altına koydum. Sahurda bunlara bakıyor, birbirinden ayırt edilecek kadar tan yeri ağarınca yemeği içmeyi bırakıyordum. Sabah olunca, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'e gidip yaptığım şeyi ona haber verdim. O, şöyle buyurdu: "Senin yastığın ne kadar da büyükmüş! Ayette kastedilen, gündüzün beyazlığı ve gecenin siyahlığıdır. Bunları bir yastığın altına nasıl sığdırırsın'!" (Buhârî, Savm, 16)..

Kur'an uygulamasını peygamberimiz aleyhissalatu vesselam üzerine almıştır. Dolayısıyla Allah'ın ahkâmını tebliğ etmek, talim etmek, uygulamak, yaşamak ve gelecek nesillere yaşatmak manasındaki görev ve sorumluluk önce risaletindir. Veda Hutbesinde ellerini kaldırıp "ben görevimi yaptım mı, yapmadım mı" diye soruyor ve üç defa "şahit ol ya rab! Şahit ol ya rab! Şahit ol ya rab!" diyor. (Tecrid-i Sarih, Terc. X, 396).

Mahşerin dehşeti ve şiddeti budur. Cenab-ı Hak peygamberleri de sığaya çekecek. Onun için peygamberler hakkı ketmezmez. Hakikatı her yerde konuşur.Hakikatı açık ve net şekilde herkese tamim eder, duyurur. Bu noktadan bakınca, işte sünnet-i seniyye Kur'an'ın yaşanan cihet ve cephesidir. Hz. Aişe radıyallahu anhadan gelen bir rivayet var; "peygamberimizin (aleyhissalatu vesselam) ahlakı, Kur'an'ın ahlakıdır." (Müslim 1/514 Hadis no: 746) Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem yaşayan bir Kur'an'dır.

Bu asırda bir kısım insanlar Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) hâşâ devre dışı bırakıp insanları sünnetten koparmak istiyorlar. Bu, tamamen dinin ruhuna uygun olmayan bir harekettir. Dine ihanettir ve sapıklıktır.

Üçüncüsü; Kur'an'ın üçte biri ahiret hakkındadır. Bakınız "haşr-i cismani" diyor, ruhani değil. Hem ruhani, hem cismani itibari ile insan ebede gidecek ve bekayı soluklayacaktır.

Dördüncüsü; adalettir. İşaratü'l İ'caz'da adalet ve ibadet diyor. (İşarat-ül İ'caz, s. 12) Burada sadece adalet diyor. Aralarında fark var mı, aralarında fark yok. Adalet kelimesi şerhe muhtaçtır. Yani adalet nedir, birinci manası ihkak-ı hak etmektir. Kulluğun hakkı nedir, kulluğun hakkı Allah'a itaat ve ibadettir. Namaz ciddiyetidir. Demek ibadet eden adl isminin tecellisine makes ve ayine olmuş oluyor. Yani kulluğun hakkını verir, kulluğun hakkı Allah'a secdedir, itaat ve ibadettir.

*"Yani hikmet tarafından kâinata irad olunan suallere şöyle: "Ey kâinat!. Nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?" Kat'î cevab verecek yalnız Kur'an'dır.(Muhakemat, s. 13) İlm-i hakikatın gözüyle, fıtrat dili ile sorgulandığı zaman bu, beşer hayatında çok ehemmiyetli bir sorudur. Nereden geldik, nereye gidiyoruz, varlığımızın esprisi nedir, şu kâinat niçin tanzim edilmiş, insan hangi mana için yaratılmıştır?

Sorumluluğumuzu, hilkatteki sır ve esrarları insanlar mücerret akılları ile keşfedemezler. Mesela aklı, feraseti kalbi selim olan insanlar, peygamber görmeyen bazı insanlar akıl ile istidlal yolu ile Allah'ın varlığını kabul etmişler. Şu âlemin bir mutasarrıfı ve rabbi, sahibi var. Bu âlem boş değil, kâinattaki şu intizam ve nizam, şu sanatlar, şu inayetler, tek bir ilahın varlığını akla gösteriyor. Akıl bir noktaya kadar gider. Ama akıl insanın sorumluluğu nedir, görevleri nedir, kâinat niçin yaratılmıştır, varlığın esprisi nedir, bunları tek başına çözemez, illa vahiy lazımdır, kitap lazımdır. Tek kelime ile bu suallere en güzel, en mukni, en müdellel, en mükemmel cevabı veren Kur'andır.

*"Öyle ise Kur'anda makasıddan başka olan kâinat bahsi istitradîdir.(Muhakemat, s. 13 ) Cenab-ı Hak Kur'an'ı indirmiş. Allah'ın varlığını isbat, tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet. Kur'an'ın asıl maksadı bunlardır. Onun dışında Kur'an'da bazı meseleler zikir edilmiş mi? Onların zikir edilmesindeki maksat, tedaidir. Maksat nedir, üstad bunu ifade ediyor.

Kur'an-ı Kerim bir tarih kitabı değil, kimya fizik coğrafya kitabı değil, ama burada fizik, coğrafya, kimya ile ilgili, eşya ile ilgili bir hakikat zikir edilmiş ise, Kur'an ona tarih, coğrafya gözü ile bakmıyor. Tevhide alamet ve işaret noktasından bakıyor. Bu dört maksadın dışında ikinci derecede, ifade ettiği mananın arkasında maksut mana, onları tevhide, şu dört maksada vesile kılmak içindir, yoksa mücerret manada bir fizik, kimya kitabı manasında anlamamak icab eder.

Usul âlimlerimiz tarafından itikadi meseleler tasnif edilmiş; asli meseleler ve füru meseleler. Füruata ait meseleler, muamelatla ilgili meseleler. Burada avam füruat deyince, teferruat, hâşâ lüzumsuz ehemmiyetsiz gibi algılarsa, o anlayış yanlış ve batıldır.

Fenni meselelere de Kur'an parmak basmıştır, ama onlara parmak basması tevhid namınadır. Hakikat-ı Kur'aniye hesabınadır. Bizzat onların kendi vasıfları noktasında değil, insanın görev ve sorumluluğu, şu dört maksada vesile olması itibarı ile Kur'an o hakikatları zikretmiştir.

*"Evet, intizam görünür ve kemal-i vuzuh ile kendini gösterir. Sâni'in vücud ve kasd ve iradesine kat'iyyen şehadet eden intizam-ı san'at, kâinatın her cihetinde boynunu kaldırarak her canibinden lemaan eden hüsn-ü hilkati nazar-ı hikmete gösteriyor. Muhakemat (s. 13)

Bu dört maksadın dışındaki bahislerindeki esas manada sanatın intizamıyla Allah o sanattaki intizamı anlatılır. İntizam tam bir vahdettir. Bir şeyi intizamla yapmak yapan zatın ilminden, maharetinden, istidat ve kabiliyetinin mükemmelliğinden haber veriyor. Allah'ın vahdaniyetine delil yolu gösterilsin diye Kur'an'da ikinci derecede olarak bazı meseleler ele alınmış.

Kâinata dikkatle, ibretle, tahkik gözüyle bakarsak, kâinatta zerrelerden galaksilere kadar nihayet kemalde dakik mükemmel bir intizam var. Her şey inci gibi dizilmiş, kâinat intizamla örülmüş, intizamla kâinat akıyor. Allah'ın varlığının en büyük delillerinden birisi intizamdır ve ilmi ilahinin de en büyük delillerindendir. Bir şeye intizam vermek, tertip etmek, o şeyi yerli yerine yerleştirmek, ilimle olur.

Şu kitaplar rafa dizilmiş. Çocuklar geldi burada oynadılar, patırtı gürültü ile kitapların yerlerini değiştirdiler. Şimdi o kitapların yerine dizilmesi lazım. Şimdi, insanı çekin, Allah'ın yarattığı ne kadar canlı varsa hayalen hepsini buraya çağırın. Sadece ferd değil, nevleriyle develer, koyunlar, uçanlar, kaçanlar, yürüyenler, karada, denizde, Allah'ın yarattığı ne kadar canlı varsa, hepsi gelsin. Bakınız, bu canlılarda hayat var mı var, hepsinde görme var mı var, hepsinde bir manada güç ve kuvvet var. Milyonlarca canlı, yüz bin sene bekleseniz, bu kitapları alıp rafa dizemez. Niye peki, ne eksik? İlim. Hayvanda ilim yok, kitabı bilmez, kitabın münderecatından anlamaz. Kitabı dizemez. Sadece dizmek. Kitabı basmak demiyorum, kitabı telif etmek de demiyorum. Sadece mevcut kitabı dizmek. Bütün hayvanlar bir araya gelse, raftaki iki kitabı yan yana dizemez. Demek intizamın arkasında ilim var. İlim olmadan intizam olmaz, intizam olmadan sanat olmaz.

Şimdi Allah'ın yarattığı bütün mahlûkat sanatlı mı sanatlı ve nihayet intizamda mı evet, intizamda. Nihayetsiz kemalde mi, evet. Şimdi bütün kâinat, bütün tatbiki ilimler tek kelime ile kâinattaki şu intizamı şerh ediyor, izah ediyor. Adını ne derseniz deyin; jeoloji, biyoloji, astronomi, tıp ve bütün ilimler kâinattaki intizamı şerh ediyor. Onun için, intizam hem ilmi ilahinin en büyük bir delili, hem de Allah'ın varlığının en büyük delillerinden birisidir. Bu itibarla Kur'an yarattığı her şeyi intizamla yapan ilminden, maharetinden, istidat ve kabiliyetinden haber veriyor.

İntizamın arkasında kast ve irade vardır. Niye? Allah'ın yarattığı sanatlara bakın. Hepsinde mümeyyiz bir sıfat var. Devenin kafasına bak, gergedanın kafasına bak, bülbüle, insana bak. Bütün canlıların kafalarının hepsi farklı farklı. Farkı fark ettiren farklılık neyle olur? Kasıtla olur, irade ile olur, ilimle olur. Bu nasıl bir delildir değil mi? Şu anda dünyada yedi milyar insan var ve yedi milyar insanın siması diğer insanın simasına benzemiyor. Bu ne demek? Ahmed Mehmed'e, Mehmed Hasan'a benzemiyor. Bütün nevler de böyle. Nevlerde de farklı. Her bir devenin ferdinde farklılık var. Bu ta ağzından, gözünden, parmak izinden ta genetik şifreye kadar iniyor. Farkı fark ettirecek farklılık ancak irade ile ilim ile ve kasıtla olur ve sonsuz bir kudretin yaratmasıyla olur.

Bu cihette kâinatta bütün mevcudat sanat dili ile hüsn-ü hilkattir ve hilkatteki hüsün ve güzellik hüsnü küllidir. Çünkü beşerin eserinde hüsnü külli yoktur. Beşer bir cihette, iki cihette güzel yapar. İçinde bulunduğumuz mekânı hüsnü külli noktasından tahlil edelim. Şu karşıdaki kolona bakalım; aramızda perde oldu, arkayı göremiyoruz. Hüsnü külli noktasında nâkıs. Beşer böyle bir salon yapabilir mi, bu salon öyle bir salon olsun ki, baktığın zaman herkesi nazaran ihata etsin, ortada nizamsız kolonlar olmasın. İkincisi bu salon öyle olsun ki, hava sülkilasyonu noktasından mükemmel olsun. Ne yazın terletsin, ne de kışın üşütsün. Bu salon öyle bir salon olsun ki, ışık noktasında bazı tarafı aydınlık bazı tarafı loş ve karanlık olmasın. Bu salon öyle bir salon olsun ki ses akustiği noktasından konuştuğun ses her köşede aynı manada dağılsın. Bu salon optimum maliyetle yapılmış olsun. En ucuz maliyetle en mükemmel olsun. Bu salon öyle bir salon olsun ki, tezyinat noktasında içeriye girdiğin zaman insanın içerisine inşirah versin ve hakeza. Şimdi bunları artırdığımız zaman beşerin sanatında hüsnü külli yok. Bir iki ciheti yakalarsa ne âlâ. Şimdi kâinatta hüsnü külli var. İşte İmam-ı Gazali'ye şu sözü söyleten, hüsnü küllidir; "daire i imkânda ne varsa o en bedihi ve en güzelidir." İşte gül öyle olur, bülbül de böyle yaratılır, sema böyle tanzim edilir, zemin de böyle tezyin edilir. Hilkatteki mükemmellik ifrat ve tefritten münezzeh. Proje noktasından, proje mühendisliği noktasından bakılınca, işte insan nasıl olacak ise, Allah öyle yaratmış. Akıl, şuur, duygu, his, istidat ve kabiliyetin mükemmelliği bu cihetle baktığımız zaman kâinat sanat dili ile intizam dili ile örülmüş. İntizam bir dildir, bir tesbihtir. Cenab-ı Hakkın hem zatının varlığını, hem ilmini, hem kemal sıfatlarını akıl gözüne göstermiş olur.

*"Güya her bir masnu' birer lisan olup Sâni'in hikmetini tesbih ediyor."(Muhakemat (s. 13 ) Her bir masnu Allah'ın hikmetini tesbih ediyor. Demek bir cihetle her bir masnuat müsebbihtir. Allah'ın kemalatını tesbih ediyor, her bir masnu hal dili ile "ettahiyatu lillah" diyor. Allah'ın kemalatını kendi mahiyet aynasındaki tenasub, güzellik, ölçü ve mizan dili ile haykırmış, başkalarının akıl gözüne de göstermiş oluyor.

*"Maksad budur ve madem kâinatın kitabından intizama olan rumuz ve işaratını taallüm ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar.(Muhakemat, s. 13 ) Netice bir çıkar ne demek, Allahın yarattığı her şey sanat-ı ilahidir. Allah'ın yarattığı her şey mu'cizdir, mükemmeldir. Her şeyin arkasında ölçü, takdir, tanzim, inayet ve rahmet gibi pek çok güzellikler vardır. Neye baksak netice delil bu çıkar, ama şu dağı gel inceleyelim, dağın dibinde toprağın içinde ne var? Ne varsa var, onu o sahanın uzmanları incelesin, netice bizi doğrudan doğruya tevhide götürüyor. Ama şu taş mıdır, şu kaya mıdır, şu mermer midir, şu mermerin özelliği nedir, altın mıdır, bakır mıdır? Şu eşyanın mahiyet ve hakikatının detaylarına girmek bu sahadaki uzman ve araştırmacıların iş ve sorumluğudur.

Petrol mühendisi, maden mühendisi, o sahada çalışma, araştırma yapar. Biz tevhid gözüyle baktığımız zaman, dağlar bir müsebbihtir, Allah'ı tesbih ediyor. Üzerindeki bütün ağaçlar, meyveler, çiçekler, bütün mahlûklar Allah'ın varlığına delil ve hüccettir, biz böyle bakarız. Müslüman böyle bakar, ama eşyanın detayı ile ayrıntılara fazla takılırsak, insan ömrü Nuh aleyhisselam kadar olsa buna yetişmez ve yetişmiyor.

*"Fakat o meclis-i âlî-i Kur'anî'ye girmiş olan kâinatın her ferdi dört vazife ile muvazzaftır."(Muhakemat, s.13)

Her ferdin dört tane görev ve sorumluluğu ve vazifesini çiziyor.

*"Birincisi: İntizam ve ittifak ile Sultan-ı Ezel'in saltanatını ilân...(Muhakemat, s.13 )

Birincisi; kâinata akıl ve idrak sahibi her insan; bu insanlardan birinci derecede mümin ve Müslümanları kast ederek, daha kendimize bakan cephe ile bu cümleyi şerh edersek;

Birinci görevimiz,. Kâinattaki intizam dili ile birlik sikkelerini okuyarak Allah'ın vahdaniyetini kâinata ilan etmek her müslümanın ilk ve birinci vazifesidir. Şimdi bu vazifeyi ilm-i kelam, akaid noktasından düşünürsek, demek bizim görevimiz Allah'a iman ve Allah'a imanı tebliğ, insanlara duyurmak. Bu ilk görev sani-i kâinatı intizam dili, hikmet dili, birlik dili ile tasdik edip, sani-i kâinatın varlığını âleme tebliğ etmek.

Demek marifet, artı tebliğ, artı temsil manası bizim ilk görevimiz. Hakikat-ı Kur'aniye de derinleşmek, imanda rusuhiyete çıkmak, o imana medar hakikatları Allah'ın varlığını tebliğ etmek ve temsil etmek bir muvahhid müslüman manasını kendi hayatında fiilen yaşamak ve yaşatmak.

*"İkincisi: Her biri birer fenn-i hakikînin mevzu ve müntehabı olduklarından İslâmiyet fünun-u hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar...(Muhakemat, s.13)

İkincisi; İslamiyet hakiki fenlerle çatışmış değil. İslamiyet fenlerin imamıdır. Bütün fenlerin özü ve esası Kur'an-ı Kerim'de mevcuddur. Üstadımız ne diyor, Kur'an ilmin pederidir. Kur'an ulumun seyyidi ve efendisidir, İslamiyet ilimle çatışmaz, ilimle, fürunla mübareze etmez.(bkz. Muhakemat, s 10)

Yazılan eserleri bir de yazıldığı, telif edildiği dönemin mizacıyla mukayese etmek gerekiyor. Osmanlının son döneminde bir kısım Avrupa'ya sağ gidip, cılk yumurta olarak dönen bir kısım insanlar ne dediler; "Avrupa ilimde, teknolojide ileri gitti, biz geri kaldık. Avrupa top tüfek dedi, ilerledi. Biz Allah Allah dedik, geri kaldık. Tabi o asrın mizacında o günkü meseleler münevverler, aydınlar, kafa feneri olup ta kalp ışığı olmayan aydınlar bunu o gün gündeme getirdiler. İşte "bizi İslamiyet geri bıraktı" denildi. Üstad onlara cevap veriyor, hatta bunu biraz öne almış. İslamiyet fünunun düşmanı değil. İslamiyetin getirdiği hakikat fenle mübareze etmez, çatışmaz. Bizim Avrupa'ya nisbetle geri kaldığımız, biz İslamiyet'e bütün gücümüzle, bütün ruhumuzla tam sarıldık, netice bu noktaya geldi değil. Biz İslamiyet'ten elimizi gevşettik, Kur'anın emrettiği çalışmaya, mesaiye, cevvaliyet ve faaliyete,

وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى

"Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. (Necm; 53/39)

 bu ayetin hükmüne muhalefet ettiğimizden dolayı belamızı bulduk. Avrupa'nın gerisine düştük. Yoksa hakikat noktasında Kur'an ve İslamiyet ilimle, teknikle barışıktır, onlara muhalefet etmez. Ama artık bugün bu mana beşerin gündeminde fazla önemini kaybetti. O gün bazı insanlar İslamiyet'ten, sıyrılmış, tefessüh etmiş insanlar bunu gündem yapmışlar. Her mevsimin bir rüzgârı var ya, o gün çok bunu irdelediler. Ama herkes biliyor ki biz İslamiyet'e sarıldıkta çukura düşmedik, biz İslamiyet'ten elimizi çektik, belamızı bulduk.

Üçüncüsü: Her biri birer nev'in nümunesi olduklarından hilkatte cari olan kavanin ve nevamis-i İlahiyeye İslâmiyeti tatbik ve mutabık olduğunu isbat.. tâ o nevamis-i fıtriyenin imdadıyla, İslâmiyet neşv ü nema bulsun. Evet, bu hasiyetle Din-i Mübin-i İslâm; sair heva ve heves içinde muallak ve mededsiz, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk tegayyüre yüz tutan dinlerden mümtaz ve serfirazdır.(Muhakemat, s.14)

Üçüncüsü; bunun üzerinde biraz fazla durmak gerekiyor nedir bu, fıtrat kanunlarıdır. Şimdi bir fikir, bir ideoloji, bir düşünce, hatta bir dinin kemâli, devamı ve sürekliliğinin çok ehemmiyetli mizan ölçüsü, fıtrat kanunlarına mutabakat sırrıdır. Bir şey fıtrata mutabıksa, o şey yaşar. Bir şey fıtrata mutabık değilse, onun ömrü nâkıs ve kısa olur. O şey, o fikir ve düşünceyi altın kaplarda, kadehlerde sunsanız, mücevheratların içerisinde onu insanlığa içirseniz, eğer o içirdiğiniz şey fıtrata mutabık değilse, fıtrat onu kusar, ruh onu kabul etmez. İş kalbe inmez, o iş insanların latifelerinde mekân tutmaz, silinir ve gider.

Daha açık bir dil ile ifade edersek, bir fikir, bir düşünce, bir ideoloji fıtrata mutabık değilse o saman gibi cılız olur, buz gibi erir, toz gibi ufalanır ve gider. Şimdi bu cihetle sünnetullah kanunları diyoruz. Nedir sünnetullah kanunları? Bu kanunlar Allah'ın kainatta vaz ettiği kanunlarla insanın fıtratına koyduğu esaslar. Bunların hepsine sünnetullah kanunu diyoruz. Bu kanunlarda tağyir ve tebdil olmaz. Mesela şefkat sünnetullahtır, yer çekimi sünnetullahtır, bahar, ağaçların filizlenmesi, açılması, mevsimlerin gelmesi sünnetullahtır ve insanın yaratılışı sünnetullahtır. İnsan doğar, büyür, gelişir, hastalanır, ihtiyarlanır ve ölür. Sünnetullah kanunudur bunlar. Allah'tan evlad istemenin yolu nikâhtır, bu bir sünnetullahtır. Sabaha kadar elini açsan, semadan yere çocuk inmez, sünnetullaha tabi olmak şarttır.

İnsan fıtratında da bir kısım sünnetullah kanunları vardır. İnsan ebed için yaratılmıştır, bu bir sünnetullah kanunudur. Dünya insanı işba etmiyor, doyurmuyor. "Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse "Ebed! Ebed!" sesini işitecektir."(Sözler, s.522) diyor. İnsan ebed için yaratılmıştır.

İnsan köleliği istemez, fıtrat kanunudur bu. İnsan hürriyete âşıktır, bu bir fıtrat kanunudur. İnsan acz ve fakr üzere yaratılmıştır. İnsan kelama hürriyet ister, insan terörden hoşlanmaz, tahakkümden hoşlanmaz, babası bile çocuğuna üç beş defa tahakküm etti mi, "artık yeter" diyor. Fikre hürriyet, kelama serbestiyet, tüm bunlar fıtratın kanunlarıdır.

Bu fıtrat kanunları bir ideoloji, bir fikir hatta bir din, fıtrat kanunlarına uygunsa yaşar ve o ebediyete gider. Fıtrat kanunlarına uygun değilse, o fikir, o düşünce zevahirde ne kadar güçlü kuvvetli olursa olsun, zaman içerisinde ömrünü tamamlar.

Allah rahmet eylesin, Turgut Özal D.P.T'da çalışırken, daha başbakan olmadan önce arkadaşları ile oturmuş konuşuyorlar. O zaman da komünizmin en zirve olduğu dönem, kızıl ejder dönemi. Tamamen ideolojileriyle bütün dünyada en güzel rejim diye propaganda yapıyorlar. Turgut bey demiş ki; "Rusya yıkılacak." Demişler ki; " bu da nereden çıktı?" Demiş ki; "Rusya'daki rejim fıtratın kanunlarına muvafık ve mutabık değil. Görecekseniz bir gün gelecek, Rusya tamamen yıkılacak." Demişler ki; "isbat et." O da demiş ki; "isbatı gayet kolay." Birisine "yumruğunu sık ve kaldır elini ve bekle bakalım ne zamana kadar tutacaksın" demiş.

Şimdi bakınız, yumruğunu sıkıp elini kaldırmak fıtrata uygun mu? Beş dakika, on dakika, rekorlar kitabına girmek istiyorsan bunu sekiz, on saat tutacağım dersin veya tam bir inat ile iki gün uyumadan tutarsın, sonra düşer ve düştü de. Fıtrat fıtri olmayan şeyi tard eder, red eder. Elini sıkarak yukarıda tutmak fıtri değil, saatlerce tutarsın, ama zorlama ile tutarsın, sonra düşer. Ama elini tam tersi rahat bıraksan, mesele yok, zira fıtri olan bu.

Komünizm de öyle, fıtri değil. Mesela mülkiyet hakkı yok, mülkiyet fıtratta esastır, açık bir fıtrat kanunudur. Şimdi mülkiyetin önünü kesersen, ailenin önünü kesersen, kelama serbestiyet vermezsen, insanları kayıt ve kuyuda koyarsan, anarşi ile hiddetle, vurma kırma ile insanları suni duvarlarla tutamazsın. Peki ne olur, bir suyun önünü kesersin, bend yaparsın, su birikir, birikir sonra öyle bir noktaya gelir ki, her şeyi yıkar, hepsini önüne katar ve götürür.

Bakınız, beşer tarihinde fıtri olmayan bütün faaliyetler yıkılmıştır ama kırk sene, ama seksen sene. İşte komünizm kaç sene sonra gitti. Terör, hiddet, şiddet, infial, vurma, kırma üzerine kurulmuş bütün zihniyeler, batıl fikirler, devletler netice noktasında gitmiştir.

İslamiyet fıtrat üzerine müessirdir. Kur'an-ı Kerim, Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın getirdiği bütün hakikatlar fıtridir. Üstad diyor ki fıtrat kanunlarına tam mutabakatla gelmiş Kur'an getirdiği bütün ahkâmlar ile beşerin içtimai hayatının tedvir ve tanzimin kemaline hizmet etmiş oluyor.(Muhakemat, s. 39)

Fıtratla insan arasında çok yakın bir ilişki var. Yani kâinat insanın fıtratına bir cevaptır. Tek kelime ile; kainatta asli ve tek proje insandır. Ciğerlerin cevabı atmosfer, göze cevap güneş, kulağa cevap sesler, buruna cevap kokular âlemi, dile cevap tatlar âlemi, hayata cevap bahar vs.

Üstadımız diyor ki şu kâinata bak, ne kadar güzel ve müzeyyen, ne kadar rahmete, inayete, hayatın tecellisine makes ve ayna olmuş. İşte şu güzel kâinatı yaratan Allah'ın insanında hem dünyada hem de bekada ebedi güzelliğe ulaşması için getirdiği kanun nedir, Kur'an-ı Kerim'dir. İşte bu cihetle Kur'an fıtratı okuyor. Bu nokta çok önemli. Kur'an kâinatın tilavetidir. Kur'an kâinatın nagamatından haber veriyor. Kur'an kâinat kitabını şerh ediyor, izah ediyor. Diyor ya "Kâinat mescid-i kebirinde Kur'an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim."(Sözler, s. 33) Şimdi fıtratı en mükemmel, en şahane, en müdellel şerh eden Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim tam fıtrata mutabık hareket etmiş olduğu için, beşerin saadet ve sürurunun kaynağı da Kur'an'a mutabakatla endekslidir.

Bugün bütün dünyada ciddi manada sıkıntı var. Ahirzamanda terör, hiddet, öfke patlaması, tahammülsüzlük var. Avrupa'ya bakın, zerre kadar şefkat, merhamet yok. Beşerin saadet ve süruru Kur'an'a teslim olmak iledir. Eğer dünyanın devamı isteniyorsa, dünyada saadet ve sürur aranıyorsa, bunun yolu fıtrat kanunlarına mutabakattan geçer. Fıtrat kanunlarını da şerh eden, ifade eden, beşere sunan tek rehber Kur'an-ı azimüşşandır. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam bu ahkâmı anlatıyor;

أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

"Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur. (Rad; 13/28)

Mahiyet-i insaniye haritasına baktığımız zaman, Kur'an'da;

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zariyat; 51/56) ayeti kerimesi var. Allah bizi niçin yaratmış? İbn-i Abbas(r.a)ın tefsiri ile ifade edersek, biz iki mana için yaratılmışsız; biri marifet, diğeri ibadet. Varlığımızın, istidat ve kabiliyetlerimizin verilmesinin sırr-ı azimi, Allah'a iman etmek, tanımak ve ibadet etmek.

Bilgisayar gözüyle bakarsak, Allah insanın fıtratını marifet ve ibadetle kodlamış. Fıtratın yazılımı bu; marifet ve ibadet. Şimdi sen güzel bir diskete yazılmış, formatlanmış diskin üzerine başka format at, tutmaz ki. İslamiyetin fıtrat üzerindeki müessiriyeti öyle kolay kolay silinmez. Üstad diyor ki bakın bir insanın tamamen, şeklen, amelen, hissen, dinden imandan ırak olmakla beraber, gene vicdanında iç dünyasında, maneviyatla ilgili umdeleri vardır, onlar kolay kolay silinmez.(Not: Üstadın orijinal ifadesi şöyledir; "Hakikaten bence, bir müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyet'ten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiç bir vakit İslâmiyet'ten vazgeçemez.(Münazarat, s.45)

Bir zaman bir doçent vardı. Amerika'da yaşamış, İslamiyet'le hiçbir alakası yok. Tamamen ateist ve dinsiz. Açık olarak ta kendini ifade ediyor. Bir sohbette demiş ki; "ya ben hiçbir şeye inanmıyorum, ne Allah'a ne de ahirete. Ama banyoya girdiğim zaman gusül abdesti almadan çıktığım zaman, zannediyorum ki gök kubbe benim başıma çökmüş." "Niye" diye sormuşlar. "Çocukken annem bana telkin ediyordu; "oğlum, banyoya girdiğin zaman, çıkarken gusül abdesti almadan dışarı çıkma." Ben otuz sekiz yaşındayım. Amerika'da bu kadar talim öğrendim. Annemin bu telkininden bir türlü kurtulamıyorum. Hiçbir şeye inanmadığım halde, gene banyoya giriyorum, gene gusül alıp çıkıyorum." Fıtrat yalan söylemez..

Fıtrat Allah'ı arar. Beşer tarihinde bakın tarih boyunca hiç dinsiz yaşamamış, illa aramış. Doğan çocuk neyi arıyor, anne göğsünü arar. Ama bir kısım fıtrat düşmanları çocuk memeye giderken, önüne emzik veriyor. Çocuk onu emer emer, büyümez, vücudu gelişmez.

Bu din ve mukaddes düşmanları emzik gibi batıl fikirler onun vechini ne kadar çelmiş olsa bile bakıyorsun adam yirmi sene, kırk sene batılda yaşıyor, kırk sene sonra "eyvah" diyor, "yanlış yapmışsız, yalana secde etmişiz, nefsimizin pisliğinde batmışız" bade harabil Basra. Bakıyorsun bir tevbe ve iltica ile fıtrat kanuna dönüyor.

Fıtrat rabbini arar. İnsan fıtratında var; insan sevdiğini zikreder, sevdiğini unutmaz bu fıtrat kanunu. Döner dolaşır, gelir. Seni yaratan Allah, yaşatan Allah, yeri göğü bütün her şeyi senin başına bağlayan Allah. Demek zikir ve tesbih fıtratın lazımıdır. Fıtrat illa Allah diyecek. Diyemiyorsa o fıtrat tefessüh etmiş, bozulmuş. O fıtrat nitelik ve özelliğini kaybetmiş. Onun için İslamiyet fıtratın kanunlarına tam itaat ve inkiyadın önünü açmış.

Üstadın İşaratü'l İ'caz'da bu mana ile ilgili bir ifadesi var; kâinatta dünyada muvaffakiyet isteyen fıtrat kanunlarına mutabık hareket etsin eğer fıtrat kanunlarına uygun hareket etmezse o çarkların altında kalır ezilir gider. (bkz. İşarat-ül İ'caz, s. 85)

Burada bize bakan cephesiyle bir ders çıkartabiliriz; insan efalini, hareketini, tarzını, hayat, meslek ve meşrebini tanzim ederken, iç dünyasında çok önemli ilk filtre, ilk mihenk taşı fıtrattır. Fıtrat analizi yap; "şu yaptığım iş, şu yüklendiğim görev, şu sorumluluk, fıtrata muvafık mıdır, değil midir? Fıtrata uygun mudur değil midir?" Bakınız fıtratın murakabesinde çok önemli bir nokta insandaki vicdandır. Eğer o vicdan tamamen tefessüh etmemiş ise, vicdan murakıb ve muhasiptir, sana yol gösterir. O yüzden peygamberimiz aleyhissalatu vesselam bir hadis-i şerifte buyuruyor ki; "Başkaları fetva verse de sen fetvayı kalbine sor." (Dârimî, "Buyû`", 2; Müsned, IV, 228) 

O yüzden muhakkikler demişler ki; bir işe teşebbüs ediyorsan, bu iş helal midir, haram mıdır, caiz midir değil midir, kalb tefessüh etmemiş ise, insana fetvayı verir. Bu işte yanlış var, hata etme, halt etme. Bu işte yanlış üzeresin, vicdan murakıp, kalb ise muhasiptir. Kalbin, gönlün iç dünyası o işten rahatsız oluyorsa, o işe girme, elini çek.

Onun için, insanın manevi hayatının çok önemli filtresi fıtrata mutabakat sırrıdır. Fıtratın şehadeti sadıkadır. Fıtrat yalan söylemez, bu ölçüdür. Ördek yavrusu yumurtayı kırar ve bir şeyi arar, nedir o? Suyu arıyor. Yok olan aranmaz. Ne ki aranıyorsa o vardır. Ördek yavrusu suyu arıyor, suyu gördü mü sanki yüzlerce sene suyla ülfet etmiş gibi göğsünü suya koyuyor ve saatlerce yüzüyor.

Fıtratın şehadeti aynı zamanda ahiretin de büyük bir delilidir. İnsanın fıtratı beka istiyor. Ebediyeti istiyor. Yok olan şey istenmez.

Cenab-ı Hak fıtrat kanunlarını koymuş. Hayatın devam ve bekası için. Tamam, peki Kur'an'daki kanunların konmasının esprisi ne? Ciğerler teneffüs ediyor mu, ediyor. Yemek yerken lezzet alıyor musun? Refah ve saadete medar bir açılımda lezzet alıyor muyuz, alıyoruz.

İşte kalbin, ruhun, nefsin, hayatının hafi ahfa bütün letaiflerinde lezzetinin kaynağı Kur'an'a mutabakattır. İşte şu güzel hayatı, şu iklimi yaratan Allah senin maddi hayatının tedbiri için bu nimetleri sermiş mi? Bunların hepsi rahmet mi? Kur'an da senin fıtratına rahmet. Yani sen Kur'an hakikatlarını masseder ve hayatına yansıtırsan şu dünyada da firdevsi bir cenneti yaşamış olursun. Sanki cennet hayatının dünyada paketlenmiş bir programı. Onun için peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) asrına ne denmiş? Asr-ı saadet, asr-ı nur.

Saadet İslamiyetle.. Saadet imanın gölgesidir. İman ne kadar inkişaf ederse, ağaç ne kadar büyürse gölgesi de o kadar ziyadeleşir. Demek dünyadaki saadetimizin esas kaynağı, menbaı, medarı; iman ve imanlı hayattır.

Bir de fıtrata mutabık değilse, bir dinin de mehazı semavi değilse, vahiy kaynaklı değilse, o din yalan ve yanlıştır. İslam son, en mükemmel din. O yüzden Cenab-ı Hak "sizin için İslam'ı seçtim" diyor.(bkz. Maide Suresi 3. Ayet)

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

“Nasıl ki zaman-ı saadette ve selef-i sâlihîn zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve ak

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime(devam) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Hem de istibdad

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu Mukaddimenin çok h

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Yedinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu mukaddimede d

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

Ders: Muhakemat, 6. Mukaddime, İşaret’ten devam İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Bu mukaddeme

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

Ders: Muhakemat Birinci Makale, Altıncı Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Tefsirde mez

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Beşinci Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek “Mecaz, ilmi

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

Ders: Muhakemat Dersleri (10.Ders), Birinci Makale, Dördüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener D

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

Ders: Muhakemat Dersleri (9.Ders), Birinci Makale, Üçüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dil

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

Ders: Muhakemat Dersleri (8.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime’nin devamı İzah: Prof. Dr.

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

Ders: Muhakemat Dersleri (7.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları bilir.

Al-i İmran, 115

GÜNÜN HADİSİ

Mü'minin sezgisinden sakının, çünkü o Allah'ın nuruyla bakar.

Taberani

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI