BENİM GÖZÜMLE-10
İmam Rabbani İmam-ı Rabbani'nin, hadiste "her yüz yılın başında" geleceği bildirilen müceddid(ler) gibi sadece "yüz yılın" değil, "(ikinci) bin yılın" müceddidi olması şüphesiz farklı bir durumdur ve onu "müceddid" yapan şeyin bin yıl ötesine uzanacak önem, değer ve etkisiyle açıklanmalıdır. Bu da hiç şüphesiz İmam-ı Rabbani'nin tecdid faaliyetinin "çok yönlü" olmasıyla doğrudan ilişkilidir.
Ä°mam Rabbani
İmam-ı Rabbani'nin, hadiste "her yüz yılın başında" geleceği bildirilen müceddid(ler) gibi sadece "yüz yılın" değil, "(ikinci) bin yılın" müceddidi olması şüphesiz farklı bir durumdur ve onu "müceddid" yapan şeyin bin yıl ötesine uzanacak önem, değer ve etkisiyle açıklanmalıdır. Bu da hiç şüphesiz İmam-ı Rabbani'nin tecdid faaliyetinin "çok yönlü" olmasıyla doğrudan ilişkilidir. 30 Temmuz 2005
Onun diri ve diriltici soluğu mesafeler ve çağlar ötesinden bugüne, buraya ve başka yerlere hâlâ son derece etkin bir şekilde ulaşıyorsa, başta "Mektubat" olmak üzere diğer eserlerindeki istikamet, berraklık ve berekettendir. İmam-ı Rabbani'nin eserlerinden azami istifadenin ise, onun hakkında yapılmış yetkin araştırmalara müracaatla bir "ön hazırlık" safhasına muhtaç bulunduğu açıktır. Milli Gazete - 30 Temmuz 2005
Rahmetullah el Hindi
Rahmetullah efendi ile 1854'te girdiği ve üç gün devam eden münazara sonunda İncil'de tahrifat yapıldığını itirafa mecbur kalan Karl Gottlieb Pfander isimli Hristiyan misyoner, bunun üzerine Hindistan'dan ayrılmak zorunda kalmıştı. Bilahare İstanbul'da ortaya çıkan mezkûr papaz, Padişah tarafından davet edilen Rahmetullah efendinin İstanbul'a geldiğini duyunca ikinci bir yenilgiyi göze alamadığı için alelacele İstanbul'u terk etmişti.
Ahmed b. Zeynî Dahlan'ın, Müslümanlar'la Hristiyanlar arasında tartışılan konularla ilgili olarak Urduca ve Farsça kaleme aldığı eserlerindeki önemli 5 meseleyi Arapçaya çevirmesi tarzındaki talebi ve Sultan Abdülaziz'in aynı doğrultudaki isteği üzerine kaleme aldığı İzhâru'l-Hakk'da Yahudilik ve Hristiyanlık hakkında muazzam bir tarih ve literatür birikimine sahip olduğunu ortaya koymuştur. Ebu'l-Hasen en-Nedvî'nin Asrımızda İslam Tetkikleri adıyla dilimize çevrilen eserinde belirttiğine göre İzhâru'l-Hakk neşredildiğinde London Times gazetesinin (İngiltere) yorumu şöyle olmuştur: "Eğer insanlar bu kitabı okumaya devam ederse, dünyada Hristiyanların ilerleyişi durur."
İzhâru'l-Hakk'ın iki ciltten oluşacağı anlaşılan çevirisinin birinci cildinde mütercim tarafından bahsedilmemiş ise de, eserin Sultan Abdülhamid'in talebi üzerine dilimize aktarılarak basıldığını (İstanbul-1293) ve bilahare (1972) sadeleştirilerek yeniden basıldığını biliyoruz. Ancak muhtemelen bugünkü gibi bir gündem söz konusu olmadığı için daha önceleri belli bir çevre tarafından gösterilen sınırlı bir alaka söz konusu olmuştur. Bugünse durum biraz daha farklı. İzhâru'l-Hakk, Dinlerarası Diyalog ve Medeniyetler İttifakı gibi sloganların havada uçuştuğu, misyonerlik faaliyetlerinin kol gezdiği günümüz Türkiyesinde ve dahi İbn Haldun, el-Makrizî, Süleyman Ateş gibi Tevrat ve İncil metninde tahrif vuku bulmadığını söyleyenlerin bu iddiaları karşısında zihnî berraklık isteyenlere esaslı bir rehberlik yapacaktır.
Ahmed Ziyauddîn Gümüşhanevî hazretlerinden de tarikat hilafeti almış olan Rahmetullah efendinin bu benzersiz eserini yeni nesillerin dikkat ve istifadesine sunan mütercim Abdülhadi Sıddık'a ve Faran Yayıncılık'a teşekkür borçluyuz.. Milli Gazete - 4 Şubat 2006
Ä°bn-i Recep
İbn Receb'in –gerçekten ismiyle müsemma olan– "Câmi'u'l-Ulûm ve'l-Hikem" adlı eserine (28. hadisin şerhi meyanında) başvurulmasını tavsiye ederim. Hadis, Fıkıh, Akaid/Kelam, Zühd... vd. konularda kendisinden müstağni kalınmaması gereken bu muhalled eserin ehil bir kalem tarafından dilimize çevrilmesiyle ortalama okuyucunun pek çok sahadaki ihtiyacı karşılanmış olacaktır... Milli Gazete - 27 Temmuz 2004
Ömer Öngüt
(…) zat-ı muhteremin dedesinin Kinde kabilesinden olduğunu nereden bileceğiz? Ortada sadece kendi beyanı var. Bu beyan da delile, hüccete, bürhana şiddetle muhtaç. Aksi halde ayağı topal olan ve bu işlere az-buçuk merakı bulunan herkesin, "Benim dedem Kinde kabilesindendir" diyerek ortaya atılmaması için bir sebep gösterilebilir mi?
Ve nihayet bu zatın "Hatemu'l-evliya" olacağına dair rivayette hiçbir kayıt yok. Esasen "velilik" mertebesinin/kurumunun herhangi bir zat ile son bulmasının –nass bulunması dışında– ne aklen, ne de naklen tatmin edici bir izahı olamaz. Bu din yaşanmaya devam ettikçe elbette veliler de mevcut olmaya devam edecektir… Milli Gazete - 10 Temmuz 2006
Hatemu'l-Evliya" başlıklı yazıları, hiç tanımadığım biri hakkında kaleme almış değilim. Hakikat Yayıncılık tarafından neşredilen eserlerin ve Hakikat dergisinin dilini, üslubunu ve tarzını bilenlerdenim ve eğer söylenenin hakikatini söyleniş yöntem ve üslubuyla değerlendirmek doğruysa, bu babdaki eleştirinin öncelikle "zat-ı muhterem"e yöneltilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu ülkede "zat-ı muhterem"in "tekfir makinası"na uğratılmaktan sıyrılabilmiş kalburüstü kaç isim sayılabilir?.. Ve "zat-ı muhterem", tekfir edip cehennem gayyasına yuvarlamadan önce bu isimlerin kaçıyla bizzat görüşüp fikirlerini birinci ağızdan dinlemiş, düşüncelerini kendilerine iletmiştir? Esasen böyle önemli bir meselede sarf-ı kelam ve bezl-i kalem etmeden önce, meseleye mihver kılınan rivayetin durumu iyice tahkik edilmeli değil miydi? Sonra bazı çevrelerin "ver-yansın"ına maruz kalındığında "Bunlar Tasavvuf karşıtıdır" türünden savunmaların pek de işe yaramadığını acı acı seyretmek durumunda kalıyoruz… Milli Gazete - 15 Temmuz 2006
 Said Nursi
Gerek Mehdi'nin, zuhurunu haber veren hadislerde mezkûr özellikleri, gerekse Said Nursi merhumun eserlerinde müteaddit yerlerde Mehdi hakkında söyledikleri göz önünde bulundurulduğunda, onun "ahir zaman mehdisi" olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
Her şeyden önce ilgili rivayetlerde Mehdi'nin zuhur edeceği ortam oldukça net biçimde tasvir edilmiştir. Söz konusu tasvirlerden anlaşılan odur ki, Mehdi'nin zuhur edeceği zaman diliminde ve sonrasında dünyada küresel bir kargaşa olacaktır. Said Nursi merhumun Mehdi olduğunu söyleyenler ise lokal bir durumu ve onun aktörlerini çeşitli zorlama tevil ve benzetmelerle –deyim yerindeyse– "anlam genişlemesine uğratarak" rivayetlerle mutabık hale getirmeye çalışmaktadırlar.
İkinci olarak –yukarıda da söylediğim gibi– "ahir zaman mehdisi"nin hadislerde bildirilen kişisel özellikleri ile Said Nursi merhumun özellikleri birbirine uymamaktadır. Mehdi, Hz. Peygamber (s.a.v)'in soyundan gelecek ve –tıpkı Hz. Peygamber (s.a.v) gibi– babasının ismi Abdullah, kendi ismi ise Muhammed olacaktır. Ayrıca Mehdi, İslam ordusunun başında fiilen savaşacaktır. Onun döneminde Hz. İsa (a.s) nüzul edecek ve Deccal zuhur edecektir.
Bunların hiç birinin Said Nursi merhum için söylenemeyeceği açık olduğu gibi, merhumun, Mehdi konusunu işlediği yerlerde söyledikleri de, bu sıfatın kendisi hakkında kullanılmasına imkân verir nitelikte değildir. Konu hakkında kelam ettiği hemen her yerde hep üçüncü şahıs kipiyle konuşmuş, "şöyle olacak, böyle gidecek..." tarzında ifadeler kullanmıştır.
Bütün bunlardan daha önemlisi, merhum henüz hayattayken –tabii ki muhalifleri tarafından– "mehdilik" iddiasında bulunmakla suçlanmıştır. Acaba Said Nursi merhumun bu suçlama hakkındaki tavrı ne olmuştur?
"Şualar"ın "Ondördüncü şua" kısmında yer alan ifadelerini birlikte okuyalım:
"İddianamede benim hakkımda dört esas var.
"Birinci esas: Güya bende tefahur ve hodfuruşluk var ve kendimi müceddit biliyorum.
"Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem mehdîlik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli'deki ehl-i vukuf "Eğer Said mehdîliğini ortaya atsa bütün şakirtleri kabul edecek" dediklerine mukabil, Said, itiraznamesinde demiş ki: "Ben Seyyid değilim. Mehdi Seyyid olacak" diye onları reddetmiş..."
Keza "Tarihçe-i Hayat"ın "Afyon Hayatı" kısmında da şöyle demiştir:
"Bazı emarelerle bildim ki, gizli düşmanlarımız, Nurların kıymetini düşürmek fikriyle, siyaset mânâsını hatırlatan Mehdilik dâvâsını tevehhüm ile, güya Nurlar buna bir âlettir diye, çok asılsız bahaneleri araştırıyorlar. Belki benim şahsıma karşı bu işkenceler, bu evhamlarından ileri geliyor. Ben, o gizli zâlim düşmanlara ve onları aleyhimizde dinleyenlere derim: Hâşâ, sümme hâşâ! Hiçbir vakit böyle haddimden tecavüz edip iman hakikatlarını şahsiyetime bir makam-ı şan ü şeref kazandırmaya âlet etmediğime bu yetmiş beş, hususan otuz senelik hayatım ve yüz otuz Nur Risaleleri ve benim ile tam arkadaşlık eden binler zâtlar şehadet ederler..."
Konu hakkında ayrıca "Ondördüncü şua"nın yukarıda naklettiğim kısım dışında birçok yerine ve "Kastamonu Lahikası", 73. ve 118. mektuplara da bakılabilir Milli Gazete - 1 Haziran 2004
Muhyiddin b. Arabî ("el-Fütûhâtu'l-Mekkiyye", III, 98-9 ve IV, 327-8) ve Sa'îd Nursî ("İşârâtu'l-Îcâz", 2/el-Bakara, 7. ayetin tefsiri esnasında, 1189) ise yukarıdakilerin aksine cehennem hayatının son bulacağını savunmamıştır. Soruda da ifade edildiği gibi onlar, cehennemde ebedî olarak kalacakların, bir süre sonra azaba alışacağını –bir anlamda "bağışıklık" kazanacağını– ve bir noktadan sonra azabın onlara bir tür lezzet vermeye başlayacağını söylemişlerdir.
Meselenin detaylarını gerekirse başka bir yazı serisinde ele alırız. Burada şu kadarını söyleyelim ki, her iki görüş de, Ehl-i Sünnet itikadına aykırıdır. Hatta sadece Ehl-i Sünnet'in değil, Şia, Havariç ve Mu'tezile'nin inancına da terstir. Milli Gazete - 24 Temmuz 2004
Sonuç olarak Resail-i Nur da diğer eserler gibi bir "beşer"in kaleminden çıkmıştır. Bu yönüyle içinde hata bulunması normal, hatta kaçınılmazdır. Gerek eseri, gerekse müellifini "lâ yuhti" olarak görmek de, tamamen değersiz addetmek de yanlıştır. Milli Gazete - 23 Kasım 2004
Bediüzzaman merhum bu toprakların yetiştirdiği müstesna değerlerden, merkez şahsiyetlerden biri olmakla, sadece "Nurcu" tesmiye edilen veya kendisini öyle ifade eden kimselerin değil, hepimizindir. Milli Gazete - 8 Mart 2005
Bediüzzaman merhum, döneminin yıldız şahsiyetlerinden, hatta 1400 küsur yıllık tarihin yetiştirdiği sayısız alimlerden, salihlerden biridir ve o ulema ve sulehadan hiç birisi hatasız ve tenkitten münezzeh olduğunu söylememiştir. Milli Gazete - 8 Mart 2005
İmam-ı Rabbânî hz.leri İbn Arabî hz.lerinin "vahdet-i vücut" görüşüne itiraz ederken, Zâhid el-Kevserî merhum, Mustafa Sabri Efendi merhumun "kesb" ve "ihtiyar" görüşlerini eleştiri konusu yaparken, hatta bizzat Bediüzzaman merhum, M. Sabri Efendi merhumu, Musa Carullah ile girdiği tartışmanın semeresi olan o muhalled eserinde İbn Arabi hz.leri ile ilgili tavrı sebebiyle tenkit ederken, yine Bediüzzaman merhum, İmam el-Gazzâlî'yi tenkit sadedinde, "…Ve "Daire-i imkânda daha ahsen yoktur" olan sözü İmam-ı Gazalî'ye dediren, hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaattir ve istihfaf demektir" derken "Yahu bu adam ne yapmak istiyor? Ehl-i Sünnet ulemaya çatmaktan başka yapacak bir şey kalmadı mı?" türünden eleştirilere muhatap olmuş mudur, bilmiyorum. Ama böyle bir şeye muhatap olmuşlarsa bile, gülüp geçtikleri ve "ihkak-ı Hakk" düşüncesini her şeyin üstünde tuttukları kesin.
Peki biz ne yapıyoruz?
O alimleri "değerli, aziz ve mübarek" kılan şeyin rağmına onların her söylediklerine –farkında olarak veya olmayarak– "vahiy" seviyesinde değer atfetmek, onları vazgeçilmez kılan şeyi zedelemekten başka bir netice vermez. Milli Gazete - 8 Mart 2005
Bediüzzaman merhumun bıraktığı mirasın birçok noktada –"Risale-i Nur"dan aktüel duruma tesbit/onay elde etmek için– birbirinden oldukça farklı okumaların nesnesi haline getirilmiş olması, "tarihsel olan"ın evrenselleştirilmesinden, yani "sündürülmesi"nden başka bir şey değildir.
Oysa onun özellikle kendi dönemine ilişkin tesbitleri, aslî değerini –tıpkı diğer ulemanınki gibi–, "evrensel hakikat"in belli bir tarihsel durum özelinde takdimi ve belli bir aktüel durumda tahkimi olmak hasebiyle bulmuştur.
Bizzat kendisinin, temel çabasını, "İlm-i Kelam'ın güncellenmesi" olarak tanımlayabileceğimiz bir amaca teksif etmiş olması, bu tesbitleri onun da kendisinden önceki ulemanın bıraktığı miras hakkında yaptığının ifadesidir.
Elbette bunu söylemekle onun yazdığı/söylediği her şeyin "miadını doldurmuş" olduğunu ileri sürüyor değilim. Tıpkı bizler gibi, bizden sonra gelecek nesiller için de, hem onun hem de diğer ulema ve sulehanın rehberliğinden istiğna hiçbir zaman söz konusu olmayacaktır.
Ancak nasıl Bediüzzaman merhum, varisi olduğu mirası "tüketmek" yerine "üretme" yoluna gitmiş ve bütün varlığıyla bu uğurda bezl-i cehd etmişse, öncelikle takipçisi olduğunu söyleyenlere, ardından hepimize düşen de, biteviye aynı kalıplar içinde tekrarlamak ve virgülüne dahi dokunulmasını "günah-ı kebair"den de öte bir cürüm saymak suretiyle "tüketmek" yerine, Bediüzzaman merhumun eserlerini, her halukârda şerh, tehzib, tensik, tenkih, istidrak… ne gerekiyorsa yaparak yeniden ve yeniden "üretmek"tir!.. Milli Gazete - 10 Mart 2005
1. Bu soruda geçen "bazı alimler"den kasıt Bediüzzaman merhum, "risaleler"den kasıt da "Risale-i Nur" olmalıdır.
Evet Bediüzzaman merhum bu meseleyi "Risale-i Nur"un pek çok yerinde işlemiştir. Sanıyorum ne demek istediğini aşağıdaki cümlesi gayet güzel ifade etmektedir:
"Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i sülûk-u kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid'alar zamanında çok müşkilât bulunduğundan, Nur dairesi, hakikat mesleğinde gidip tarikatlerin faydasını temin eder…" ("Emirdağ Lahikası", Mektup no: 186)
Dikkat edilirse bu yaklaşımda "tarikatı kabul etmemek" diye bir şey bahis konusu değildir. Onun, bu çıkarsamanın tam aksini gösteren pek çok ifadesi mevcuttur. Hepsini buraya almak mümkün olmadığı için durumu şöyle özetleyebiliriz:
Bid'atlerin yaygın olduğu, gayretlerin azaldığı, inkârcı felsefî akımların revaçta olduğu ve imanî zaafların arttığı bu dönemde tarikatlerin seyr-u süluk metotları, temel maksat olan sahih imanı kemale erdirme noktasında insanlara zor gelir. "Risale-i Nur", bu işi daha kolay bir metotla halletmekle, tarikatın maksadını gerçekleştirmiş olmaktadır.
Öte yandan Bediüzzaman merhum, tarikat seyr-u sülukunun bireysel kurtuluşu temin ettiği, "Risale-i Nur"un faydasının ise daha umumi olduğu görüşündedir. Burada bir de, tarikat büyüklerinin delilsiz sözleri Mantık ilminin ölçülerine göre yakîn ve kesinlik ifade etmediği halde, "Risale-i Nur"un hüccetlerinin bürhan-ı yakinî seviyesinde, dolayısıyla daha ikna edici olduğu değerlendirmesini eklemek gerekir.
Tarikatın hakikati konusunda "Telvihat-ı Tis'a" isimli bir risale yazmış, "Risale-i Nur"da İmam el-Gazzâlî, Abdülkadir-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi büyüklerden ilham ve manevi dersler aldığını açıkça beyan etmiş olan Bediüzzaman merhumun tarikatı ve mürşid-i kâmilleri kabul etmediği anlamına gelecek hiçbir beyanı yoktur.
Ancak belki burada şunu söyleyebiliriz: Bediüzzaman merhum, döneminin şartlarını göz önünde tutarak bilhassa talebelerinin, "Risale-i Nur"un programı dışına çıkarak tarikatla meşgul olmalarına sıcak bakmamıştır. "Yirmisekizinci Lem'a"da ve daha başka yerlerde de görülebileceği gibi bu noktada oldukça hassas davranmıştır. Ona göre "Risale-i Nur", hakka ve hakikate, kendine mahsus "bürhanî" metoduyla daha kesin ve kestirmeden götüren müstakil bir meslektir. Bu yönüyle "Risale-i Nur" mesleği, tarikat metoduna müreccahtır. Milli Gazete - 16 Nisan 2005
Bediüzzaman merhumun bizzat kendisi, "müceddit" sıfatını bütün ağırlığıyla tek kişinin üzerinde taşıması hayli zor olduğu için, her asırda birden fazla müceddit bulunduğunu söylemenin yanlış olmayacağı anlayışıyla hareket etmiştir. Dolayısıyla Bediüzzaman merhumun, "Asrının tek müceddidi" olarak tesbit ve tayini isabetli olmasa gerek. Milli Gazete - 20 Şubat 2006
Kâfirler hakkında Cehennem azabının ebedîliği meselesini işleyen 24 Temmuz 2004 tarihli yazımda (http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=226
) Bediüzzaman merhumun, İşârâtu'l-Îcâz'ında, kâfirlerin bir süre azap gördükten sonra Cehennem hayatına alışacakları ve artık onlar için ateşin azap olmaktan çıkacağı tarzında bir görüş benimsediğini yazmıştım. Bu yazı üzerine muhterem Nedim Yüksel, Bediüzzaman'ın "yeni Said" dönemi eserlerinden, Cehennem'de kâfirler için "ebedî azap" söz konusu olacağını ifade eden iktibasları muhtevi bir çalışmasını göndermişti. 23 Kasım 2004 tarihli yazımda (http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=262) konuyu inceleyeceğimi belirtmiştim. Muhterem Yüksel'in gönderdiği iktibaslar, konu hakkında "eski Said" ile "yeni Said" arasında ihtilaf bulunduğunu ortaya koyuyor. Kendisine teşekkür ederim. Gerçi ben yukarıda işaret ettiğim ilk yazımda konunun Bediüzzaman'la ilgili boyutunu net bir şekilde ortaya koymuştum. Belki o yazının bu noktadaki eksiği, Bediüzzaman'ın "yeni Said" dönemi eserlerinde konunun nasıl ele alındığına değinilmemesi olmuştur. Yine de muhterem Nedim Yüksel'e teşekkürler. Milli Gazete - 17 Haziran 2006
3. 8 Mart 2005 tarihli yazımda Bediüzzaman merhumun, İmam el-Gazzâlî'nin "Daire-i imkânda (olandan) daha ahsen yoktur" anlamındaki sözünü zikrettiği bir bağlamda bunu eleştiri maksadıyla yaptığını söylemiştim. (http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=307) Oysa bahse konu yerde Bediüzzaman, İmam el-Gazzâlî'yi tenkit etmemekte, aksine o sözü, tartıştığı bir meselede delil olarak kullanmaktadır. Bu hususa dikkat çeken muhterem Salih Okur'a teşekkürler. Milli Gazete - 17 Haziran 2006
Bediüzzaman merhumun ismi etrafında bir kümelenme oldu. Fakat o kümelenme daha ziyade onu tüketmek tarzında gelişti. Faaliyet gösterdi. Onu üretemedi. Oysa o kendisinin üretilmesini isteyen birisiydi. "Benim her söylediğimi olduğu gibi kabul etmeyin, mihenge vurun! Ola ki benim söylediklerim arasında da yanlışlar vardır" diyen birisi. Ama Bediüzzaman'ın böyle söylediği eseri bile şerh edilirken burada hata yapmıştır denmedi. Bize göre hatalıdır denmedi. Neden? Çünkü o her söylediğini her yazdığını ilhamla söyler, vahiyle söyler, yanılmaz. Asla Edille-i Erba'ya aykırı bir tek kelimesi bile yoktur, diye düşünüldü. Bediüzzaman merhum diyor ki ben hata yapabilirim, mihenge vurun öyle alın. Şimdi biz diyoruz ki hatasızdır. Bu bir örnek. Bu Süleyman Efendi merhumun ismi etrafında da yapıldı. Başka şeylerde de yapıldı. Tüketildi yani. Üretilmedi. Oysa Osmanlı'nın son dönemlerinde yetişen ilmî kadronun şöyle bir özelliği var: Bunlar Osmanlı'nın modernizmle hesaplaştığı, yüzleştiği, karşılaştığı kritik zaman diliminde yaşamış insanlar. Dolayısıyla bunların düne ilişkin yorumları bugüne ilişkin cevapları bizim için hayatî önem ifade eder. Bunlar arasında Mustafa Sabri Efendi var, Zahid el-Kevseri var, Ahıskalı Ali Haydar Efendi var, Ahmet Cevdet Paşa var. Pek çok isim var. Yine Elmalılı Hamdi Yazır var, Bediüzzaman var. Bunlar yaşadıkları döneme hem entelektüel birikimleriyle, hem ilmi vukûfiyetleriyle, hem bürokratik kişilikleriyle damgasını vurmuş insanlar. Biz bunları yeterince değerlendiremiyoruz, tanımıyoruz maalesef. İlim Üretemedik, Mevcudu Tüketiyoruz" İlkadım - Kasım 2005
San'ânî
es-San'ânî, itikadî konularda Müşebbihe/Mücessime'nin görüşlerini savunur. M. Zâhid El-Kevserî'nin Tenkitçiliği adlı makaleden.
-devam edecek-
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
DÄ°ÄžER YAZILAR
İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıveriliceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?
Ankebut, 2
GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°
Berâe (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: "Müminlerden (özür sahibi olanlar dışında) (evlerinde) oturanlar ile Allah yolunda malları ve canları ile savaşanlar bir olamaz."
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm Ä°nternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yaptÄ...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARÄ°HTE BU HAFTA
*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...