MUHAKEMAT NOTLARI-19

Ders: Muhakemat, 19. Ders (1. Makale, 11. Mukaddime) İzah: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz *“ Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir.”(Muhakemat, s. 47) Yani bir sözde çok hükümler olabilir. Mesela


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2020-10-15 10:45:14

Ders: Muhakemat, 19. Ders (1. Makale, 11. Mukaddime)

İzah: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

*" Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir."(Muhakemat, s. 47) Yani bir sözde çok hükümler olabilir. Mesela;

وَامْسَحُواْ بِرُؤُوسِكُمْ

"Başınıza meshedin."(Maide: 5/6) Abdestte başın mesh edilmesini anlatan bu ayet-i kerimeden dört imam ayrı ayrı mana çıkarmış. O baştaki b harfine göre çıkarmış. Yoksa mesh kesin. Biri diyor ki; "dörtte birini kaplayacak(Hanefiler), biri diyor; "tüm başı kaplayacak(Hanbeliler), biri diyor; "sadece üç tel bile ıslansa kâfidir(Şafiiler)…

Not: Akgündüz hoca söylemeyi unutmuş, Malikilerde de, Hanbeliler gibi başın bütününü meshetmek farzdır. (bkz. Vecdi Akyüz, Mukayeseli İbadetler İlmihali, İstanbul 1995, İz Yayıncılık.)

"İmam Şafii'ye göre "başın hududu içinde ister bir tüy olsun mesh edilirse, baş meshedilmiştir."(Eş Şeyh Muhammed Abdurrahman ed Dımeşki, "Kitabu'r Rahmeti'l Ümme Fi İhtilafil Eimme, Tercüme; Muhammed Mahfuz Aksu, s.147, Arslan Yayınları, İst. 1981) 

*"bir sadef, çok cevahiri tazammun edebilir."(Muhakemat, s.47) Hemen maddi bir misal veriyor. Bir inci kabuğunun içinde pek çok inci bulunabilir. 

* "Zevi'l elbabca mukarrerdir"Akıl sahiplerince kararlaştırılmıştır; "Kaziye-i vâhide, müteaddid kazayâyı tazammun eder"(Muhakemat, s. 47) Kaziyye ne demektir, önce onu açıklayalım. Mantık ilminde ilmin iki çeşidi var. Bunlardan biri tasavvur. Mesela diyoruz ki "Ali" Zihnimizde bir adamı tasarlıyoruz. Buna tasavvur denilir. Bir de "hattat" kelimesini kafamızda tasarlıyoruz. Ali'nin iyi bir hattat olduğu noktasında kanaat geliyor bize. Orada bir karar veriyoruz. Buna nispet, hüküm diyorlar. Diyoruz ki; "Ali Hattat'tır." Buna "tasdik" diyoruz. 

Burada "Ali" mevzudur, hattat da mahmuldür. Yani hattatlık hükmünü Ali'ye yüklüyoruz. İşte bu, tasdiktir, hükümdür veya nispettir.

Not: Meşhur Mantık kitabı İsâgûci'nin müellifi Mufaddal İbn-i Ömer el Ebheri, Kaziyye'yi şöyle açıklıyor; "Kaziyye bir sözdür ki, onu söyleyen kimseye işiten tarafından "o, sözünde doğru veya yanlış söylüyor demek sahih olur." (Mufaddal İbn-i Ömer el Ebheri, İsâgûci, Türkçe Tercüme; Rauf, Pehlivan Gür, s.22, Gonca Yayınları, İst. 1987)

*Kaziye-i vâhide(tek bir kaziyye, hüküm), müteaddid kazayâyı(birden fazla hükümleri) tazammun eder.(içine alır) (Muhakemat, s. 47) Mantıkta buna "kazaya kıyasatuha maaha" deniliyor; kıyasları kendileriyle birlikte olan kaziyyeler.

*"O kaziyelerin her biri ayrı birer madenden çıktığı gibi, ayrı ayrı birer semere de verir."(Muhakemat, s.47) demin bahsi geçen abdestte başın meshi ile ayetteki hüküm gibi. "Biri birinden fark etmeyen haktan bîgane kalır"(Muhakemat, s. 47) Bu ayrı ayrı görüşleri birbirinden fark edemeyen doğruyu öğrenemez.

Not: Üstad bu hususta başka bir yerde şöyle der: "Nasıl bildin ki: Birşeyin vücudunu bilmek, o şeyin keyfiyet ve mahiyetini bilmekten ayrıdır. Hem de bir kaziye, çok ahkâmı tazammun eder. O ahkâmın bazısı zarurî ve bazısı dahi nazarî ve "muhtelefün fîha"dır. (Muhakemat, s.66)

Not: 2: Bu vesileyle son devrin büyük âlimlerinden merhum Muhammed Emin Er Hocaefendi'nin şu harika açıklamasını paylaşmak isterim; "Müçtehitlerin münakaşa ve münazaralar sonucu çıkardıkları hükme bizim de ulaşmamız mümkün değildir. Hangi imamın, hangi mezhebin delillerine baksanız, onu haklı bulursunuz. Sonunda hayran kalırsınız ama sonucu bulamazsınız. Ne olacak diye şaşırırsınız. İnsan aciz kalıyor, teslim olmaktan başka çare göremiyor.

"Efendim, imamlar bilememişler, hadisler o gün bu kadar bilinmiyordu, yazılı hadis metinleri bu kadar çok değildi" gibi ifadeler suizanna dayalıdır, haddini bilmemezliktir. İnsan, böyle boş iddialarda bulunanlarla o müctehid imamların arasında kıyas yapmaktan bile utanıyor. Bizimle onlar arasında kıyas dahi yapılamaz. Onlar hakikaten çok büyük imamlar. Kıyaslasak, fil burnunda sinek gibi kalınır. Onların çözüme kavuşturduğu tek bir münakaşa konusunu bugün kimse çözemez, mümkün görmüyorum. Çok ince ve derin manalar var."(H. Ahmed Özdemir, Fıkıh Konuşmaları Cilt, 1, s. 11, Seha Neşriyat, İst.1988)

*"Meselâ: Hadîste denilmiş: اَنَا وَ السَّاعَةُ كَهٰذَيْنِ Yani: Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz." Mabeynimizde tavassut edecek peygamber yoktur. Veya hadîsin muradı ne ise haktır. Şimdi bu hadîs üç kaziyeyi mutazammındır:

Birincisi: Bu kelâm peygamberin kelâmıdır. Bu kaziye ise, tevatürün -eğer olsa- neticesidir. Tevatür olan hadisi inkâr eden kâfir olur. Tevatür olmazsa

sahih hadisi red eden de fasık olur.

İkincisi: Kelâmın mana-yı muradı hak ve sadıktır. Bu kaziye ise, mu'cizelerden tevellüd eden bürhanın neticesidir. Yani sözü söyleyen Efendimiz neyi kastetmişse o doğru odur.

Bu ikisinde ittifak etmek gerektir. Fakat birincisini inkâr eden, mükâbir, kâzib olur. İkincisini inkâr eden adam dalalete gider, zulmete düşer.

Üçüncü kaziye: Bu kelâmda murad budur. Ve bu sadefte olan cevher budur; ben gösteriyorum. Bu kaziye ise teşehhi ile değil, içtihadın neticesidir. (Muhakemat, s. s.47-48 )

Üçüncü kaziyyede ifade edilen kelamın manası budur ifadesi ise keyfi olmamak ve bir delile dayanmak şartıyla içtihadın neticesidir. Yani mesela "bu hadisten murad budur. Efendimiz(sallallahu aleyhi ve sellem) bundan şunu kastetmiştir" Sen yorumluyorsun. Bu kaziyye ise senin arzuna, keyfine göre değil, içtihadın neticesidir. Bu içtihada başka bir içtihadla karşı çıkılabilir. Demek ayet ve hadiste ayetin ve hadisin doğruluğu kabul ediliyorsa, mana ve muradın Allah ve Rasulünün dediği gibi olduğu da kabul ediliyorsa ama yorumunda ihtilaf ediliyorsa, burada bizim mezhebimizdeki müctehidlerin yorumuna katılmayan diğer müçtehitler için "ayet ve hadisi red ediyor" denilmez.

Not:1: Üstad bunu Zülkarneyn hakkındaki müfessirlerin yorumlarıyla alakalı değerlendirmesinde şöyle ifade ediyor: " Vakta ki keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır. Ben de bitevfikillah derim: İtikad-ı câzim Hüda ve Peygamberimizin muradlarına kat'iyyen vâcibdir; zira zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murad hangisidir, muhtelefün fîhdir.(Muhakemat, s. 67)

Yine aynı yerde Üstad der ki; "Bu kıyas ile, ona Kur'an delalet eden hükümler, Kur'anın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir. Fakat o mevzuat ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise; Kur'an onlara kat'iyy-üd delalet değildir. Belki "âmm hassa, delalet-i selâseden hiçbirisiyle delalet etmez" kaidesiyle ve mantıkta beyan olunduğu gibi "Bir hüküm, mevzu ve mahmulün vechün-mâ ile tasavvur etmek, kâfi olduğu"nun düsturuyla sabittir ki, Kur'an onlara delalet etmez fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delaile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilafatı nazariyetine delildir.(Muhakemat, s. 67)

Not:2: Mesela Üstad dünyanın öküzün sırtında olduğu ile ilgili rivayetle alakalı Muhakemat'ta "Teslim etmiyoruz ki, hadîstir. Zira İsrailiyatın nişanı vardır."(Muhakemat, s. 59 ) dedikten sonra devamında "Mütevatir ve kat'iyy-ül metin olsa da kat'iyy-üd delalet değildir. (Muhakemat, s. 59) der.

Not:3: Cüneyt Eren Hocamız diyor ki; "Kur'an ayetlerinin taşımış oldukları manalar, Arapça'nın zenginliğinden dolayı farklı yorumlanmalara müsaittir. Aslında bu yorumlar genellikle şekil yönüne bakan ihtilafa girer. Yorumlar da birbirini nakzedici değil tamamlayıcı özelliktedir.

Diğer bir ifadeyle Kur'an'ın manası külli olup, onu yorumlamaya çalışan, kendi kapasitesi çerçevesinde bu külli manalardan bir veya bir kaçını aşıp, ona göre izahını yapabilir.

Buna, Kur'an'a muhatap olmuş insanın ilmi, kültürel ve kapasite farklılığı da eklenince, Kur'an nassının yorumlanması adına farklı ama genellikle çeşitlilik katan farklılıkların meydana gelmesi doğal olmalıdır."(Doç. Dr. Cüneyt Eren, Tefsir Okumalarına Giriş, Külli Kaideler, s. 36, Ensar Neşriyat, İst. 2013)

Not: 4- Tabii bunları yorum zenginliği saymak için, bu yorumların kavaid-i ehl-i sünnete ters düşmemesi, ayet ve hadisin genel ruhunu incitmemesi gerekir. Yoksa Musa Carullah Bigiyef'in yaptığı gibi, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlış giden, bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif eden modernistlerin yorumlarını veya yine Üstad'ın Şualar'daki ifadesiyle "tahrifkârane ehl-i dalaletin fasideleri âyâtın sarahatını incitmelerini" "çeşitlilik katan farklılar" olarak göremeyiz. Zira 9. Lem'a'nın bir haşiyesinde Üstadın ifade buyurduğu gibi; "Sarahat-ı Kur'aniyye te'vil kaldırmaz." Ve iki usul-i fıkıh kaidesi zikredelim; "Sarahat karşısında delâlete itibar yoktur" "Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur." (Salih Okur)

*Üstad buna Münazarat'ta bir vesile ile değiniyor. Ayet-i Kerime'de biliyorsunuz;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاء

"Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin"(Maide: 5/52) buyruluyor. Üstad orada bunu izah ederken diyor ki; Evvela diyor, "metin katiyyun subut'ttur. Bu Kur'an'dan bir ayettir. Bunu kimse inkâr edemez. Ama katiyu'd delalet değildir diyor Bediüzzaman. Yani kesin olarak hangi manaya delalet ettiğini bilmiyoruz diyor. Ve usul-i fıkıh ve mantık kaidesini kullanıyor, eğer hüküm müştak bir kelime(Yehud ve Nasara kelimeleri ism-i fail yani müştak, türetilmiş kelimeler) üzerine bina edilmişse onun gerekçesi ve illeti masdarıdır" diyor. O zaman mana şu olur; Yahudi ve Hristiyanları Yahudi ve Hristiyanlık nokta-i nazarından sevmeyiniz."

Not: Üstadın orijinal ifadesi şöyledir; "Delil kat'iyy-ül metin olduğu gibi, kat'iyy-üd delalet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur'anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa; me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile yahudiyet ve nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyle ise herbir müslümanın herbir sıfatı müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin."(Münazarat, s. 32)

Not:2: Mahmud Toptaş Hoca da Şifa Tefsirinde ilgili ayeti yorumlarken; Buradaki "dost edinmeyiniz" den kasıt, 'dükkân veya ev komşunuz Yahudi'yle konuşmayın, çay içip, ikramda bulunmayın' anlamında değildir. Peygamber efendimiz "Yahudilerin en hayırlısı Muhayrık'dır" buyur­muş. Onları devlet başkanı, vali, hâkim, komutan yapmayın anlamındadır.(Mahmut Toptaş, Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 2/440-441) derken, diğer bir eserinde de şöyle yazıyor; " Maide: 51'de Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmemiz yasaklanıyor. "Dost" diye tercüme ettiğimiz bu el-veli kelimesi ile vali kelimesi aynı kökten. Vali, bir şehrin bütün işlerini severek dostça evirip çeviren yöneticidir.

Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin derken Rabbimiz bize onlara yönetim işlerini vermeyin anlamında kullanıyor. Yoksa Yahudi veya Hristiyan'la komşuluk ilişkileri ticari ilişkiler dostane yürütülür. Ama Müslüman köyüne Yahudi muhtar, Müslüman şehrine Hıristiyan vali atanmaz. Kısacası Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz."(Mahmut Toptaş, el Esma'ul Hüsna, Cantaş Yayınları, İst.)

*"Zâten müçtehid olan başka müçtehidin taklidine mükellef değildir. Bu üçüncü kaziyede ihtilafat feveran ederler. Kal u kîl buna şahiddir. Bunu inkâr eden adam eğer içtihad ile olsa, ne mükâbirdir ve ne küfre gider.(Muhakemat, s. 48)

"Bu üçüncü değerlendirmede çok farklı değerlendirmeler ortaya çıkar. Ayet ve hadislerin yorumunda görülen "falan bu konuda şöyle söyledi, filan da böyle dedi. Ayrıca şu da denildi" gibi ifadeler buna şahittir. Bir müctehid başkasını yorumunu kabul etmese "ilgili nassı kabul etmiyor" denilmez. (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s: 166)

Not: Üstad, İşaratu'l İ'caz adlı tefsirinin başında bu konuda şunları demektedir; " Bu itibarla zamanca, mekânca, ihtisasça daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur'an-ı Azîmüşşan'a tefsir olamaz. Çünki Kur'anın hitabına muhatab olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına, câmi' bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir ferd vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Hem bir ferdin mesleği ve meşrebi taassubdan hâlî olamaz ki, hakaik-i Kur'aniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin. Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dava, kendisine has olup, başkası o davanın kabulüne davet edilemez. Meğerki bir nevi icmaın tasdikine mazhar ola." (İşarat-ül İ'caz, s. 8)

*"Zira âmm, bir hâssın intifasıyla müntefî değildir."(Muhakemat, s. 48) Al sana bir usûl-i fıkıh kaidesi daha. 

Not: Prof. Dr. Şadi Eren Bey bu cümleyi şöyle izah ediyor; "Mesela 'insan zarardadır" dediğimizde, cins olarak bir değerlendirme vardır. Bundan "genelde insanlar zarardadır" manası anlaşılır. Yoksa her insanın mutlaka zararda olması gerekmez. Dolayısıyla "falan da insan ama zararda değil" gerekçesiyle üstteki hükme itiraz edilmez.

Veya "meyve yedim" dedikten sonra, faraza elma yemediğimiz anlaşılsa, yalan söylemiş olmayız. Çünkü bu sözümüzün doğru olması için herhangi bir meyve yemiş olmamız yeterlidir.

Benzeri bir şekilde, genel hüküm ihtiva eden bir ibareden pek çok hükümler çıkarılabilir. İçtihadi olan bu hükümlerden birini veya bazılarını inkâr eden biri, o ibareyi yalanlamış olmaz." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s: 166-167)

 *"Binaenaleyh her eve kendi kapısıyla gitmek lâzımdır. Zira her evin bir kapısı var. Ve her kilidin bir anahtarı vardır..."(Muhakemat, s.48) Şadi Eren hocamız bu kısmı da şöyle izah etmektedir; "Ayette "evlere kapılarından gelin"(Bakara:2/189) Her hükmü kendi konumuyla değerlendirmek lazım gelirken, mesela içtihadi olan bir hükmü inkâr eden kimseyi, sanki o nassı inkâr etmiş gibi telakki eden bir kimse, kapı varken pencereden girmeye çalışan kimseye benzer." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s: 167)

*"Bu üç kaziye hadîste cereyanı gibi âyette de cereyan eder. Zira umumîdir. Fakat kaziye-i ûlâda bir fark-ı dakik(ince bir fark) vardır. (Muhakemat, s. 48) Bu ince fark ayetin sübutunda mutlaka katiyyet vardır. Ama hadislerin sübutunda aynı katilik söz konusu değildir, mütevatir hadisler müstesna..

*"İltizam-ı hilaf" (Muhakemat, s. 48); İlla aksi görüşü savunmak. Şu an çoğu reformistler ve modernistler böyle.

"ve taassub-u bârid"(Muhakemat, s.48) soğuk bir şkeilde körü körüne bir fikre yapışmak.

"ve meyl-üt tefevvuk" (Muhakemat, s.48) İlla üstünlük taslama meyli.

"ve hiss-i tarafdarlık"(Muhakemat, s. 48) "ben şuna taraftarım" düşüncesi.

"vehmini bir asla irca' ile kendine özür göstermek, arzusuna muvafık olan zayıf şeyleri kavî görmek (Muhakemat, s. 48) Vehmini bir asla dayandırarak kendini mazur göstermek. Arzusuna uyan zayıf şeyleri kuvvetli görmek. 

Not: Üstadın, Musa Carullah'ı tenkid ederken söylediği "Ebu-l Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin'in Ehl-i Sünnete muhalefet eden mes'elelerine ziyade taraftarlığından, ziyade ifrat ediyor."(Lem'alar, s. 274) buna bir misal verilebilir. Günümüz Modern İslam fikriyatçıları da aynı izdedir. Üstadın şu sözünü de unutmamalı; "Bazen arzu fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder."(Hutbe-i Şamiye, s. 143)

"ve gayrın tenkisiyle kendi kemalini göstermek ve gayrı tekzib(başkalarını yalanlamak) veya tadlil etmekle(sapıklıkla suçlamakla) kendi sıdk ve istikametini ilân etmek gibi sefil ve süflî emirlerin(işlerin, durumların) menşei olan hubb-u nefis(nefsini sevmek) ile böyle makamlarda mugalata(demagoji) ederek çok bahaneler bulabilir.(Muhakemat, s.48)

Not: Üstad'ın çocuk hükmünde şeyh(sabiyy-i müteşeyyih) dediği husus bu tür insanlar için de geçerlidir; "Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi'b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû'-i zan yolunu açmıştır!(Münazarat, s. 77 - 78 )

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.

Tevbe, 119

GÜNÜN HADİSİ

"Şüphesiz Allah, verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmek ister."

Tirmizî.

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI