MUHAKEMAT DERSLERİ-11

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Beşinci Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek “Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar.”(Muhakemat, s. 25) Lisan ve beyanda her millet mecaz, kinaye, benzetme ve teşbihler kullanılmıştır.


Serkan Çakır

serkancakir82@hotmail.com

2020-11-16 12:22:11

 

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Beşinci Mukaddeme

İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

"Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar."(Muhakemat, s. 25)

Lisan ve beyanda her millet mecaz, kinaye, benzetme ve teşbihler gibi edebi sanatları kullanılmıştır. Lisanı daha aktif, daha derin, daha güzel, beyanı daha mükemmel kılmak ve muhatapların idrakine seviyesine inmek, hakikati netleştirmek noktasından mecazın, teşbihin, kinayenin büyük hissesi vardır. 

Bu edebi sanatların letafet, belagat ve fesahat cihetleri var. Onları belagat alimlerine havale etmek lazım. Biz şimdi bu sahaya girmeyeceğiz.

Herhalde önce şu noktanın altını çizmek lazım. Genellikle milletlerin istidatlarıyla daha doğrusu zekâ, idrak, intikal kabiliyetleriyle mecaz ve teşbih manası arasında bir ilgi ve münasebet vardır. Özellikle bu Anadolu insanı daha zeki, daha istidatlı ve kabiliyetli olduğu için, bizim insanımızda mecaz ve teşbih su gibi kullanıyor, ama çoğu zaman bir çok insan onun mecaz olup olmadığını da bilmiyor.

Mecaz, bir kelimenin gerçek manası dışında ikinci bir mana için kullanılmasına diyoruz. Mesela bir baba çocuğu seviyor, bir anne çocuğunu seviyor, bakalım kaç tane mecaz var, bakın çocuk karşıdan geliyor. Ebeveyn diyor ki; "aslanım, yiğidim, ciğerim." Şimdi o çocuk onun ciğeri mi ya da o çocuk aslan mı? "Koçum, tosunum " gibi ifadeler, bunlar hep mecaz. Anne ne diyor, "kuzum" diyor. "Kuzum gel hadi ormana çıkalım şurada bir piknik yapalım, hadi kuzum bir çay doldur içelim, kuzum bir kebap yiyelim. Kuzuma yedirdim, çay içirdim" Bakın, mecaz kullanıyor ve mecaz çoğu zaman mananın derinliğine kuvvet olmuş oluyor. 

Bu, benzetme ve teşbihlerde de öyledir. Bütün dünya lisanlarında da var ama bizim milletimizde ziyadesiyle görünüyor. Bu da bu milletin daha zeki ve konuşma noktasından daha muktedir olduğunun alamet ve işaretidir.

Burada mecazla ilgili bir vartadan bahsediliyor ve üstadımız burada bir tehlikeden haber veriyor; "Mecaz ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılap eder." 

"Şöyle ki: Mecazat ve teşbihat, ne vakit cehlin yesar-ı muzlimanesi, ilmin yemin-i nuranîsinden kaçırıp gasbetse veyahut mecaz ile teşbih bir uzun ömür sürseler, hakikate inkılab ederek taravet ve zülâlinden boş olup, şarab iken serab ve nazenin ve hasna iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur."(Muhakemat, s.25) 

"Şimdi mecaz ilmin elinden cehlin eline geçerse, bir de araya zaman girer ve geçerse elli, yüz, iki yüz sene sonra âmi insan yukarıdaki gibi bir mecaz manayı görür, mesela der ki; "dedemin hatıra defterini açtım, gördüm ki dedemin bir kuzusu varmış bu kuzu başka kuzu, bu zamanın hiç kuzularına benzemiyor, çay içiyormuş, piknik yapıyormuş, kebap tüketiyormuş. Nerede o eski kuzular?"

Şimdi ne oldu? Mecaz ilmin elinden cehlin eline gitti, bütün mana hurufata döndü belli bir zaman sonra. Daha sonra, kendi gerçek manasının dışında teşbihte bir manayı teyit için kullanılan o kelime zaman içinde veya cehaletten hakikat telakki ediliyor, o zaman da hurufata dönüyor.

Cehlin sol eli karanlık elinden, burada simgesel ve sembolik manada. İslam dininde sol ile sağın şöyle bir farkı var. Kur'an'da ashab-ı meymene ve ashab-ı meş'eme ifadeleri var(bkz. (el-Beled, 90/18-19)/Vakıa: 56(27. Ve 41. Ayetler)

Ashab-ı meymene sağcılar, ashab-ı meş'eme solcular. "Bizim ayetlerimize küfreden, inanmayarak nankörlük eden kâfirlere gelince, onlar kitapları sol yanlarından verilecek olan, kendilerine de başkalarına da faydaları olmayan ashabu'l meş'eme olup bunlar uğursuz kimselerdir. " denilmektedir. Ayet bu. 

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam herhangi bir işe başlarken sağla başlardı, sağla başlamak sünnettir. Sol ile başlarsan şeytana refik olmuş oluyorsun. Bu, lisanda da, beyanda da, edebiyatta da kullanıyor. Cehlin eli soldur, karanlık sol el… Cehalet insanı karanlığa götürür. 

Zaman içerisinde o teşbihin manası unutulsa o teşbih hakikata inkılap ediyor. Teşbih yerinde, zamanında, hikmete medar kullanıldığı zaman o taravettardır, tazedir, gençtir. İnsan hissiyatına ve lisan ve kulağa güzel gelir. Ama zaman içerisinde hakikata inkılap edince, o nazenin mana, acuze-i şemta tam bir koca karı gibi olur. Letafetini, zerafetini, güzelliğini ve temsil ettiği manayı örter ve kapatır, içilecek bir iksir iken, serap olur.

*"Evet, mecaz şeffafiyetiyle şu'le-i hakikat ondan telemmu' eder. Fakat hakikata inkılabıyla kesif olup, hakikat-ı asliyeyi münkesif eder."(Muhakemat, s. 25) Mecazdaki şeffafiyetin arkasında şule-i hakikat, hakikat parıltıları ortaya çıkar. Fakat hakikata inkılap ederse o zaman kesifleşir, katılaşır, hakikatin önünü ayın tutulması gibi kapatır ve örter.

*"Lâkin bu tahavvül bir kanun-u fıtrîdir."(Muhakemat, s. 25)

İnsanların fikirlerinde, düşüncelerinde, tasvirlerinde, tahayyüllerinde, benzetme sanatlarında örfün, mekânın, zamanın şartlarının tesiri vardır. Bu bir kanun-u fıtri gibidir. Kelimeler de insanlar gibi doğar, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık geçirirler ve sonrasında zihinlerden silinirler.

İnsanın ölümlü olması nasıl bir hakikat ise, bu hakikat kelimeler için de düşünülebilir. Kelimeler de insanlar gibidir, yani tarihi seyri içerisinde bazen bir kelime o asrın mizacı, edebiyatı, lisanı, estetiği, zevki o günkü fikir seviyesi, his dünyası, beyan ve edebiyat dünyasının vüsat ve genişliği nispetinde bir seyr içerir. Mesela bir asırda o kelime o gün için gençtir, dinamiktir, insanın ruhuna çok güzel gelir. Ama insanın ihtiyarlandığı gibi, aradan elli yüz sene, iki yüz sene geçer, o kelime de insan gibi yaşlanır, hatta ölür. 

"Buna şahid istersen lügatın teceddüd ve tegayyüratının ve iştirak ve teradüfün sırlarına müracaat et."(Muhakemat, s. 26)

Lügatta da böyle bir durum söz konusu olabiliyor. Mesela Osmanlıca bazı kelimeler var ki, şimdi bugün onu söylesen yanlış dahi anlaşılabiliyor. Lügat zamanla asli mananın dışında değişebiliyor. İnsan gibi ihtiyarlayabiliyor, hatta ölür, gündemden dahi kalkar.

Bunlara karşı felsefe-i şeriat, şeriatın getirdiği hikmet ölçüsü içinde bakmak, belagat ve mantığın ölçüleri ile bakmak lazımdır. Biri dese ki "Ben huzurdayım, her an namazdayım benden namaz düştü." Belagat-ı şeriat, mantık ve muhakeme ile o adama denir ki; "namaz peygamberlerden düşmemiş, sen kimsin ki, senden namaz düşecek?" İşte ölçü olmazsa bu tip müfsit insanlar, âmi insanları kandırıp, Hak ve hakikatten saptırıyorlar.

"iştirak ve teradüfün sırlarına müracaat et."(Muhakemat, s. 26)

Bir iştirak ve bir de teradüf var. Teradüf eş anlamlı kelimeler demek. Mesela bir kelime ile aynı manaya gelen diğer kelimeye teradüf diyoruz. Bir kelimenin birden fazla manaya gelmesi, ona da iştirak deniyor. Kelime aynı ama ayrı iki manaya geliyor.

"İyi kulak versen işiteceksin ki: Selefin zevklerine giden çok kelimatı veya hikâyatı veya hayalâtı veya maâni, ihtiyar ve zînetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine tevafuk etmediklerinden meyl-i teceddüde ve fikr-i icada ve cür'et-i tağyire sebeb olmuşlardır. (Muhakemat, s.26 )

Selef âlimlerinin zevklerine giden kelimeler, hem hikâyeler, hem hayaller, hem manaları ifade eden kelimeler ihtiyarlanmış, gündemden çıkmış ve gündemden çıktığı için de yaşlanmış. Selefin fikir, hikayat ve lisanına hoş gelen kelimeler yeni gelen nesiller tarafından ziynetsiz bulunmuş. Selef kelamda saf konuşmuş, net konuşmuş. Şimdi bugünkü insanlar ise ne yapıyor, tasvirle, mübalağa ile süsleyerek beyan ediyor.

Bakınız bu şimdi kelimede olduğu gibi örfte, ticarette, sanatta, her şeyde geçerli. Bizim çocukluğumuz zamanında Türkiye'nin hangi büyük şehrine gitseniz, mağazaya giriyorsun. Mağazanın girişinde vitrin yok, şov yok, adam pencereye dizmiş, bugünkü manada şov yok. Bakıyorsun adam mobilya satıyor, beş kat gösteri göze gösteriyor. Hatta Sümerbank mağazaları vardı; adam devlet memuru ya, "şunu indir, bir de şunu indir" dedin mi artık adam "kardeş uzatma, alacaksan al, almayacaksan beni yorma" derdi. Şimdi ise kumaştır, elbisedir, halıdır, motiftir, perdedir, iş başını almış gidiyor. Bu demek hikâyede, manada, lisanda, mizaçta, beyanda da geçerli olan bir kaide… Zaman içerisinde insanların fikir ve düşüncelerinde bir tağyir, tebdil ve tebeddülat, teşekkülat oluyor mu, oluyor.

O sonradan gelenler, selefin o fıtri, o sade, net beyan ifadelerini yeterli görmemişler, biraz daha abartmak, biraz daha tezyin etmek, biraz daha göze göstermek manasında hem lisanda hem hikâyede hem tasvirde hem fikirde farklı düşünceler, teceddütler gündeme gelmiş.

"Bu kaide lügatta olduğu gibi, hayalât ve maâni ve hikâyatta dahi cereyan eder. Öyle ise herşeye zahire göre hükmetmemek gerektir."(Muhakemat, s.26)

Hem meyl-i teceddüt, mevcuda iktifa etmediği için, o kelimeler kendi âleminde yıprandığı için ve çok cazip görmediği için özellikle şiir dünyasında şair kelimeyi seçerken çok hassasiyetle çok denge ile ve manaya mutabakatla seçmesi gerekiyor. Lirik bir manayı, o akıcılığı ifade etmek için her kelime kullanılmaz. Özellikle seçmek gerekiyor. İşte her asrın mizacı içerisinde şairler o gün gündemde daha canlı, daha diri hangi kelime varsa, onu alıp kullanmışlar. 

Bu, sanatta da geçerli. Mesela eskiden sıva vardı. Ama doğru dürüst boya yoktu. Karşımızdaki duvara bakıyoruz, boyasında motif bile var. Şimdi şiirin bir beğenisi olduğu gibi, inşaatın da bir binanın, bir duvarında beğenisi yok mu, aynı kanun işte. Eskiden beyaz bir boya, Allah bereket versin denilirdi. Şimdi ithal kâğıt, duvar kâğıdı isteniyor. Her gün piyasaya giren yeni yeni malzemeler…

Aynı zaman içerisinde teceddütteki yenilenme, farklılık lisanda, hikayatta, fikirde ve düşüncede de ortaya çıkmış ve çıkıyor. Bu, kâinatta bir sünnetullah kanunu. Tebdil ve tağyirle beraber insanlar yapmak istediği bir binayı satmak istediği gibi, şair de kendi fikrini umuma kabul ettirmek istiyor. Sen nasıl en güzel, müzeyyen elbiseyi, perdeyi kapı pencereyi nakş edip satıyorsan, o da kalemini o zamana uygun bir şekilde ifade etmiş oluyor.

"Muhakkikin şe'ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a'makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır" (Muhakemat, s. 26)

Muhakkik olmanın; delille, ilimle, hüccetle yürümenin vasıf ve sıfatları nedir?

Tahkik ehlinin, araştıran, soran delil ve hüccetle, ilim, mantık ve muhakeme ile yürümenin yol ve yordamı nedir?

 Bakın! Muazzez üstadımız burada bu işin bir metodolojisini çiziyor:

Muhakkikinin vasfı evvela gavvas olmaktır, yani dalgıç olmalıdır. Nasıl dalgıç denize dalıyor, o da hakikata dalacak. Denize bakıyorsun, yüzeyde görünen köpük ve dalga görünüyor. Şimdi deniz hakkındaki hükmiyetin şu ise: "Deniz mavi bir atlastır, kıyıya vuran bir dalga ve köpüktür." Bu, tahkik mesleğine sığmaz. Deniz ve deryalar hakkında ciddi bir araştırma yapmak, işin hakikatini öğrenmek ve denizle ilgili düşünceleri sistem mantığı içerisinde açıklamak, zaruret varsa bir kitap telif etmek icab eder. Demek, senin birinci vazifen gavvas olmaktır, hakikatın dalgıcı olup, dalacaksın. Evet, satıhta yüzmekle, suri bakışla, basit mantıkla insan muhakkik olamaz! Tahkik mesleği önce gavvas olmanı istiyor. Çünkü hazineler deryanın derinliklerindedir. Hazinelere, mücevheratlara, definelere ulaşmak istiyorsan, hakikatın gavvası ol!

İkincisi, birçok meseleyi zaman perdeler ve örter. Zamanın tesirinden tecerrüt ile olaya bakacaksın. Bu, Risale-i Nur'da var. Mesela 25. Söz de, Birinci Zeyl de diyor ki; "Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okudu. Dedi: "Bunun hârika telakki edilen belâgatını göremiyorum." Ona denildi: "Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle." O da kendini Kur'andan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudat-ı âlem perişan, karanlıklı camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak halî, hadsiz, hududsuz bir fezada; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur'anın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı, ışıklandırdı ki; bu ezelî nutuk ve sermedi ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat bir câmi-i kebir hükmünde başta semavat ve arz olarak umum mahlukat hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mes'udane ve memnunane bir vaziyette bulunuyor diye müşahede etti ve bu âyetin derece-i belâgatını zevkederek sair âyetleri buna kıyasla Kur'anın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev'-i beşerin humsunu istila ederek haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla ondört asır bilâ-fasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.(Sözler, s. 447)

"zamanın tesiratından tecerrüd etmek" Şu zamanda örtülü ve kapalı olan birçok mesele mazi sayfasında daha net ve açık olabilir. Bugünkü şartlar noktasından değil de, bir olayı, bir hadiseyi inceliyorsan, o günkü şartlar içerisinde meseleye bakmak lazım. Mesela İslamiyet'in intişarını düşündüğünde, 1400 sene geriye git, Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam'ın inkılabı azimini tahattur et. Kur'an nüzul ediyor, semadan iniyor. Küfür paramparça oluyor. İslamiyet'in itikat ve ahlak güzelliği, muamelat güzelliği, İslam'daki şefkat, uhuvvet, muhabbet, fedakârlık manzaralarını manen seyret. Hakimane, arifane temaşa et… Zamanın tesirinden kurtulup oraya ulaştık mı, çok hakikat zihninde tebellür eder ve açılır.

Üçüncüsü: "mazinin a'makına girmek" Mazinin a'makına, derinliklerine inmek lazım. Mazi kıtasını derinlikle tahkik etmek lazım. Birçok araştırmalarda, tahkik yolunda bu fevkalade önemlidir. Mesela bir medeniyet, bir ülke, bir devlet, bir fikir ve zihniyetin mazideki açılımı, yaşantıları, fikri felsefesi anlamda derinliğe inmek gerekiyor.

 Dördüncüsü: "mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır." (Muhakemat, s.26) Bir de, meseleleri mantıkla tartmak lazım. Tahkik mesleğinde mantık ve muhakeme, delil ve hüccet, ilim ve hikmet gözü ile taharri etmek, her şeyin menbaını bulmaktır.

"Bu hakikate beni muttali eden, bir vakit sabavetimde ay tutuldu. Vâlidemden sual ettim. Dedi ki: "Yılan Ay'ı yutmuş." Dedim: "Neden daha görünüyor?" dedi ki: "Âsumanın yılanı nim-şeffaftır."

İşte bak: Nasıl teşbih hakikat olup hayluletiyle hakikat-ı hali münhasif etmiştir. Zira mail-i kamer, mıntakat-ül büruc ile re's ve zenebde tekatu' ettiklerinden o iki daire-i mevhumeden iki kavisi, yılanın müradifi olan tinnîn ile ehl-i heyet bir teşbihe binaen tesmiye eylediler. Zâten ay re's veya zenebe ve güneş dahi ötekisine gelirse; arzın hayluletiyle inhisaf vuku bulur.."(Muhakemat, s. 26)

O günkü astronomi alimlerinim kullandığı bir teşbih zaman içerisinde halkın dilinde hakikat olur ve semavatta yılan varmış zannedilir. Semavattaki ay ve güneş tutulmalarını astronomi âlimleri kendi aralarında tinnineyne, yılana benzetmeleri, avamın lisanına girince, bu teşbih hakikat zannedilmiş.

 "Ey benim şu müşevveş sözlerimden usanmayan zât! Bu mukaddemeye dahi dikkat et. Bir hurdebîn ile bak. Zira bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilafat tevellüd ederler. Mantığı ve belâgatı rehber etmek gerektir."(Muhakemat, s.26)

 Nasıl mikroskopla bakıp mikro organizmaları görüyorsun. Dakik ve ince nazarla bu mukaddemeye bak. Demek ki buradaki teşbih ve mecaz, âlimlerin dilinden avamın zihnine ve lisanına inse çoğu zaman mecaz hakikat kabul ediliyor ve hakikat kabul edildiği için, o manayı örtmüş ve kapatmış oluyor. 

Üstadımız bunu niye zikretti? Mesela dinle, mukaddesatla, ahlakla, hayatın geniş tabakaları var ki, bunlar mecazla, teşbihle, kinaye ile ifade edilmiş. İşte bunlar avamın dünyasına indiği zaman hakikat tamamen alabora oluyor ve alabora neticesinde insanların itikadı ve belki imanına sağlam ve müstakim düşüncelere maalesef engel oluyor. Güneşin tutulması nasıl karanlık meydana getiriyorsa o insanın itikat, fikir ve ahlak dünyasında da karanlığı ve perdeyi doğurmuş oluyor. Burada ölçü, mizan; mantık ve belagat ilmi ve kaideleridir, bu ilimlerin ölçüsü ile değerlendirmek gerekiyor.

HATİME,

"Mana-yı hakikînin bir sikkesi olmak gerektir."(Muhakemat, s. 27) Her hakiki mananın bir sikke-i itibarı olması lazım. 

"O sikkeyi teşhis eden, makasıd-ı şeriatın müvazenesinden hâsıl olan hüsn-ü mücerreddir."(Muhakemat, s. 27) Yani o sikke, onun arkasındaki mücerret manadır, yani her cümlenin bir hedefi ve maksadı, vaz' edildiği bir mana vardır.

"Mecazın cevazı ise, belâgatın şeraiti tahtında olmak gerektir."(Muhakemat, s. 27) Aslında bir cümleyi, bir ibareyi okurken elfazın arkasındaki o sikkeyi ondan hâsıl olan o mücerret manayı anlamak lazım. Peki, kelamın arkasındaki manayı anlarken, mecaz ile ilgili bir şey zuhur ederse, onu da belagatın ölçüleri içinde tartıp, ifade etmek lazım ki, ifrat ve tefrite girilmiş olmasın. Mecaza cevaz belagatın şartları tahtında mecazı ortaya koyacaksın.

Peki kelamın arkasındaki o sikke-yi itibarı da, kitap ve sünnetin mizanı içerisinde eğer bir metin bir cümle Kur'an, iman ve İslamiyet'e ait ise, onu da kitap ve sünnet mihengi içerisinde, arkasındaki o mücerret manayı anlamaya çalışacaksın. Manayı hakikinin sikkesi o kelamın vaz'olunduğu manadır. Hangi mana için o kelam söylenmiş ise, o mana-yı hakikinin matlup maksadı, onun sikke-i itibarıdır. "Garaz-ı maksat" deniliyor buna, yani kelimedeki garaz-ı maksat nedir? Mantık ilminde bunun üzerinde çok durulmuş. Kelamın sarih manası nedir, sarih manası, onun vaz'edildiği, maksadına hizmet eden manadır. Kelamın vaz' olunduğu mana, onu yakalayacaksın o manayı da kitap ve sünnetin mihengi içerisinde arayıp bulacaksın, şeriatın muvazenesi ve belagatın ölçüleri ile bakacaksın.

Not: Burada bir soru soruluyor "Üstad bir mana için kaç kelime kullanılabilir" düşüncesi ile bir lügat çalışması yapmak istemiş, bunu nasıl anlamalıyız?

Şener abi cevap veriyor: "O mesele ayrı bir mevzu. Ama şöyle düşünebilir kanaatindeyim, bu tip çalışmaların şöyle bir maksadı ve maslahatı var. Mesela bir inşaat yapıyorsunuz. Dünyanın en güzel bir köşkünü ve sarayını yapmak istiyorsunuz, ama kullandığınız sadece siyah bir taş. Başka taş yok. Siz o zaman mecbursunuz o binayı siyah taşla yapacaksınız. Ama beyaz taş var, mermer vs. var var. Şimdi ne kadar malzemeniz varsa, ne kadar fazla alternatif olacak malzeme varsa, siz o inşaatı daha güzel, daha tenasüplü, daha mükemmel daha cazip yaparsınız. Lisan da öyledir; bir hakikatı konuşuyorsun, bir manayı ve fikri zihinlerde örüyorsun ve inşa ediyorsun, muhataplara aktarıyorsun. Eğer aynı manaya hizmet edecek on, yirmi tane kelime biliyorsan, o zaman o kelimelerin belagata medar en uygununu cümle içerisinde bulup yerleştirmek. Hikmete medar, mantık, muhakeme, tenasüp, zerafet ve mana derinliği, bunlara hizmet edebilecek en güzel kelime ne ise, onu oraya yerleştirmek. 

Yahya Kemal bir gün bir durakta otobüs bekliyormuş. Biri yanına gelip "üstadım şu şiirinizi bana okur musunuz" diyor. Tabii bu esnada yağmur yağıyor, otobüs bekleniyor, zaman da dar, münasip zamanda, uygun şartlarda soru sormak lazım. Yahya Kemal Bey dönüp demiş ki "ben o şiiri yedi senede yazdım, kusura bakma yedi dakikada okuyamam." Yahya Kemal bir kelime için yedi sene beklemiş, bir şiire bir kelimeyi yerli yerine yerleştirmek için.

"Evet, herşeyi zahire hamlettire ettire nihayet Zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek şanında olan meyl-üt tefrit ne derecede muzır ise; öyle de herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra nihayette Bâtıniyyunun mezheb-i bâtılasını intac etmek şe'ninde olan hubb-u ifrat dahi çok derece daha muzırdır."(Muhakemat, s.27)

Zahiriyyun mezhebi kelamı getiriyor, zahirine haps ediyor. Zahir mana ne ise o. Ama bu kelamın zahirinin arkasında kelamın fehvası var, tabakatı var, işari, remzi, telmihi manası var. Hiç onlara bakmıyor, görmüyor. Kelamın zahiri manası üzerinde hakikatı inşa ediyor. Bunlar zahirperestler. Bunların İslam'a ve İslam âlemine çok zararları olmuştur. Hariciler bu manayı temsil eden gruptur. "Hüküm Allah'a ait" diyerek, ayeti kerimeyi almışlar ve Hz. Ali'ye (r.a) karşı meydan okumuşlar. Ayet doğru ama yorumundaki mantık ve muhakeme yanlış. "Hüküm Allah'a ait, sen hakem tayin ettin" dediler ve neticede hakem olayı ve sıkıntılar. Üstad bir tabir kullanıyor "dinde mutaassıp, muhakeme-i akliyede noksan" İşte zahiriler bunlar. Bu hariciler hemen hemen ekserisi hafız. Kur'an'ı okuyorlar, ama Kur'an'ın mana derinliklerine vukufiyet ve rusuhiyetleri yok. İslam âleminde bunlar bir bela-i azime oldular. Kelamın tabakatını hepsini katlettiler. Bunlar İslamiyet'in intişarında büyük fitneye sebep oldular.

Bir de batiniyunlar var, onlar da Kur'an'daki her kelimeyi, her cümleyi, her manayı mecaza çekiyorlar. Ama Bâtınilerin zararları zahirilerden daha fazla olmuş ve bunlar daha fazla muzırdır. Batıniyyunlara göre namaz semboldür, hâşâ namaz avamın işidir. "Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et! ( Hicr: 15/99) mealinde ayet var. Adam bunu öyle yanlış anlıyor ki, "bana yakin geldi, artık ibadet bende düştü" diyor. Şimdi yakin burada ölüm demek. Sen ölüm gelinceye kadar Allah'a kulluk et manasındadır. İnsan nefis ve nefes taşıdığı müddetçe tekliften düşmez. Perde açılacak, gaybın hakikatı açılacak, gösterilecek. İşte ölüm, işte sekerat, işte makamın…

Bu batiniler, her şeyi mecaza haml ede ede hakikatı atmış, yerine mecazı getirmişler. Bunlar İslamiyet'e daha dehşetli ihanet etmişler. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem namaz kıldı mı kıldı, oruç tuttu mu tuttu, hacca gitti mi, gitti. Kemal manada hepsini yaptı. Sen Rasulullah'tan (aleyhissalatu vesselam) daha mı ilerisin hâşâ! Batın âleminde cevelan ve seyeran ediyorsun hâşâ! Adam diyor; "bana yakin geldi, bana perde açıldı." Artık ne açıldığını zan ediyorsa, yalan yalana mukaddeme oluyor. Bu fikir, anlayış tamamen Kur'an ve sünnetin ruhuna, mizanına aykırıdır ve batıldır.

Bu Bâtınilerde bazı hissiyatlar bugün de bazı insanların ağzına sakız olmuş; "Benim kalbim temiz, ben her an huzurdayım, avam gibi kayıt ve kuyuda girmem." Allah muhafaza ibadet ve taati kayıt ve kuyut telakki ediyor, ne büyük bir dalalet. Ne dehşetli sapıklık! Cenab-ı Hak, sapık, karanlık ruhlu, habis bu mahlukların şerrinden ümmet-i Muhammed'i(a.s.m) muhafaza buyursun.

"Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belâgat ve mantık ile hikmettir.(Muhakemat, s. 27) İlm -i hikmet, eşyadaki hikmetler maslahatlar ve güzellikler mantık ve muhakeme sentaksi içerisinde ifade eden ilim.

"Evet, hikmet derim, çünki hayr-ı kesîrdir. Şerri vardır; fakat cüz'îdir. Usûl-i müsellemedendir ki: Şerr-i cüz'î için hayr-ı kesîri tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir. "(Muhakemat, s. 27)

Mecelle'de olan bir kaide var; "parmağın kesilecek, şu parmak kesilmesi şerr-i cüz'idir. Doktor diyor ki; "parmak kesilecek" "yok kestirmem dersen, bu defa el gidecek, daha ötesi belki hayat gidecek, o zaman şerr-i kesir olacak. Daha büyük bir zayiat olacak. Bazen şerri kalil büyük şerre karşı hayrı kesiri netice veriyor.

Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir, her şeyde hayr-ı kesir aramak zordur, mutlak hayrı her yerde bulmak ta müşkildir. Dolayısıyla insanlar hayatlarında, ticaretlerinde, muamelatlarında, faaliyetlerinde, işinde, aşında, eşinde hep ehvenüşşerri aramak durumda kalıyor. "Şu gömleği kaça aldın" desek cevap "yetmiş liraya aldım" Bir de bir aktörün giydiği gömlek o ne kadar, yedi yüz yetmiş lira. Yedi yüz yetmiş lira gömleğe nisbeten yetmiş liralık gömlek ehvenüşşer. Allah bereket versin, üstümüzü örtüyor.

Bugün kahvaltıda ne yedin; peynir, ekmek, zeytin. Hani havyar yeseydin, bir de sucuk, pastırma yeseydin, bir de bizi çağırsaydın, kıyamet mi kopardı? İşte ehvenişer; iki baş soğan, bir yumurta.

Şu halıya bakıyoruz; Allah bereket versin. Ben bir zaman Kayseri'ye gittim. Tezgâhta ipek halı, divan halısı dokunuyor. Dedim fiyatı nedir? Dediler ki "hocam bu halının fiyatı en az dört Mercedes'tir." Şimdi evlerimizde serdiğimiz halılar, o halıya nisbeten ehven-i şer… Hep ehvenüşşerle yaşıyoruz.

"Evet, eski hikmetin hayrı az, hurafatı çok, ezhan istidadsız, efkâr taklid ile mukayyed, cehl avamda hükümferma olduklarından selef bir derece hikmetten nehyettiler." (Muhakemat, s. 27)Selef uleması o günkü insanları eski hikmetten yasaklamışlar. Bunun gerekçelerini sayıyor.

Birincisi: hayrı az, hurafatı çok. Niye peki? Eski hikmet nereden? Yunan'dan ve İsrailiyattan geldiğinden dolayı, hurafe, mübalağa, mitoloji, hayal unsuru çok.

İkincisi: zihinlerde o mana tam açılmamış, ezhan istidatsız, gelişmemiş.

Üçüncüsü: fikirde tahkik yok, mukallit ve taklitle yürüyenler çok…

Dördüncüsü: cehalet avamda hüküm ferma… 

Bunlar üst üste inzimam edince, selef uleması avam insanları bu tip hikmetten yasaklamışlar. 

"Fakat şimdiki hikmet ona nisbeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az; efkâr dahi hür, marifet hükümfermadır."(Muhakemat, s. 27) O günden bugüne gelinceye kadar eşyada hikmetler, faydalar, maslahatlar, güzellikler taharri ile sınama ve deneme ile bir de medeniyetlerin inkişafı ile o eski manalar gitmiş, biraz daha eli ayağı düzelmiş. Hikmetin faydası zararının önüne geçmiş. Yalanı az, fikir de hür. Bir de marifet hakikatını arama, soruşturma ve tahkik etme merak ve arzusu beşerin gündemine girmiş. 

"Zâten her zamanın bir hükmü olmak gerektir."(Muhakemat, s.27 ) Her zamanın bir hükmü olmak gerektir ki bu da çok önemli. Zaman müfessirdir. Zamanın hükmiyetini nazara alarak yürüyen insan, ehl-i hikmettir. İlcaat-ı zamana göre söz söylemek gerekir. 

Evet, bir mürşit yaşadığı çağın, asrın niteliklerini, özelliklerini, zaaf noktalarını, hayra ve şerre giden cihet ve cephelerini hakkıyla bilmezse, hakiki mürşit olamaz. Çağın mizacı, vasıf ve sıfatlarını bilemeyen mürşit hakikat noktasından nâkıs ve noksandır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

“Nasıl ki zaman-ı saadette ve selef-i sâlihîn zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve ak

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime(devam) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Hem de istibdad

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu Mukaddimenin çok h

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Yedinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu mukaddimede d

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

Ders: Muhakemat, 6. Mukaddime, İşaret’ten devam İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Bu mukaddeme

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

Ders: Muhakemat Birinci Makale, Altıncı Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Tefsirde mez

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Beşinci Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek “Mecaz, ilmi

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

Ders: Muhakemat Dersleri (10.Ders), Birinci Makale, Dördüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener D

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

Ders: Muhakemat Dersleri (9.Ders), Birinci Makale, Üçüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dil

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

Ders: Muhakemat Dersleri (8.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime’nin devamı İzah: Prof. Dr.

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

Ders: Muhakemat Dersleri (7.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!

Hicr, 99

GÜNÜN HADİSİ

"Kişi, dostunun dini üzeredir. Bu nedenle, kiminle dost olacağına dikkat etsin!"

Ebû Hureyre radıyallahu anh. Ebû Dâvud.

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI