PERSPEKTÄ°FE GÄ°REN ÅžAHISLAR-30

Mustafa Akyol(yazar) İsrail’de kimi Yahudilerin yapmak istediklerini ülkemizde kimi Müslümanlar veya dindarlar Ayasofya konusunda yapmak istiyor ve zamani ve mekani olarak yapıyı Hıristiyanlarla paylaşmayı teklif ediyorlar. Şimdi Fatih yerine onlar karar veriyor. Bu ‘çözüm teklifini’ savunanlardan birisi Mustafa Akyol


Mustafa Özcan

mustafaahmetozcan@gmail.com

2021-01-04 08:28:10

Mustafa Akyol(yazar)

İsrail'de kimi Yahudilerin yapmak istediklerini ülkemizde kimi Müslümanlar veya dindarlar Ayasofya konusunda yapmak istiyor ve zamani ve mekani olarak yapıyı Hıristiyanlarla paylaşmayı teklif ediyorlar. Şimdi Fatih yerine onlar karar veriyor. Bu 'çözüm teklifini' savunanlardan birisi Mustafa Akyol. Daha önce katıldığı Kanaltürk'te Ters Cephe programında sonuna doğru böyle bir öneri sunmuştur: ''Ayasofya yeniden ibadete açılsın, cumaları namaz kılınsın, pazarları ise ayin yapılsın'.' Değişik mahfillerde bunun için el üstünde tutuluyor olmalı. Programın sonuna gelinmesinden dolayı tek bir söz söyleyen Ümit Özdağ, böyle bir şeyin felaket olacağını belirtmiştir. Mustafa Akyol gibiler fantezi mottosunda felaketi savunuyorlar.

* Mustafa Akyol gibi galiba mabedi müzeye çevirenlerden kalma fantastik bir teklifi var: Ayasofya üçü birden olsun! Pazartesiden Perşembeye müze, Cuma günleri cami, cumartesi tatil, Pazar günleri da kilise(http://haber.gazetevatan.com/ayasofya-hem-cami-hem-kilise-olsun/586286/4/yazarlar )! Paşa gönlünü mü kıralım? Ama yine de galiba bu yazıyı sanki tönbeki eşliğinde yazmış gibi.

* Kanaatime göre maalesef Mustafa Akyol bilinçli bir şekilde yıllardır yazılarında sapla samanı birbirine karıştırıyor. Bundan dolayı da İran'dan Atlantik ötesine kadar her tarafın arayıp da bulamadığı bir adam haline geliyor. Aranan ve paylaşılamayan adam. Zıt veya zıt görünen kanatlar arasında gidip geliyor. Bir ayağı Tahran diğer ayağı Washington'da. Bakıyorsunuz bir panelde ABD'nin tanınmış simalarıyla birlikte. Bir başka seferde Tahran'dan bir davetten gelirken görülüyor. Bütün bunları doluluğuna mı bağlamalı yoksa yazdıklarına mı? Acaba hiç kendisiyle İhsan Eliaçık arasında bir mukayese yapmış mıdır? Yapsa da yapmasa da aslında ifrat ve tefrit akımları olarak bir birlerinin zıtları.

* Mustafa Akyol ise İhsan Eliaçık'ın sağ cenahını temsil ediyor. İslami bir kapitalizm türetmeye çalışıyor. Elbette mutlak değil ama mukayyet serbest piyasa İslam'ın öngördüğü bir şeydir. Ama sınırlamaları vardır. İslam'ın piyasayı sınırlamasıyla kapitalizmin sınırlamaları aynı değildir. Fukara lehine zekât ve piyasayı dizginlemek için konulmuş faiz yasağı en büyük farklılıklardan birisidir. İhsan Eliaçık kendisine göre devrimci bir çizgiyi benimserken Mustafa Akyol çoğulcu bir çizgiyi temsil ediyor. İslam tarihi çerçevesinde çoğulculuğu da Mürcie anlayışı üzerine oturtuyor!

*Tarihte ve günümüzde proje hareketler olduğu gibi proje isimler de var. Mustafa Akyol için doğrudan böyle bir ithamda bulunamam. Lakin karineler üzerinden egemenlerin hoşuna giden bir çizgiyi benimsiyor. Proje isim olmasa bile projeye uygun bir isim olduğu varsayılabilir. Çoğulculuğu Mürciileşme olarak tarif ediyor. Demek ki buradaki anahtar kavram Mürciileşme..

* Mustafa Akyol'un yazdığı veya teorize etmeye çalıştığı gibi dindarlar hızlı kapitalistleşirken anti kapitalist Müslümanlar diye de karşı bir kutup zuhur ediyor. İfrat karşısında tefrit. Galiba bu taifede Türkiye'nin yeni kızıl şeyhleri kapsamına giriyorlar. Bunlara, Ahmet Hakan ve Yaşar Nuri Öztürk ve hatta Zekeriya Beyaz da sos olarak ilave edilebilir.

Mustafa Darir Efendi(Erzurumlu âlim)

Siyerci Erzurumlu Mustafa Darir Efendi gibi nice âlimler gözleriyle olmasa bile basiretleriyle dünyayı aydınlatmışlardır.

Mustafa Ä°slamoÄŸlu

Yumurtayı neresinden kırmalı veya İslamoğlu'nun neresinden ele almalı? İler tutar tarafı olmamakla birlikte avamın cazibesinden kurtulması için ayna tutulması ve karanlık noktalarının aydınlatılması gerekiyor. Muru'l kiram bir biçimde geçiştirilmemeli. Tehlike daha büyümeden söndürülmeli ve avam bu gibi zevatın elinden ve esaretinden kurtarılmalıdır. Bu işin mücameleye gelir tarafı yok.

Bununla birlikte Bediüzzaman'a kadar sataşmadığı isim ve kesim yok. Tarih ve tarihi şahsiyetler sanki onun karalama defteri. Mesele Bediüzzaman'a gelinceye kadar en tepedekilerle de uğraşmaktadır. Dolayısıyla sorunu ilmi değil psikolojik.

Mesele şahsiyetinde düğümleniyor. Allame olarak görünmeye çalışması da, ilmi bir değer olmayıp psikolojik bir haldir. Allah ile Rasulullah ile müçtehit ve muhaddislerle alıp veremediği çok. Lakin öncelikler sıralamasında esma şarihi olarak temayüz eden Mustafa İslamoğlu'nun Allah algısına neşter vurmakta fayda var. Kendinden menkul 'esma şarihi' olarak temayüz eden Mustafa İslamoğlu'nun her şeyden önce Allah karşısında özensiz bir dil kullanıyor. Su-i edepten hâli değil.

Allah anlayışıyla ilgili sıkıntılı tutumu Peygamber anlayışına da yansıyor. Hiyerarşik bir şekilde kademe kademe asgari düzeye kadar uzanıyor, yayılıyor. Karşımızda Zat-ı Bâri'ye saygısız ve laubali bir esma şarihi var! Verdiği örnekler kendini ele veriyor. 'Üslub-u beyan ayniyle insan demişlerdir.' Bir konuşmasında laik kesimleri kastederek; " Allah'ı eline geçirseler, meydan dayağı atacaklar" diyor.

*Anlaşılan bugüne kadar karşısına bir Molla Kasım çıkmamış. Meydanı boş bulmuş, esip gürlemiş. Temcit pilavı gibi durup durup aynı nakaratı tekrarlıyor.

*Adam Risale-i Nur'u paralel Kur'an olarak tasvir ediyor. Keza hadisleri de aynı kategoride ele alıyor. Herkese ve her şeye böylece kulp takıyor.

*Neden Bediüzzaman gibilerine sataşırken Cemaleddin Afgani gibiler için tenzih makamında bulunuyor? Hatta bu gibi zevata sataşanlara karşı 'onun taharet bezi kadar olamıyorlar' diyor. Hiçbir hocadan doğru dürüst okumamış, hiçbir ilmi geleneğe bağlı değil. Tahrifat ve kibir üzerine kurulu bir sarmal. Elbette haddini bilmek kaydıyla olabilir. İsamilik veya otodidakt diye bir kavram var. Tasavvufta Üveysilik de buna muvazi sayılabilir. Bununla birlikte gelenekten gelmemek başka, geleneğin dışına çıkmak daha başkadır.

* Adam Esma-i Hüsna ile ilgileniyor ve şerhini yazıyor lakin teeddüp maallah meselesinden fersah fersah uzak.

* Bir önceki örnek, Allah'a karşı kabalığına örnekti; bir de kullara kabalığından örnek vereyim: "Muhammed Abduh'u eleştirenler o'nun tuvalet bezi bile olamazlar!" gibi bir sözü vardı; ben bunu o'ndan nakletmeye bile utanırken, o bu ifadeyi çok rahat kullanıyordu. İnanın, utanıyorum, yüzüm kızarıyor... Bunlar söylenecek sözler mi? Abduh bu sözlerle mi savunulur? Bir âlimin savunması böyle mi yapılır?

* Maalesef bu süreçte taraflar uysa da uymasa da herkese mikrofon tutuyorlar. Geçmişte ilişkiler sağlıklı bir zeminde ilerlemediği gibi, düşmanlık da sağlıklı bir zeminde ilerlemiyor. Sözgelimi Sabah gazetesi Mustafa İslamoğlu'na mikrofon tutmuş. Hâlbuki Mustafa İslamoğlu'nun ABD'ye gittiğinde Gülen ile görüşmesi veya görüşmeye teşebbüsü dikkat çekici hususlardan birisiydi. Bu görüşmeyle ilgili mahrem bilgilerini ancak 17 Aralık sürecinde paylaştı. Dolayısıyla, süreçte hiçbirimiz olgun davranamadık ve iyi bir sınav veremedik. Ders aldık mı, yanlışlarımızdan dönüyor muyuz? Ne gezer! Karşılıklı çamur atarak ayakta kalmaya çalışıyoruz. Uysa da uymasa da haklı çıkmak ve karşı tarafı haksız çıkarmak için argümanlar üretiyoruz. Delil üretemiyorsak bile bahane üretiyoruz. En ilginci, karşılıklı yargısız infazlar.

* Buhari şarihlerinden Bedreddin Ayni Memlüklüler tarafından Konya'ya elçi olarak gönderilir ve burada Mevleviliği inceler. Mevlevilerin Mevlana'yı tazimlerinde ileri gittiklerini söyler. Ya da bu algıya kapılmıştır. Bu mülahazası mümkündür de. Bununla birlikte Ayni de Mustafa İslamoğlu'nun eleştirisi kesinlikle yoktur. Ayni de Celaleddin Rumi'ye Mevlana lakabı verilmesine yönelik herhangi bir itiraz ve eleştiri yoktur. Aksine Mevlana ismini benimseyerek kullanmıştır. Mevlana deyimine veya ifadesine bugüne kadar Mustafa İslamoğlu'ndan başka itiraz edenle karşılaşmadım. Olsa bile bu lakabı taşıyanların yanında itirazcıların mesabesi hiç mesabesindedir. Zira itiraz gerekçesizdir. 

* Bedii meselesi de böyledir. Günümüzde ıstılahi anlamda değil de lugavi anlamında bedii ismi fani kullar için de kullanılmaktadır. Bunlardan birisi de Müslüman Kardeşlerin hapisteki son mürşidi Muhammed Bedii'dir. Mardin Artuklu Üniversitesinin Rektörü Bedii Umay da bedii ismini taşıyanlardan bir başkasıdır. Bedii Faik Akın da tanınmış kalem erbabı arasındadır. Burada erbabı da kullandık; rabbin çoğuludur. Elbette erbabı mecaz olarak kullandık, usta anlamına gelmektedir. Demek ki mesele çok yönlü ve boyutludur. Mustafa İslamoğlu'nun ileri sürdüğü mahzurları taşımamaktadır. Peki bu yüklenme niye?

* Hürriyet gazetesinden Ahmet Hakan'ın Mustafa İslamoğlu ile gerçekleştirdiği söyleşide IŞİD'le ilgili şikayetler var. IŞİD'in panzehiri Mevlana'nın anlayışıdır. Bununla birlikte tezat biçimde Türkiye'nin IŞİD haritasında Konya'nın önlerde seyrettiği ifade ediliyor. Demek ki Mevlana diyarında pek anlaşılabilmiş değil. Bunun nedeni de tefritçilerdir. Kaldı ki bu bir imtihan sırrıdır; oğlu Alaeddin bile babasını anlayamamıştır. IŞİD'in yolunu döşeyenler Mevlana değil ona gölge edenlerdir. IŞİD'çilerin panzehiri Mevlana'dır, lakin onu iki kesim anlayamaz. Bir IŞİD damarına yatkın olanlar bir de aşk mesleği ile batiniliği birbirine karıştıranlardır. Bu yönde, Mustafa İslamoğlu ile Cemalnur Sargut madalyonun iki yüzünü temsil ediyorlar.

* Dini alanda da niteliğin yerini nicelik almış bulunuyor. Bu nedenle de yanlışın gözümüzün önünde büyüdüğünü görüyorsunuz, ama müdahale edemiyorsunuz. Tipik misallerden birisi de Mustafa İslamoğlu'dur. İslamoğlu tevazu nedir bilmediği halde Bediüzzaman ve Mevlana'yı asırlar öteden edebe ve tevazuya davet ediyor. Peşinen kendisi buna herkesten daha çok muhtaçtır. Önemli olan mütevazı görünmek değil mütevazi olmaktır. Bedi ve Mevla isimlerinin Allah'ın isimlerinden olduğunu söylemektedir. Burada sapla saman birbirine karıştırılmaktadır. Allah'ın isimlerinin izafetle kullara verildiğini biliyoruz. Abdullah, Abdurrahman vesaire gibi. Burada tartışma konusu 'bedi' ismi Allah'ın isimlerinden olmakla birlikte ortak kullanıma haiz isimlerdendir. Bedii ilminin çağrıştırdığı bediiyet alanı vardır. Tahsinat-ı lafziyeyi konu alan edebi alana ilm-i bedi denmektedir. Bediüzzaman terkibinde bedi, zamana izafet edildiğinden dolayı buradaki bedi izafi bir anlam kazanmış ve Allah'ın ismi olma özelliğinin dışına çıkmıştır. İsim değil terkiptir. Sadece sıfatının bir tecellisi haline gelmiştir. Ev kadını anlamına Arapların rab kelimesine izafeten rabbetü'l beyt ifadesi kullanmaları gibi. Buradan da anlaşıldığı gibi içindeki bir ukdeden dolayı Mustafa İslamoğlu Bediüzzaman'a veya Mevlana'ya sataşma dürtüsünü bu yolla temin ve tatmin etmek istiyor. Dolayısıyla mesele ilmi bir mesele olmaktan çok şahsiyetiyle veya manevi bünyesiyle ve yapısıyla alakalı bir durumdur. Onun ötesinde Bediüzzaman ismi alışılmamış bir isim veya sıfat değildir. Makamat sahibi Bediüzzaman Hamedani bu ismi taşıyan şahsiyetlerden birisidir. Çağdaş Mevlana araştırmacılarından Bediüzzaman Firuzanfer bu ismi taşıyan zevattan bir diğeridir. Mustafa İslamoğlu isim müsemmaya uydu diye Mevlana müdekkiki Bediüzzaman Firuzanfer ile Bediüzzaman Said Nursi'yi eşleştirebilir ya da kaderin bir remzi ve tevafuku sayabilir. Bu da onun takdiri olur. Bediüzzaman ismi veya sıfatına muvafık olarak birçok âlim için ' a'cubetü'z zaman' ifadesi kullanılmıştır. Bediüzzaman gibi zamanın harikası anlamındadır. Kimse Allah'ın makamını, ismini çalmak veya devşirmek arzusu veya çabası içinde olmamıştır. Ulûhiyet taslamak kulun haddine değildir. Bunu yapan da İslam ve iman dairesinin dışındadır. Şeytandan daha adidir. Kısaca görüldüğü gibi Mustafa İslamoğlu kasıtlı bir biçimde Mevlana ve Bediüzzaman'a hürmeti kırmak için zorlamalara tevessül ediyor. Allah'ın isimlerini kendileri koyma cüretinde bulunduklarını ima veya tasrih ediyor. 

*Mustafa İslamoğlu'nun Bediüzzaman veya Mevlana gibi şahsiyetlere karşı bir ukde beslediği şuradan belli ki, Abdulaziz Bayındır, Yaşar Nuri Öztürk gibi isimlere sahip çıkıyor ötekileri ise dışlıyor. En azından Öztürk ve Bayındır isimlerle yolları bir zamanlar kesişmiştir. Bu zatın çok zamandır teşeyyü edip etmediği tartışılmaktadır. Kendisi bunu yakıştırma olarak görmekte ve itiraz etmektedir. Bununla birlikte, Mustafa İslamoğlu Şii değil ama Şiilere çalışmaktadır. Vehhabi değil ama Vehhabi gibi düşünmektedir. İntisap etmekte iftihar ettiği Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh'tan itibaren bir usule bağlanmadan karma anlayış ve karma bidat sahipleri ( cami'ül bidaa) türedi. Ehli bidatın bütün ehvasını, sözlerini ve tezlerini birleştirerek kendi bünyelerinde karma hale getirdiler. Bu zaviyeden haklı olarak Şii olmadıklarını söylüyorlar. Lakin onlara benzer akımlar Şiiler içinde de var. Sünniler arasından çıkma Kur'ancılar olduğu gibi, Şiiler içinde de benzeri akımlar var. Bunlar usulen Şiiliğe benimsemeseler de doğru ya da yanlış o mecraya kaydediliyorlar. Rüzgârın içinde yer alıyorlar. Şiiliğin çıkış noktası siyasidir. Bu zevat da mezhebine intisap etmeden de siyasi Şiilik akımı içinde değerlendiriliyorlar

* Mustafa İslamoğlu'nun 'şu Suriye'yi de İran'a bıraksak ne olur?' kaypaklığına ne buyrulur? Babasının mülkü mü ki İran'a peş kes çekiyor? Bu gibi zevat, Şiilerin asabiyetlerini güçlendiriyorlar. Kendi usullerine sadakat beslemediklerinden dolayı da kendi zeminlerini zayıflatıyorlar. Ehli Sünnet zeminini Şiiliğe geçişli hale getiriyorlar.

* Mustafa İslamoğlu Şii olmasa bile Şii asabiyeti içindedir. Onlarla geçişlidir. Karma olması Ehl-i Sünnet zeminini zayıflatırken, onlara sempati halesini ve onların gücünü artırmaktadır. Bidat ve ehlini sevimli hale getiriyor. Mezhep açısından olmasa bile sosyolojik açıdan Mustafa İslamoğlu ve benzerleri Şii kalıptadır. 

* Mustafa İslamoğlu da meşreben ve de mezheben mezhep veya mezheplerin usulüne gayri mukayyet bir şahsiyettir. Bunun bilgiyle veya bilgi yöntemiyle değil, bünyeyle alakası var.

* Kimileri bu son ifadelerinden dolayı Mustafa İslamoğlu'ndan özür dilemesini bekliyor ve istiyor. Özür meselesi işin özü, esası değil, teferruattır. Mesele Bediüzzaman'ın hukukuyla veya Risale-i Nur şakirtlerinin hukukuyla alakalı değildir. İslam'ın anlaşılması yöntemiyle alakalı ve Bediüzzaman'ın şahsi hukukundan ziyade genel olarak hadde tecavüz meselesidir. Meseleye sadece Risale-i Nur ekseniyle bakmak işin hacmini daraltmak olur. Zaten onu istidracla bu noktaya taşıyan diğer alanlarda ehli hakkın suskunluğu olmuştur. Suskunluk ve alkış cesaretini bilemiştir. Enerjimizi ve takatimizi, cemaat veya zümre asabiyetini aşarak İslami değerlerin muhafazasına teksif etmeliyiz. Hassasiyetimiz külli olmalı. Hâlbuki Bediüzzaman veya Mevlana ile alakalı sözleri arızalı bakış açısının bir sonucudur. Kazara meydana gelmiş bir husus değildir. Bundan dolayı görüşleri daha geniş zeminde değerlendirilmelidir. Bence arıza Mustafa İslamoğlu'ndan ziyade ona çanak tutan toplumda veya vazifesini ihmal eden hoca ve münevverlerdedir.

* Bu hususta Senai Demirci de genel hukuku özel hukuka indirmiştir. Makalesinde 'ne döverim ne de dövdürürüm' şeklinde bir üslup ortaya koymaktadır. Adeta ' ben vurmadan kimse vuramaz' mantığıyla hareket ediyor. Ya da 'benim hukukum var, kimse benden ileri gidemez' gibi yaklaşımlar serdediyor. Bu mesele özel değil amme hukukudur, ehl-i diyanetin hukukuna girer. Aksine Senai Demirci gibi arkadaşlar biraz da kendilerini eleştirmeli ve çanak tutmaktan dolayı belki de kendilerini muahaze etmeliydiler. Buna hepimizin ihtiyacı var.

* Mustafa İslamoğlu; Ahmet Hakan, Yaşar Nuri ve Abdulaziz Bayındır gergefinde veya üçgeninde deveran eden bir adamdır. Ama kabahat kolektiftir. Farkına varmadan değirmenine su taşıyan bizleriz. Şu veya bu şekilde onun tesir sahasını genişletenlerde de büyük hata payı var. Hafife aldığımız hiçbir şey hafif değildir. Günah ve hata hafife alındıkça büyür.

* İstismar düzeyinde kaldıkça Ehl-i Beyt meselesi de muvasala imkânı vermiyor. Neden sözde en çok Ehl-i Beyti öne çıkaran iki isim olan Haydar Baş ile Mustafa İslamoğlu'nun Risale-i Nurlara bu kadar hasmane yaklaştıklarını düşündünüz mü? İstismar arayı daha çok açıyor. Artık ehli bidata ve mürevviçlerine karşı bir duruş belirlemenin vakti geldi.

*Mustafa İslamoğlu gibiler de günümüzde bidat ve batıl çizgiyi temsil ediyorlar. Temsil ettikleri bidat karmasının, bataklığının içinde bütün renkler barınıyor. Adeta gökkuşağı gibi bidatın bütün renklerini taşıyorlar. 

* Yaşar Nuri Öztürk gibi eski ahbaplarından olan Ahmet Hakan ile yapmış olduğu sohbette IŞİD'e verip veriştiriyor. IŞİD üzerinden puan topluyor. İran'a gelince, sus pus. Peki! İran'ın meziyeti ne? IŞİD'e yönelik esip gürlemesine rağmen tonlarından birisinde IŞİD veya daha özelde Haricilerin izlerini görmek mümkün. Bunu da nereden çıkartıyoruz? Çok basit. Günümüzde Harici anlayış Zülhuvaysıre modeliyle temsil ediliyor. Modernleri onun izini sürüyor ve hamulesini taşıyorlar. 

Zülhuvaysıre Peygamberimizin adaletini beğenmezken (!) Mustafa İslamoğlu denilen adam da Hazreti Peygamberi mütevazı olarak görmüyor! Bilakis hem Peygambere hem de Kur'an- Kerim'e birden iftira ederek, "Abese ve Tevella" ibaresinden ' o kibirli adam' ifadesini çıkartıyor. Mealine ektiği gizli mayınlar da su yüzüne çıkartıldığında Hazreti Peygamber yerine Mekke müşriklerini (senadid ve dehakine) kastettiğini ileri sürmektedir. Bu gizli mayınlar bazen kendi ayağına takılarak patlıyor. Bu kadar çelişki arasında başı dönmüyor mu acaba? Hazreti Peygamberin adaletini beğenmeyen adamla tevazusunu beğenmeyen adam aynı değil midir? Yahut ha Asr-ı Saadetteki Zülhuvaysıre, ha günümüzde Mustafa İslamoğlu! Fark göremiyorum. O fakirin mealinde böyle yazmasına mukabil bendeniz fakirin onun hakkında böyle düşünmesi yersiz sayılır mı? 'O fakire' karşı ben fakir de Mustafa İslamoğlu'nun Zülhuveysıre'nin çağdaş yüzünü, simasını temsil ettiğini düşünüyorum. Eğer bu yüklenme ise Hazreti Peygambere yapılan saygısızlığın yanında yaptığımız devede kulak kalır. Kusur sayılsa bile, bu kadar kusur kadı kızında da bulunur.

* Libyalı ulemadan Ali Muhammed Sallabi, Fikru'l Havaric ve'ş Şia başlıklı eserinde çağdaş haricilerin özelliklerini sayıp döker. Bu özelliklerinden birisi davranış bozukluğudur. Âlimlere su-i zan ederek davranış bozukluğu sergilemek harici damarın önemli özellikleri arasındadır. Bu çizgidekiler denge veya muhakeme-i akliyeden ve şer'iyeden yoksundurlar. Haricilerin özellikleriyle alakalı olarak Ali Muhammed Sallabi bazı özellikler sayar. Bunlar rahatlıkla Mustafa İslamoğlu gibilerine intibak etmektedir. Bunlardan birisi, öğretmensiz, rehbersiz, hocasız kitaplardan okuyarak kendilerini geliştirme veya yetiştirmeleridir. Hâlbuki kitaplardan bilgi alınır ama terbiye alınmaz. 

* O da bu işten pek soğumuş. Hayatının da tadı tuzu kaçmış. O Mevlana ve Bediüzzaman gibilerine sataşırken, birileri de durmadan ona sataşıyormuş. Böyle şey olur mu diye feryat ediyor. Elbette onun feryadı Filozof Rıza Tevfik gibi hazardan mezara değil, bayağı önündeki haziruna! Kendisine yönelik vaki sataşmaları dinleyenleriyle paylaşıyor ve izleyicilerine şikâyet ediyor. Neyi şikayet ediyor, almış olduğu cevapları. Karşı çıktığı Mevlana üslubuyla feryadını şöyle dile getiriyor: "Ben bunlardan bizarım. Sizlere şikâyet ediyorum. Bunlardan gördüğüm zararı ne ateistten ne de ataistlerden gördüm…" Demek ki o çevrelerin gizli gizli atıfetine nail oluyor. Konuşmasının devamında trans haline geçerek şunları ekliyor: "Bunlar sünneti savunuyorlar; o halde biz neyi savunuyoruz?" Hâlâ anlamamış gibi davranıyor. Neyi savunacak, elbette ego hazretlerini savunuyor. Elbette sünneti değil nefsini savunuyor ve egosunu cilalıyor. 'Haysiyet cellatları canımı yaktılar, acıttılar' diyor. Ve kendisine karşı mahalleden yandaş ve arkadaş arıyor: "Bu memlekette dine mesafeli olanları suçlamıyorum. Onlar büyük ailenin kayıp çocukları! İcabında kardeşlerimiz, yeğenlerimiz" Hızını alamıyor ve lafa şöyle dalıyor: "Allahım! Seni tanımasaydım bu dinde durmazdım!" Allah ile pazarlık hali bize Yahudileşme temayülünü hatırlatıyor! Asabiyet halinde demek ki yazdıklarını da hatırlamıyor! Bir de kendi halinde küçük bir geçit töreni eşliğinde 'benim oryantaliste benzeyen bir tarafım var mı?' diye soruyor. Adeta tek kişilik bir şov ve tiyatro gösterimi sunuyor. 'Yerli' sıfatını eklemeyi unuttuğundan hazirunu gargaraya getiriyor.

* Şayet bu veya benzeri adamlar İran'da duruyor olsalar ve bu görüşlerini orada yaymaya kalksalardı, dini mahkeme tarafından cezalandırılırlardı. İsmaili daisi olmadan da Türkiye'de yaptıkları ötekilerin hanesine yazılır, dolaylı olarak İran dalgasına hizmet eder. Bunların kafa karıştırması üzerinden zemin o tür yıkıcı hareketlerin ve anlayışların yayılmasına müsait ve olgun hale gelir. İstiyor ki heva ve hevesine kimse çomak sokmasın, ket vurmasın. Keyfince bu memleketi karıştırsın ve sabiteleriyle oynasın. Çivilerini söksün ve zemini başkaları için yumuşatsın. Bütün değerleri itibarsızlaştırsın ve ardından sürülen arazi başkaları tarafından ekilsin. Konuşmasının bir yerinde şöyle diyor: "Mezhep, meşrep holiganlığıyla fenni sünnetçiler gibi dini kesiyorlar…" Bu sözler dikiz aynasından yansıyanlardan mı acaba? Konuşmasının bir yerinde mealen şöyle söylüyor: "Bu adamlar bana bu kadar zulmediyorlarsa başkalarına kim bilir ne kadar zulmediyorlar!" Cibali Babalığı tuttu!

* Malum olduğu gibi Mustafa İslamoğlu, Mevlana ve Bediüzzaman'ın Allah'ın isimlerini kullandıklarını ve kendilerine mal ettiklerini söylemişti. Hâlbuki tersinden Mustafa İslamoğlu konuşmalarında hatta kitaplarında kulların sıfatlarını Allah'a yüklüyor. Böylece Allah'a karşı su-i edepte bulunmuş oluyor. Veya Allah'a beşer seviyesine hitap ediyor. Tasavvufta kontrol dışı hallere ve Şer-i şerifin ölçüleri dışına taşan söz ve hallere şatahat denmektedir. Şatahat genelde tasavvuf erbabı için kullanılsa da, alanını mutasavvıflarla sınırlandırmak doğru olmaz. Mustafa İslamoğlu'nun mutasavvıflara da uzak ve muhalif olduğu söylenebilir. Bununla birlikte konuşmaları tabir caizse gulat-ı sufiye diyebileceğimiz kesimlerin üslup ve yöntemini yansıtmaktadır. Birçok konuşması şatahat kokan ifade ve hallerini yansıtmaktadır.,

* İslamoğlu Allah'ın hukukunu koruyor gibi yaparak birçok âlime yüklenmekte ve lakin kendisi teeddüp maalllah denilen edep dairesini aşmaktadır. Burada da İslamoğlu'nun büyük çelişkisi ortaya çıkmaktadır. Güya Allah'ın hukukunu gözetirken aslında kendisi edep hudutlarının dışına taşmaktadır.

* Temcit pilavı gibi durup durup aynı nakaratı tekrarlıyor: Paralel Kur'an'lar üretiyorlar. Ona göre Risale-i Nur, Mesnevi paralel Kur'an. İndirilen din değil, uydurulan din. Hadisler de ona göre böyle. Birçoğunu muhaddisler kafalarından uydurmuşlar.

* Kendini ele veren bir ifadesinde şöyle bir ibare kullanıyor: "İkbal'in dediği gibi, bugünkü "din" anlayışıyla, Allah'ın Cebrail (a) aracılığıyla indirip Rasulullah'ın tebliğ ettiği "ed-Din" birbirinden o kadar farklıydı ki, bu farkın büyüklüğü Allah'ı, Cebrail'i ve Rasulullah'ı hayrette bırakıyordu. İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, altın tahtlı, sırma kaftanlı bir "peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyor, ömrü boyunca bunlardan uzak duran Nebi'den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. İnsanlar "bir kul gibi yiyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra'ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. (İmamlar Sultanlar, s: 10 )" Allah'ı hayret makamına sokmak nasıl bir şey? Bu nasıl tevhit anlayışı veya edep?

* Sisi'nin, dini devriminin imamı olarak Muhammed Abduh'u tayin etmesi yerinde olmuş. Lakin Türkiye'de Gezi İmamı olarak anılan İhsan Eliaçık gibi isimleri davet etmemeleri panelin eksik taraflarından birisi olarak göze çarpıyor. Bunu ihmal etmeselerdi, panel daha renkli olurdu. Ondan da bu mealde bolca lakırdı dinleyebilir ve mest olabilirlerdi. Keza 'Cemaleddin Afgani'yi eleştirenler onun taharet bezi kadar bile olamaz' diyen her meşrebe muhayyer birisini niye keşfetmediler veya davet etmediler acaba? O da karşı devrimin imamlarından birisi olmaya namzettir.

* Bu tür yeni ilahiyatçılar her alanda sapmayı temsil ediyorlar. Sözgelimi Mustafa İslamoğlu, Eş'ariliği reddiye babından nedenselliği kabul ediyor.

*Mustafa İslamoğlu, İslam'ın ikinci rüknü olan hadise şüphe düşürmek ve İslami ilimler hiyerarşisindeki yerini sarsmak istiyor. Burada hem Goldziher hem de haleflerinin ve Nasr Hamid Ebu Zeyd gibilerinin izinden ve çığırından gidiyor. Kur'an hakkında lakırdıları olan Nasr Hamid Ebu Zeyd edile-i şer'iyenin temel basamağı olan Kur'an-ı Kerim'in yanına hadisi ilave ettiğini ileri sürmektedir. Kur'an ve Sünneti eşleştirdiğini söylemektedir. Tevili mümkün olan bütün hadisleri de bir çırpıda yok saymakta Buhari, Müslim gibi hadis mecmualarına gölge düşürmektedir. 'İmamlar Kureyştendir' hadisinin takvayı esas alan naslara ters düştüğünü söylemektedir. Hâlbuki takva tek belirleyici değildir. Bu nedenle Hazreti Peygamber (SAV) Ebu Zer'e (R.Anhu) yöneticiliği tavsiye etmemiştir. Burada şahsi üstünlüklerle birlikte sosyolojik ve genel kabule mazhar vasıfları da aranmalıdır. Takva ile birlikte sosyolojik ve siyasi üstünlük de matluptur. Kureyşilik meselesi sosyolojik bir mesele ve asabiyetle ilgilidir. Tarihi dalgalanmaya açıktır. Yani Kureyş'in sosyolojik üstünlüğü veya onunla ilgili bu algı kitleler nazarında değer kaybettiğinde illet düşmüş ve Kureyş'in yerini zamanın öteki Kureyşi almış olur. 

Kureyş hadisi üzerinden Buhari gibi hadis mecmualarına yüklendiği gibi aynı zamanda diğerlerini de ilişmektedir. Kendi mantığına göre hadisleri kritik etmektedir. Nasr Hamid Ebu Zeyd'in yaptığı gibi İmam-ı Şafii'yi yıkarak sünnetin hucciyetini yıkmaya çalışmaktadır. Bir taşla kuş katliamı. Hücciyyetüs Sünne olarak ifade edilen sünnetin delil oluşunu yok etmek ve ortadan kaldırmak istemektedir. Sünnet delilini sistemli hale getiren kişinin İmam Şafii olduğunu görmekte ve onu yıktıklarında sünneti imhaya muktedir olacaklarını tasavvur etmektedirler. Halbuki İmam-ı Şafii meseleyi usul-u fıkıh kalıplarında sistemleştirmiştir. Bu nedenle de hadisi devre dışı bırakmak için İmam Şafii'yi hedef alıyorlar. Böylece paradigmayı iptal etmek istiyorlar. Onların hadisle değil el hadisle veya sünnetle sorunları var. Bu nedenle Mustafa İslamoğlu sünnet karşıtları gibi İmam Şafii'yi hedef almış ve bunu yanlış bir temele oturtmuş ve bina etmiştir. Hadisi edile-i şer'iyeden biri kabul ederek İmam Şafii'nin nas ile aklın çatışmasına kapı araladığını iddia etmiştir. Bu İmam-ı Şafii'ye muhalefetinin temel dayanağı olarak görülmektedir. Elbette bu iddiası temelsizdir. Hulefa-i raşidin döneminde uygulamada hadisler esas alınmış ve bazı muallak davalarda konu hakkında hadis bilenlerin olup olmadığı araştırılmıştır. Bunun İmam Şafii'ye dayandırmak bühtandır. Lakin uygulamanın teorize edilmesi lazımdır. Bunu gerçekleştirenlerden birisi de İmam Şafii'dir. İmam Şafii üzerinden sünneti yıkmak isteyenler sanki onun olmayan bir şeyi ihdas ettiğini ileri sürüyorlar.

Mustafa İslamoğlu alakasız unsurları bir araya getirerek kendisine göre sonuçlar çıkarmaktadır. Bu anlamda filozof geleneğini temsil eden Kindi'nin akıl ile nakil arasında çelişme olmayacağını ifade ettiğini ve buna mukabil Cüveyni, Gazali ve Razi üçlüsünün nas ile aklın çatışmasını teorik alamda kabul ettiklerini söyledikten sonra da onların sözlerini şöyle bağlamıştır: "El itibaru bilakli mutlakan." Bu mutlak bir bühtandır. Kendi uydurmadıysa bunun kaynağını göstermek zorundadır. Gazali ve Razi aklın mertebeleri ile naklin mertebelerini 5 kategoride ele almış bazı kategorilerde aklın sadaretini teslim etmiş bazılarında da naklin sadaretini teslim etmiştir. Yoksa en azından kategorilerden bazılarında nassın sadaretini teslim etmese filozoflara 3 temel 20 türev meselede niye karşı çıksın? Burada aklın üstünlüğünden değil nakli anlamada aklin sadaretinden bahsedilmektedir. 

Gazali filozofların züccaciye dükkânına giren filler gibi bilmedikleri bir alana; mead ve gayb alanına daldıklarını ifade etmiş ve bu alanda nassı huccet kabul etmiştir. Bu alanda bazı müteşabih hadisleri tevil etmiştir. Bununla birlikte gaybiyat alanında filozofları hadlerini bilmeye davet etmiştir. Gayb ile şahadet âlemi arasındaki mukayese nasıl bizi büyük ölçüde yanılmaya götürürse, nakil olmadan gaybiyat tasavvuru da temelsizdir. Aklın bu verilere tek başına ulaşması mümkün değildir. Burada Mustafa İslamoğlu nakillerde tahrif yapmaktadır. Hem Gazali hem de Razi aklın mutlak üstün olduğuna falan temas etmemiştir. Sadece akıl nakil ilişkilerini mertebelere ayırarak sadaretlerini tespit veya tayin etmiştir. Burada ortaya konan akıl ile naklin çatışması değil belki nasların anlaşılmasında tevile ihtiyacı ortaya koymaktır. Nassın muhtevasında değil ama zahirinde akıl ile çatışma olabilir. Dolayısıyla teville muhtevaya veya öze nüfuz edilir veya edilmeye çalışılır. Yoksa İslamoğlu'nun dediği gibi 'imamlar Kureyş'tendir' hadisi İslamiyet'in temel unsurlarıyla çatışıyorsa o zaman bütün hadisler akılla veya İslam'ın temelleriyle çatışmaktadır. Bu orijinal bir yaklaşım olmayıp bilindiği gibi Attilla İlhan'ın ilahiyatçı versiyonunu çağrıştıran M. Said Hatiboğlu Beyin "İslam'da İlk Siyasi Kavmiyetçilik' tezine bir atıf ve göndermedir. İmamlar Kureyştendir hadisi konjonktürel bir gerçeğe temas etmektedir. Böyle gördüğünüzde işkâl veya mesele ortadan kalkmaktadır. Hazreti Ömer'in ifadesiyle ilk halife seçimi nasıl felte yani kazara olmuşsa yani planlamadan olmuşsa, Kureyşilik meselesi de asabiyet meselesi ve dolayısıyla sosyolojik bir şarttır. Takva gibi dini bir şart değildir. Hazreti Ömer'in felte dediği kazara seçim aslında Şia'nın nas ve vasiyet iddialarını da tekzip etmektedir.

Hadisleri itibarsızlaştırmakla Mustafa İslamoğlu, Goldziher'in izini sürmektedir. Macar asıllı oryantalist Goldziher eserlerinde hadis sütunlarından olan İmam Zühri'nin Emeviler namına hadis uydurduğunu ve Mescid-i Aksa'nın faziletiyle ilgili hadislerin bu cümleden olduğunu ileri sürmektedir. Mustafa İslamoğlu'nun Goldziher düşkünü olduğu da eserlerinden birisinin çevirisinin çevirisini yapmış olmasıyla sabittir. Bu ondaki kompleks veya saplantıyı göstermesi açısından manidardır. Bunu da yine yüzüne gözüne bulaştırmış, tam becerememiştir. 'İslam Tefsir Ekolleri' adıyla Abdulhalim Neccar yayınladığı çevirisinin başarılı olmadığı erbabı tarafından ortaya konulmuştur. Bu kitapta kıraat imamlarına iftiralar vardır. Zaten çevirinin çevirisi yapılması mahzurludur. İkincisi, mal bulmuş Mağribi gibi çeviri için Goldziher'in eserini çevirmesi başka bir kusurlu noktadır. Muhammed Zahid el Kevseri Abdulhalim Neccar'ın bir diğer çevirisi olan El Akidetü ve'ş Şeria kitabının notsuz bir biçimde çevrilmesine itiraz etmiş ve bunu yapanları paylamıştır. Prof. Dr. Ali Hasan Abdulkadir ise Mustafa İslamoğlu'nun yaptığı çeviri kitapla alakalı olarak bir reddiye kaleme almıştır. Hasan Abdulkadir, Goldziher'in ilmi objektiflikten uzak olduğunu ve güvenilmez olduğuna parmak basmıştır. Mustafa Sıbai ise Prof. Dr. Ali Hasan Abdulkadir'in çalışmasını daha da ileriye götürmüş ve Emevilerin İmam Zühri'yi kullanması iddiasını çürütmüştür. Hadisi tedvin görevini ona Emeviler değil Emevilerden olsa da raşid halifeler zümresine mülhak bulunan Ömer Bin Abdulaziz vermiştir. Bu hususta Goldziher'e reddiye yazanlardan birisi de Şamlı hadis alim Nurettin Itır Bey'dir.

Merhum Mısırlı Muhammed Gazali, Goldziher'den çevirme El Akidetü ve'ş Şeria adlı esere 'Difaun ani'l Akideti ve'ş Şeria Dıdde Metaini'l Müsteşrikin' adlı bir eserle karşılık vermiş ve bu eserinde Muhammed Zahid Kevseri'nin tanıklığına başvurmuştur. Kevseri, Ezher'de bazı kifayetsiz muhterislerin önüne arkasına bakmadan Goldziher'in eserlerini Arapçaya aktardıklarını; tetkik ve tahkik zahmetine, külfetine katlanmadan ona köprü olduklarını ifade etmiştir. Kevseri bu tercümeleri yapanları Goldziher'in cazibesine kapılanlar olarak (fatinin) tasvir etmiştir.

* Sünnetin cazibesini kaçıranlar Goldziher'in cazibesine tutuluyor, kapılıyorlar. Bunlardan birisi de İslamoğlu'dur. Bunlar manevi değerlerini, komplekslerine kurban veriyorlar. Keşke dar dairelerinde kalsa, zararları kitleye ulaşmasa, bulaşmasa. Lakin bu kompleksleriyle geride yıkmadıkları bir şey kalmayacak. Ne Allah'ın ne de Peygamberin otoritesi ne de onlara ittiba edenlerin otoritesi kalıyor. Hint Altkıtasında Kur'ancılık veya Mealciliğe karşı olduğunu söylese de, Türkiye ölçülerinde veya çapında kendine göre Kur'ancılık yapmaktadır. Mevlana gibi aşktan değil ama şöhretten gövdesiyle birlikte başı da dönüyor. Şöhret vadilerinde başı dönüyor. Bu zatın hiçbir kuralı yok. Bir şeyi söyler sonra tersini yapabilir. Öncelikli olarak nakillerde özen göstermiyor ve titiz davranmıyor. Hadis konusunda Goldziher ve yerli müsteşriklerden Nasr Hamid Ebu Zeyd gibilerin arkasından gidiyor. Hadis hususuna gölge düşürmeye çalışıyor. İmam Şafii ile kalmıyor Ahmet Bin Hanbel, Buhari ve Müslim de tarizlerinden, sataşmalarından nasibini alıyor. Ahmet Bin Hanbel'i sansürcülükle suçluyor. Güya zalim yöneticilerle ilgili hadisleri taramış ve bunları Müsned'inden ayıklamış! Buna kargalar bile güler ama İslamoğlu var gücüyle savunuyor. Ahmet Bin Hanbel güya oto sansürcülük yapmış. Bu iddia üzerinden hadislere kuşku ve gölge düşürüyor. Aklınca bu mevhum sansürcülüğü hadislerin ismetine ta'n için kullanıyor. Maalesef Ahmet Bin Hanbel'i bu şekilde suçladığı sırada Senai Demirci de kendisini itirazsız bir biçimde dinlemektedir. Bu tür zatlar itiraz edilmedikçe yaptıklarını doğru ve yerinde kabul ediyorlar. Demek ki, İslamoğlu'nun meselesi akılla çeliştiğini ileri sürdüğü birkaç hadisle ilgili değil. Hadislerin toplamıyla yani sünnetle zoru var.

* Mutezile'nin zıddı olan Haşeviyeciler için hadis ideolojisi ürettiklerini söylemektedir. Bu anlamda İmam Şafii'yi nereye koyuyor? Kendi ifadesiyle akılcı olmadığına, nasçı olduğuna göre Haşeviye kapsamına giriyor. Öyleyse hadis alanında yeterince kuvvetli olmayan Gazali akla ve aklın alanına methiyeler düzse de, sonuçta Haşeviye olmaktan kurtulamaz. Dolayısıyla Mustafa İslamoğlu'nun çıkarımları hiçbir usule ve tekniğe dayanmamakta, zabıtsız, kuralsız işlemektedir. Desturuz bağa girmekte ve Ahmet Bin Hanbel gibi hadis müdafilerini de sansürcülükle suçlamaktadır. Kur'an ile hadisi eşleştirdiğini ileri sürmektedir. Yerel oryantalizm kavramının mucitlerinden Mustafa A'zami'ye göre, yerel oryantalistlerden öğrenecek bir şeyimiz yok. Kaybedeceklerimiz ise oldukça fazla. Dini değerlerimizi ve mukaddesatımız kaybedeceklerimiz başında geliyor. Yerel oryantalistler kompleks ile, öne çıkma merakı, hubbuzzuhur ile rezil olan adamlar zümresine girmektedir. Yerel oryantalizm çizgisini derin bir muhasebe ile gözden geçirmeliyiz.

-devam edecek-

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!

Nahl, 125

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Kim Müslümanlar arasından bir yetim alarak yiyecek ve içeceğine dahil ederse, affedilmez bir günah (şirk) işlememişse, Allah onu mutlaka cennete koyacaktır.

Tirmizi, Birr 14, (1918)

TARÄ°HTE BU HAFTA

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI