MUHAKEMAT NOTLARI-24

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 2. Mesele İzah: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz *Bu ikinci mesele, bizim çocukluğumuzda “Kırk Sual” adlı uydurma kitapta bol bol meselelerini okuduğumuz “Yerin Bir Öküz ile Balık Sırtı” üzerinde durup durmadığı hakkında. Hatta deprem olduğunda büyükler “ahh öküz ahh, yerinde durmuyor” derlerdi. Babam bunları red ederdi..


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2021-01-22 11:58:55

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 2. Mesele

İzah: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

*Bu ikinci mesele, bizim çocukluğumuzda "Kırk Sual" adlı uydurma kitapta bol bol meselelerini okuduğumuz "Yerin Bir Öküz ile Balık Sırtı" üzerinde durup durmadığı hakkında. Hatta deprem olduğunda büyükler "ahh öküz ahh, yerinde durmuyor" derlerdi. Babam bunları red ederdi..

Not: Eski insanların bu meselede genel bakışına bir misal olsun diye kıymetli yazar Ömer Sevinçgül beyin bir yazısından bir alıntı verelim; "Küçük bir çocukken dedeme sormuştum: "Deprem nasıl oluyor dedeciğim.." Bu, boyumdan büyük suali sormama hayret etmekle beraber, cevabını da vermişti: "Koca öküz başını sallı­yor da ondan." Hiçbir şey anlamayarak mel mel baktığımı gö­rünce izah etmişti: "Dünya bir öküzün boynuzları arasındadır yavrum. Öküz de bir balığın üstünde durur. Balık bir süt derya­sında yüzer..." başını ağır ağır sallayarak daha buna benzer bir­çok şey anlatmıştı.

O zaman bunun bir hakikat olup olamayacağını düşünme­miş, böyle bir öküzün ne çok yem yiyeceğini, o kocaman balı­ğın ne kadar hızlı yüzeceğini, süt deryasının kim bilir ne kadar büyük olduğunu hayal etmiştim. Beni eğlendirmişti bu mesele.

Aradan yıllar geçti. Okula gittim. Bir gün Fen Bilgisi der­sinde öğretmen, "Dünya, güneşin çevresinde büyük bir hızla ha­reket eden bir uçağa benzer," dediği zaman şaşıp kalmıştım. Bu hususu etraflıca açıklamıştı öğretmen."(Ömer Sevinçgül, "Dünya Öküzle Balığın Üstünde Midir?" adlı yazısından..(Mehmed Dikmen, Merak Ettiklerimiz, s. 93-95, Cihan Yayınları, İstanbul, 1998)

*Yalnız bir mesele var, onu söylemek istiyorum.

Ayet-i Kerimede;

ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ

"Nûn. Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun ki"(Kalem: 68/1) buyruluyor. Bu meselede Taberi ve Kurtubi tefsirlerine baktım, (bütün bütün boş gelmiyorum derslere, ne var ne yok diye eserlere bakıyorum) Oradaki Nun'u balık diye tefsir eden âlimler var. Hatta Peygamberimizden nakledenler var. Yeryüzünün safahatını anlatıyorlar. İşte "Cenab-ı Hak önce su üzerinde yarattı, sonra bir balık sırtı üzerinde kıldı" diye ifade var. Bu konuda bazı zayıf rivayetler de var, onları nakletmişler.

Not: Bu konuda tefsirlerdeki rivayetleri kısaca zikredelim; İmam Mücahid'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Nûn" yedinci arzın al­tındaki balıktır. Mukatil, Murre el-Hemdânî, Ata el-Horasanî, es-Süddî ve el-Kelbî de böyle demişlerdir. (Kurtubi, -Camiu li-Ahkami'l-Kur'an)

Fahr-ı Razi tefsirinde şöyle bir izah var; "Nûn, "balık" demektir. Yunus (a.s)'dan bahsedilirken, (Enbiyâ, 67) denilmesi de, buna varıp dayanmaktadır. Bu görüş, İbn Abbas, Mücâhid, Mukâtil ve Süddî'den rivayet edilmiştir. Daha sonra bu görüşte olanlardan kimileri, "Allah Teâlâ, bu harf ile, sırtında yeryüzünün bulunduğu o balığa yemin etmiştir.. Ki bu balık en aşağıdaki yerin altında bulunan denizdedir.." demişlerdir. (Fahreddin-i Razi, Tefsiru Mefatihu'l Gayb)

Merhum Vehbe Zuhayli tefsirinde şöyle diyor; "Taberani merfu olarak İbn-i Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'ın ilk yarattığı şey kalem ve balık­tır. Kaleme yaz dedi, kalem: Ne yazayım diye sordu. Kıyamete kadar olacak olan herşeyi, diye buyurdu. Daha sonra: "Nun, kaleme ve yazmakta olduk­ları şeylere andolsun ki" buyruğunu okudu." (Vehbe Zuhayli, Tefsiru'l-Münir)

*"Pûşide olmasın,(kapalı kalmasın) Sevr ve Hut'un kıssa-i meşhuresi İslâmiyetin dahîl ve tufeylîsidir.(Muhakemat, s. 59) Dahîl; sonradan, dışarıdan girmiş manasınadır. Tufeyli nedir, hikâyesini biliyor musunuz? Tufeyli demek küçük çocuk demek. Bu bir hikâyeye dayanıyor. Tufeyli, bir yere sonradan gelen asıldan olmayan diye buraya yazmışlar(Söz Neşriyat lügatçesinde) Doğru tabii, ama bunun bir hikâyesi var. Bir köyde olan küçük bir çocuk yol kenarında çevreyi seyrediyormuş. Bir bakmış, bir grup adam. İçlerinde resmi kıyafetliler de var. Kendi kendine "herhâlde bunlar bir ziyafete gidiyorlar" demiş, onların aralarına katılmış. Meğer o resmiler hırsızları yakalamışlar, götürüyorlarmış. Tabii gittikleri yerde o hırsızları yargılamaya başlamışlar. Sıra bu çocuğa gelince demiş ki; "yahu ben çocuğum, benim bunlarla alakam yok, ben ziyafete geliyorlar diye katıldım." Bunu biz İmam Hatip'te Arapça bir metinde okuduk yani.

" Râvisiyle beraber Müslüman olmuştur. İstersen Mukaddeme-i Sâliseye git, göreceksin; hangi kapıdan daire-i İslamiyet'e dâhil olmuştur." (Muhakemat, s. 59) Üçüncü Mukaddimede İsrailiyat meselesi işlenmişti. Kısaca Yahudi âlimlerinden Müslüman olanlarla birlikte onların eski bilgileri de İsrailiyat kanalından Müslümanlar arasında yayılmış ve bazı kimseler tarafından İslamiyet'ten zannedilmişti.

Not: Bu meselede merhum Abdullah Aydemir Bey şunları yazmaktadır; "Yahûdî menşeli mühtediler Müslümanlar arasında büyük bir mevki kazandılar. Bazılarının isimleri olduğundan fazla propagan­da edildi. Anlatılanların kabulünde bu durumun büyük rolü var­dır. Büyük isim Abdullah İbn Selâm gibi sahabe olan zevat bir ya­na, tabiinden olan Vehb İbn Münebbih için söylenen şu cümle bile onların ne ölçüde büyütüldüğünü gösterir: "Ben hepsi de gökten inmiş 92 kitap okudum. Bunların 72'si mabetlerde ve insanların ellerinde mütedavildir. Pek az kişiler müstesna 20'sini bilen yok­tur."

Müminler ihtiyaç duydukça mühtedilere başvurdular ve Kur'ân'da temas edilen olayların cüz'iyyatın, kıssaları, Zü'l-Karneyn ve benzeri şahsiyetleri onlara sordular. Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi belli ve sayılı isimler dışında kalan sahabeden bazı­ları, mühtedilerin eski malûmatlarına ve eski kitaplara istinaden verdikleri cevapların bir kısmını gerçek gibi dinleyip kabul etmiş olabilirler. Hatta Kur'ân-ı Kerîm'in kıraati gibi bir konu da bile aralarında baş gösteren bir ihtilâfın bunlara müracaatla çözüldü­ğüne dair örnek vardır." (Dr. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, s. 45, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1979)

*"Amma İbn-i Abbas'a olan nisbetin ittisali ise, Dördüncü Mukaddeme'nin âyinesine bak, o ilhakın sırrını göreceksin(Muhakemat, s.59) İbn-i Abbas'a dayandırılarak nakledilen hadis konusunda ise Dördüncü Mukaddime vasıtasıyla bakmak gerek. Orada ne deniyordu? "Tergib veya terhib için avamperestane tervic ve teşvik ile bazı ehadîs-i mevzuayı İbn-i Abbas gibi zâtlara isnad etmek büyük bir cehalettir."(Muhakemat, s. 25)

Not: Üstad yine Muhakemat'ta diyor ki; "Hâlbuki İbn-i Abbas'ın her söylediği sözü, hadîs olması lâzım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakaikin tezahürü için hikâyet tarîkiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir."(Muhakemat, s. 64)

*"Bundan sonra mervîdir: "Arz, sevr ve hut üzerindedir." Hadîs olarak rivayet ediliyor. Evvelâ: Teslim etmiyoruz ki, hadîstir. Zira İsrailiyatın nişanı vardır.(Muhakemat, s. 59) Bir kere kesin hadis olduğunu teslim edemiyoruz, çünkü İsrailiyattan geldiğine dair alametler var. Üstad bu meseleyi 14. Lem'ada uzun boylu ele almış. Muhakemattaki bu izah ilmi ve çok tatlı. 14. Lem'adaki ise herkesin anlayabileceği şekilde tafsilatlı.

*Sâniyen: Hadîs olsa da za'f-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dâhil olmaz, zira yakîn şarttır.(Muhakemat, s. 59) Hadis olarak kabul etsek bile, bu hadisin Hz. İbn-i Abbas'a kadar bitişen senedinde zayıflık var.

Usul-i Fıkıh derslerimizde okumuştuk. Rivayetler üç kısma ayrılıyor.

Birincisi; mütevatir hadisler. Yani yalan üzerine ittifakları mümkün olmayan bir grubun bize naklettiği hadisler. (Not: Rivayet tabakalarında bir hadisin mütevatir olması için gerekli sayı hakkında tercih edilen görüş, sayının en az 10 kişi olmasıdır.(Dr. Mahmud Tahhan, Teysiru Mustalaha'l Hadis, s. 24, Mektebetu'l Maarif, Riyad, 2010)

Bunlar itikatta da, amelde de kesin hüküm ifade ederler. İnkâr edenler küfre girer. İtikadi meselelerde delildir.

Meşhur hadisler ise çok sayıda ravi tarafından rivayet edilmiş ama mütevatir derecesinde çıkmamış hadislerdir.

Not: Dr. Mahmud Tahhan'ın Teysiru Mustalaha'l Hadis'teki açıklamasına göre meşhur hadis rivayet tabakalarının tamamında üç veya daha fazla ravi tarafından rivayet edilen ama mütevatir sayısına(10 ravi) ulaşmamış hadislerdir. Mesela "Allahu Teâlâ ilmi kullarının arasından bir anda almaz, ancak aralarında âlimlerin ruhunu kabz eder ve cahiller insanın başına geçer. İnsanlar onlara sorarlar, onlar da ilimsiz olarak fetva verirler, sapar ve saptırırlar" hadisi gibi. Bu hadisi dört sahabe nakletmektedir. (Salih Okur)

…Burada yine itikadi meseleler bununla sabit olabilir fakat inkâr eden kâfir olmaz.

Bu nakledilen Sevr ve Hut hadisi ise bu iki gruba da girmez. Olsa olsa ahadi hadislerden sayılabilir. (Bu şekilde gelen rivayetler kesin bilgi seviyesinde sayılmaz ancak zan ve zann-ı galip ifade ederler. Bu rivayetler akidede kullanılmazlar. Çünkü akide ile ilgili rivayetlerin yakinen bilinen tereddütsüz bilgilerden meydana gelmesi gerekir." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 199, İzmir, 2014)

Yani bir insan bu hadise inanmasa kâfir olmaz, dinden çıkmaz.

*"Sâlisen: Mütevatir ve kat'iyy-ül metin olsa da kat'iyy-üd delalet değildir.(Muhakemat, s. 59) Yani metin varlığı kesin olsa bile delalet ettiği mana kesin değildir. Üstadın Münazarat'ta ayet-i kerime tefsirlerindeki hükmü burada da geçerlidir; "Delil kat'iyy-ül metin olduğu gibi, kat'iyy-üd delalet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecali vardır(Münazarat, s.32)

Not: Üstad başka bir meseleyle alakalı da buna yine değiniyor; "Malûmdur, bir şeyin mahiyetinin keyfiyetini bilmek başkadır, o şeyin vücudunu tasdik etmek yine başkadır. Bu iki noktayı temyiz etmek lâzımdır. Zira çok şeylerin asıl vücudu yakîn iken, vehim onda tasarruf ederek tâ imkândan imtina' derecesine çıkarıyor. İstersen Yedinci Mukaddeme'den sual et; sana "neam" cevabı verecektir. Hem de çok şeylerin metinleri kat'î iken delaletlerinde zunûn tezahüm eylemişlerdir. Belki "Murad nedir" olan sualinin cevabında efham, mütehayyir olmuşlardır. İstersen On birinci Mukaddeme'nin sadefini aç. Bu cevheri bulacaksın. (Muhakemat, s. 63)

*"Eğer istersen Beşinci Mukaddeme'ye müracaatla, On birinci Mukaddeme ile müşavere et!"(Muhakemat, s. 59) Müracaat edeceğiz, ne diyordu orada; "Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar."(Muhakemat, s. 25)

Not: Üstad başka bir yerde şöyle diyor; "Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar."(Sözler, s. 716)

Onbirinci mukaddime ne diyor, orada da diyor ki; "Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir. Bir sadef, çok cevahiri tazammun edebilir."(Muhakemat, s. 47) Demek bu hadis ifadesi bile olsa manası kesin olarak maddi bir Öküz ve Balık'a delalet etmesi gerekmez.

*"Göreceksin nasıl hayalât, zahirperestleri havalandırmış. Bu hadîsi mahamil-i sahihadan çevirmişlerdir."(Muhakemat, s. 60) Mehamil mahmil kelimesinin çoğulu. Mahmil ise bu hadisin veya sözün manası nereye yüklenmeli? Mecazsa hangi manada mecaz? Kastedilen mana ne? Demek zahirperestler hayalleriyle mecazı gerçek zannederek hadisin yönünü uygun manalarından çevirmişler ve gerçekten bir öküz ve balık var zannedip, küreyi de onların sırtına ve boynuzlarına yüklemişlerdir.

Not: Üstadın bu konuda diğer eserlerindeki izahları şöyle;

"Fünun-u cedidenin bazı müsbet mesaili, hakaik-i İslâmiyenin zahirî manalarına muhalif ve muârız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mazideki istilasına bir derece sed çekmiş. Meselâ: Küre-i Arz'a emr-i İlahî ile nezarete memur Sevr ve Hut namlarında iki ruhanî melaikeyi dehşetli cismanî bir öküz, bir balık tevehhüm edip ehl-i fen ve felsefe hakikatı bilmediklerinden İslâmiyete muârız çıkmışlar.(Hutbe-i Şamiye, s. 28-29)

"Teşbihler ve temsiller suretinde rivayet edilen bir kısım hadîsler, mürur-u zamanla avamın nazarında hakikat telakki edildiğinden vakıa mutabık çıkmıyor. Ayn-ı hakikat olduğu halde vakıa mutabakatı görünmüyor. Meselâ: Hamele-i Arş gibi arzın hamelesinden olan Sevr ve Hut namında ve misalinde iki melaike, koca bir öküz ve pek büyük bir balık tasavvur edilmiş.(Şualar, s.580)

"Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-ı maddiye telakki ediliyor. Hataya düşer. Meselâ: "Sevr" ve "Hut" isminde ve âlem-i misalde sevr ve hut timsalinde berrî ve bahrî hayvanat nâzırlarından iki melaiketullah, âdeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş"(Sözler, s. 342 )

Konferansta ise, merhum talebelerinin şöyle bir beyanı var; "Meselâ: Sevr ve Hut, (hamele-i arş melaikeler gibi) Küre-i Arza nezaret eden iki melaikenin ismidir. Küre-i Arzın imareti ve maişet-i beşeriye, en ziyade balıkla öküz olması münasebetiyle bir mecaz olarak, Arza nezaret eden o iki melaikeye Sevr ve Hut ismi verilmiş. Koca bir balık ve bir öküz tevehhüm edilmesinin hadîsle hiçbir münasebeti yoktur."(Konferans, s. 78)

Peki, doğru manalar neler olabilir? Üstad 3 tane zikrediyor;

"Nasıl Sevr ve Nesir ve İnsan ve diğeriyle müsemma olan hamele-i arş, melaikedir. Bu sevr ve hut dahi, öyle iki melaikedir. Yoksa arş-ı a'zamı melaikeye; küreyi, küre gibi himmete muhtaç olan bir öküze tahmil etmek, nizam-ı âleme münafîdir."(Muhakemat, s.60 )

Not: Hazret-i Üstad, 14. Lem'ada bu konuyu şöyle izah ediyor; " Hamele-i Arş ve Semavat denilen melaikenin birinin ismi "Nesir" ve diğerinin ismi "Sevr" olarak dört melaikeyi, Cenab-ı Hak arş ve semavata saltanat-ı rububiyetine nezaret etmek için tayin ettiği gibi, semavatın bir küçük kardeşi ve seyyarelerin bir arkadaşı olan Küre-i Arz'a dahi iki melek, nâzır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi "Sevr" ve diğerinin ismi "Hut"tur. Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki: Arz iki kısımdır: Biri, su; biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Küre-i Arz'a müekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nev'ine bir cihet-i münasebetleri bulunmak lâzımdır. Belki, وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ o iki meleğin âlem-i melekût ve âlem-i misalde sevr ve hut suretinde temessülleri var."(Lem'alar, s. 92 )

*" Hem de lisan-ı şeriattan işitiliyor: Herbir nev'e mahsus ve o nev'e münasib bir melek-i müekkel vardır. Bu münasebete binaen o melek o nev'in ismiyle müsemma, belki âlem-i melaikede onun suretiyle mütemessil oluyor... Hadîs olarak işitiliyor: "Her akşamda güneş arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor." Evet, şemse müekkel olan melek; ismi şems, misali de şemstir. Odur gider, gelir. Hem de hükema-i İlahiyyun nezdinde herbir nev' için hayy ve nâtık ve efrada imdad verici ve müstemiddi bir mahiyet-i mücerrede vardır. Lisan-ı şeriatta melek-ül cibal ve melek-ül bihar ve melek-ül emtar gibi isimler ile tabir edilir. Fakat tesir-i hakikîleri yoktur. Müessir-i hakikî yalnız Zât-ı Akdes'tir.(Muhakemat, s. 60) Burası o kadar önemli bir mesele ki, Üstad bunu 29. Sözde, Melaike'ye İman bahsinde ele alıyor. Her bir neve mahsus melekler var. Ve bunlar mana âleminde o nevin görüntüsü ile temessül ediyorlar. Mesela güneşe nazır melek onun şeklinde, bir ağaca müekkel melek onun şeklinde göründüğü gibi, o zaman dünyanın geçimin büyük çoğunluğunu oluşturan balıkçılık ve tarımı temsil eden melekler de o suretlerde teşahhus ve temessül edebilir diyor Bediüzzzaman bu ilk mahmilde. 

Not: Üstad 29. Söz'de diyor ki; "Melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icma'-ı manevî ile -tabirde ihtilaflarıyla beraber- bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Hattâ maddiyatta çok ileri giden hükemanın Meşaiyyun kısmı, melaikenin manasını inkâr etmeyerek "Her bir nev'in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır" derler. Melaikeyi öyle tabir ediyorlar. Eski hükemanın İşrakiyyun kısmı dahi melaikenin manasında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak "Ukûl-ü Aşere ve Erbab-ül Enva'" diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan "melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar" gibi her nev'e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile bulunduğunu kabul ederek o namlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemadat derecesine manen sukut etmiş olan Maddiyyun ve Tabiiyyun dahi, melaikenin manasını inkâr edemeyerek "Kuva-yı Sâriye" namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.(Sözler, s.510) Merhum Ömer Nasuhi Bilmen Efendi'nin Muvazzah İlm-i Kelam adlı eserinde bu paralelde izahı vardır. Konu uzayacağından yazmadım, bkz, a.g.e, s. 288, Bilmen Yayınevi, İst. 1972, yine allame merhum Seyyid Süleyman Nedvi'nin Asr-ı Saadet serisinin Tebligat ve Talimat bölümünde(Cilt, 2, s. 636 vd, Sebilürreşad Neşriyatı, İst. 1967 ) ile Elmalılı merhumun Hak Dini Kur'an Dili adlı tefsirinin birinci cildinde uzun izahlar vardır, bakılabilir. (Salih Okur)

Not 2: Bu her neve mahsus bir melek meselesine bir nakil ışık tutmaktadır. Buhari Müslim'in Hz. Aişe(r.a)'den nakline göre Rasulullah(aleyhissalatu vesselam) Taif'te eziyete uğradığında Cebrail(a.s) kendisine görünerek, "Aziz ve Celil olan Allah, kavminin senin hakkında dedikle­rini muhakkak işitti. Seni korumayı reddettiklerini de duydu. Al­lah sana şu Dağlar Meleğini gönderdi. Bu meleğe kavmin hakkın­da ne dilersen emredebilirsin, dedi. Bunun üzerine Melek-ül Cibal (Dağlar Meleği; yâni dağlar kendi emrine verilen melek) bana nida edip, selâm ver­di, sonra:

- Yâ Muhammed! Şüphesiz Allah, kavminin sana söylediği sö­zü işitmiştir. Ben Dağlar Meleğiyim. Senin Rabbın, kavmin hak­kında istediğin işini bana emredesin diye beni sana gönderdi. Binaenaleyh onları ne yapmamı istersin? Eğer şu iki yalçın dağı (Ebû Kubeys dağı ile karşısındaki Kuaykıan dağını) Mekkeliler üzerine birbirine kapatıvermemi istersen, emret, onları birbirine kavuşturuvereyim, dedi. Resûlullah da ona:

- Hayır, ben Allah'ın bu müşriklerin sulblerinden yalnız Al­lah'a ibâdet eden ve O'na hiçbir şeyi ortak kılmayan (muvahhid) bir nesil meydana çıkarmasını temenni ederim, dedi."(Said Ramazan el Buti, Fıkhu's Siyre, s, 117, Daru'l Fikr, Dımaşk, 2017)

Not: 3: Merhum Abdurrahman Güzelyazıcı Hocaefendi, "Din Dersleri" adlı kıymetli eserinde bu mesele üzerinde uzunca durmuştur. Merhum diyor ki; "Varlık âleminin fizik ve fizik ötesi her hadisesi bir ilahi tecelli olduğundan melek vasıtasıyla meydana gelir. Hadiselerin çeşitlerine ve şekilleri uygun melekler olduğu bildirilmiştir. Mesela "Yağmur melekleri" deyince "gürleme, çakma, yıldırım, bulut, rüzgâr, su, yağış" gibi hadiselerle alakalı bütün melekleri anlamak lazımdır. Bunlar Kur'an ve hadis-i şeriflerde isimleriyle bildirilmiştir."

Yine diyor ki; "Yağmur melekleri Zâcirat(Zorlayıcılar) denilen meleklerdir ki, her türlü şiddet hadiseleri bunlarla zuhur eder. Yağmurdan önce gürleyişler, çakışlar, yıldırımlar "Zecir Meleği" de tabir olunan Ra'd meleğinin tesiriyle olur. Bu melek göze şimşek, varlıklara yıldırım şeklinde akisler gösterir."(Abdurrahman Güzelyazıcı, Din Dersleri, Cilt, 1, s. 142 v.d, Ahmet Sait Matbaası, İst, 1957)

*Biliyorsunuz Eski Türklerden Şaman dininde olanlar dağlara, nehirlere ibadet etmişler. Niye? Oralarda dolaşan bir nevi manevi kudsi kuvvetler olduğuna kanaat etmişler. Filozoflar ise aynı hakikate "kuva-i seyyare" demişler, yani "gezip giden kuvvetler" kim yağmuru idare ediyor? Kim depremi? Kim Tsunamiyi idare ediyor? Aslında yanlış tabir etmişler? Melekleri söylüyorlar aslında..

Not: Merhum allame Seyyid Süleyman Nedvi de eski din ve felsefenin melekler hakkındaki telakkilerini tafsilatıyla sıraladıktan sonra diyor ki; "Ne olursa olsun muhtelif yanlış ve doğru isimler, yanlış ve doğru tefsirler bir hakikatin muhtelif şekildeki tabirleridir. Bundan maksat da o ruhani vasıtalardır ki, Sani ile Masnuat, Halık ile mahlûkat arasında Halık'ın emir ve hükmüne mutabık iş görür, vazife ifa ederler."(Seyyid Süleyman Nedvi, Asr-ı Saadet, Cilt: 2, s. 633, Sebilürreşad Neşriyatı, İst. 1967 ) 

Not: 2: İkinci ve üçüncü mahmil bir sonraki derste izah edilecek inşallah(Salih Okur)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıveriliceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?

Ankebut, 2

GÜNÜN HADİSİ

Sadakaların en efdali, iki kişi arasını düzeltmektir.

Seçme Hadisler, s.237

TARİHTE BU HAFTA

*Kanije müdafaası(18 Kasım 1601) *Hz.Fatıma'nın(r.anha) Vefatı(22 Kasım 632) *İstanbul'un Müttefikler Tarafından İşgali(23 Kasım 1918) *Alparslan'ın Şehadeti(24 Kasım 1072) *Öğretmenler Günü(24 Kasım)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI